Kurtuluş doğruluktadır

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
kursu.jpg
Doğruluk, peygamberliğin mihveridir. Peygamberlik, doğruluk yörüngesi üzerinde hareket eder.Peygamberin ağzından çıkan her şey tasdik edalıdır. Çünkü onlar, hilâf-ı vaki hiçbir beyanda bulunmazlar. Kur’ân-ı Kerim bazı peygamberlerin büyüklüğünü anlatırken, bize onların bu vasıflarından söz eder:“Kitap’ta İbrahim’i de an. O dosdoğru (sıddîk) bir nebiydi.” (Meryem Sûresi, 19/41)“Kitap’ta İsmail’i de an, O sözünde dosdoğruydu... resûl ve nebiydi.” (Meryem Sûresi, 19/54)“Kitap’ta İdris’i de an. O dosdoğru bir nebiydi. Onu yüksek makamlara yücelttik.” (Meryem Sûresi, 19/56-57)Hz. Yusuf’a (aleyhisselâm) hapishane arkadaşının hitabını Kur’an naklederken, yine aynı vasıftan bahsetmektedir: “Ey özü-sözü doğru Yusuf!” (Yusuf Sûresi, 12/46)Onlar nasıl doğrulukla mücehhez olmaz ki, Allah (celle celâluhu) sıradan insanların dahi doğru olmalarını istiyor ve Kur’an’da doğru olanları tebcil ediyor:“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe Sûresi, 9/119)“Gerçek mü’minler, ancak Allah ve Resûlü’ne iman eden, ondan asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurât Sûresi, 49/15)Sadıklar Övgüye LâyıktırVe sözünün eri sadıklar Kur’an’da tebcil edilir: “Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var ki, işte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb Sûresi, 33/23)Bu son âyette bir nebze durmak istiyorum: Enes b. Mâlik–ki Allah Resûlü’nün hizmetkârıdır. Efendimiz Medine’yi teşrif edince, annesi, henüz sekiz-on yaşlarında olan Enes’in elinden tutup onu Allah Resûlü’ne getirmiş ve “Yâ Resûlallah! Oğlum hayatı boyunca sana hizmet etsin.” demiş ve Enes’i orada bırakıp gitmişti. İşte bu Enes b. Mâlik, “Bu ayette kastedilen şahıs, amcam Enes b. Nadr ve emsalidir.” der.Enes b. Nadr, Akabe’de Allah Resûlü’nü görünce O’na büyülenmiş gibi bağlanmış ve delicesine sevmişti. Fakat her nasılsa Bedir’de bulunamamıştı. Hâlbuki Bedr’in ayrı bir yeri vardı. Hatta Bedir’de bulunanlar ashab arasında nasıl seçkinse, Bedir’e iştirak eden melekler de gök ehli tarafından öyle seçkin görülürdü. Gel gör ki Enes b. Nadr, bu fırsatı kaçırmıştı ve yanıp yakılıyor, gözüne bir türlü uyku girmiyordu. Geldi, derdini Allah Resûlü’ne şerh etti: “Yâ Resûlallah, eğer bir daha onlarla karşılaşmak nasip olursa, işte o zaman kâfirlerin benden çekecekleri var.” Enes’in bu içten duası kabul olmuş ve Uhud’da küffarla karşı karşıya gelmişti...Uhud, sarp bir dağdır. Fakat Uhud Savaşı o dağdan da sarp cereyan etmiştir. Bu muharebede Allah Resûlü de yaralanmış, mübarek dişi kırılmış, miğferi yüzüne batmış ve vücudu kan revan içinde kalmıştı. Ama her şeye rağmen O mağfiret ve rahmet peygamberi, ellerini açmış, dua dua yalvarmış ve: “Allah’ım! Kavmimi bağışla; çünkü onlar bilmiyorlar.” buyurmuştu.Enes b. Nadr oradan oraya koşuyor ve bir sene önce Allah Resûlü’ne verdiği sözü yerine getirmeye çalışıyordu. Çalışıyordu ama o da çokları gibi sona doğru bir noktada dolaşıyordu. Evet, vücudu delik deşik olmuş, son anlarını yaşıyordu. Dudaklarında son tebessüm, yanına yaklaşan Sa’d b. Muaz’a şu sözleri söylüyordu: “Resûlullah’a benden selâm söyle. Vallahi şu anda Uhud’un arkasından Cennet kokularını duyuyorum.”O gün nice şehitleri tanımak mümkün olmamıştı. Hamza tanınamamış, Mus’ab b. Umeyr bilinememiş, Abdullah b. Cahş’ın vücudunun parçaları bir araya getirilince ancak hakkında “Odur.” diye hüküm verilebilmişti. Enes b. Nadr da aynı durumdaydı. Kız kardeşi gelmiş, kılıcı tutan eline –ki ihtimal tek oradan yara almamıştı– bakıp onu tanımış ve gözleri dolu dolu, “Bu, Enes’tir yâ Resûlallah!” diyebilmişti.İşte ayet, bu civanmerdi anlatıyordu. O, verdiği sözde durdu. “Ölesiye savaşacağım.” dedi ve öldü. Ölüm dahi onu sözünde yalancı çıkaramadı.Ayetin onu anlatması, onun, inananlara da bir örnek olması içindir. Evet, “Lâ ilâhe illallah” dedikten sonra, her fert bu denli o kelimenin muhtevasına sadık kalmalıdır ki, din harap, iman serâp, şeâir de pâyimâl olmasın...Enes b. Nadr ve Enes b. Nadr’lar sözlerinde durdular. Sözlerinin eri ve dosdoğru olduklarını ispatladılar. Çünkü onlar derslerini, Kâinatın Efendisi Muhammedü’l-Emîn’den almışlardı. O nasıl doğru ve emindi, dostları da aynı şekilde doğru ve emindiler...Cahiliye O’nu “Emîn” TanımıştıMekkeli O’na mücerret adıyla değil, ismine “el-Emîn” sıfatını ekliyor ve öyle hitap ediyordu... Evet, O bu sıfatıyla meşhurdu. Kâbe tamir edilmiş ve Hacerü’l-Esved’in (Biz Hacerü’l-Es’ad: Mutlu Taş diyelim) tekrar eski yerine konulması büyük bir mesele hâline gelmişti. Kabileler kılıçlarını yarıya kadar sıyırmış ve herkes bu şerefin kendine ait olmasını istiyordu. Sonunda şöyle bir karara vardılar. Kâbe’ye ilk girenin hakemliğini kabul edeceklerdir. Herkes merakla bekliyordu... ve tabiî, Allah Resûlü’nün hiçbir şeyden haberi yoktu. O’nun dosta-düşmana güven telkin eden gül yüzü görününce, oradakiler sevinçlerinden havaya zıplayıp “Emîn” geliyor, dediler ve O’nun hükmüne kayıtsız şartsız razı olacaklarını söylediler.Zira O’na güvenleri tamdı. Allah Resûlü, o gün henüz peygamber olarak vazifelendirilmemişti ama herkesin itimat edeceği bir insandı ve bir peygambere ait bütün vasıfları üzerinde taşıyordu.

Devami...
 
Üst Alt