Otuzuncu lem'a

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Ve hem nasıl ki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkları ziyanın lem'alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayalî güneşçiklere aynalık etmeleri bilbedâhe gösteriyor ki, o lem'alar, yüksek birtek güneşin cilve-i in'ikâsıdırlar ve güneşin vücudunu muhtelif dillerle yad ediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar. Aynen öyle de, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun Muhyî isminin cilve-i âzamıyla berrin yüzünde ve bahrin içinde zîhayatların kudret-i İlâhiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için "Yâ Hayy" deyip perde-i gaybda gizlenmeleri, bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına ve vücub-u vücuduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi; umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlâhîye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti ispat eden bütün bürhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümfermâ olan irade ve meşieti ispat eden bütün hüccetler ve kelâm-ı Rabbânî ve vahy-i İlâhiyenin medarı olan risaletleri ispat eden bütün alâmetler, mucizeler ve hâkezâ yedi sıfât-ı İlâhiyeye şehadet eden bütün delâil, bil'ittifak Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına delâlet, şehadet, işaret ediyorlar. Çünkü, nasıl birşeyde görmek varsa hayatı da var; işitmek varsa hayatın alâmetidir; söylemek varsa hayatın vücuduna işaret eder; ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir. Aynen öyle de, bu kâinatta âsârıyla vücutları muhakkak ve bedihî olan kudret-i mutlaka ve irade-i şâmile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar, bütün delâilleriyle, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti zerrâtıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.
Hem hayat, melâikeye İmân rüknüne dahi bakar, remzen ispat eder. Çünkü, madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymettarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır. Ve madem küre-i arz bu kadar zîhayatın envâıyla dolmuş ve mütemadiyen zîhayat envâlarını tecdit ve teksir etmek hikmetiyle, her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halk edilerek bir mahşer-i huveynat oluyor. Ve madem hayatın süzülmüş en sâfi hülâsası olan şuur ve akıl ve en lâtif ve sabit cevheri olan ruh, bu küre-i arzda gayet kesretli bir surette halk olunuyorlar; adeta küre-i arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihyâ olup öyle şenlendirilmiş. Elbette küre-i arzdan daha lâtif, daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecrâm-ı semâviye, ölü, câmid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayattar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-i semâvâtı gösterecek ve hitâbât-ı Sübhâniyeye mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semâvâta münasip sekeneler, herhalde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da melâikelerdir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, peygamberlere İmân rüknüne bakıp remzen ispat eder. Evet, madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyûmu Ezelînin bir cilve-i âzamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir san'at-ı ecmelidir.
Madem hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. (Evet, eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliye bilinmez. Nasıl ki bir adamın söylemesiyle diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden bir Zâtın kelimâtını, hitâbâtını gösterecek, peygamberler ve ellerinde nâzil olan kitaplardır.) Elbette kâinattaki hayat, katî bir surette Hayy-ı Ezelînin vücûb-u vücuduna katî şehadet ettiği gibi; o hayat-ı Ezeliyenin şuââtı, celevâtı, münâsebâtı olan "irsâl-i rusül" ve "inzâl-i kütüb" rükünlerine bakar, remzen ispat eder. Ve bilhassa risalet-i Muhammediye (a.s.m.) ve vahy-i Kur'ânî hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri katîdir denilebilir.
Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü'l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.), kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.), âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur'ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.
Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.
Hem hayat, iman-ı bilkader rüknüne bakıyor, remzen ispat eder. Çünkü madem hayat âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor; ve vücudun neticesi ve gayesidir; ve Hâlık-ı Kâinatın en câmi aynasıdır; ve faaliyet-i Rabbâniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb, yani mazi, müstakbel, yani geçmiş ve gelecek mahlûkatın hayat-ı mâneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve mâlûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evâmir-i tekvîniyeyi imtisale müheyyâ bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor.
Nasıl ki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehâsında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi, aynen ağaç gibi, bir nevi hayata mazhardırlar, belki ağacın kavânin-i hayatiyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasıl ki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyeye tâbidirler.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Aynen öyle de, şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var; geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i İlâhiyede muhtelif tavırlarla müteaddit vücutları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. Ve vücud-u haricî gibi, o vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin mânevî bir cilvesine mazhardır ki, mukadderât-ı hayatiye, o mânidar ve canlı elvâh-ı kaderiyeden alınır.
Evet, âlem-i gaybın bir nevi olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah ile dolu olması, elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nevi de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve mânidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları, bir nevi hayat-ı mâneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet, hayat-ı ezeliye güneşinin ziyası olan bu cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u haricîye münhasır olamaz. Belki herbir âlem, kabiliyetine göre, o ziyanın cilvesine mazhardır. Ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır. Yoksa, nazar-ı dalâletin gördüğü gibi muvakkat ve zâhirî bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müthiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.
İşte, kadere ve kazâya İmân rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani, nasıl ki âlem-i şehadet ve mevcut hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayattarlıkları görünüyor; öyle de, âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi mânen hayattar bir vücud-u mânevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki, Levh-i Kazâ ve Kader vasıtasıyla o mânevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder.
BEŞİNCİ REMİZ
Hem hayatın on altıncı hassasında denilmiş ki: Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz ise küll gibi, cüz'îye dahi küllî gibi bir câmiiyet verir.
Evet, hayatın öyle bir câmiiyeti var; adeta umum kâinata tecellî eden ekser Esmâ-i Hüsnâyı kendinde gösteren bir câmi âyine-i ehadiyettir. Bir cisme hayat girdiği vakit küçük bir âlem hükmüne getirir; adeta kâinat şeceresinin bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne geçiyor. Nasıl ki bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de, en küçük bir zîhayatı halk eden, elbette umum kâinatın Hâlıkıdır.
İşte bu hayat, bu câmiiyetiyle en gizli bir sırr-ı ehadiyeti kendinde gösterir. Yani, nasıl ki azametli güneş, ziyasıyla ve yedi rengiyle ve aksiyle, güneşe mukabil olan herbir katre suda ve herbir cam zerresinde bulunuyor. Öyle de, herbir zîhayatta, kâinatı ihata eden esmâ ve sıfât-ı İlâhiyenin cilveleri beraber onda tecellî ediyor. Bu nokta-i nazardan hayat, kâinatı, rububiyet ve icad cihetinde inkısam ve tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne, belki iştiraki ve tecezzîsi imkân haricinde bulunan bir küllî hükmüne getirir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Evet, seni yaratan, bütün nev-i insanı yaratan Zat olduğunu, bilbedâhe senin yüzündeki sikkesi gösteriyor. Çünkü mahiyet-i insaniye birdir, inkısamı gayr-ı mümkündür. Hem hayat vasıtasıyla ecza-yı kâinat onun efradı hükmüne ve kâinat ise nevi hükmüne geçer; sikke-i ehadiyeti mecmuunda gösterdiği gibi, herbir cüzde dahi o sikke-i ehadiyeti ve hâtem-i samediyeti göstererek, şirk ve iştiraki her cihetle tard eder.
Hem hayatta san'at-ı Rabbâniyenin öyle fevkalâde harika mucizeleri var ki, bütün kâinatı halk edemeyen bir zat, bir kudret, en küçük bir zîhayatı halk edemez. Evet, bir nohut tanesinde bütün Kur'ân'ı yazar gibi, çamın gayet küçük bir tohumunda koca çam ağacının fihristesini ve mukadderâtını yazan kalem, elbette semâvâtı yıldızlarla yazan kalem olabilir. Evet, bir arının küçük kafasında, kâinat bahçesindeki çiçekleri tanıyacak ve ekser envâıyla münasebettar olacak ve bal gibi bir hediye-i rahmeti getirecek ve dünyaya geldiği günde şerâit-i hayatı bilecek derecede bir istidadı, bir kabiliyeti, bir cihazı derc eden Zat, elbette bütün kâinatın Hâlıkı olabilir.
Elhasıl, hayat nasıl ki kâinatın yüzünde parlak bir sikke-i tevhiddir; ve herbir zîruh dahi hayat noktasında bir sikke-i ehadiyettir; ve hayatın herbir ferdinde bulunan nakş-ı san'at bir mühr-ü samediyettir; ve zîhayatların adedince bu kâinat mektubunu Zât-ı Hayy-ı Kayyûm ve Vâhid-i Ehad namına hayatlarıyla imza ediyorlar; ve o mektupta tevhid mühürleri ve ehadiyet hâtemleri ve samediyet sikkeleridirler. Öyle de, hayat gibi, herbir zîhayat dahi, bu kitab-ı kâinatta birer mühr-ü vahdâniyet olduğu gibi, herbirinin yüzünde ve simasında birer hâtem-i ehadiyet konulmuştur.
Hem nasıl ki hayat, cüz'iyâtı adedince ve zîhayat efradı sayısınca Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun vahdetine şehadet eden imzalar ve mühürlerdir. Öyle de, ihyâ ve diriltmek fiili dahi, efradı adedince tevhide imza basıyor. Meselâ, ihyânın bir ferdi olan ihyâ-yı arz, güneş gibi parlak bir şahid-i tevhiddir. Çünkü, baharda zeminin dirilmesinde ve ihyâsında üç yüz bin envâın ve her nevin hadsiz efradı beraber, birbiri içinde, noksansız, kusursuz, mükemmel, muntazam ihyâ edilir ve dirilirler. Evet, böyle bir tek fiille hadsiz muntazam fiilleri yapan, elbette bütün mahlûkatın Hâlıkıdır ve bütün zîhayatları ihyâ eden Hayy-ı Kayyûmdur ve rububiyetinde iştiraki mümkün olmayan bir Vâhid-i Ehaddir.
Şimdilik hayatın hassalarından bu kadar az ve muhtasar yazıldı. Başka hassaların beyanı ve tafsilâtını Risale-i Nur'a ve başka zamana havale ediyoruz.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hâtime

İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ, İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı yâ Hayydır. Ve İmam-ı Rabbânînin İsm-i Âzamı Kayyûm, ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir.
Bu Beşinci Nükte ism-i Hayy hakkında olduğu münasebetiyle, hem teberrük, hem şahit, hem delil, hem kudsî bir hüccet, hem kendimize bir dua, hem bu risaleye bir hüsn-ü hâtime olarak, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşenü'l-Kebîr namındaki münâcât-ı âzamında, marifetullahta gayet yüksek ve gayet câmi derece-i marifetini göstererek böyle demiştir; biz de hayalen o zamana gidip, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dediğine âmin diyerek, aynı münâcâtı kendimiz de söylüyor gibi, sadâ-yı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm ile deriz:

b1004.gif
-1-
b457.gif
-2-




1- Ey bütün dirilerden önce var olan gerçek hayat sahibi, · Ey bütün dirilerden sonra baki kalacak gerçek hayat sahibi,
Ey hiçbir şeyin Kendisine benzemediği gerçek hayat sahibi, · Ey hiçbir dirinin misli gibi olmadığı gerçek hayat sahibi,
Ey hiçbir diriye muhtaç olmayan gerçek hayat sahibi, · Ey hiçbir dirinin Kendisine ortak olmadığı gerçek hayat sahibi,
Ey bütün dirileri ölüme mazhar eden gerçek hayat sahibi, · Ey bütün dirileri rızıklandıran gerçek hayat sahibi,
Ey ölüleri dirilten gerçek hayat sahibi, · Ey hiç ölmeyecek olan gerçek hayat sahibi, Sen bütün kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin, Senden başka ilah yok ki bize imdat etsin. Emân ver bize, emân diliyoruz. Bizi Cehennemden kurtar. Amin. (Cevşen'ül-Kebîr, 69. bend.)
2- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Otuzuncu Lem'anın Altıncı Nüktesi
İsm-i Kayyûma bakar.

İsm-i Hayyın bir hülâsası, Nur Çeşmesinin bir zeyli olmuş. Bu ism-i Kayyûm dahi, Otuzuncu Sözün zeyli olması münasip görüldü.
İTİZAR: Bu çok ehemmiyetli meseleler ve çok derin ve geniş ism-i Kayyûmun cilve-i âzamı, hem muntazaman değil, belki ayrı ayrı lem'alar tarzında kalbe hutur ettiğinden, hem gayet müşevveş ve acele ve tetkiksiz müsvedde halinde kaldığından, elbette tabirat ve ifadelerde çok noksanlar, intizamsızlıklar bulunacaktır. Meselelerin güzelliklerine benim kusurlarımı bağışlamalısınız.
İHTAR: İsm-i Âzama ait nükteler, âzamî bir surette geniş, hem gayet derin olduğundan, hususan ism-i Kayyûma ait meseleler ve bilhassa Birinci Şuâı Haşiye maddiyyunlara baktığı için, daha ziyade derin gittiğinden, elbette her adam her meseleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her meseleden bir derece hisse alabilir. "Birşey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz" kaidesiyle, "Bu mânevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum" diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. İnsan ne kadar koparsa o kadar kârdır. İsm-i Âzama ait meselelerin ihata edilmeyecek derecede genişleri olduğu gibi, akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Hususan ism-i Hayy ve Kayyûma ve bilhassa hayatın İmân erkânına karşı remizlerine ve bilhassa kazâ ve kader rüknüne hayatın işaretine ve ism-i Kayyûmun Birinci Şuâına herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz de kalmaz. Belki herhalde imanını kuvvetlendirir. Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azîmdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Farukî diyor ki: "Bir küçük mesele-i imaniyenin inkişafı, benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır."

b424.gif
-1-
b1006.gif
-2-

gibi, kayyûmiyet-i İlâhiyeye işaret eden âyetlerin bir nüktesi ve İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın iki ziyasından ikinci ziyası veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan altıncı nuru olan Kayyûm isminin bir cilve-i âzamı, Zilkade ayında aklıma göründü. Eskişehir Hapishanesindeki müsaadesizliğim cihetiyle, o nur-u âzamı elbette tamamıyla beyan edemeyeceğim. Fakat Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Kaside-i Ercûzesinde "Sekîne" nam-ı âlîsiyle beyan ettiği İsm-i Âzam ve Celcelûtiyesinde yine pek muhteşem isimlerle İsm-i Âzam içinde bulunan o altı ismi en âzam, en ehemmiyetli tuttuğu için ve onların bahsi içinde kerametkârâne bize teselli verdiği için, bu ism-i Kayyûma dahi, evvelki beş esmâ gibi, hiç olmazsa muhtasar bir surette, Beş Şua ile o nûr-u âzama işaret edeceğiz.




Haşiye: Bu risaleyi okuyan eğer mütefennin değilse Birinci Şuayı okumasın, İkinciden başlasın; veya ahirde okusun.





1- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
2- Her şeyin hüküm ve tasarrufu Onun elindedir. (Yâsin Sûresi: 36:83.)
Göklerin ve yerin tedbir ve tasarrufu Ona âittir. (Zümer Sûresi: 39:63.)
Hiçbir şey yoktur ki, hazîneleri Bizim yanımızda olmasın. (Hicr Sûresi: 15:21.)
Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın. (Hüd Sûresi: 11:56)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
BİRİNCİ ŞUA
Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli Kayyûmdur, yani, bizatihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya Onunla kaimdir, devam eder ve vücutta kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyûmiyet kesilse, kâinat mahvolur.
Hem o Zât-ı Zülcelâlkayyûmiyetiyle beraber, Kur'ân-ı Azîmüşşanda ferman ettiği gibi,
b1007.gif
'dir. Yani, ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef'âlinde nazîri yoktur, misli olmaz, şebîhi yoktur, şerîki olmaz. Evet, bütün kâinatı bütün şuûnâtıyla ve keyfiyâtıyla kabza-i rububiyetinde tutup bir hane ve bir saray hükmünde, kemâl-i intizamla tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zât-ı Akdese, misil ve mesîl ve şerîk ve şebîh olmaz, muhaldir.
Evet, bir Zat ki,
• Ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele,
• ve en büyük şey, en küçük şey gibi kudretine musahhar ola,
• ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mâni olmaya,
• ve hadsiz efrad, bir fert gibi nazarında hazır ola,
• ve bütün sesleri birden işite,
• ve umumun hadsiz hâcâtını birden yapabile,
• ve kâinatın mevcudatındaki bütün intizamat ve mizanların şehadetiyle, hiçbir şey, hiçbir hal daire-i meşiet ve iradesinden hariç olmaya,
• ve hiçbir mekânda olmadığı halde, herbir yerde ve herbir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola,
• ve herşey Ondan nihayet derecede uzak olduğu halde, O ise her şeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zât-ı Hayy-ı Kayyûm-u Zülcelâlin elbette hiçbir cihetle misli, nazîri, şerîki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir. Yalnız, mesel ve temsil suretinde şuûnât-ı kudsiyesine bakılabilir. Risale-i Nur'daki bütün temsilât ve teşbihat, bu mesel ve temsil nevindendirler.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte böyle misilsiz ve Vâcibü'l-Vücud ve maddeden mücerret ve mekândan münezzeh ve tecezzîsi ve inkısamı her cihetle muhal ve tagayyür ve tebeddülü mümteni ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde olan bir Zât-ı Akdesin kâinat safahâtında ve tabakat-ı mevcudatında tecellî eden bir kısım cilvelerini, ayn-ı Zât-ı Akdestevehhüm ederek bir kısım mahlûkatına ulûhiyetin ahkâmını veren ehl-i dalâlet insanların bir kısmı, o Zât-ı Zülcelâlin bazı eserlerini tabiata isnad etmişler. Halbuki, Risale-i Nur'un müteaddit yerlerinde katî bürhanlarla ispat edilmiş ki, tabiat bir san'at-ı İlâhiyedir, sâni olmaz. Bir kitab-ı Rabbânîdir, kâtip olmaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir defterdir, defterdar olmaz. Bir kanundur, kudret olmaz. Bir mistardır, masdar olmaz. Bir kabildir, münfail olur, fâil olmaz. Bir nizamdır, nâzım olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri' olamaz. Farz-ı muhal olarak, en küçük bir zîhayat mahlûk tabiata havale edilse, "Bunu yap" denilse, "Risale-i Nur'un çok yerlerinde katî bürhanlarla ispat edildiği gibi, o küçük zîhayatın âzâları ve cihazatları adedince kalıplar, belki makineler bulundurmak gerektir, tâ ki tabiat o işi görebilsin.
Hem, maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalâlet, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde hallâkıyet-i İlâhiyenin ve kudret-i Rabbâniyenin bir cilve-i âzamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedâniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlâhiyeyi isnad etmeye başlamışlar. Fesübhânallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber, herbir yerde, herbir şeyin icadında her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri câmid, kör, şuursuz, iradesiz, mizansız ve tesadüf fırtınaları içinde çalkalanan zerrâta ve harekâtına vermek, ne kadar cahilâne ve hurafekârâne bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerektir.
Evet, bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler. Yani, birtek ilâhı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilâhları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani, birtek Zât-ı Akdesin hassası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyeti ve hâlıkıyeti, bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından, o hadsiz, nihayetsiz, câmid zerrelerin ezeliyetlerini, belki ulûhiyetlerini kabul etmeye, mesleklerince mecbur oluyorlar. İşte sen gel, echeliyetin nihayetsiz derecesine bak!
Evet, zerrelerdeki cilve ise, zerreler taifesini Vâcibü'l-Vücudun havliyle, kudretiyle, emriyle, muntazam ve muhteşem bir ordu hükmüne getirmiştir. Eğer bir saniye o Kumandan-ı Âzamın emri ve kuvveti geri alınsa, o çok kesretli, câmid, şuursuz taife, başıbozuklar hükmüne gelecekler, belki bütün bütün mahvolacaklar.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hem insanların bir kısmı, güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilâne bir dalâletle, Sâni-i Zülcelâlin gayet lâtif, nâzenin, mutî, musahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyâtı ve zayıf bir perde-i tasarrufâtı ve lâtif bir midâd-ı (mürekkep) kitabeti ve en nâzenin bir hulle-i îcâdâtı ve bir mâye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan esir maddesini, cilve-i rububiyetine aynadarlık ettiği için, masdar ve fâil tevehhüm etmişler. Bu acip cehalet, hadsiz muhalleri istilzam ediyor. Çünkü esir maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha lâtif ve eski hükemanın saplandığı heyulâ fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, câmid bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzî ve inkısam eden ve nâkillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine, herşeyde her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücut bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esirin zerreleri adedince yanlıştır.
Evet, mevcudatta görünen fiil-i icad öyle bir keyfiyettedir ki, herşeyde, hususan zîhayat olsa, ekser eşyayı ve belki umum kâinatı görecek, bilecek ve kâinata karşı o zîhayatın münasebetini tanıyacak, temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiğini gösteriyor ki, maddî ve ihatasız olan esbabın hiçbir cihetle fiili olmaz.
Evet, sırr-ı kayyûmiyetle, en cüz'î bir fiil-i icadî, doğrudan doğruya bütün kâinat Hâlıkının fiili olduğuna delâlet eden bir sırr-ı âzamı taşıyor. Evet, meselâ bir arının icadına teveccüh eden bir fiil, iki cihetle Hâlık-ı Kâinata hususiyetini gösteriyor:
Birincisi: O arının bütün emsalinin, bütün zeminde, aynı zamanda, aynı fiile mazhariyetleri gösteriyor ki, bu cüz'î ve hususî fiil ise, ihatalı, rû-yi zemini kaplamış bir fiilin bir ucudur. Öyleyse, o büyük fiilin fâili ve o fiilin sahibi kim ise, o cüz'î fiil dahi onundur.
İkinci cihet: Bu hazır arının hilkatine teveccüh eden fiilin fâili olmak için, o arının şerâit-i hayatiyesini ve cihazatını ve kâinatla münasebetini temin edecek ve bilecek kadar pek büyük bir iktidar ve ihtiyar lâzım geldiğinden, o cüz'î fiili yapan zâtın, ekser kâinata hükmü geçmekle ancak o fiili öyle mükemmel yapabilir.
Demek, en cüz'î fiil, iki cihetle Hâlık-ı Külli Şeye has olduğunu gösterir.
En ziyade câ-yı dikkat ve câ-yı hayret şudur ki: Vücudun en kuvvetli mertebesi olan vücubun; ve vücudun en sebatlı derecesi olan maddeden tecerrüdün; ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan mekândan münezzehiyetin; ve vücudun en sağlam ve tagayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan vahdetin sahibi olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun en has hassası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyeti ve sermediyeti, vücudun en zayıf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, mütehavvil tavrı ve en ziyade mekâna yayılmış olan hadsiz, kesretli bir maddî madde olan esir ve zerrat gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyet isnad etmek ve onları ezelî tasavvur etmek ve kısmen âsâr-ı İlâhiyenin onlardan neş'et ettiğini tevehhüm etmek ne kadar hilâf-ı hakikat ve vâkıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur'un müteaddit cüzlerinde katî bürhanlarla gösterilmiştir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İKİNCİ ŞUA
İki meseledir.
BİRİNCİ MESELE:
İsm-i Kayyûmun bir cilve-i âzamına işaret eden

b1008.gif
-1-

gibi âyetlerin işaret ettiği hakikat-i âzamın bir veçhi şudur ki:


Şu kâinattaki ecrâm-ı semâviyenin kıyamları, devamları, bekaları, sırr-ı kayyûmiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i kayyûmiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı küre-i arzdan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenâhi boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. Nasıl ki, meselâ havada, tayyareler yerinde binler muhteşem kasırları kemâl-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zâtın kayyûmiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamlarıyla ölçülür. Öyle de, o Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâlin madde-i esiriye içinde hadsiz ecrâm-ı semâviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyûmiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, bazısı küre-i arzdan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinatsız, boşlukta durdurmakla beraber, herbirini bir vazifeyle tavzif edip gayet muhteşem bir ordu şeklinde, emr-i kün feyekûn'dan gelen fermanlara kemâl-i inkıyadla itaat ettirmesi, ism-i Kayyûmun âzamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, herbir mevcudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi, sırr-ı kayyûmiyetle kaim ve o sırla beka ve devam ediyorlar.
Evet, bir zîhayatın cesedindeki zerrelerin herbir âzâya mahsus bir heyetle küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedâhe, kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı kayyûmiyetle olduğundan, herbir ceset muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak, bütün zîhayat ve mürekkebâtın zemin yüzünde ve yıldızların feza âleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyûmiyeti ilân ederler.




1- Onu ne uyuklama, ne de uyku tutmaz. (Bakara Sûresi: 255.) · Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretîne boyun eğdirmiş olmasın. (Hûd Sûresi: 56) · Göklerin ve yerin tedbir ve tasarrufu Ona Aittir. (Zümer Sûresi: 39:63.)
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt