Yirmi Beşinci Söz

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Şu hakikatleri Yirmi Beşinci Söz ile beraber, geçen yirmi dört adet Sözler ispat etmiştir. Şu dâvâmız mücerred değil; bürhanı, geçmiş neticedir.
Evet, herbiri cevâhir-i hidâyetin birer sadefi ve hakâik-ı imâniyenin birer menbaı ve esâsât-ı İslâmiyenin birer mâdeni ve doğrudan doğruya Arşü'r-Rahmândan gelen ve kâinatın fevkınde ve haricinde, insana bakıp inen ve ilim ve kudret ve irâdeyi tazammun eden ve hitâb-ı ezelî olan elfâz-ı Kur'âniye nerede; insanın hevâî hevâperestâne, vâhî hevesperverâne elfâzı nerede?
Evet, Kur'ân bir şecere-i Tûbâ hükmüne geçip, şu âlem-i İslâmiyeyi bütün mâneviyâtıyla, şeâir ve kemâlâtıyla, desâtir ve ahkâmıyla yapraklar sûretinde neşredip, asfiyâ ve evliyâsını birer çiçek hükmünde o ağacın âb-ı hayatıyla taze, güzel gösterip, bütün kemâlât ve hakâik-ı kevniye ve İlâhiyeyi semere verip, meyvelerindeki çok çekirdekleri amelî birer düstur, birer program hükmüne geçip, yine meyvedar ağaç hükmünde müteselsil hakâikı gösteren Kur'ân nerede; beşerin mâlûmumuz olan kelâmı nerede?
b508.gif

Bin üç yüz elli senedir, Kur'ân-ı Hakîm, bütün hakâikını kâinat çarşısında açıp teşhir ettiği halde; herkes, her millet, her memleket onun cevâhirinden, hakâikından almıştır ve alıyorlar. Halbuki, ne o ülfet, ne o mebzûliyet, ne o mürûr-u zaman, ne o büyük tahavvülâtlar, onun kıymettar hakâikına, onun güzel üsluplarına halel verememiş, ihtiyarlatmamış, kurutmamış, kıymetten düşürmemiş, hüsnünü söndürmemiştir. Şu hâlet tek başıyla bir i'câzdır.
Şimdi, biri çıksa, Kur'ân'ın getirdiği hakâikten bir kısmına kendi hevesince çocukça bir intizam verse, Kur'ân'ın bâzı âyâtına muâraza için nisbet etse, "Kur'ân'a yakın bir kelâm söyledim" dese, öyle ahmakâne bir sözdür ki; meselâ, taşları muhtelif cevâhirden bir saray-ı muhteşemi yapan ve o taşların vaziyetinde, umum sarayın nukuş-u âliyesine bakan mîzanlı nakışlar ile tezyin eden bir ustanın san'atıyla, o nukuş-u âliyeden fehmi kâsır, o sarayın bütün cevâhir ve zînetlerinden bîbehre bir âdi adam, âdi hânelerin bir ustası, o saraya girip, o kıymettar taşlardaki ulvî nakışları bozup, çocukça hevesine göre âdi bir hânenin vaziyetine göre bir intizam, bir sûret verse ve çocukların nazarına hoş görünecek bâzı boncukları taksa, sonra, "Bakınız, o sarayın ustasından daha ziyâde maharet ve servetim var ve kıymettar zînetlerim var" dese, divânece bir hezeyan eden bir sahtekârın nisbet-i san'atı gibidir.


Yer nerede, Süreyyâ yıldızı nerede? (Arab atasözü)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Üçüncü Şûle
Üç Ziyâsı var.
Birinci Ziyâ
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın büyük bir vech-i i'câzı On Üçüncü Sözde beyân edilmiştir. Kardeşleri olan sâir vücûh-u i'câz sırasına girmek için, bu makama alınmıştır.
İşte, Kur'ân'ın herbir âyeti, birer necm-i sâkıp gibi i'câz ve hidâyet nurunu neşr ile küfür ve gaflet zulümâtını dağıttığını görmek ve zevk etmek istersen, kendini Kur'ân'ın nüzûlünden evvel olan o asr-ı câhiliyette ve o sahrâ-i bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd-u tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur'ân'ın lisân-ı ulvîsinden,

b509.gif
-1-
b510.gif
-2-
gibi âyetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcudât-ı âlem,
b1041.gif
-3- ,
b512.gif
sadâsıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyâr oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar.
Hem, o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpâre olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat,
b513.gif
-4- sayhasıyla, işitenin nazarında nasıl gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, birer nur-u hakikatedâ ve arz bir kafa ve berr ve bahr birer lisân ve bütün hayvanât ve nebâtât birer kelime-i tesbihfeşân sûretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa, bu zamandan tâ o zamana bakmakla, mezkûr zevkin dekâikını göremezsin. Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürûr-u zamanla ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sâir neyyirât-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur'ân'ın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile veyahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i'câz içinde ne çeşit zulümâtı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok enva-ı i'câzı içinde bu nevi i'câzını zevk edemezsin.


1- Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ı tesbih eder. Onun kudreti herşeye gâliptir ve hikmeti her şeyi kuşatır. (Hadîd Sûresi: 1.)
2- Göklerde ve yerde ne varsa, her şeyin hakiki sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti herşeye gâlip olan ve hikmeti her şeyi kuşatan Allah'ı tesbih eder. (Cumâ Sûresi: 1.)
3- Tesbih etti, tesbih eder.
4- Yedi gök ve yer Onu tesbih eder. (İsrâ Sûresi: 44.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Kur'ânı Mu'cizü'l-Beyânın en yüksek derece-i i'câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki:
Gayet büyük ve garip ve gayetle yayılmış acîb bir ağaç farz edelim ki, o ağaç geniş bir perde-i gayb altında bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmıştır. Mâlûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münâsebet, bir tenâsüb, bir muvâzenet lâzımdır. Herbir cüz'ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır; bir sûret verilir. İşte hiç görülmeyen-ve hâlâ görünmüyor-o ağaca dâir biri çıksa, perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil bir resim çekse, bir hudud çizse, daldan meyveye, meyveden yaprağa bir tenâsüble bir sûret tersîm etse ve birbirinden nihayet uzak mebde' ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve sûretini gösterecek muvâfık tersîmât ile doldursa, elbette şüphe kalmaz ki o ressam bütün o gaybî ağacı gaybâşinâ nazarıyla görür, ihâta eder, sonra tasvir eder. Aynen onun gibi, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân dahi, hakikat-i mümkinâta dâir-ki o hakikat, dünyanın iptidâsından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve Arştan ferşe, zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dâir-beyânat-ı Kur'âniye o kadar tenâsübü muhâfaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık bir sûret vermiştir ki, bütün muhakkikler nihayet tahkikinde Kur'ân'ın tasvirine "Mâşaallah, bârekallah" deyip, "Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-i hilkati keşf ve feth eden yalnız sensin, ey Kur'ân-ı Kerîm!" demişler.
b514.gif
-1-, temsilde kusur yok, esmâ ve sıfât-ı İlâhiye ve şuûn ve ef'âl-i Rabbâniye bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edilmekle, o şecere-i nurâniyenin daire-i azameti ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyâsı, gayr-i mütenâhî fezâ-i ıtlakta yayılıp ihâta ediyor. Hudud-u icraatı,

b515.gif
-2-
hududundan tut, tâ

b516.gif
-3-


1- En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl Sûresi: 60.)
2- Allah, kişi ile kalbinin arasına girer. (Enfâl Sûresi: 24.) • Dâneleri ve çekirdekleri çatlatan şüphesiz Allah'tır. (En'âm Sûresi: 95.)
3- Gökler de Onun kudretiyle dürülmüştür. (Zümer Sûresi: 67.) • Gökleri ve yeri altı günde yarattı. (A'râf Sûresi: 54; Hadîd Sûresi: 4.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
hududuna kadar intişâr etmiş o hakikat-i nurâniyeyi bütün dal ve budaklarıyla gâyât ve meyveleriyle o kadar tenâsüble birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir sûrette o hakâik-ı esmâ ve sıfâtı ve şuûn ve ef'âli beyân eder ki, bütün ehl-i keşif ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelân eden bütün ashâb-ı irfan ve hikmet, o beyânât-ı Kur'âniyeye karşı
b642.gif
-1- deyip, "Ne kadar doğru, ne kadar mutâbık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık" diyerek tasdik ediyorlar. Meselâ, bütün daire-i imkân ve daire-i vücûba bakan, hem o iki şecere-i azîmenin birtek dalı hükmünde olan imânın erkân-ı sittesi ve o erkânın dal ve budaklarının en ince meyve ve çiçekleri aralarında o kadar bir tenâsüb gözetilerek tasvir eder ve o derece bir muvâzenet sûretinde tarif eder ve o mertebe bir münâsebet tarzında izhâr eder ki, akl-ı beşer idrâkinden âciz ve hüsnüne karşı hayran kalır. Ve o İmân dalının budağı hükmünde olan İslâmiyetin erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın tâ en ince teferruâtı, en küçük âdâbı ve en uzak gâyâtı ve en derin hikemiyâtı ve en cüz'î semerâtına varıncaya kadar aralarında hüsn-ü tenâsüb ve kemâl-i münâsebet ve tam bir muvâzenet muhâfaza ettiğine delil ise, o Kur'ân-ı câmiin nusûs ve vücûhundan ve işârât ve rumuzundan çıkan şeriat-ı kübrâ-i İslâmiyenin kemâl-i intizamı ve muvâzeneti ve hüsn-ü tenâsübü ve resâneti, cerh edilmez bir şâhid-i âdil, şüphe getirmez bir bürhan-ı kâtı'dır.
Demek oluyor ki, beyânât-ı Kur'âniye beşerin ilm-i cüz'îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki, bir ilm-i muhîte istinad ediyor ve cemî eşyayı birden görebilir, ezel ve ebed ortasında bütün hakâikı bir anda müşâhede eder bir Zâtın kelâmıdır. Âmennâ.
İkinci Ziyâ
Hikmet-i Kur'âniyenin karşısında meydan-ı muârazaya çıkan felsefe-i beşeriyenin, hikmet-i Kur'ân'a karşı ne derece sukut ettiğini On İkinci Sözde izah ve temsil ile tasvir ve sâir Sözlerde ispat ettiğimizden, onlara havale edip şimdilik başka bir cihette küçük bir muvâzene ederiz. Şöyle ki:
Felsefe ve hikmet-i insaniye dünyaya sabit bakar, mevcudâtın mahiyetlerinden, hâsiyetlerinden tafsilen bahseder; Sâniine karşı vazifelerinden bahsetse de, icmâlen bahseder. Âdetâ, kâinat kitâbının yalnız nakış ve huruflarından bahseder, mânâsına ehemmiyet vermez.
Kur'ân ise, dünyaya geçici, seyyâl, aldatıcı, seyyar, kararsız, inkılâbçı olarak bakar; mevcudâtın mahiyetlerinden, sûrî ve maddî hâsiyetlerinden icmâlen bahseder. Fakat Sâni' tarafından tavzif edilen vezâif-i ubûdiyetkârânelerinden ve Sâniin isimlerine ne vecihle ve nasıl delâlet ettikleri ve evâmir-i tekviniye-i İlâhiyeye karşı inkıyadlarını tafsîlen zikreder. İşte, felsefe-i beşeriye ile hikmet-i Kur'âniyenin şu tafsil ve icmâl hususundaki farklarına bakacağız ki, mahz-ı hak ve ayn-ı hakikat hangisidir göreceğiz.
İşte, nasıl elimizdeki saat, sûreten sabit görünüyor; fakat içindeki çarkların harekâtıyla, dâimî, içinde bir zelzele ve âlet ve çarklarının ıztırapları vardır. Aynen onun gibi, Kudret-i İlâhiyenin bir saat-i kübrâsı olan şu dünya zâhirî sabitiyetiyle beraber, dâimî zelzele ve tegayyürde, fenâ ve zevâlde yuvarlanıyor. Evet, dünyaya zaman girdiği için, gece ve gündüz, o saat-i kübrânın sâniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir, sene o saatin dakikalarını sayan bir ibre vaziyetindedir, asır ise o saatin saatlerini tâdâd eden bir iğnedir.


1- Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte zaman, dünyayı, emvâc-ı zevâl üstüne atar, bütün mâzi ve istikbâli ademe verip yalnız zaman-ı hâzırı vücuda bırakır. Şimdi zamanın dünyaya verdiği şu şekil ile beraber, mekân itibâriyle dahi yine dünya, zelzeleli gayr-i sabit bir saat hükmündedir. Çünkü, cevv-i hava, mekânı çabuk tağyir ettiğinden bir halden bir hale sür'aten geçtiğinden, bâzı günde birkaç defa bulutlar ile dolup boşalmakla, sâniye sayan milin sûret-i tegayyürü hükmünde bir tegayyür veriyor.
Şimdi, dünya hânesinin tabanı olan mekân-ı arz ise, yüzü mevt ve hayatça, nebat ve hayvanca pek çabuk tebeddül ettiğinden, dakikaları sayan bir mil hükmünde, dünyanın şu ciheti geçici olduğunu gösterir. Zemin yüzü itibâriyle böyle olduğu gibi, batnındaki inkılâbât ve zelzelelerle ve onların neticesinde cibâlin çıkmaları ve hasflar vuku' bulması, saatleri sayan bir mil gibi, dünyanın şu ciheti ağırca mürûr edicidir gösterir.
Dünya hânesinin tavanı olan semâ mekânı ise, ecrâmların harekâtıyla, kuyruklu yıldızların zuhuruyla, küsufât ve hüsufâtın vuku' bulmasıyla yıldızların sukut etmeleri gibi tegayyürât gösterir ki, semâ dahi sabit değil; ihtiyarlığa, harâbiyete gidiyor. Onun tegayyürâtı, haftalık saatte günleri sayan bir mil gibi çendan ağır ve geç oluyor; fakat, herhalde geçici ve zevâl ve harâbiyete karşı gittiğini gösterir.
İşte dünya, dünya cihetiyle şu yedi rükün üzerinde binâ edilmiştir; şu rükünler, dâim onu sarsıyor. Fakat, şu sarsılan ve hareket eden dünya, Sâniine baktığı vakit, o harekât ve tegayyürât, kalem-i kudretin mektubât-ı Samedâniyeyi yazması için o kalemin işlemesidir. O tebeddülât-ı ahvâl ise, esmâ-i İlâhiyenin cilve-i şuûnâtını ayrı ayrı tavsifât ile gösteren, tazelenen aynalarıdır.
İşte dünya, dünya itibâriyle hem fenâya gider, hem ölmeye koşar, hem zelzele içindedir. Hakikatte akarsu gibi rıhlet ettiği halde, gaflet ile sûreten incimâd etmiş, fikr-i tabiatla kesâfet ve küdûret peydâ edip âhirete perde olmuştur. İşte felsefe-i sakîme, tetkikat-ı felsefe ile ve hikmet-i tabiiye ile ve medeniyet-i sefîhenin câzibedar lehviyâtıyla, sarhoşâne hevesâtıyla o dünyanın hem cümûdetini ziyâde edip gafleti kalınlaştırmış, hem küdûretle bulanmasını taz'îf edip Sânii ve âhireti unutturuyor. Ammâ, Kur'ân ise şu hakikatteki dünyayı, dünya cihetiyle,

b518.gif
-1-
âyâtıyla pamuk gibi hallâc eder, atar.

b519.gif
-2-
b520.gif
-3-


1- Çarpacak olan felâket. • Nedir o çarpacak olan felâket? (Kâria Sûresi: 1-2.)
Kıyâmet koptuğu zaman (Vâkıa Sûresi: 1.)
Yemin olsun Tûr'a. • Ve satır satır yazılı kitâba. (Tûr Sûresi: 1-2.)
2- Onlar göklerin ve yerin melekûtunu tefekkür etmezler mi? (A'râf Sûresi: 185.)
3- Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl binâ ettik. (Kaf Sûresi: 6.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
b521.gif
-1-
gibi beyânâtıyla o dünyaya şeffâfiyet verir ve bulanmasını izâle eder,
b522.gif
-2-
b523.gif
-3-
gibi nurefşân neyyirâtıyla câmid dünyayı eritir,
b575.gif
-4- ve
b574.gif
-5- ve
b576.gif
-6-
b527.gif
-7-
mevtâlûd tâbirleriyle dünyanın ebediyet-i mevhumesini parça parça eder,

b528.gif

-8-
gök gürlemesi gibi sayhalarıyla tabiat fikrini tevlid eden gafleti dağıtır.
İşte Kur'ân'ın baştan başa kâinata müteveccih olan âyâtı şu esâsa göre gider, hakikat-i dünyayı olduğu gibi açar gösterir, çirkin dünyayı ne kadar çirkin olduğunu göstermekle beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sânie bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir, beşerin gözünü ona diktirir, hakiki hikmeti ders verir, kâinat kitâbının mânâlarını tâlim eder. Hurufât ve nukuşlarına az bakar; sarhoş felsefe gibi, çirkine âşık olup, mânâyı unutturup, hurufâtın nukuşuyla insanların vaktini mâlâyâniyâtta sarf ettirmiyor.


1- İnkâr edenler görmedi mi ki, gökler ve yer bitişik idi. (Enbiyâ Sûresi: 30.)
2- Dünya hayatı ancak bir oyun ve oyalanmadır. (En'âm Sûresi: 32.)
3- Allah göklerin ve yerin nurudur. (Nur Sûresi: 35.)
4- Gök yarıldığı zaman. (İnfitar Sûresi: 1.)
5- Güneş dürülüp toplandığında. (Tekvir Sûresi: 1.)
6- Gök yarıldığında. (İnşikak Sûresi: 1.)
7- Sûra üfürülür. Ve Allah'ın dilediklerinden başka göklerde kim var, yerde kim varsa düşüp ölür. Sonra bir daha Sûra üflenir. Ve onlar kabirlerinden kalkıp bakışırlar. (Zümer Sûresi: 68.)
8- O, yere gireni ve yerden çıkanı, gökten ineni ve göğe yükseleni bilir. Nerede olsanız O sizinledir. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görür. (Hadîd Sûresi: 4.) • De ki: Hamd Allah'a mahsustur; O size delillerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız. Senin Rabbin, işlediklerinden habersiz değildir. (Neml Sûresi: 93.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Üçüncü Ziyâ

İkinci Ziyâda hikmet-i beşeriyenin hikmet-i Kur'âniyeye karşı sukûtuna, hikmet-i Kur'âniyenin i'câzına işaret ettik. Şimdi şu ziyâda, Kur'ân'ın şâkirdleri olan asfiyâ ve evliyâ ve hükemânın münevver kısmı olan hükemâ-i İşrâkiyyunun hikmetleriyle, Kur'ân'ın hikmetine karşı derecesini gösterip, şu cihette Kur'ân'ın i'câzına muhtasar bir işaret edeceğiz:
İşte, Kur'ân-ı Hakîmin ulviyetine en sâdık bir delil ve hakkâniyetine en zâhir bir bürhan ve i'câzına en kavî bir alâmet şudur ki: Kur'ân, bütün aksâm-ı tevhidin bütün merâtibini bütün levâzımâtıyla muhâfaza ederek beyân edip muvâzenesini bozmamış, muhâfaza etmiş; hem, bütün hakâik-ı âliye-i İlâhiyenin muvâzenesini muhâfaza etmiş; hem, bütün Esmâ-i Hüsnânın iktizâ ettikleri ahkâmları cem' etmiş, o ahkâmın tenâsübünü muhâfaza etmiş; hem rubûbiyet ve ulûhiyetin şuûnâtını kemâl-i muvâzene ile cem' etmiştir. İşte şu muhâfaza ve muvâzene ve cem', bir hâsiyettir; katiyen beşerin eserinde mevcud değil ve eâzım-ı insaniyenin netâic-i efkârında bulunmuyor. Ne melekûta geçen evliyâların eserinde, ne umûrun bâtınlarına geçen İşrâkıyyunun kitaplarında, ne âlem-i gayba nüfuz eden ruhânîlerin maarifinde hiç bulunmuyor. Güyâ bir taksimü'l-a'mâl hükmünde, herbir kısmı hakikatin şecere-i uzmâsından yalnız bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor; başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor.
Evet, hakikat-i mutlaka, mukayyed enzâr ile ihâta edilmez. Kur'ân gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihâta etsin. Kur'ân'dan başka, çendan Kur'ân'dan da ders alıyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüz'î zihniyle, yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur, ya ifrat veya tefrit ile hakâikın muvâzenesini ihlâl edip, tenâsübünü izâle eder. Şu hakikat Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalında acîb bir temsil ile izah edilmiştir. Şimdi de başka bir temsil ile şu meseleye işaret ederiz.
Meselâ, bir denizde hesabsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir defînenin bulunduğunu farz edelim. Gavvâs dalgıçlar, o defînenin cevâhirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvâs hükmeder ki, bütün hazîne uzun direk gibi bir elmastan ibârettir. Arkadaşlarından, başka cevâhiri işittiği vakit, hayal eder ki, o cevherler, bulduğu elmasın tâbileridir, fusûs ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yâkut eline geçer, başkası murabbâ bir kehribar bulur ve hâkezâ, herbiri, eliyle gördüğü cevheri o hazînenin aslı ve mu'zâmı itikad edip, işittiklerini o hazînenin zevâid ve teferruâtı zanneder. O vakit hakâikın muvâzenesi bozulur, tenâsüb de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakiki rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır; hattâ, bâzan inkâr ve ta'tîle kadar giderler. Hükemâ-i İşrâkiyyunun kitaplarına ve Sünnetin mîzanıyla tartmayıp keşfiyât ve meşhudâtına itimad eden mutasavvıfînin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakâik-ı Kur'âniyenin cinsinden ve Kur'ân'ın dersinden aldıkları halde (çünkü Kur'ân değiller) böyle nâkıs geliyor.
Bahr-i hakâik olan Kur'ân'ın âyetleri dahi o deniz içindeki defînenin bir gavvâsıdır. Lâkin, onların gözleri açık; defîneyi ihâta eder, defînede ne var ne yok görür. O defîneyi öyle bir tenâsüb ve intizam ve insicamla tavsif eder, beyân eder ki, hakiki hüsn-ü cemâli gösterir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Meselâ, âyet-i

b529.gif
-1-
b530.gif
-2-
ifade ettikleri azamet-i rubûbiyeti gördüğü gibi,

b531.gif
-3-
b532.gif
-4-
b533.gif
-5-
b534.gif
-6-

ifade ettikleri şümûl-ü rahmeti görüyor, gösteriyor. Hem,

b535.gif
-7-
ifade ettiği vüs'at-i hallâkıyeti görüp gösterdiği gibi,
b536.gif
-8- ifade ettiği şümûl-ü tasarrufu ve ihâta-i rubûbiyeti görüp gösterir.
b537.gif
-9- ifade ettiği hakikat-i azîme ile
b538.gif
-10- ifade ettiği hakikat-i kerîmâneyi,
b539.gif
-11- ifade ettiği hakikat-i azîme-i hâkimâne-i âmirâneyi görür, gösterir.

b540.gif

-12-


1- Kıyâmet gününde yeryüzü bütünüyle Onun tasarrufundadır; gökler de Onun kudretiyle dürülmüştür. (Zümer Sûresi: 67.)
2- O gün semâyı, kitap sayfalarını dürer gibi düreriz. (Enbiyâ Sûresi: 104.)
3- Ne yerde ve ne de gökte hiçbir şey Allah'tan gizli kalmaz. (Âl-i İmrân Sûresi: 5.)
4- Annelerinizin rahimlerinde size dilediği gibi bir sûret veren Odur. (Âl-i İmrân sûresi: 6.)
5- Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın. (Hûd Sûresi: 56.)
6- Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir. (Ankebût Sûresi: 60.)
7- Gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti. (En'âm Sûresi: 1.)
8- Sizi de, yaptıklarınızı da yaratmıştır. (Saffât Sûresi: 96.)
9- Ölümünden sonra yeryüzünü O diriltir. (Rum Sûresi: 50.)
10- Rabbin, balarısına ilham etti. (Nahl Sûresi: 68.)
11- O, güneşi, ayı ve yıldızları da emrine boyun eğdirmiş olarak yarattı. (A'râf Sûresi: 54.)
12- Üzerlerinde kanat çırpıp duran kuşları da mı görmüyorlar? Onları havada tutan Rahmân'dan başkası değildir. O her şeyi hakkıyla görür. (Mülk Sûresi: 19.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
ifade ettikleri hakikat-i rahîmâne-i müdebbirâneyi,

b541.gif
-1-
ifade ettiği hakikat-i azîme ile;

b542.gif
-2-
ifade ettiği hakikat-i rakîbâneyi,

b543.gif
-3-
ifade ettiği hakikat-i muhîta gibi,

b544.gif
-4-
ifade ettiği akrebiyeti,

b545.gif
-5-
işaret ettiği hakikat-i ulviyeyi,

b546.gif
-6-
ifade ettiği hakikat-i câmia gibi bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i imâniyenin herbirisini tafsîlen, erkân-ı hamse-i İslâmiyenin herbirisini kasden ve cidden ve saadet-i dâreyni temin eden bütün düsturları görür, gösterir. Muvâzenesini muhâfaza edip, tenâsübünü idâme edip, o hakâikın heyet-i mecmûasının tenâsübünden hâsıl olan hüsün ve cemâlin menbaından, Kur'ân'ın bir i'câz-ı mânevîsi neş'et eder.



1- Onun hâkimiyet ve saltanatı gökleri ve yeri kuşatmıştır. Gökleri ve yeri tasarrufu altında tutmak Onun kudretine ağır gelmez. (Bakara Sûresi: 255.)
2- Nerede olursanız olun, O sizinledir. (Hadîd Sûresi: 4.)
3- O Evveldir; başlangıcı olmadığı gibi, bütün varlıkların başlangıcı da Onun ilim ve kudretine bağlıdır. O Ahirdir; sonu olmadığı gibi bütün varlıkların neticesi Ona bakar ve dönüşü Onadır. O Zâhirdir; varlık ve birliğinin delilleri her şeyde apaçık görünür ve bütün varlıklar dış görünüşleri ve sanatlı yapılışlarıyla Onun kudret ve sanatına şâhidlik eder. O Bâtındır; her şeyin hakikatine vâkıftır ve her şeyin içyüzü Onun kudret ve hikmetine şâhidlik eder. O her şeyi hakkıyla bilendir. (Hadîd Sûresi: 3.)
4- And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin ona ne vesvese verdiğini de biliriz. Çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız. (Kaf Sûresi: 16.)
5- Melekler ve Cebrâil, elli bin sene uzunluğunda bir gün olan Kıyâmet Gününde, Allah'ın emrini almak üzere Arşa yükselirler. (Meâric Sûresi: 4.)
6- Allah adâleti, iyilik yapmayı ve iyi kullukta bulunmayı, akrabâya ikram etmeyi emreder; fuhşiyâtı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar. (Nahl Sûresi: 90.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte şu sırr-ı azîmdendir ki, ulemâ-i ilm-i kelâm, Kur'ân'ın şâkirdleri oldukları halde, bir kısmı onar cild olarak erkân-ı imâniyeye dâir binler eser yazdıkları halde, Mûtezile gibi aklı nakle tercih ettikleri için, Kur'ân'ın on âyeti kadar vuzuh ile ifade ve katî ispat ve ciddî iknâ edememişler. Âdetâ, onlar uzak dağların altında lâğım yapıp, borularla tâ âlemin nihayetine kadar silsile-i esbâb ile gidip, orada silsileyi keser. Sonra âb-ı hayat hükmünde olan mârifet-i İlâhiyeyi ve vücud-u Vâcibü'l-Vücudu ispat ederler.
Âyet-i kerîme ise, herbirisi birer asâ-i Mûsâ gibi, her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir pencere açar, Sâni-i Zülcelâli tanıttırır. Kur'ân'ın bahrinden tereşşuh eden Arabî Katre Risâlesinde ve sâir Sözlerde şu hakikat, fiilen ispat edilmiş ve göstermişiz.
İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umûra gidip, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudâtına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyâsetine geçip bir fırka teşkil eden fırâk-ı dâllenin bütün imamları hakâikın tenâsübünü, muvâzenesini muhâfaza edemediğindendir ki, böyle, bid'aya, dalâlete düşüp, bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur'âniyenin i'câzını gösterir.
Hâtime
Kur'ân'ın lemeât-ı i'câzından iki lem'a-i i'câziye, On Dokuzuncu Sözün On Dördüncü Reşhasında geçmiştir ki, bir sebeb-i kusur zannedilen tekrarâtı ve ulûm-u kevniyede icmâli, herbiri birer lem'a-i i'câzın menbaıdır. Hem, Kur'ân'da mu'cizât-ı enbiyâ yüzünde parlayan bir lem'a-i i'câz-ı Kur'ân, Yirminci Sözün İkinci Makamında vâzıhan gösterilmiştir. Daha bunlar gibi, sâir Sözlerde ve risâle-i Arabiyemde çok lemeât-ı i'câziye zikredilip, onlara iktifâen yalnız şunu deriz ki:
Bir mu'cize-i Kur'âniye daha şudur ki: Nasıl bütün mu'cizât-ı enbiyâ, Kur'ân'ın bir nakş-ı i'câzını göstermiştir; öyle de, Kur'ân, bütün mu'cizâtıyla, bir mu'cize-i Ahmediye (a.s.m.) olur. Ve bütün mu'cizât-ı Ahmediye (a.s.m.) dahi, Kur'ân'ın bir mu'cizesidir ki, Kur'ân'ın Cenâb-ı Hakka karşı nisbetini gösterir ve o nisbetin zuhuruyla herbir kelimesi bir mu'cize olur. Çünkü o vakit birtek kelime bir çekirdek gibi bir şecere-i hakâikı mânen tazammun edebilir. Hem, merkez-i kalb gibi hakikat-i uzmânın bütün âzâsına münâsebettar olabilir. Hem, bir ilm-i muhîte ve nihayetsiz bir irâdeye istinad ettiği için, hurûfuyla, heyetiyle, vaziyetiyle, mevkiiyle hadsiz eşyaya bakabilir. İşte, şu sırdandır ki, ulemâ-i ilm-i huruf, Kur'ân'ın bir harfinden bir sayfa kadar esrar bulduklarını iddiâ ederler ve dâvâlarını, o fennin ehline ispat ediyorlar.
Risâlenin başından şuraya kadar bütün Şûleleri, Şuâları, Lem'aları, Nurları, Ziyâları nazara topla, birden bak. Baştaki dâvâ, şimdi katî netice olarak, yani

b547.gif

'yı yüksek bir sadâ ile okuyup ilân ediyorlar.


1- De ki: And olsun, eğer bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt