HASAN CAN
Active member
Tarihin esasına, nakle ve ancak ilmî kaynakların tesbit edeceği birçok asırların tecrübelerine, daha doğrusu Allah’ın tayin edip indirdiği delillere bağlı olan hükümlerde geçmişi büsbütün atmak ve ondan habersiz olarak hep yeni şeyler aramak doğru değildir. Bununla beraber, körü körüne geçmişe taparcasına sevgi beslemek, ne olursa olsun atalar yolunu tutmak ve özellikle ilimden, dinden nasibi olmayan, hata ve sapıklıkları açık ve Allah tarafından beyan edilmiş bulunan ataları taassupla taklit etmek de onları, Allah’a eş ve ortak tutmak, cehâlet ve sapıklıkta boğulup kalmaktır.
Bundan dolayı, bir şeye tâbi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması değil; Allah’ın emrine ve Hakk’ın deliline uygun olmasıdır. Allah’ın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine, Hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu gibi, yenilerde de böyledir. Bunun için fıkıhta “zarar kadîm olmaz” diye bir genel kaide vardır. “Kadîm, kıdemi üzere terk olunur” genel kuralı da bununla kayıtlıdır.
Bu bakımdan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan eski olduğu için değil; açık bir zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu gibi, iyiliği ve güzelliği ilmin sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın deliline uygun olup sonradan ortaya konan yeni de geçerlidir. Kısaca, hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne de bilgisizlik ve istektir. Allah’ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun Allah’ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı taklit etmek, onları Allah’a eşler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve kuruntulara, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir.
"Onlara; 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler...” (Bakara: 2/170)
Bu âyet gösteriyor ki, bir hak (doğru) delile dayanmayan katıksız taklit, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup onu taklit etmek, aklen bâtıl olduğu gibi; şüpheli olan hususta da delilsiz taklit, din açısından câiz değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allah’a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir. Nitekim “Allah’ın indirdiği Kur’ân’a ve diğer açık delillere, parlak belgelere ve bunların hükümlerine uyun” denildiği zaman Arap müşrikleri, taassupla böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi ki, bu âyet bu sebeple inmiştir. Bir rivâyette de böyle diyen ve âyetin inmesine sebep olanlar, yahûdilerden bir gruptur. “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği zaman bunlar: “Hayır, biz babalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona tâbi oluruz. Çünkü onlar bizden hayırlı, bizden daha bilgiliydiler” demişler, yapılan bu teklifteki âyet ve delilleri hiç düşünmeyerek taassuba sapmışlardır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 482-483)
Onların bâtıl gelenekleri ile ilgili tek otoriteleri, bunların, atalarının da gelenekleri olmasıdır. Ahmak izleyiciler bu tür bir geleneği, uyulması gereken bir otorite olarak kabul ederler. (Seyyid Kutub, Fi Zilâli’l Kur’an, c. 1, s. 323-324)
Âyet-i kerimede kast olunanlar, ister İslâm’a ve İslâm şeriatına dâvet edildikleri zaman, yukarıdaki sözü tekrarlayan ve İslâm’ın reddettiği câhiliyet âdetlerine sımsıkı sarılan müşrikler olsun; isterse bu dini kısmen veya tamamen reddedip atalarının yolundan ayrılmayan yahûdiler olsun; her iki zümre için de bahis konusu olmak üzere âyet-i kerime, akîde hususunda Allah’tan başkasından bir şey almayı ve dinî konularda bâtıl dinleri taklit ederek, düşünmeden, şuursuzca nakiller yapmayı kesinlikle reddediyor. “...Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” (Bakara: 2/170)
Ya durum böyle idiyse; onlar hâlâ atalarına uymakta ısrar edecekler midir? Bu ne taklit, bu ne taassup? Bu yüzden âyet-i kerime onların halini, taklitçi ve mutaassıp tavırlarına yaraşan, azarlayıcı ve tekdir edici bir tablo halinde canlandırıyor. Söylenenden başka bir şey anlamayan, çobanlarının haykırışını mânâsız seslerden ibâret sayan, başıboş bir hayvan resmi var tabloda. Hatta onlar, hayvandan da aşağıdırlar. Hayvan görür, işitir ve bağırır. Fakat onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler:
“(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler." (Bakara: 2/171)
Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür. Her ne kadar kulakları, dilleri ve gözleri olsa da, bu Kur’ân’dan istifade edip hidâyete ermedikten sonra onlar sağırdır, kördür, dilsizdir. Hilkatinin sebebi olan vazifeleri yerine getirmeyen kötürümleşmiş uzuvlar gibidirler. Sanki ne gözleri, ne dilleri, ne de kulakları var… (Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, c. 1, s. 119. Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.)
Tarih boyunca insanlar ya kendi nefislerine zulmetmiş, ya müstekbirlerin zulümlerine muhatap olmuşlardır. Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssalarda bu iki hâlin haber verildiği sabittir. Peygamberlerin tebliğine karşı direnen kavimlerin ilk sloganları şudur: "Biz atalarımızın yolundan ayrılmayız." Zulme ve şirke dayanan sistemlerini, bu slogan ile korumaya çalışmışlardır. Atalar dini, geçmişe karşı beslenen ölçüsüz saygı ve sevgi üzerine kurulan bir sistemdir. Kur'ân-ı Kerim'de; "Onlara: “Allah'ın indirdiği hükümlere uyun!” denildiğinde onlar “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, hakikati de bulamamış idiyseler?" (Bakara: 2/170) hükmü beyan buyurulmuş ve bu bâtıl dinin mahiyeti haber verilmiştir. Mekke müşriklerinin; "Günah işlediğimiz elbiselerle ibadet edemeyiz" diyerek, Kâbe-i muazzamayı çıplak bir vaziyette tavaf ettikleri sabittir. (İmam-ı Alûsî, Ruhû'l-Meani, Beyrut 1985, c. VIII, sh. 109. Aynca, Ebu1-Hasan en-Nedvî, Dört Rükün, Konya 1969, sh. 299.) O dönemde Kâbe-i muazzamanın içerisi ve çevresi heykellerle doludur. Haniflerin "çıplak olarak tavaf etmek doğru değildir. Elbiselerinizi giyiniz" şeklindeki teklifini kabul etmeyen ve "Biz atalarımızdan bu şekilde gördük. Allah emretmeseydi, onlar hiç çıplak olarak tavaf ederler miydi?" sualini soran müşrikler, bu ibadet şeklinde ısrar etmişlerdir. (Mecmuatû't-Tefâsir, İstanbul 1979, c. II, sh. 540 (Kadı Beyzavî bölümü) Bunun üzerine; "Onlar (müşrikler) bir hayâsızlık yaptıkları zaman: “Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu (fuhuşla ameli) emretti” derler. O iman etmeyenlere söyle; Allah hiç bir zaman fahşâyı emretmez. Bilmeyeceğiniz şeyleri Allah'ın üzerine mi (atıp, iftira ederek) söylüyorsunuz." (A'râf: 7/28) ayet-i kerimesi inzal buyurulmuştur.
Cahiliyye döneminde müşriklerin, Kâbe-i muazzamaya hürmet ettikleri, her yıl örtüsünü değiştirdikleri ve oraya ibadet niyetiyle gelenlere ikramda bulundukları malûmdur. (Geniş bilgi için bkz., M. Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, İstanbul 1984, c. II, sh.16 vd.) İbadeti ve duayı teşvik niyetiyle, birbirlerini alkışladıkları ve ıslık çaldıkları da nass ile sabittir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Onların (müşriklerin) Beytullahdaki duaları ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan (alkışlamaktan) başka birşey değildir. (Ey müşrikler) devam ede geldiğiniz o küfrünüzden dolayı, artık tadın azabı!" (Enfal: 8/35) hükmü beyan buyurulmuştur. Fahruddin-i Razi, bu ayet-i kerimenin tefsirinde: "Allahu Teâlâ (cc) kâfirler hakkında, "Onlar Beyt-i haramın sahipleri değildirler" buyurmuş, daha sonrada müşriklerin dualarının ancak el çırpmak ve ıslık çalmak olduğunu haber vermiştir. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Âyette geçen muka kelimesi, fûal vezninde bir kelime olup ıslık çaldı manasına gelir Tasdiye kelimesine gelince, bu el çırpmak demektir." (İmam Fahruddin-i Râzî, Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayh), c. XI, sh. 309.) diyerek meseleyi izah etmiştir. Abdullah ibn-i Abbas'dan (r.a) gelen rivayette de Mekke müşriklerinin bu dua şekli üzerinde durulmuştur. Hevâya tâbi olmak, her türlü felaketi beraberinde getirebilir. Resûl-i Ekrem'in (s.a.v): "Cennetin etrafı nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle, cehennemin etrafı da şehevî arzularla (hoşa giden şeylerle) çevrilmiştir" (Salıih-i Müslim, İstanbul 1401, K. Cennet: 1. Ayrıca Sünen-i Tirmizî, İstanbul 1401, K. Cennet: 21.) mealindeki mübarek ikazını dikkate almak gerekir. Atalarını bahane ederek hevâlarına (nefs-i emmarelerine) uygun bir hayat yaşayanların mantığı ile günümüzdeki resmî ideolojinin dayandığı mantık arasında bir fark yoktur. Hesap gününe hazırlanan müminlerin, atalar dininin mensuplarına muhalefet etmeleri, alkıştan ve ıslık çalmaktan uzak durmaları zaruridir. Zira alkış ve ıslık çalma fiilleri, atalar dininin ibadet şekilleri ile ilgilidir. Heykeller önünde saygı duruşunda bulunmak, müşrik olan ehl-i kitabın hastalığıdır. Atalar dinine mensup olan çağdaş zâlimlerin ve müşriklerin âdetlerini taklid etmek caiz değildir. Resûl-i Ekrem in (s.a.v): "Kim bir kavme benzerse, o da onlardandır." (İmam-ı Serahsî, e1-Mebsut, Beyrut ty., c X, sh. 5.) meâlindeki mübarek ikazına uymakta zaruret vardır. (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları: 45-50)
Bundan dolayı, bir şeye tâbi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması değil; Allah’ın emrine ve Hakk’ın deliline uygun olmasıdır. Allah’ın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine, Hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu gibi, yenilerde de böyledir. Bunun için fıkıhta “zarar kadîm olmaz” diye bir genel kaide vardır. “Kadîm, kıdemi üzere terk olunur” genel kuralı da bununla kayıtlıdır.
Bu bakımdan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan eski olduğu için değil; açık bir zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu gibi, iyiliği ve güzelliği ilmin sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın deliline uygun olup sonradan ortaya konan yeni de geçerlidir. Kısaca, hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne de bilgisizlik ve istektir. Allah’ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun Allah’ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı taklit etmek, onları Allah’a eşler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve kuruntulara, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir.
"Onlara; 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler...” (Bakara: 2/170)
Bu âyet gösteriyor ki, bir hak (doğru) delile dayanmayan katıksız taklit, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup onu taklit etmek, aklen bâtıl olduğu gibi; şüpheli olan hususta da delilsiz taklit, din açısından câiz değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allah’a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir. Nitekim “Allah’ın indirdiği Kur’ân’a ve diğer açık delillere, parlak belgelere ve bunların hükümlerine uyun” denildiği zaman Arap müşrikleri, taassupla böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi ki, bu âyet bu sebeple inmiştir. Bir rivâyette de böyle diyen ve âyetin inmesine sebep olanlar, yahûdilerden bir gruptur. “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği zaman bunlar: “Hayır, biz babalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona tâbi oluruz. Çünkü onlar bizden hayırlı, bizden daha bilgiliydiler” demişler, yapılan bu teklifteki âyet ve delilleri hiç düşünmeyerek taassuba sapmışlardır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 482-483)
Onların bâtıl gelenekleri ile ilgili tek otoriteleri, bunların, atalarının da gelenekleri olmasıdır. Ahmak izleyiciler bu tür bir geleneği, uyulması gereken bir otorite olarak kabul ederler. (Seyyid Kutub, Fi Zilâli’l Kur’an, c. 1, s. 323-324)
Âyet-i kerimede kast olunanlar, ister İslâm’a ve İslâm şeriatına dâvet edildikleri zaman, yukarıdaki sözü tekrarlayan ve İslâm’ın reddettiği câhiliyet âdetlerine sımsıkı sarılan müşrikler olsun; isterse bu dini kısmen veya tamamen reddedip atalarının yolundan ayrılmayan yahûdiler olsun; her iki zümre için de bahis konusu olmak üzere âyet-i kerime, akîde hususunda Allah’tan başkasından bir şey almayı ve dinî konularda bâtıl dinleri taklit ederek, düşünmeden, şuursuzca nakiller yapmayı kesinlikle reddediyor. “...Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” (Bakara: 2/170)
Ya durum böyle idiyse; onlar hâlâ atalarına uymakta ısrar edecekler midir? Bu ne taklit, bu ne taassup? Bu yüzden âyet-i kerime onların halini, taklitçi ve mutaassıp tavırlarına yaraşan, azarlayıcı ve tekdir edici bir tablo halinde canlandırıyor. Söylenenden başka bir şey anlamayan, çobanlarının haykırışını mânâsız seslerden ibâret sayan, başıboş bir hayvan resmi var tabloda. Hatta onlar, hayvandan da aşağıdırlar. Hayvan görür, işitir ve bağırır. Fakat onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler:
“(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler." (Bakara: 2/171)
Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür. Her ne kadar kulakları, dilleri ve gözleri olsa da, bu Kur’ân’dan istifade edip hidâyete ermedikten sonra onlar sağırdır, kördür, dilsizdir. Hilkatinin sebebi olan vazifeleri yerine getirmeyen kötürümleşmiş uzuvlar gibidirler. Sanki ne gözleri, ne dilleri, ne de kulakları var… (Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, c. 1, s. 119. Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.)
Tarih boyunca insanlar ya kendi nefislerine zulmetmiş, ya müstekbirlerin zulümlerine muhatap olmuşlardır. Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssalarda bu iki hâlin haber verildiği sabittir. Peygamberlerin tebliğine karşı direnen kavimlerin ilk sloganları şudur: "Biz atalarımızın yolundan ayrılmayız." Zulme ve şirke dayanan sistemlerini, bu slogan ile korumaya çalışmışlardır. Atalar dini, geçmişe karşı beslenen ölçüsüz saygı ve sevgi üzerine kurulan bir sistemdir. Kur'ân-ı Kerim'de; "Onlara: “Allah'ın indirdiği hükümlere uyun!” denildiğinde onlar “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, hakikati de bulamamış idiyseler?" (Bakara: 2/170) hükmü beyan buyurulmuş ve bu bâtıl dinin mahiyeti haber verilmiştir. Mekke müşriklerinin; "Günah işlediğimiz elbiselerle ibadet edemeyiz" diyerek, Kâbe-i muazzamayı çıplak bir vaziyette tavaf ettikleri sabittir. (İmam-ı Alûsî, Ruhû'l-Meani, Beyrut 1985, c. VIII, sh. 109. Aynca, Ebu1-Hasan en-Nedvî, Dört Rükün, Konya 1969, sh. 299.) O dönemde Kâbe-i muazzamanın içerisi ve çevresi heykellerle doludur. Haniflerin "çıplak olarak tavaf etmek doğru değildir. Elbiselerinizi giyiniz" şeklindeki teklifini kabul etmeyen ve "Biz atalarımızdan bu şekilde gördük. Allah emretmeseydi, onlar hiç çıplak olarak tavaf ederler miydi?" sualini soran müşrikler, bu ibadet şeklinde ısrar etmişlerdir. (Mecmuatû't-Tefâsir, İstanbul 1979, c. II, sh. 540 (Kadı Beyzavî bölümü) Bunun üzerine; "Onlar (müşrikler) bir hayâsızlık yaptıkları zaman: “Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu (fuhuşla ameli) emretti” derler. O iman etmeyenlere söyle; Allah hiç bir zaman fahşâyı emretmez. Bilmeyeceğiniz şeyleri Allah'ın üzerine mi (atıp, iftira ederek) söylüyorsunuz." (A'râf: 7/28) ayet-i kerimesi inzal buyurulmuştur.
Cahiliyye döneminde müşriklerin, Kâbe-i muazzamaya hürmet ettikleri, her yıl örtüsünü değiştirdikleri ve oraya ibadet niyetiyle gelenlere ikramda bulundukları malûmdur. (Geniş bilgi için bkz., M. Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, İstanbul 1984, c. II, sh.16 vd.) İbadeti ve duayı teşvik niyetiyle, birbirlerini alkışladıkları ve ıslık çaldıkları da nass ile sabittir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Onların (müşriklerin) Beytullahdaki duaları ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan (alkışlamaktan) başka birşey değildir. (Ey müşrikler) devam ede geldiğiniz o küfrünüzden dolayı, artık tadın azabı!" (Enfal: 8/35) hükmü beyan buyurulmuştur. Fahruddin-i Razi, bu ayet-i kerimenin tefsirinde: "Allahu Teâlâ (cc) kâfirler hakkında, "Onlar Beyt-i haramın sahipleri değildirler" buyurmuş, daha sonrada müşriklerin dualarının ancak el çırpmak ve ıslık çalmak olduğunu haber vermiştir. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Âyette geçen muka kelimesi, fûal vezninde bir kelime olup ıslık çaldı manasına gelir Tasdiye kelimesine gelince, bu el çırpmak demektir." (İmam Fahruddin-i Râzî, Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayh), c. XI, sh. 309.) diyerek meseleyi izah etmiştir. Abdullah ibn-i Abbas'dan (r.a) gelen rivayette de Mekke müşriklerinin bu dua şekli üzerinde durulmuştur. Hevâya tâbi olmak, her türlü felaketi beraberinde getirebilir. Resûl-i Ekrem'in (s.a.v): "Cennetin etrafı nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle, cehennemin etrafı da şehevî arzularla (hoşa giden şeylerle) çevrilmiştir" (Salıih-i Müslim, İstanbul 1401, K. Cennet: 1. Ayrıca Sünen-i Tirmizî, İstanbul 1401, K. Cennet: 21.) mealindeki mübarek ikazını dikkate almak gerekir. Atalarını bahane ederek hevâlarına (nefs-i emmarelerine) uygun bir hayat yaşayanların mantığı ile günümüzdeki resmî ideolojinin dayandığı mantık arasında bir fark yoktur. Hesap gününe hazırlanan müminlerin, atalar dininin mensuplarına muhalefet etmeleri, alkıştan ve ıslık çalmaktan uzak durmaları zaruridir. Zira alkış ve ıslık çalma fiilleri, atalar dininin ibadet şekilleri ile ilgilidir. Heykeller önünde saygı duruşunda bulunmak, müşrik olan ehl-i kitabın hastalığıdır. Atalar dinine mensup olan çağdaş zâlimlerin ve müşriklerin âdetlerini taklid etmek caiz değildir. Resûl-i Ekrem in (s.a.v): "Kim bir kavme benzerse, o da onlardandır." (İmam-ı Serahsî, e1-Mebsut, Beyrut ty., c X, sh. 5.) meâlindeki mübarek ikazına uymakta zaruret vardır. (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları: 45-50)