Enteresan Bilgiler: Sorular ve Yanıtlar…

MURATS44

Özel Üye
buyuk_mantar.jpg

Yaşayan en büyük şey nedir?
Bir mantar. Ve bu, çok nadir görülen bir tür de değildir. Kesilmiş bir ağaç kütüğünün üzerinde büyüyen bal mantarından (Armillaria ostoyae) muhtemelen bahçenizde vardır.
Dua edin şu ana kadar görülen en büyük numunenin boyutlarına ulaşmasın. Bu numune 890 hektarlık bir alan kaplıyor ve yaşı 2000 ile 8000 arasında. Bu mantarın çok büyük bir bölümü, dokunaç benzeri beyaz miselyumlardan oluşan devasa bir saç yığını şeklinde yer altında bulunuyor. Bunlar ağaç kökleri boyunca yayılarak ağaçları öldürür ve bal mantarlarının zararsız görünümlü kümeleri olarak ara sıra toprağın üstünde görünürler.
Oregon’un dev bal mantarının orman boyunca ayrı kümelerde büyüdüğü sanılıyordu, ama araştırmacılar bu mantarın dünyanın en büyük tek parça organizması olduğunu ortaya çıkardılar.​

moon1.jpg

Ay nasıl kokar?
Anlaşıldığı kadarıyla barut gibi.
Ay’da yalnızca on iki kişi yürüdü, bunların hepsi de Amerikalıydı. Astronotlar hava geçirmez uzay elbiseleri içinde Ay’ı koklayamıyorlardı, ama Ay’daki toprak yapışkan bir madde olduğundan Ay yüzeyinden kabine döndüklerinde yanlarında bu tozlardan bol miktarda sürüklüyorlardı.
Astronotlar Ay toprağının kara benzediğini, barut gibi koktuğunu ve tadının çok kötü olmadığını söylediler. Bu toprak büyük ölçüde, Ay’ın yüzeyine çarpan göktaşlarının yol açtığı silikon dioksitten meydana gelmektedir, bunun yanı sıra demir, kalsiyum, magnezyum gibi mineraller de içerir.
NASA, uzay uçuşlarına katılan her bir ekipmanı koklayan küçük bir tim görevlendiriyor. Bunun sebebi, Uluslar arası Uzay İstasyonu’ndaki havanın hassas dengesini değiştirebilecek herhangi bir maddenin uzay mekiğine girmesini önlemek.
Ay’ın peynirden oluştuğu fikri muhtemelen 16. Yüzyıla dayanıyor. Bu konuya yapılan ilk atıf John Heywood’un Atasözleri (1564) kitabında geçiyor: “Ay, taze peynirden meydana gelmiştir.” Taze peynir tıpkı Ay’ın yüzeyi gibi, benekli bir görünüme sahiptir​
.

Dünyanın kaç uydusu var?
En az yedi.
Hiç şüphe yok ki Ay (ya da gökbilimcilerin tabiriyle Luna), dünyanın yörüngesini tam olarak izleyen tek gök cismidir. Ama Dünya’ya Yakın Asteroitler (NEAs) olarak adlandırılan altı tane daha gökcismi var; bunlar Dünya’yı Güneş’in etrafından takip eder ve çıplak gözle görülemezler.
Bu “ortak yörüngeler”den ilki Cruithne’ydi. 5 km’lik bir çapa sahip olan bu uydu 1997’de keşfedildi. At nalı şeklinde tuhaf bir yörüngeye sahiptir.
O tarihten sonra beş uydu daha tanımlandı ve bunlar şu şekilde adlandırılıverdiler: 2000 PH5, 2000 WN10, 2002 AA29, 2003 YN107 ve 2004 GU9.​
cruithne.jpg


Bunlar gerçekten uydu mudur? Birçok gökbilimci böyle olmadığını söylüyor, ama bunlar kesinlikle asteroitlerden daha fazlasıdır. Bu asteroitler tıpkı Dünya gibi, yaklaşık bir yıl süresince Güneş’in yörüngesinde dönerler ve zaman zaman çok küçük bir çekim etkisinde bulunmaya yetecek kadar yakınlaşırlar.
Bu durumda, bunları ister sahte uydu, ister yarı uydu, isterseniz de refakatçi asteroid olarak adlandırın, izlemeye değerdirler; çünkü bazıları ya da tamamı bir gün daha düzenli bir yörünge düzlemine oturabilir.


Maddenin kaç hali vardır?
Çok basit: Katı, sıvı ve gaz.
Aslında üçten fazladır.On beş tane. Ve liste neredeyse her gün genişlemektedir.
İşte listenin son hali: Katı, amorf katı, sıvı, gaz, plazma, süper akışkan, süper katı, dejenere katı, nötronyum, güçlü simetrik madde, zayıf simetrik madde, kuark-gluon plazma, fermiyonik yoğunlaştırma, Bose- Einstein yoğunlaştırması, acayip madde.
Karmaşık ayrıntılara girmezsek, en ilginçlerinden biri Bose-Einstein yoğunlaştırmasıdır.
Bose-Einstein yoğunlaştırması, bir elementi çok düşük bir sıcaklığa –genel olarak mutlak sıfırın (-273 C) çok az üzerinde bir sıcaklık- gelinceye kadar soğuttuğumuzda ortaya çıkar.
atom-3.jpg

Bu koşul sağlandığında gerçekten çok özel şeyler meydana gelmeye başlar. Normalde yalnızca atomik düzeyde görülen davranışlar, gözlemlemeye yetecek kadar geniş ölçeklerde meydana gelir. Örneğin bir Bose- Einstein yoğunlaştırmasını yeterince soğutarak bir deney kabına koyarsanız, bu yoğunlaştırma kabın kenarlarından yoğunlaşarak dışına taşacaktır.
Bu muhtemelen, kendi enerjisini azaltmak için gerçekleştirdiği boşuna bir girişimdir.
Bose-Einstein yoğunlaştırmasının varlığı, Satyendra Nath Bose’nin çalışmasını inceledikten sonra Einstein tarafından 1925’te öngörüldü; ama fiili olarak 1995’te Amerika’da imal edildi. Einstein’ın elyazması da ancak 2005’te ortaya çıkarıldı.

Kırkayağın kaç ayağı vardır?
Kırk değil. Yüz de değil.
Kırkayak kelimesi, Latince’de “yüz ayak” anlamına gelen ‘centipeda’ kelimesinden gelmektedir. Kırkayaklar yüz yılı aşkın bir süredir incelenmesine karşın tam olarak yüz ayağa sahip bir örneğine rastlanmamıştır.
Bazılarının daha çok, bazılarının daha az ayağı vardır. Yüze en yakın ayak sayısına sahip olanı 1999’da keşfedilmiştir ve 96 ayaklıdır ve diğer kırkayaklardan ayak çifti, çift sayı olan tek tür olmasıyla ayrılıyordu: 48 çift.
Diğer bütün kırkayaklar tek sayılı ayak çiftlerine sahiptir. Bunların ayak sayıları 15 çift ile 191 çift arasında değişir.
kirkayak.jpg

Roma İmparatorları bir gladyatörün ölüm emrini nasıl verirlerdi?
Başparmaklarını yukarı kaldırarak.
Ne gladyatörün öldürülmesini isteyen Romalı seyirciler başparmaklarını aşağıya indirirlerdi, ne de bu ölüme izin veren Roma İmparatorları.
Bir gladyatörün öldürülmesi istendiğinde başparmak yukarı kaldırılırdı- tıpkı kınından çıkarılan bir kılıç gibi. Kaybeden bir gladyatörün canının bağışlanması için, başparmak sıkılmış yumruğun içine sokulurdu – tıpkı kınına geri sokulan bir kılıç gibi. Bu durum Latince’de “pollice compresso favor iudicabatur (iyilik yapma kararını içeride tutulan başparmak verir) şeklinde ifade edilirdi.
pollice-verso.jpg



Ridley Scott Gladyatör’ü yönetmeyi kabul etmeden önce Hollywood yöneticileri kendisine 19. Yüzyıl ressamı Léon Gérôme’un Pollice Verso isimli tablosunu gösterdiler. Tabloda, imparator ölüm cezasını vermek için başparmağını aşağıya doğru uzatırken Romalı bir gladyatör bekliyor. Scott resimden çok etkilendi ve derhal filmi yönetmesi gerektiğine karar verdi.
Scott, esin kaynağının bütünüyle yanlış olduğundan bihaberdi. Son iki yüzyılın en büyük yanılgılarından birinin tek sorumlusu bu tabloydu.
Tarihçiler, şu konuda fikir birliğine vardılar: Gérôme büyük bir yanılgıyla “pollice verso” (çevrilmiş başparmak) ifadesinin “aşağı çevrilmiş” anlamına geldiğine hükmetti; halbuki bu ifade “yukarı çevrilmiş” anlamına geliyordu.​
Deccal’in sayısı kaçtır?
616.
Kıyamet gününden önce dünyaya hükmetmeye gelecek korkunç Deccal’in simgesi 2000 yıldan beri 666’dır. Birçok kişi için bu uğursuz bir sayıdır: Avrupa Parlamentosu bile 666 numaralı koltuğu boş bırakır.
Bu sayıdan İncil’in en son ve en tuhaf kitabı Vahiy’de bahsediliyor: “Anlayabilen, Deccal’in sayısını hesaplasın: Çünkü bu sayı bir insanı simgeler ve onun sayısı altı yüz altmış altıdır.”
Ama bu sayı yanlıştır. Vahiy Kitabı’nın bilinen ilk nüshasının 2005’te yapılan yeni bir çevirisi bu sayının 666 değil 616 olduğunu açıkça gösteriyor. 1700 yıllık papirüs, Mısır’ın Oxyrhynchus şehrinin çöplüğünde bulundu ve başında Profesör David Parker’ın yer aldığı Birmingham Üniversitesi’nden bir paleografik araştırma ekibi tarafından deşifre edildi.
Eğer yeni sayı doğruysa, bu durum, eski sayıdan kaçınmak için küçük bir servet harcamış olanların hiç hoşuna gitmeyecek. ABD’deki 666 Otoyolu’nun adı 2003’te 491 Otoyolu olarak değiştirildi. Hele Moskova Ulaştırma Dairesi bundan hiç hoşlanmayacak. 1999’da 666 numaralı uğursuz otobüs yolu için belirledikleri yeni numara 616 idi.
Anlaşmazlık 2. Yüzyıldan beri devam ediyor. Deccal’in sayısını 616 olarak hesaplayan bir İncil versiyonu, Lyon Başpiskoposu Aziz Iranaeus (130-200) tarafından hatalı ve düzmece diye kınanmıştır. Karl Marx’ın arkadaşı Friedrich Engels Vahiy Kitabı adlı yazısında (1883) İncil’i inceledi. O da bu sayıyı 616 olarak hesapladı.
Vahiy, Yeni Ahit’in yazıya geçirilen ilk kitabıdır ve sayı bilmeceleriyle doludur. İbranice alfabesinin 22 harfinin her biri bir sayıya tekabül eder ve böylece her sayı aynı zamanda bir kelime olarak okunabilir.
Hem Parker hem de Engels, Vahiy Kitabı’nın politik ve Roma karşıtı bir risale olduğunu ve vermek istediği mesajı sayısal olarak şifrelediğini ileri sürer. Deccal’ın sayısı kaç olursa olsun ilk Hristiyanlara zulmeden Caligula ya da Neron’la ilgiliydi, hayatıkla bir yaratıkla ilgili değil.
666 fobisi, “Hexakosioihexekontahexaphobia” olarak bilinir, 616 fobisi ise “Hexakosioidekahexaphobia olarak bilinir.
Bir rulet çarkındaki sayıların toplamı 666’dır.​

Evren ne renktir?
Gümüşi parçalarla siyah? Siyah parçalarla gümüşi? Soluk yeşil? Bej?
Resmi olarak bejdir.
2002’de John Hopkins Üniversitesi’nden Amerikalı bilim adamları, Avustralya Kırmızıya Kayan Galaksileri İnceleme Kurumu’nun topladığı 200.000 galaksi ışığını inceledikten sonra evrenin soluk yeşil renkte olduğu sonucuna vardılar. Evren göründüğü gibi, gümüşi parçalarla siyah değildi. Dulux renk kataloğunu standart olarak alırsak, bu renk, Meksika Yeşili, yeşim yeşili ve Shangri-La ipek yeşili arasında bir yerde kalıyordu.
evren11.jpg


Bununla birlikte, Amerikan Astronomi Derneği’ne yapılan açıklamadan birkaç hafta sonra, hesaplamalarında bir hata yaptıklarını ve evrenin aslında daha çok köstebek derisi renginin kasvetli bir tonu olduğunu itiraf etmek durumunda kaldılar.
17.yüzyıldan bu yana, en büyük ve en meraklı zihinlerin bazıları geceleyin gökyüzünün neden siyah olduğu üzerine kafasını yordu. Eğer evren sonsuzsa ve eşit biçimde dağılmış sonsuz sayıda yıldız içeriyorsa, baktığımız her yerde bir yıldız bulunmalı ve gökyüzü geceleyin gündüz gibi aydınlık olmalıydı.
Bu durum, bu sorunu 1826’da tanımlayan Alman gökbilimci Heinrich Olbers’e atfen (bunu yapan ilk kişi değildi), Olbers Paradoksu olarak bilinir.
Şu ana kadar hiç kimse bu soruna gerçekten doyurucu bir yanıt sunamadı. Belki yıldızların sayısı sonsuz değildir, belki en uzaktaki yıldızların ışığı henüz bize ulaşmadı. Olbers’in çözümü şuydu: Geçmişteki bir zamanda bütün yıldızlar ışık saçmıyordu ve bir şey onların ışık saçmaya başlamalarını sağlamıştı.
En uzaktaki yıldızların ışığının hala yolda olduğunu söyleyen ilk kişi, kehanet gibi şiirsel düzyazısı Eureka(1848) ile Edgar Allen Poe idi.
2003’te Hubble Uzay Teleskobu’nun Ultra Derin Alan Kamerası, geceleyin gökyüzünün en boş görünen kısmına doğrultuldu ve film bir milyon saniye boyunca ışıklandı.
Ortaya çıkan fotoğraf, her birinde evrenin belirsiz uçlarına uzanan yüz milyonlarca yıldızın bulunduğunu ve bugüne dek bilinmeyen onbinlerce galaksiyi gösteriyordu.
Su ne renktir?
Alışıldık cevap suyun rengi olmadığıdır; su “şeffaf” ya da “saydam”dır ve denizin mavi görünmesinin tek sebebi gökyüzünün denizin üzerine yansımasıdır.
Yanlış. Su aslında mavidir. Son derece soluk bir tonudur, ama mavidir. Bunu doğada, kardaki derin bir deliğe ya da donmuş bir şelalenin kalın buzlarının içine baktığınızda görebilirsiniz. Çok büyük ve çok derin beyaz bir havuzu suyla doldurup içine baktığınızda su mavi görünecektir.
Bu soluk mavi ton, suyun içine değil ama suya baktığımızda, bazen neden şaşırtıcı bir biçimde mavi renk aldığını açıklamaz. Gökyüzünden yansıyan renk, kesinlikle önemli bir rol oynar. Bulutlu bir günde deniz tam olarak mavi görünmez.
water.jpg


Ama gördüğümüz ışığın tamamı suyun yüzeyinden yansımaz; bu ışığın bir kısmı yüzeyin altından gelir. Su ne kadar bulanıksa, o kadar çok renk yansıtır.
Denizler ve göller gibi büyük su kütleleri genellikle son derece yoğun bir biçimde mikroskobik bitki ve su yosunu içerir. Irmaklar ve göletler son derece yoğun bir biçimde toprak ve diğer katı asıltıları içerir.
Bütün bu parçacıklar, suyun yüzeyine geri dönen ışığı yansıtıp dağıtarak gördüğümüz renklerde büyük sapmalara neden olurlar. Parlak mavi bir gökyüzünün altında bazen göz kamaştırıcı yeşil bir Akdeniz görmemizin sebebi budur.​
Amerika adını nelerden almıştır?
İtalyan tüccar ve haritacı Amerigo Vespucci’den değil, Galli ve zengin bir Bristol tüccarı Richard Ameryk’ten almıştır.
Ameryk, John Cabot’un ikinci transatlantik yolculuğundaki baş sermayedardı. Cabot 1484’te Cenova’dan Londra’ya gitti ve Kral VII. Henry’den batıdaki bilinmeyen toprakları araştırma izni aldı.
Cabot, küçük gemisi Matthew’le Mayıs 1497’de Labrador’a ulaştı ve Amerika toprağına ayak basan ilk Avrupalı oldu:Vespucci’den iki yıl erken davranmıştı.​
old-world-map.jpg

Cabot, Nova Scotia’dan Newfoundland’a kadar Kuzey Amerika kıyı şeridinin haritasını çıkardı. Richard Ameryk yolculuğun baş sponsoru olarak keşiflere kendi adının verilmesini bekleyecekti. O yıl Bristol yıllığında şöyle bir not vardır: “…. Vaftizci Yahya Günü’nde (24 Haziran) Amerika toprağı, Matthew adlı bir Bristol gemisiyle Bristollü tüccarlar tarafından bulundu.” Bu not neler olup bittiğini gayet iyi açıklıyor.
Bu yıllığın orijinal el yazması mevcut olmamasına rağmen, günümüze ulaşan diğer belgelerde bu metne bir dizi referans vardır. Bu, yeni kıtadan bahsedilirken “Amerika” tabirinin ilk kullanılışıdır.
Bu adı kullanan ve günümüze ulaşan en eski harita, Martin Waldseemüller’in 1507 tarihli büyük dünya haritasıdır; ama bu harita sadece Güney Amerika’yı gösteriyordu. Waldseemüller notlarında Amerika isminin Amerigo Vespucci’nin adının Latince versiyonundan türetildiğini varsaydı, çünkü Vespucci 1500-1502 arasında Güney Amerika kıyısını keşfedip buranın haritasını çıkarmıştı.
Bu durum, onun emin olmadığını ve diğer haritalarda (Muhtemelen Cabot’unkinde) görmüş olduğu bir ismin kökenini açıklamaya çalıştığını akla getiriyor. “Amerika” adının bilindiği ve kullanıldığı tek yer Bristol’dü –Fransa’da yaşayan Waldseemüller’in gitmesi muhtemel olan bir yer değildi. Waldseemüller anlamlı bir biçimde, 1513 tarihli dünya haritasında “Amerika”yı Terra Incognita (Bilinmeyen Topraklar) olarak değiştirdi.
Vespucci Kuzey Amerika’ya hiç varamadı. Yapılan ilk haritalar ve ticaret İngilizler tarafından gerçekleştirildi. Yaptığı keşif sırasında “Amerika” adını kullanmadı.
Bunun için geçerli bir neden daha var. Yeni ülkelere ya da kıtalara hiçbir zaman bir kişinin adı verilmemiştir; buralara daima bu kişinin soyadı verilmiştir.
Eğer İtalyan kaşif buraya bilinçli olarak kendi adını vermiş olsaydı, Amerika’nın adı muhtemelen “Vespucci Toprağı” (ya da Vespuccia) olacaktı.​
İlk ABD Başkanı kimdir?
Peyton Randolph.
Randoplh, George Washington’dan önceki on dört Kıtasal Kongre Başkanının ilkiydi.
Kıtasal Kongre, şikayetlerini İngiliz tahtına iletmek için 13 koloni tarafından oluşturulmuş müzakere organıydı. Kıtasal Kongre, Randolph başkanlığındaki ikinci toplantısında Britanya’nın kolonilere savaş ilan ettiğine hükmetti ve karşılık olarak Kıta Ordusu’nu kurdu; George Washington’u başkomutan yaptı.​
peyton-randolph.jpg

Randolph’un halefi John Hancock, Büyük Britanya’dan bağımsız olmayı öngören bildiri sırasında başkanlık yaptı; Kongre bu bildiride 13 koloniyi yönetme hakkının kendisinde olduğunu ileri sürüyordu.George Washington 30 Nisan 1789′da bağımsız ABD’nin başkanı olarak yemin edip göreve başlayana kadar, Peyton Randolph’un yerine 13 başkan daha gelmişti.​
Dünyanın en büyük şehri hangisidir?
Mexico City? Sao Paolo? Honolulu? Mumbai? Tokyo?Bu tuzak bir soru olsa da yanıt Honolulu’dur.
Hawaii eyaletinde 1907’de çıkarılmış bir yasaya göre Honolulu şehri ve Honolulu İdari Bölgesi aynı anlama gelir. Bu idari bölge, Honolulu şehrinin bulunduğu Oahu adasının yanı sıra, Büyük Okyanus’ta 2400 km boyunca uzanan Kuzeybatı Hawaii adalarının kalanını da kapsar.
Bu da Honolulu’nun 5509 km2’lik en büyük yüzölçümüne sahip şehir olduğu anlamına gelir; ama bu şehrin nüfusu sadece 876.156’dır. Şehrin yüzde 72’si deniz suyuyla kaplıdır.​
Dünyanın en kalabalık şehri 12,8 milyonluk nüfusu ve 440 km2’lik yüzölçümüyle Mumbai’dir; km2’ye 29.042 kişi!
Eğer bütün anakent dahil edilirse en kalabalık şehir, 13.500 km2 üzerinde yaşayan 35,2 milyon kişiyle Tokyo’dur.
Honolulu, Hawaii eyaletinin başkentidir ama Hawaii’de değildir. Çok daha küçük, ama nüfus yoğunluğu çok daha fazla olan Oahu adasında yer alır. Hawaii büyük nüfus merkezlerinin en ıssızıdır.
Hawaii Takımadası’ndaki adalar dünyanın en büyük dağ silsilesinin çıkıntı yapan tepeleridir. Hawaii kahve yetişen tek ABD eyaletidir. Dünyada yetişen ananasların üçte birinden fazlası Hawaii’den gelir ve kişi başına en çok konserve eti Hawaiililer tüketir: Yılda yedi milyon teneke.
Konserve etin bu kadar yaygın olmasının sebebi bilinmiyor ama muhtemelen İkinci Dünya Savaşı sırasında adada çok sayıda Amerikan askeri bulunmasından ve bir hortum sırasında konserve etin çok kullanışlı olmasından kaynaklanıyor. Kızarmış konserve etli pilav bir Hawaii klasiğidir.
Kaptan Cook, Hawaii adalarını 1778’de keşfetti ve sponsoru Kont Sandwich’in anısına buranın adını Sandwich Adaları olarak değiştirdi. Cook 1779’da Hawaii’de öldürüldü.
19. yüzyılın başına gelindiğinde bu adalar Hawaii Krallığı olarak biliniyordu. Hawaii 1900’de ABD topraklarına dahil edilmesine ve 1959’da ABD’nin 50. Eyaleti olmasına rağmen, bayrağında Birleşik Krallık’ın bayrağını taşıyan tek ABD eyaletidir.
Yeryüzünde insan eliyle yapılmış en büyük yapı nedir?
Yanlış cevaplar arasında Büyük Piramit, Çin Seddi ve (kendisini akıllı zannedenler için) Kuveyt’teki Mübarek-El-Kebir Kulesi sayılabilir.
Doğru yanıt, New York’un Staten Island ilçesinde bulunan Fresh Kills adlı bir çöplüktür.
1948’de açılan Fresh Kills çöp depolama alanı çok geçmeden insanlık tarihindeki en büyük projelerden biri haline geldi ve sonunda (hacim olarak) Çin Seddi’ni geride bırakarak dünyada insan eliyle yapılmış en büyük yapı oldu.
fresh-kills.jpg
Bu alanın yüzölçümü 12 milyon m2’dir. Kullanımdayken buraya her gün, her biri 650 ton çöp taşıyan 20 mavna geliyordu. Eğer Fresh Kills planlandığı gibi açık kalmaya devam etseydi ABD’nin doğu kıyısındaki en büyük çıkıntı olacaktı. Çöplüğün en yüksek noktası Özgürlük Heykeli’nden 25 metre daha yüksekti.
Yöre halkının baskısı sonucu çöplük Mart 2001’de kapatıldı ve sadece, Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılması sonucu oluşan devasa enkazı kaldırmak için açıldı.
Burası şu an tamamen kapalıdır ve yeni kısıtlamalara göre bir daha açılamayacaktır. (New York City dahilinde çöp depolama alanı açılması yasaklandı) Bu alan şu sıralar düzleştirilip park ve yaban hayatı sahası olarak düzenleniyor. Ne güzel!
Aslında daha fazla mekana yayılmış yapılar vardır ama Fresh Kills çöp depolama alanı tek, bütün halinde en büyük yapıdır.​
Dünyadaki en uzun dağın adı nedir?
Mauna Kea. Burası Hawaii adasındaki en yüksek noktadır. Faal durumda olmayan bu volkanın deniz seviyesinden yüksekliği 4206 metredir; ama deniz yatağından zirvesine kadar olan yüksekliği 10200 metredir yani Everest Dağı’ndan, 1352 metre daha uzundur.​
mauna-kea.jpg


Dağlar söz konusu olduğunda, mevcut uygulamaya göre “en yüksek” deyince deniz seviyesinden zirvesine kadar olan ölçü, “en uzun” deyince de dağın dibinden tepesine kadar olan ölçü anlaşılır.
Böylece 8848 metrelik Everest Dağı dünyadaki en yüksek dağ iken, en uzun dağ değildir.
Dağları ölçmek göründüğünden daha güçtür.Dağın tepesinin nerede olduğunu görmek yeterince kolaydır, ama bir dağın “dibi” tam olarak nerededir?
Örneğin bazıları Tanzanya’daki Klimanjaro Dağı’nın Everest’ten daha uzun olduğunu ileri sürer, çünkü Klimanjaro, doğrudan Afrika Ovası’ndan yükselirken, Everest Himalayaların devasa tabanının (dünyanın sonraki en yüksek on üç dağı bu tabanı paylaşır.) üstünü kaplayan birçok doruktan yalnızca biridir.
Bazıları ise en mantıklı ölçünün, bir dağın doruğunun dünyanın merkezine olan uzaklığı olması gerektiğini iddia ediyor.
Dünya tam bir küre olmaktan ziyade yassı bir şekle sahip olduğu için, Ekvator’dan yerin merkezine olan uzaklık, kutuplardan yerin merkezine olan uzaklıktan yaklaşık 21 km fazladır.
Bu durum, Ekvator’a çok yakın olan dağların namı için iyi haberdir, ama bu aynı zamanda Ekvator’daki kumsalların bile Himalayalar’dan “daha yüksek” olduğunu kabul etmek anlamına gelir.
Devasa boyuna rağmen, Himalayalar şaşırtıcı derecede gençtir.Bu dağlar oluştuğunda, dinozorların yok oluşunun üzerinden 25 milyon yıl geçmişti.
Everest Nepal’de Chomolungma (Evrenin Anası) olarak bilinir. Tibet’teki adı Sagarmatha’dır. Sağlıklı herhangi bir genç gibi halen büyütmektedir- yılda 4 mm gibi çok parlak olmayan bir hızla.​
Bastille’in zapt edilmesi sonucu kaç mahkum serbest kaldı?
Yedi.
Fransa’da 14 Temmuz Bastile Günü milli bayramdır ve şanlı bir milli simgedir. Bu sahneyi tasvir eden coşkulu tablolara baktığınızda, yüzlerce şanlı devrimcinin üç renkli bayraklarla sokaklara akın ettiğini düşünebilirsiniz. Gerçekteyse kuşatma sırasında yarım düzineden biraz fazla kişi içeride tutuluyordu.
Bastille 14 Temmuz 1789’da zapt edildi. Bundan kısa bir süre sonra, mahkumları iskeletlerin yanında bitkin bir biçimde zincire vurulmuş yatarken gösteren tüyler ürpertici gravürler Paris sokaklarında satışa sunuldu; o zamandan bu yana Bastille’deki koşulların halkta uyandırdığı izlenimi bu gravürler oluşturdu.​
bastille.jpg


13. yüzyılda kale olarak kullanılan Bastille yüzyıllardır bir hapishaneydi; XVI. Louis zamanında, kralın ya da bakanlarının talimatları üzerine, komplo ya da yönetimi devirme girişimi gibi suçlardan tutuklananlara ev sahipliği yaptı. Burada kalan tanınmış eski mahkumlar arasında Voltaire de vardı ve Voltaire “Oedipe” adlı eserini 1718’de burada yazdı.
O gün orada bulunan yedi mahkum şunlardı: Dört kalpazan, Solanges Kontu (cinsel bir suçtan içeride bulunuyordu), ve iki akıl hastası (bunlardan biri Major Whyte adlı bir İngiliz ya da İrlandalıydı, beline kadar sakalı olan bu adam kendisini Julius Caesar zannediyordu).
Bastille’e gerçekleştirilen saldırı sırasında yüz kişi öldü, ölenler arasında vali de vardı ve valinin kafası bir kargının üzerinde Paris sokaklarında dolaştırıldı.
Hapishanenin muhafız birliği, askere alınmayıp çürüğe çıkarılan kişilerden oluşan bir gruptu ve koşullar birçok mahkum için oldukça rahattı.
Ressam Jean Fragonard’ın 1785’teki ziyaret gününü tasviri, avluda mahkumlarla (ki bunlara cömert bir harçlık, bolca tütünle alkol ve evcil hayvan besleme izni veriliyordu) dolaşan şık kadınları gösteriyordu.
1759-60 arasında burada hapis yatan Jean François Marmontel şunları söylüyordu:”Şarap mükemmel değildi ama idare ederdi.Tatlı yoktu: Bir şeylerden mahrum kalmanız kaçınılmazdı. Bir bütün olarak baktığımda hapistekilerin burada çok iyi ağırlandığını söyleyebilirim.”
Bastille’in zapt edildiği gün için XVI. Louis’nin günlüğünde şu satırlar okunuyordu:”Rien (Hiçbir şey).” O gün avladığı hayvan sayısından bahsediyordu.​
Bir asteroit kuşağında nasıl uçarsınız?Gözünüzü dört açın; ama bir şeye çarpmanız gerçekten pek olası değildir.
Kötü bilimkurgu filmlerinde gördüklerinize rağmen, asteroit kuşakları genelde tenha yerlerdir. Uzayın geri kalanıyla karşılaştırıldığında işlek olmasına rağmen tenhadır.​
spitzer-20061010-browse.jpg



Genel olarak, büyük asteroitler (bir uzay gemisine kaydadeğer bir hasar verebilecek olanlar) arasındaki boşluk yaklaşık iki milyon kilometredir.
Yakın zamanda daha büyük bir cisimden oluşmuş ve “takım” adı verilen bazı kümeler olsa da, bir asteroit kuşağında hareket etmek çok zor olmayacaktır. Hatta rastgele bir güzergah seçerseniz tek bir asteroid bile göremeyebilirsiniz.
Eğer bunlardan biriyle karşılaşırsanız ona pekala bir isim verebilirsiniz.
Bugünlerde Uluslararası Astronomi Birliği, küçük gezegenlerin gittikçe genişleyen listesini kontrol altına almak için on beş kişilik bir Küçük Cisimleri Adlandırma Komitesi’ne sahip. Aşağıdaki son örneklerin gösterdiği gibi, bu bütünüyle ciddi bir iş değil:
(15887) Daveclark, (14965) Bonk, (18932) Robinhood, (69961) Millosevich, (2829) Bobhope, (7328) Seanconnery, (5762) Wank, (453) Tea, (3904) Honda, (17627) Humptydumpty, (9941) Iguanodon, (9949) Brontosaurus, (9778) Isabellalende, (4479) Charlieparker, (9007) Jamesbond, (39415) Janeausten, (11548) Jerrylewis, (19367) Pink Floyd, (5878) Charlene, (6042) Cheshirecat, (4735) Gary, (3742) Sunshine, (17458) Dick, (1629) Pecker ve (821) Fanny.
Smith, Jones, Brown ve Robinson asteroitlerin resmi isimleridir; Bikki, Bus, Bok, Lick, Kwee, Hippo, MrSpock, Roddenberry ve Swissair de öyle.
Gezegenlere isim vermedeki tuhaflık yeni değil. Plüton’un adı 1930’da, 11 yaşındaki Oxford’lu kız öğrenci Venetia Burney tarafından verildi. Venetia’nın dedesi, onun kahvaltıda yaptığı öneriyi yakın arkadaşı ve Oxford Astronomi Profesörü Herbert Hall Turner’a iletmişti.
Belki de 2003 UB313 sonuç olarak Rupert adını alacak.​
Işık hangi hızda yol alır?
Duruma göre değişir.
Genellikle ışık hızının sabit olduğu söylenir ama öyle değildir. Işık sadece boşlukta en yüksek hızına, saniyede yaklaşık 300.000 km hıza ulaşır.
Diğer ortamlarda ışığın hızı oldukça değişkendir ve herkesin bildiği rakamdan daima daha yavaştır. Örneğin elmasın içinden, yarı hızdan daha düşük bir hızla geçer: 130.000 km/sa.
Yakın zamana kadar, ışığın kaydedilen en yavaş hızı (-272 C’deki sodyumdan geçerken) saatte 60 km’nin biraz üzerindeydi: Bir bisikletten daha yavaş.​
isik-hizi2.jpg

2000 yılında (Harvard Üniversitesi’ndeki) aynı ekip ışığı, Rubidyum elementinin Bose-Einstein yoğunlaştırmasına yansıtarak tamamen durma noktasına getirmeyi başardı.
Rubidyumu Robert Bunsen (1811-1899) keşfetti; ama kendi adının verildiği Bunsen bekini Bunsen icat etmemiştir.
Işığın kendisini göremeyiz, yalnızca onun çarptığı şeyi görebiliriz. Boşluktaki bir ışık ışını, ona bakan kişiye dik açıyla ışıldadığında görülemez.
Bu çok garip olmasına rağmen oldukça mantıklıdır. Eğer ışığın kendisi görülebilseydi, gözlerimizle baktığımız her şey arasında bir tür pus meydana getirirdi.
Karanlık da aynı ölçüde tuhaftır. Karşımızda öyle bir şey yoktur ama onun arasından hiçbir şey görülemez.​
 
Üst Alt