Patalojik Önyargı

ceylannur

Yeni Üyemiz
Patalojik Önyargı

“Ben önyargılı mıyım?”
Yukarıdaki soruyu kendimize soruyor 'olabilmemiz ne kadar cesaret gerektiriyorsa '-çünkü önyargılı olmak, olduğumuzu farketmek veya olmakla itham edilmek pek hoşumuza gitmez- önyargıyı ve önyargılı olmayı çözmek de bir o kadar düşünmeyi gerektiriyor. Peki problem nerede? Önyargılı olmak, bunu kanlı-canlı bir sıfatımız hâline getirmek kötü bir şey mi? Kötü ise neden? Acaba, önyargılı olmak, adına önyargı denilen bir zihnî fonksiyondan dolayı mı kötü? "Önyar”nın kendisi kötü olabilir mi? O hâlde "önyargı nedir?".

Bu sorular bizim için önemliyse eğer, önyargıyı düşünme tarzımız (daha da geniş tutacak olursak hayata bakışımız) içinde nereye yerleştirebileceğimiz, onun zamanla kesinleşen yargılarımız içindeki yerinin ne olması gerektiği gibi önemli soruları da cevaplandırma yolunu bulabiliriz.

Aslında önyargı insana özgü tabiî bir zihin faaliyeti olduğundan bizatihi zararlı olduğu söylenemez, hatta faydalı da olabilir; ancak bir şartla: ön olarak kaldığı müddetçe. İlk gözlemde, ilk tecrübede oluşan bir ilk intiba olarak önyargı, insanın savunma mekanizmasının en dış zarfını oluşturan kendiliğinden bir tepki olarak ortaya çıkar. İzleyen zamanlarda yeni gözlem ve tecrübelerle test edilip sağlıklı bir şekilde değerlendirildiği takdirde, yerini gerçeğe yakın ve daha sıhhatli (hata ihtimali daha az olan) hükümlere bırakır. Yani önyargı daima yeni tecrübeleri gerektirir. Burada mekanizmanın sıhhati açısından önemli bir husus, hakkında belli bir önyargıya vardığımız kişi veya olguyu bizzat görmek ve birebir temas etmek suretiyle bu önyargıyı test etmemiz gerektiğidir. O zamana kadar da, önyargı konusunda çok dikkatli ve titiz olmalıyız (çünkü önyargı su-i zanna dönüşme riski taşır her zaman). Yeni tecrübelerle karşılaşma ihtimali yoksa, bu yargı iç veya dış sebeplerle ya uykuya (veya tamamen bilinç altına) yatırılır, ya korunur ya da iyice kemiklesin Bu yüzden, bir daha uzun süre test etme imkânı bulamayacaksak, olumlu veya olumsuz (özellikle de olumsuz) önyargılarda bulunmak doğru olmayabilir.

Önyargı insan tabiatının bir parçası ise; hoşlanmadığımız, kızıp köpürdüğümüz önyargı da neyin nesi? Önyargı zihnimizin tabiî bir davranışı olarak belli bir dereceye kadar faydalı bir fonksiyon görebiliyorsa, daha sonra ne oluyor da, zarar verme ihtimaline yüksek, tehlikeli, yanıltıcı bir düşünce, dolayısıyla önyargılı olmak da kötü bir sıfat oluyor? Bir başka deyişle, "önyargı nereye kadar olmalı?".

Hayat ve yargılar

Aslında yargılarımızla yaşarız. Hayatı, insanları ve insan davranışlarını, oturmuş, kökleşmiş normlar(ımız)ın belirlediği yargılarımızla değerlendiririz; yaşantımız da buna göre şekillenir. Fakat yargılarımızın kökleşme süreci önyargılarımızı test etmeden ezbere ve gözü kapalı cereyan ederse, zaman içinde yeni tecrübeler olmaksızın sürekli olarak aynı önyargıyı tekrarlamak ve onu temelsiz bir yargıya dönüştürmek bizi önyargılı hâle getirir. Önyargılı olmak veya önyargılarla hareket etmek: işte yanlış olan bu. Önyargılarımız olabilir ve bu gayet tabiidir, fakat sonraki yeni tecrübelerle kesinleşecekleri âna kadar bunları bir kenarda bekletmeyi, düşünce sürecimize ve davranışlarımıza yansıtmamayı bilmek lâzım.

Bize en iyilerini vereceğini söyleyerek, çoğu çürük elmaları satan bir satıcıyı bir hafta sonra pazarda gördüğümüzde yargımız bellidir. Burada bir defa alışveriş etmiş olmayı bu yargıya varmak için yeterli buluruz genellikle. Satıcının iyi niyetli olmakla birlikte dikkatsizliği sonucu böyle bir durumun ortaya çıkmış olabileceğini düşünmeyiz. Bu çok zayıf bir ihtimaldir. Çünkü önce kendisi bize söz vermiştir, bu bir; el çabukluğu ile poşete doldurduğu elmaların yüzde doksanı çürük çıkmıştır, bu iki. Böyle bir durumda onu bir daha denememiz çok zordur, şansı kalmamıştır. Fakat yargımızın sıhhatli olması için gerekli ve yeterli şartlar her zaman bu kadar açık ve net olmayabilir. Meselâ satıcı bize söz vermemiştir ve elmaların yüzde otuzu çürük çıkmıştır. İşte bu takdirde yine bir önyargımız vardır fakat, ona bir sonraki hafta bir şans daha verebiliriz. Burada iki veya daha fazla teste, yani belli bir sürece ihtiyaç olduğu ortaya çıkmaktadır.

Önyargım, benim yargım mı?

İki ucu keskin bir bıçaktır önyargı!
Zihnimizde oluştuğu andan itibaren bize hata yaptırma ihtimali çeşitli sebeplerden dolayı yüksek olabilir, Bunlardan biri, önyargımızın başkaları, hem de hiç tanımadığımız başkaları tarafından oluşturulmasıdır. Zihnimize akan bilgiler arasında en hatalı önyargılarda bulunmamıza yol açanlar işte bunlardır. Bunların gelişini istesek de engelleyemeyiz (Sözgelimi, gazete, dergi veya televizyon programlarını izlerken bu türden bilgilere muhatap oluruz). Burada çözümsüz olan husus, şu veya bu şekilde oluşmuş ön yargılarımızı test etme ve doğruluğunu sınama imkânı bulamıyor olmamız iken, daha da kötü olanı, bu imkânı bulduğumuz durumda bile buna yanaşmıyor olmamızdır. Eğer bu bizde bir alışkanlık hâline gelmişse, böyle bir düşünce tarzının paranoyak, bunun yaygınlaştığı toplumun da paranoya toplumu olduğu su götürmez.
Diğer yandan, önyargıya kendi gözlemlerimizle varmak için dahi belli bir sürece ihtiyaç vardır. Herhangi bir vesileyle tanıştığımız bir kişi veya grup hakkında -onlarla birlikte olduğumuz süre bir dakika da olsa, bir gün de olsa- zihnimiz ve bilinç altımız belli bir intiba sahibi olur. İnsan tabiatındaki çevreyi tanıma ve kendini koruma mekanizmasının işleyişidir bu. Fakat yolda yürürken yanımızdan geçip giden bir insan hakkında, meselâ sadece dış görünüşü veya konuşma tarzına göre hüküm bina edebilir miyiz? Benzer özellikler taşıyan bir başkasının bizde bıraktığı intibayı, tanımadığımız birine teşmil edebilir miyiz? Bu durumda önyargı bile sözkonusu değildir. Çünkü orta yerde vak'a yoktur. Dolayısıyla, yüzeysel olarak ve ezberden ya da gözü kapalı verilen bu hüküm çok ciddi bir haksızlıktır. Bu durum günümüzde ne yazık ki çok yaygınlaşmış bir davranış bozukluğudur.

Sadece ön değil, genel önyargı

Zaman, yer ve muhatap sayısı itibarıyla sınırlı sayıda gözleme dayandırılan yargılar gerçekçi ve kuşatıcı olamaz. Bunların genelleştirilmesi ise daha büyük bir haksızlık olur. Meselâ bir şehre atfen, "şuralılar sözlerinde durmazlar" veya "oralılar çok bencildir" demek için, oralıların tümünün tek tek tecrübe edilmiş olması gerekir. Aslında tıpkı yukarıdaki gibi, buna önyargı bile denemez, çünkü ön de olsa belli bir yargıda bulunmak için oralıların tek tek tümüyle muhatap olmuş olmak, yani üzerine hükmün bina edileceği vak'aların olması gerekir. Dolayısıyla, bu olsa olsa ciddi bir bühtan ve iftiradır. Kaldı ki tek bir kişi hakkında bile bunu söylemek için tatmin edici sayı ve muhtevada tecrübenin bizzat yaşanmış olması gerekir. Sonuçta bu, sağduyudan uzak, mantıksız bir kurguyla ifade edilmeye mahkum bir düşünme yöntemidir.

Meselâ bir işe eleman alımında mülakat aşamasına gelmiş başarılı adaylar hakkında hüküm verecek kişi veya kurulun insan tanıma yeteneği, bilgi ve tecrübe birikimi, kültürel zenginliği, kişisel ve psikolojik sorunlarının, iç takıntılarının, saplantılarının, komplekslerinin olmaması -daha gerçekçi bir ifadeyle, verilecek hükmün sıhhatini bozacak ölçüde olmaması- bu hükmün sağlıklı verilebilmesi için gerek şartlardır. İlkokul öncesinden üniversiteye kadar, öğretici ve eğitici pozisyonundaki kişiler için de geçerlidir bu. Aslında bütün insanlar için aynı şeyi söyleyebiliriz. Fakat özellikle ve öncelikle insanlarla ilgili bir meşguliyeti olan (her kademeden yönetici, öğretmen, hukukçu gibi) meslek erbabı için bu çok daha önemlidir. Çünkü insan-insan ve insan-toplum ilişkisi, insan-tabiat veya insan-teknoloji ilişkisine göre çok daha farklı bir psikoloji üzerine oturur.

Bir köpek bakıcısının, bir aslan terbiyecisinin, bir bahçıvanın, bir endüstri isçisinin veya bir altın arayıcısının bilgi noksanlığından veya metot bilmemekten kaynaklanan işiyle ilgili önyargıları çok daha çabuk izale edilebilir ve vereceği zarar dar bir alanla sınırlı kalabilir. Fakat bir okul idarecisinin, bir gazetenin yayın yönetmeninin veya bir şirket müdürünün önyargıları zaman içinde doğru, gerçeğe yakın ve tutarlı yargılara dönüşmüyorsa, bundan doğrudan insanlar (hatta bazı durumlarda bütün bir toplum) zarar görür. Önyargıları çevresine zarar veren insanların önemli konumlara ulaşmaları, hukukun üstünlüğü ilkesinin yaşatıldığı, demokrasi geleneği güçlü toplumlarda çeşitli eleme mekanizmalarıyla engellenebilir. Fakat baskıcı idarelerin egemen olduğu antidemokratik toplumlarda bu mümkün olmaz.

Diğer yandan, önyargılarımızın ferdî (bir kişi hakkında) veya sadece bizimle sınırlı (kimseyle paylaşmadığımız) bir çerçeveden çıkıp sosyal boyut kazanması (gruplar hakkında olması veya tek bir kişi hakkında olsa bile bunu başkalarıyla paylaşmamız) bir yanlışın yaygınlaşmasına yol açabilir. Sosyal grupların, diğer sosyal gruplar hakkındaki önyargıları ise beraberinde çok daha büyük ve telâfisi zor sıkıntıları getirir. Özellikle sosyal ada ve kümelerin, önyargılarında hatalı olduklarına inandırılmaları, ikna 'edilmeleri çok zordur. Bu durum ancak, birbirini anlamaya çalışan önder insanların çabalarıyla aşılabilir ve o kadar da kolay değildir.

Bilim adamı ise, yeni fakat küçük hacimde bir bilgi kırıntısı üzerine tecrübesinin, bilgi birikiminin ve sezgilerinin de yardımıyla çok iddialı tahminlerde bulunabilir veya bir teori bina edebilir. Aslında test edilmeyi bekleyen bu tahmin veya teoriler de bir çeşit önyargıdır. Bu yargı, doğruluğu (veya yanlışlığı) ilmî metotlarla test edilebilecek gerçek bir ilmî teori şeklinde kurgulandığı takdirde, diğer bilim adamlarının da katkılarıyla belli bir süre sonunda doğru yargıya ulaşılmış olur. (Burada, "doğru yargı" derken, bilim adamının tahminlerinin doğru çıkmasını ve teorisinin ispatlanmasını kastetmiyoruz. Gerçeğe yaklaşmayı kastediyoruz. Çünkü teorinin yanlış olduğunun gösterilmesi de gerçeğe bir adım daha yaklaşmayı sağlamaktadır.)

Hakikatin hatırı

Önyargıyı zaman içinde sağlıklı hükümlere dönüştürmenin yolu hakikat arayışı içinde olmaktan geçer. Bu arayış içinde olmak bir nasip meselesidir, fakat orada kalmamak gerekir; bu arayışın en sağlıklı metodu analitik düşünmedir. Bu; kişi, topluluk veya olayla ilgili gözlem ve bilgileri tek tek analiz etmek demektir. Hüküm ise, bu analizlerin sonucunda ortaya çıkan tablonun aklî muhakeme ve vicdan süzgecinden geçirilerek sentezlenmesi, yani bir kanaate ulaştırılmasıdır. Haksız, yanlış ve ısrarlı önyargı ise; olgulara, gözlemlere dayanmayan aceleye getirilmiş, sığ, temelsiz yani sahte bir sentezdir. Muhakeme ve vicdan devre dışı bırakıldığı için bu, sistemli ve organize bir yalandır. Senteze, uzun zamana yayılmış detaylı gözlemlere dayanan analizlerin bir değerlendirmesi olarak ulaşmıyorsak, işte bu önyargının marazı yargıya dönüşmesi anlamına gelir.

Peki önyargılarımızı neden test etmek istemeyiz? Bunların yanlış olmasından mı korkarız? Neden gerçekle yüzyüze gelmek istemeyiz? Önyargılarımızı sorgulamaktan kaçınmak, kendimizden kaçmak anlamına gelmez mi?!... Kendinden kaçış ise kabullenilmesi zor bir fatura koyar kişinin önüne; belki on, belki elli yıl sonra. Bütün bir hayatını yanlış üstüne bina eden insanların arasından "önyargılıymışız, anlamak istememişiz" diyebilen insan bu yüzden çok az çıkar. Uzun süren ve pahalıya mal olan bir önyargıyı yıllar sonra reddetmek her babayiğidin harcı değildir.

Çocuklarını; önyargılarını test etmekten korkmayan, onları zaman içinde doğru yargılara ulaştırma yollarını bilen, analitik düşünme terbiyesine sahip, gerçeğin arayıcısı, kısacası hakikat aşığı insanlar hâline dönüştüren eğitim-öğretim sistemine sahip toplumlarda bu yüzden sosyal adalar oluşmaz ve hergün önyargılar üzerine tartışma gereği duyulmaz. Bu iklimlerde kişisel ve toplumsal başarı oranı yüksek, fahiş hataların oranı düşüktür. Değişime açık olan bu toplumlar yanlışta ısrarcı değildir. Kaldı ki, eğitim ve kültür düzeyi yüksek insanların önemli bir oranı oluşturduğu toplumlar bu kadar detaylı ve hedefli bir eğitim sistemine sahip olmasalar bile ("böyle bir eğitim sistemi olmadığı takdirde kitleler nasıl böyle bir düzey tutturabilirler?" şeklinde bir soru sorulabilir. Türkiye örneğinde olduğu gibi, eğitim sisteminin bütün olumsuz yanlarına rağmen küçümsenmeyecek sayıda yüksek kaliteli insanlar kısır döngüyü kıracak şekilde kendi çabalarının sonucunda bu seviyeye ulaşmaktadırlar), fiilî okullaşma oranının, eğitim-öğretim ve kültür seviyesinin yüksek tutulması sonuçta orada kendiliğinden bir analitik düşünme terbiyesinin gelişmesini sağlar.

Sonuç itibarıyla, hayatımız boyunca aslında her ilk karşılaşma ve ilk intiba ile daima bir önyargıda bulunuruz ve bu gayet normaldir. Fakat anormal olan, bu ilk yargımızı çürüten ve bizi onu değiştirmeye zorlayan daha sonraki tecrübelere rağmen ilk yargıda ısrarlı olmamız, gerçeği görmek ve kabul etmek istemeyişimizdir; buna artık önyargı olmaktan çıkmış sağlıksız bir yargı dense de, patolojik (ön)yargı demek daha doğru olsa gerektir. Tabiî olan önyargı ile patolojik hâle gelmiş önyargı arasındaki sınırı aslında hissederiz, çünkü niyetimizin ne olduğunu dilimiz ikrar etmese de vicdanımız duymaktadır.

Prof. Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ
 
Üst Alt