Senai Demirci'nin kaleminden

VuSLaT

Yönetim
Yönetici

. “Vermeyene vereceksin!” Karanlıkları dağıtan heceler O’nun (a.s.m.) dudağından akıp gelmişti: “Gelmeyene gideceksin!” Ben’ciliğin katı duvarlarını yıkan, bencilliğin soğuk küllerini köz eyleyen sözler O’nun (a.s.m.) nefesinde alevlenmişti: “Kötülük edene iyilik edeceksin!” Dışarıdaki soğuk değil, içlerindeki soğukluk öldürmüştü onları. Dirilmeye hazırlananlar asıl “ateş”i O’nun dudağında gördüler. ~ Senai Demirci
 

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici

filmgibi.jpg


Ya geriye sarsaydı hayatımız!

Hayatımızın filmini tersine çevirme seçeneğimiz olsaydı, neler olurdu acaba?
Bu fikri, hemen kendime uyguladım.
Şu anda 40’ını aşmış bir ağabeyiniz olarak, geri sarılması eğlenceli olacak uzunca bir hayat filmim var.
Evliyim; bir hanımefendinin eşi, iki delikanlının ve bir küçük hanımefendinin babasıyım.
Amcayım ve dayıyım da!
Hayli kabarık sayıda yeğenim de var.
Tanıyanım da çok.
Memleketin hemen her yerine konferans ve söyleşiye çağrılıyorum.
Sokakta gezerken beni birbirlerine parmakla gösteren hayranlarım var.
Bir meslek sahibiyim.
İşsiz değilim; birkaç işi birden yapabiliyorum.
Aşırı yoğunluktan bile yakınıyorum.
Zaten bildiğinizi tahmin ettiğim bütün bu detayları, geriye doğru çevrilecek filmin en baş kısmını işaretlemek için kaydettim.
Şöyle bir beş yıl geriye gittiğimde, mesela, 2002 yılına geldiğimde, ilk olarak kızım Zeynep’i kaybediyorum.
Zeynep’i kaybettiğim için üzüleceğimi sanmayın.
Zeynep ortalıktan kaybolurken, benim de Zeynep’in etrafında ördüğüm hasretlerim, sevinçlerim el etek çekiyor kalbimden.
Zeynep kayboluyor ama Zeynep’in kayboluşuna dair hüznüm de kayboluyor.
Zeynep’siz yaşadığım yıllar, Zeynep’sizliği dert edineceğim yıllar değil ki!
Az daha geriye gittiğimde, ikinci oğlum Mustafa Ahmed pılını pırtısını toplayıp gidiyor.
Öyle bir gitme ki, ardından bakmıyorum bile.
Mustafa Ahmed’sizlik benim 10 yıl öncem için zaten normal bir şey.
Ne ben onu özlüyorum ne de o beni özlüyor.
Tanışmıyoruz bile.

Filmin yarıya yakınını geriye doğru sardığımda, büyük oğlum Furkan da gözden uzaklaşıyor.
Gözden uzaklaştığı yetmiyor Furkan’ın, gönülden de epey ırağa düşüyor.
Furkan yok; yokluğunu dert edinen bir annesi ve babası da yok.
Şimdilerde 15 yaşında olan delikanlının yokluğunu öylesine umursamaz haldeyiz ki, Furkan bir bilse, bize darılırdı.
Hadi biraz daha saralım filmi, birden ben ve eşim birbirimizi kaybediyoruz.
Hayattayız hayatta olmasına ama tanışmıyoruz.
Kalplerimizi birbirine bağlayan bağ çoktan çözülmüş.
Bizi birbirimiz için vazgeçilmez eyleyen o muhabbet hepten buharlaşmış.
Belki aynı otobüste yan yanayız ama sıradan birileriyiz.
Belki aynı koridorda karşılıklı yürüyoruz ama hiç bakışmıyoruz.
Birbirimizi aramıyoruz.
Birimiz farz-ı muhal o dönemde ölecek olsa, diğeri onun ardı sıra ağlamayacaktı bile.

Bu arada yeğenlerimin çoğu da bir gölge gibi çekilmişler hayatımdan.
Tanıyanlarım yanımdan yöremden uzaklaşmışlar.
Hayranlarımın hiçbiri yok ortada.
Eyvah; tanınmıyorum.
Şehirde gideceğim bir yer yok.
Evimin adresi kayboldu.
Nerede oturduğumu bilmiyorum.
Özleyeceğim çocuklarım da yok; çocuk özlemim de yok.
Özleyemediğim için üzüldüğüm bir yuvam yok.
Şimdilerde en çok özlediğim, ayrı kalmaya tahammül edemeyeceğim kişileri ve şeyleri özlemiyorum; onları özlemeyi bile özlemiyorum.
Filmi biraz daha geriye sardığımda, mesleğimi de kaybediyorum.
Zorlu bir üniversite sınavının ortasında, terli elleriyle kurşunkalemini tutmaya çalışan bir yeniyetmeyim.
Daha da geriye gittiğimde, yüzümü yitiriyorum, hayatımı kaybediyorum.
Düşecek olsa, çöpe atılacak birkaç yüz hücrelik biçimsiz bir su damlasıyım.

Filmin tam bittiği yerde, bir insan bile değilim. Hayatım yok; varlığım yok.
Benim annem ve babam da beni özlüyor değiller.
Yokluğuma razılar; bensiz pekâlâ yaşayabiliyorlar.
Yokum; öyle yokum ki, yokluğum kimsenin umurunda değil.
Eksiğim hayattan; öylesine eksiğim ki eksikliğimi kimse çekmiyor.
Hiçbir işe lazım değilim; bir lüzumsuzum.
Bir işin ucundan tutmamı beklemiyorlar.
Ne bir baltaya sapım, ne bir dış kapının mandalıyım.
Olsam da bir olmasam da bir.
Yokluğum bir yerde bir boşluk oluşturmuyor.
Kapladığım bir alan yok.

Ama şimdi!
Ama burada!
Adımın bile hatırlanmamasına bozuluyorum.
Cep telefonunda ismimin silinmesine içerliyorum.
Kendimce, eksikliğim ne çok şeyi eksiltir diye düşünüyorum.
Kızımın gözündeki o kocaman baba hacmini ben dolduruyorum.
Sevdiklerimin gönlünde yokluğuna asla razı olunmaz bir yer kapladığımı düşünüyorum.
Eve geç kalırsam üzülecekler var sanıyorum.
Bu hafta yazı yazmasam, mahzun olacaklar var diye ümit ediyorum.

Kıl kadar varlığım bile yokken, kılına zarar gelmesini istemediğim sevdiklerimle birlikte, kılına bile dokunulmaz bir insan olarak var kılındığıma, üstelik bunları fark edecek bir mümin olarak yaşatıldığıma şaşıyorum, şükrediyorum.
Üzerine de kaymaklısından bir sonsuz hayat bekliyorum.

Ne kadar çok oluyorum değil mi?

Senai Demirci...
 

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici



837f5f2cea06b3cbdca26af4bd9b4662_1282767318.jpg



Kimsesiz mi bıraktınız sözleri?


Ne kadar da dirilticidir söz!
Ve ne kadar da öldürücü!
Birbirimizi sözlerimizin ucunda inşa eder yahut yıkarız.
Dilin ucundan damağın kıyısından öylesine yalpa alıp savrulan bir söz, kalbin odacıklarında yangınlar çıkarır, ruhun sığındığı coğrafyayı tarümar eder. Onarılmaz bir yıkımdır sözün çarptığı yerde yaşanan.
Deva bulmaz bir yâredir dilin vurduğu demde açılan.
Bir o kadar da sağaltıcıdır söz; adı konmamış bir iksir gibi, kolay kolay bulunmaz eşsiz bir deva gibi vurduğu yerde güller açtırır, vardığı yere baharlar indirir.

Söz denizinin kıyılarında dolaşıyoruz her birimiz.
Onun medcezirlerinden yüreğimize enginlikler devşiriyoruz her daim.
Bir düşünün, söz olmasaydı, ne kadar uzak kalırdık birbirimize.
Öylesine ıssız kalırdı ki sözün değmediği yer; boş yere nabzımızı doldurmaya çalışırdı yüreğimiz.
Öylesine soğuk olurdu ki sözün sıcağının dokunmadığı yer; buzlar adını kaybeder, üşümek kendine sığınacak yer bulamaz, paltosuz kalırdı.

Sessizce olup bitmiş olay.
Öylesine sessizce olup bitmiş ki yıllar sonra fark edilmiş suskunluğu.
Bunca yıl köşesine büzülüp kaldığı halde bağırıp çağırmaya, sesini yükseltmeye tenezzül etmiyormuş yine de.
Öylesine vakurmuş işte..
Gazeteler, radyolar, televizyonlar seslendirmese yine sesi çıkmayacakmış.
Haberlere göre, İngiltere’de, 3 Mart 1950 tarihinde postaya verilen bir mektup tam 56 yıl sonra adresine ulaşmış.
Gwen isimli bir kadın George adlı bir erkeğe el yazısıyla şunları yazmış:
“George, önümüzdeki hafta Monty’de buluşalım. Saat 2 senin için uygun mu? Sevgiler…”
Mektup 90 kilometre ötedeki Cambridge kentinden postalanmış, ancak zarf üzerinde yazılı Trinity College adresine ancak geçtiğimiz günlerde, yani tam 56 yıl sonra ulaşmış…

Bir sevgi sözünün 56 yıldır boşlukta salınıp sahipsiz kalması, başını duvardan duvara vurarak dolaşması ne kadar acı değil mi?
Kim bilir, ne söyleyeni kaldı ne de söyleneni.
Yürekten yükselen bir sevgi sözünü görmeyen, duymayan, fark etmeyen ne kadar uzağa savurmaktadır yüreğini, ne derin ve dipsiz kuyulara atmaktadır kendini. Adresini şaşırmış mektuplar gibi sahipsiz ve muhatapsız mı bırakıyorsunuz sevgileri?
Kıymetini bilin size söylenenlerin.
Kıyılarında kimsenin olmadığı denizler gibi kendi kendine çırpınıp duruyor mu size yönelmiş sevgi sözleri?
Kimsesiz mi bıraktınız sözleri?
Kıyılarından çekildiniz mi aşkın?
Senai Demirci

 
Üst Alt