18- Müslimânlığı seçenler

MURATS44

Özel Üye
Evvelâ poligami (Birkaç kadınla evlenme) bahsini buldum. İşte mühim bir kusûru yakalamışdım. Nasıl olur da, bir erkek dört kadın ile evlenebilirdi? Yukarıda kendisinden bahs etdiğim müslimân arkadaşım, bunu kendisine sorunca, bana îzâh etdi ki, islâmiyyet ilk intişâr etdiği zemân, Arabistânda her erkek istediği kadar kadınla birlikde yaşıyor ve onlara karşı hiç bir mes’ûliyeti bulunmuyordu. İslâm dîni, kadının ictimâ’î mevkı’ini islâh etmek için, bir erkeğin alabileceği kadın mikdârını çok azaltmış ve ona bu kadınlara bakmağı, aralarında adâleti temîn etmeği, onlardan ayrılırsa, kendilerine tazmînat vermeği emr etmişdi. Sonra, kimsesiz kalan kadınlar, bu sâyede bir âileye, o âilenin bir ferdi gibi katılabiliyor, bir esîr mu’âmelesi görmüyorlardı. Ayrıca, bir erkek için dört kadın almak bir emr değildi. Şartlarını yerine getirebilecekler için bir izndi. Bu şartları yapamıyacaklar için, birden fazla evlenmek harâmdı. Bunun içindir ki, birçok erkeğin ancak bir zevcesi vardı. Dörde kadar kadın almağa ancak müsâmaha ediliyor, ya’nî izn veriliyordu. Hâlbuki, Amerikadaki Mormonlar, her erkeği birkaç kadın almak için zorluyorlardı. Müslimân arkadaşım, (Acabâ İngilterede İngiliz erkekleri tek kadınla mı yaşar?) diye sordu. Yüzüm kızararak i’tirâf etdim ki, bugün garblı erkekler, evlenmeden evvel, hattâ evlendikden sonra, birçok kadınlarla düşüp kalkmakdadırlar. Sonra, müslimân arkadaşımın söylediği sözler, kocasını iş kazâlarında, harbde gayb etmiş ve kimsesiz kalmış zevallı bir genç kadının bir erkeğin himâyesine girme ihtiyâcını hâtırlatdı. İkinci Cihân Harbi bitdiği zemân, İngiliz radyosunda (Dear Sir) adlı programda, bir zevallı İngiliz kadının şöyle feryâd etdiği aklıma geldi. Bu zevallı genç kadın şöyle yalvarıyordu: (Genç bir kadınım. Kocamı harbde gayb etdim. Şimdi kimsesiz kaldım. Korunmağa ihtiyâcım var. İyi huylu bir adamın ikinci karısı olmağa ve birinci karısını başımda taşımağa râzıyım. Yeter ki, bu yalnızlıkdan kurtulayım).
Bu da gösteriyor ki, İslâmda teaddüd-i zevcât [poligami] bir ihtiyâcı karşılamak içindir. Bu bir emr değil, ancak bir izndir. Bu gün, esâsen işsizlikden, fakîrlikden, çok yerde kalmamış gibidir. O hâlde, bunu islâmın bir kusûru olarak kabûl etmeme imkân kalmamışdı.
Hıristiyan olan, ya’nî İslâm dînine düşman olan ingiliz kızı diyor ki: Sonra başka bir kusûr dahâ bulduğumu zan etdim.
 

MURATS44

Özel Üye
Müslimân kadına, (Günde beş def’a ibâdet etmek, bugünkü hayât tarzımıza nasıl uyar? Bu kadar ibâdet, fazla gelmez mi?) diye sordum. O gülümsiyerek, bana şu süâli sordu, (Sizin piyano çaldığınızı duyuyorum. Mûsikîye merâklı mısınız?) (Hem de çok) diye cevâb verdim. (Pek âlâ, her gün ekzersiz yapar mısınız?) (Tabî’î, işden eve gelir gelmez hergün hiç olmazsa iki sâat piyano çalarım) diye cevâb verdim. Bunun üzerine, müslimân kadın, (Beşi bir arada, nihâyet yarım sâat veyâ 45 dakîka sürecek olan bir ibâdet, size niçin çok geliyor? Siz nasıl piyano ekzersizlerini yapmazsanız, piyano çalmak kudretiniz azalırsa, Allahü teâlâyı düşünmek, Ona secde ederek lutflarına şükr etmek azaldıkça, Ona giden yol uzaklaşır. Hâlbuki, her gün yapılan ibâdet, Allahü teâlânın doğru yolunda adım adım ilerlemek demekdir) diye cevâb verdi. Ne kadar haklıydı! Her müslimânın, Allahü teâlâyı çok hâtırlaması, kalbine Allah sevgisini yerleşdirmesi lâzımdır. Kalb, Beytullahdır. Bir eve sâhibi sokulmazsa, eve de, sâhibine de, düşmanlık olur. Beş vakt nemâz, insanı bu felâketden kurtarmakdadır. Dünyâ işlerine, dünyânın geçici zevklerine dalarak, Allahı unutan insana, nemâz, Rabbini hâtırlatmakdadır.
Artık müslimânlığı kabûl etmeme bir mâni’ kalmamışdı. Ben islâm dînini bütün rûhum, bütün ma’neviyyâtım ile kabûl etdim. Gördüğünüz gibi, onu öyle ilk bakışda ve hiç düşünmeksizin seçmemiş, aksine, onu ancak iyice tedkîkden, hattâ içinde kusûrları arayıp bunların cevâbını buldukdan ve bu dînin her bakımdan tam ve mükemmel olduğunu anladıkdan sonra müslimân olmuşdum. Şimdi müslimân olmakla iftihâr ediyorum.
22
LADY ZEYNEB EVELYN COMBOLD
(İngiliz)

Benim niçin müslimân olduğum benden mütemâdiyyen sorulur. Ben meşhûr bir âilenin kızıyım ve zevcim de meşhûr ve mühim bir kimsedir. Niçin müslimân olduğumu süâl edenlere, müslimânlık nûrunun ne zemân rûhuma doğduğunu kat’î olarak bilmediğimi söylerim. Bana, sanki her zemân müslimânmışım gibi geliyor. Bu da, hiç acâib bir şey değildir. Zîrâ müslimânlık, tabî’î ve hak bir dindir. Her çocuk, müslimân olarak doğar. Kendi başına terk edilirse, müslimânlıkdan başka bir din seçmez. Avrupalı bir muharririn dediği gibi, (Müslimânlık, akl-ı selîm sâhiblerinin dînidir).
Bütün dinleri birbiri ile mukayese edecek olursanız, bunların en mükemmeli, en tabî’î, en mantıkî olanının, islâmiyyet olduğunu derhâl görürsünüz.
 

MURATS44

Özel Üye
Müslimânlık sâyesinde, dünyânın birçok müşkil mes’eleleri kolayca hâl olur ve insan sulh ve sükûnete kavuşur. Müslimânlık, insanların günâhkâr olarak doğduğunu ve dünyâda keffâret vermeleri îcâb etdiğini hiç bir zemân kabûl etmez. Müslimânlar, bir olan Allahü teâlâya inanırlar. Onların nazarında Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâ “salevâtullâhi teâlâ aleyhim ecma’în”, bizim gibi insanlardır. Allahü teâlâ, onları, insanlara doğru yolu göstermek için, Peygamber olarak seçmişdir. Tevbe etmek, afv dilemek, düâ etmek için, Allahü teâlâ ile kul arasında hiç kimse yokdur. Biz her zemân kendiliğimizden Allahü teâlâya yaklaşabiliriz ve ancak kendi yapdığımız işlerden dolayı mes’ûlüz.
(İslâm) kelimesi, hem Allahü teâlâya teslîm olmak, hem de Muhammed aleyhisselâma îmân etmek ma’nâsına gelir. Müslimân, bu dünyâyı halk eden Allahü teâlânın emrlerine uyan, bütün varlıklarla sulh ve selâmet içinde yaşayan kimse demekdir. İslâmiyyet iki esâs hakîkat üzerine kurulmuşdur:
1) Allahü teâlânın birliği ve Muhammed aleyhisselâmın Onun gönderdiği son Peygamberi olduğu.
2) İnsanların bütün hurâfelerden, aslsız dogmalardan, temâmen halâs olması. İslâmiyyetin esâs şartlarından biri olan Haccın insanlar üzerindeki te’sîri çok büyükdür. Dünyânın dört köşesinden gelen yüzbinlerce müslimânın, hiç bir sınıf, ırk, memleket, renk ve rütbe farkı olmadan, yalnız bir ihrâm ile örtünerek, Allahü teâlânın huzûrunda birlikde secdeye kapanması kadar ulvî bir ibâdet tarzı, hangi dinde vardır? Büyük Peygamberin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, islâmı neşr etdiği, İslâm düşmanları ile mücâdele etdiği, kudretli bir azm ve sebât ile uğraşdığı bu mubârek yerlerde, birlikde ibâdet eden müslimânların birbirlerine dahâ fazla bağlanacakları, birbirlerinin derdlerine çâre bulmağa çalışacakları, Allahü teâlânın gösterdiği yolda el birliği ile yürümeğe bir kerre dahâ and edecekleri muhakkakdır. Hac, aynı zemânda dünyâdaki bütün müslimânları birbiri ile tanışdırmağa, birbirlerinin derdlerini öğrenmeğe, birbirlerine kazandıkları tecribeleri öğretmeğe yaramakdadır. Kendi memleketlerinde ibâdet ederken yüzlerini çevirdikleri yerde, şimdi bütün müslimânlar ictimâ’ etmekde, Allahü teâlânın huzûrunda tek bir kitle, tek bir vücûd olarak kendilerini Ona teslîm etmekdedirler.
Haccı bir kerre görmek, müslimânlığın büyüklüğünü isbât etmek için kâfîdir. İşte müslimânlık budur ve ben de bu büyük dîne katılmış olmanın neş’e ve sürûru içindeyim.
 

MURATS44

Özel Üye
23
MUHAMMED JOHN WEBSTER
(İngiliz)

Ben Londrada, tam bir protestan terbiyesi alarak yetişdim. 1930 senesinde, dahâ genç bir talebe iken, her genç gibi ba’zı hâdiselerle karşılaşıyor, bunları anlamağa çalışıyordum. Bunlardan birisi, din ile dünyâ arasında bir münâsebet aramak, ya’nî râhat ve huzûr içinde yaşamak için, dinden nasıl fâidelenebileceğimi düşünmek oldu. O zemân, ilk def’a olarak, farkına vardım ki, mensûb olduğum hıristiyan dîni, bu husûsda çok za’îf ve çok âciz. Zîrâ hıristiyanlık, dünyâyı yalnız fenâlıklarla dolu bir işkence yeri, insanları günâhkâr doğan mahlûklar olarak kabûl ediyor. Onlara hayâtda râhat bir yol göstermek şöyle dursun, her yapdıkları işin günâh olduğunu, bu günâhdan kurtulmak için, hiç bir çâre bulunmadığını, insanlar için ancak râhiblerin Allahü teâlâya düâ edebileceğini söylüyordu. Hıristiyanlık, insanları temâmen başı boş bırakmış ve yalnız pazar günleri, insanı hiç bir sûretde tatmîn etmiyen bir (kilise havası) içinde ibâdete teşvîk etmişdir. O senelerde, İngilterede büyük bir ekonomik buhran ve fakîrlik vardı. İnsanlar hayâtlarından ve hükûmetden hiç memnûn değildi. Hıristiyanlık, onlara bu ızdırâb dolu günlerde hiç yardım etmiyor, insanlar ondan bir tehammül kudreti bulamıyorlardı. Bu keyfiyyet, benim üzerimde çok fenâ bir te’sîr yapmışdı. Aklımdan çok, hislerime kapılarak, dînin ma’nâsız bir şey olduğuna karâr verdim. Hıristiyanlığı red ederek, kendimi, birçok gençler gibi, dinsizliğe ve komünizme verdim.
Komünistlik, uzakdan işitilince gençlere bir haz veriyordu. Çünki, ekonomik sıkıntılar içinde bunalan ve yaşama kudreti bulamayan genç nesl, servet ve rütbe farkını ortadan kaldırdığını iddi’â eden komünizmi bir kurtarıcı olarak görüyordu. Fekat, kısa bir zemân sonra, farkına vardım ki, komünizmin iddi’âları, yalnız bir propagandadan ve boş lafdan ibâretdir. Onlarda da, hem rütbe, hem servet farkı aynen vardı. Her şey, her memleketde aynı idi. Bunun üzerine komünistlikden vaz geçerek, kendimi felsefeye verdim. Böylece kendimi, bir (panteist) olarak, (Vahdet-i vücûd) i’tikâdında olarak, yetişdirmeğe başladım.
Garb memleketlerinde, islâmiyyet ile temâs etmek çok müşkildir. Çünki, orada islâmiyyete karşı, tâ Haçlı seferlerinden kalma bir düşmanlık vardır. Avrupalılar hiç tanımadıkları islâmiyyeti, nefret ile red ederler. Çocuklarını müslimân düşmanı olarak yetişdirirler. Müslimânlıkdan bahs etmek çok ayıp sayılır.
 

MURATS44

Özel Üye
Birisi bu bahsi açdı mı, herkesin suratı asılır ve herkes susar. Bu aralarda, beni bir vazîfe ile Avustralyaya göndermişlerdi. Bana verilen, (müslimânlıkdan nefret) terbiyesine rağmen, birgün, nasılsa merak ederek, bir Kur’ân tercemesini elime aldım. Fekat, dahâ kitâbı terceme edenin önsözünü okuyunca, kitâbı hemen kapatdım. Çünki, kitâbı terceme eden, dahâ önsözde Kur’ân-ı kerîm aleyhinde o kadar ağır laflar söylüyor, Kur’ân-ı kerîmi o kadar tahkîr ediyordu ki, böyle bir kitâbı okumak ma’nâsız olurdu. Sonra düşündüm. Mâdemki, hıristiyanlar müslimânlardan nefret ediyorlardı. O hâlde, tercemeyi yapan hıristiyanın, bu te’sîr altında kalarak, bozuk bir terceme yapması, ba’zı yerleri yanlış anlaması imkânı vardı. Bir kerre meraklanmışdım. Artık işi ciddiyyet ile ele aldım ve birkaç hafta sonra, Avustralyanın garb tarafında Perth şehrine gitdiğim zemân, bu şehrin büyük kütübhânesine uğrayarak müslimânlar tarafından tefsîr edilmiş bir Kur’ân-ı kerîm bulunup bulunmadığını araşdırdım. Bana böyle bir terceme bulup verdiler. Bunu açıp, içindeki ilk sûreyi, (Fâtiha-i şerîfe)yi okuyunca, ne kadar mütehassis olduğumu size anlatamam. Fâtiha, (Âlemlerin rabbine hamd) ile başlıyordu. (Bize doğru yolu göster) diye yalvarıyordu. Ne güzeldi! Fâtiha-i şerîfi birçok def’alar okudum. Burada zikr edilen büyük hâlık, (Rahmân ve Rahîm) ya’nî çok merhametli idi. Hıristiyanların dediği gibi, insanları günâhkâr olarak yaratmamışdı. Kur’ân-ı kerîmi okumağa başladım ve okudukça kendimden geçdim. Bütün arzûlarımın, tesavvurlarımın aynını bu kudsî kitâbda buluyordum. Sâatler geçmiş ve ben nerede olduğumu, zemânı, her şeyi unutmuşdum. Bana Kur’ân-ı kerîmle berâber, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin hayâtına dâir ba’zı kitâblar da bulup getirmişlerdi. Kendimden geçerek bunları okuyordum. Nihâyet kütübhâne me’mûru yanıma gelerek, (Vakt geldi, artık kütübhâneyi kapatıyoruz) deyince kendime geldim. Kütübhâneden evime dönerken, (İşte şimdi maksadıma kavuşdum. Ben artık müslimân oldum) diye tekrâr edip duruyordum. Artık, Allahü teâlânın inâyeti ile, hidâyete kavuşdum.
Eve dönerken sıcak bir kahve içmek için münâsib bir yer aradım. Caddeden aşağı doğru inerken aklımda yalnız Kur’ân-ı kerîm, müslimânlık ve Allahü teâlâ vardı. Nereye gitdiğimin farkında değildim. Birdenbire ayaklarım kendiliğinden durdu. Başımı kaldırınca, kırmızı tuğladan yapılmış bir binânın önünde olduğumu gördüm. Bacaklarım kendiliğinden beni buraya kadar getirmişdi. Binânın üzerindeki levhaya bakdım. Burası Avustralyadaki bir câmi’ idi.
 

MURATS44

Özel Üye
Kendi kendime, (Allahü teâlâ sana doğru yolu ihsân etdi ve sana ne yapman îcâb etdiğini bildirdi. Sen müslimânlığı tanıdın. Allahü teâlâ seni câmi’in kapısı önüne kadar getirdi. Hemen içeri gir ve bu dîni kabûl et) dedim. İçeri girdim ve müslimân oldum.
O zemâna kadar bir tek müslimân tanımamışdım. İslâmiyyeti kendi kendime buldum ve kabûl etdim. Kimse bana bu husûsda rehberlik etmedi. Benim rehberim yalnız akl-ı selîmim oldu.
24
ABDULLAH BATTERSBY
(İngiliz)

Bundan tahmînen 25 sene evvel, Burmada bulunurken, ferâhlanmak için her gün nehrde bir Çinli kayığı ile dolaşırdım. Benim kayığımın kürekçisi Doğu Pâkistânlı Şeyh Alî isminde bir müslimândı. Müslimânlığın emr etdiği bütün dînî vecîbeleri, büyük bir gayret ile yerine getirirdi. Onun, hiç bir vaktini geçirmeden büyük bir dikkat ile ibâdet etmesini hem takdîr ile karşılar ve beğenir, hem de müslimânlığın ne olduğunu merak ederdim. Böyle basît bir insanı, bu kadar büyük îmân ve itâ’at altında tutabilen müslimânlığın hakîkatini anlamağa karar verdim. Etrâfımızda bulunan insanların çoğu, Burma budistleri idi. Onlar da, dinlerine son derecede bağlıydılar. Zan ediyorum ki, Burmanın bütün insanları dünyâda en dindâr kimselerdir. Fekat budistlerin ibâdet tarzında göze çarpan birçok noksanlar vardı. Budistler, Pagoda adını alan ma’bedlerinde toplanıyor ve aşağıdaki sözleri durmadan tekrarlıyorlardı:
(Buda-karana-Gaçkami-Dama-karana-Gaçkami-sanga-karana-Gaçkami)
Bunun ma’nâsı, bana anlatdıklarına göre, (Buda, sen bize rehber ol! Sen bize kânûn ol! Sen bizim rûhumuzu yücelt) imiş. Bu düâ çok sâde, fekat insânı tatmîn etmeyen, onun rûhuna hiçbir te’sîr yapmayan birkaç sözden ibâret idi. Büyük bir hâlıkdan hiç bahs olunmuyordu.
Hâlbuki, benim müslimân kayıkçımın ibâdeti, ne kadar güzeldi! Ben, bu sefer kayıkçım ile islâmiyyet üzerinde konuşmağa başladım. Onunla berâber bulunduğum sâatlerde, kendisine müslimânlık hakkında pek çok süâller sordum. Bu sâde adam, bana müslimânlık hakkında o kadar güzel, o kadar mantıkî cevâblar verdi ki, islâm dîni hakkında yazılmış kitâbları okumağa başladım. Bu kitâbları okuyunca, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin Arabistânda, kısa zemânda neler yapmağa muvaffak olduğunu, hayret ve takdîr ile öğrendim.
 

MURATS44

Özel Üye
Kendime müslimân arkadaşlar buldum. Onlarla islâm dîni üzerinde mubâhaseler, sohbetler yapmağa başladım. O sırada Birinci Cihân Harbi patlak vermişdi. Bana derhal Arabistânda cebheye katılma emri verildi ve gitdim. Burada artık budistler yokdu. Etrâfımı müslimânlar çevirmişdi. Arablar, ilk müslimânlardı. Allahü teâlânın kitâbı olan Kur’ân-ı kerîm, Arabî olarak nâzil olmuşdu. Arablarla olan temâsım, İslâmiyyete olan merâkımı dahâ ziyâde artırdı. Harb bitince, Arabî öğrenmeğe başladım. Bir tarafdan da, islâmiyyet hakkındaki eserleri okumağa devâm ediyordum. İslâmiyyetde beni kendisine cezb eden en büyük husûs, müslimânların bir tek Allaha inanışları oldu. Hâlbuki ben, hıristiyan olarak, tam üç dâne tanrıya inanmak zorundaydım. Bu, bana hiç mantıkî gelmiyordu. Bunu düşündükçe, yavaş yavaş islâmiyyetin çok dahâ doğru bir din olduğunu anladım. Bir tek hâlıka inanan dînin hak din olabileceğini kabûl etmeğe başladım. Nihâyet 1932 ile 1942 arasında, Filistinde, 10 sene vazîfe gördükden sonra, müslimân olmağa karâr verdim. 1942 senesinde resmen müslimân oldum. O zemândan beri, herşeyimle müslimânım.
Arabların (Mukaddes şehr) adını verdikleri Kudüsde, müslimânlığımı resmen i’lân etmişdim. O zemân, İngiliz ordusunda kurmay binbaşı idim. Müslimân olduğumu i’lân edince, başıma bir takım nâ-hoş işler geldi. Hükûmetim müslimân olmaklığımı hoş görmemişdi. Ordudan ayrılmak zorunda kaldım. Bunun üzerine, evvelâ Mısra, sonra Pâkistâna giderek müslimân kardeşlerimle birlikde yaşamağa başladım. İslâmiyyet hakkında yazılar yazdım. Bugün dünyâda 500 milyondan fazla müslimân vardır ve bunlar birbirinin kardeşidir. Müslimân olmak demek, hakîkî ma’bûd olan Allahü teâlâya îmân etmek ve Ona bağlanmak demekdir. Ona bağlanmak için de, Onun büyük Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği şeklde olmak lâzımdır. Şimdi, bana islâmın nûrlu yolunu, hâlis ibâdeti gösteren ve beni Allahıma kavuşduran o basît zan etdiğim, mütevâzi’ kayıkcının hâtırasını hurmet ile yâd ediyorum. Hayâtımda onun gibi, hâlis bir müslimân olmağa çalışıyorum. Böyle yapdıkça, insanın zararlı şeylerden kendini kurtardığını görüyorum.
Müslimânlar arasında şimdi ben de, Elhamdülillâh, bir müslimânım. Her ibâdet edişimde, belki de, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuş olan, mürşidim, eski kayıkcım Şeyh Alî efendiye düâ etmeği, onun mübârek rûhu için fâtiha okumağı da hiç unutmuyorum.
 

MURATS44

Özel Üye
25
HÜSEYİN ROFE
(İngiliz)

Bir insan, çocukluğunda kendisine telkîn edilen bir dinden ayrılıp başka bir din seçecek olursa, bunun yâ hissî, yâ felsefî veyâ ictimâ’î bir sebebi vardır. Benim içimdeki coşkun arzû, yukarıdaki sebeblerden hiç olmazsa ikisini karşılayacak bir dîne îmân etmek için beni zorluyordu. Onun için, tahsîl devremi ikmâl etdikden sonra, dünyâda bulunan dinlerden hangisine îmân etmek gerekdiğini ta’yîn etmek maksadıyle, bunları birer birer tedkîk etmeğe başladım.
Annem ve babam koyu bir katolik ile bir yehûdî idiler. Fekat her ikisi de katoliklik ve yehûdîlikden vazgeçerek, protestan olmuşlar ve İngiliz kilisesine devâm ediyorlardı. Ben mektebde iken, muntazaman İngiliz kilisesinin âyinlerine devâm etmiş, râhiblerin verdiği dersleri dinlemişdim. Fekat, onların bana öğretmeğe uğraşdıkları hıristiyanlık akîdeleri içinde anlamadığım, bana ters gelen birçok husûslar vardı. Her şeyden evvel, üç birlikden, ya’nî baba, oğul ve Rûhulkudsden ibâret bir tanrı manzûmesi, bana o kadar mantıksız geliyordu ki, buna inanmak mümkin değildi. Benliğim bunu şiddet ile red ediyordu. Sonra, Allaha kavuşmak için keffâret verilmesi îcâb etdiği hakkındaki kilise akîdesini de, temâmen ma’nâsız buluyordum. Benim düşündüğüm, büyük ma’bûd, kullarından mecbûrî keffâret istemezdi.
Bunun üzerine, yehûdî dînini incelemeğe başladım. Yehûdîlerin, Allahü teâlânın birliğini ve azametini çok dahâ mantıkî bir tarzda kabûl etdiklerini ve Ona şerîk koşmadıklarını gördüm. Belki yehûdî dîni, bugünkü hıristiyan dîni kadar bozulmamışdı. Fekat, bu dinde de anlamadığım ve kabûl edemediğim garîb kısmlar vardı. Yehûdî dîni o kadar merâsim, düâ, mecbûrî yapılması gereken ibâdetler ile doluydu ki, eğer dînine bağlı bir yehûdî bütün bunları yaparsa, dünyâ işlerine hiç vakt ayıramıyacakdı. Bu merâsimlerden çoğunun, insanlar tarafından sonradan dîne ilâve edilen, lüzûmsuz ve mantıksız husûslar olduğunu anladım. Böylece yehûdîlik, ictimâ’î [sosyal] hayâtdan temâmen ayrılarak, bir ekalliyyet, azınlık dîni hâline geliyordu. Dünyâya bir fâide sağlıyamıyacağını anladığım yehûdî dînini, bir tarafa bırakarak, diğer dinleri tedkîk etmeğe başladım. Hem kiliseye, hem de havraya devâm ediyordum. Fekat bu ziyâretlerim, sırf dinsiz kalmamak içindi. Yoksa, ben ne hıristiyan, ne de yehûdî idim.
 

MURATS44

Özel Üye
İngiliz kilisesi yanında Roma kilisesini, ya’nî katolikliği de biraz tedkîk etdim. Gördüm ki, katoliklerin i’tikâdları, İngiliz kilisesine bağlı protestanların i’tikâdlarından dahâ fazla hurâfelerle doludur. Hele, katoliklerin Papaya bağlı olmaları ve onu günâhsız kabûl ederek ona âdetâ yarı ilahlık vermeleri, onlardan dahâ fazla nefret etmeme sebeb oldu.
Şimdi yüzümü şarka çevirerek, şark dinlerini incelemeğe başladım. Mecûsîlerin dînini hiç beğenmedim. Çünki bunlar, râhib sınıfına pek çok imtiyâzlar veriyorlardı. Paryalara ise, âdetâ hayvan mu’âmelesi yapıyorlardı. Fakîre şefkat elini uzatmak akllarına gelmiyordu. Onların fikrince, bir insan fakîrse, bu onun kendi kabâhatiydi. Eğer, hiç ses çıkarmadan, şikâyet etmeden çile doldurursa, belki râhiblerin düâsı sâyesinde hâli dahâ iyi olabilirdi. Bu fikri, râhibler ehâlinin kendilerinden korkması ve onlara sıkı sıkı bağlanması için yayıyorlardı. Onun için, mecûsîliği nefret ile karşıladım. Hele mecûsîlerin, hayvanlara da tapması, nefretimi artdırdı. Böyle bir din, hak din olamazdı.
Budistliğe gelince, budistler felsefî düşünce ve inançlara bağlıydılar. Onlar bana, eğer gayret edecek olursam, çok uğraşırsam, gereken fedakârlıkları yaparsam, büyük kudretlere varacağımı ve dünyâ ile âdetâ kimyâ tecribeleri yapar gibi, oynayabileceğimi söylediler. Fekat budistlikde, ben hiçbir ahlâk kâ’idesi bulamadım. Burada da râhibler, diğer insanlardan farklıydılar ve onlardan çok dahâ yüksek bir mevkı’de bulunuyorlardı. Bana, hakîkaten insanı hayretlere düşüren birçok ma’rifetler öğretdiler. Fekat bunların din ve Allah ile hiçbir ilgisi yokdu.
Bu ma’rifetler, spor veyâ hokkabazlık yapar gibi vakt geçirmeğe, bunları bilmiyenleri hayrete düşürmeğe yarıyordu. İnsanın rûhunu temizlemekden ve onu Allahü teâlânın rızâsına, muhabbetine yaklaşdırmakdan çok uzakdı. Allahü teâlâ ile ve Onun yaratdığı varlıklarla hiç bir ilgisi yokdu. Biricik fâideleri, insanı tâm disiplin sâhibi yapmasıydı.
Buda, muhakkak ki çok okumuş, zekî bir insandı. O, insanlardan her şey için fedâkârlık istiyordu. (Bir fenâlığa karşı koyma!), (Bütün arzû ve ihtirâsları terk et!), (Yarını düşünme!) gibi emrler veriyordu. Îsâ aleyhisselâm da, aynı şeyleri söylemiyor muydu? Fekat insanlar, bu gibi emrleri, ancak hıristiyanlığın başında, dahâ îsevîlik tertemiz iken ta’kîb etmişler, sonra bırakmışlardı. Budistlerde de, aynı hâli gördüm. Eğer insanlar, Îsâ aleyhisselâm veyâ Buda kadar temiz olabilseler, belki onların gösterdiği yollardan giderek Allahü teâlânın rızâsına kavuşabilirlerdi.
 

MURATS44

Özel Üye
Ama bugün dünyâda bu kadar temiz rûhlu, yüksek ahlâklı, her fenâ şeyden seve seve elini eteğini çekebilen, fedâkâr kaç kişi vardı? Demek oluyor ki, Budanın koyduğu ahlâk esâsları, bugünün insanının düşüncelerine uymuyordu.
İslâm dünyâsı içinde bulunduğum hâlde, diğer dinleri araşdırırken, İslâmiyyeti düşünmeyişim ne garîbdi! Müslimânlık bir dürlü aklıma gelmemişdi. Bunun sebebi ise âşikârdı: Müslimânlık hakkında bize verilen ma’lûmât, onun hakkında Avrupada yazılan eserler, dâimâ bu dînin çok yanlış, uydurma, ma’nâsız, uyuşdurucu, sahte bir din olduğunu iddi’â ediyordu. Hele Rodwellin terceme etdiği Kur’ân-ı kerîm tercemelerini okuyunca, bende bu fikr hâsıl oldu. Rodwell, Kur’ân-ı kerîmin birçok kısmlarını anlaşılmaz bir tarzda terceme ederek, bir büyük kısmını da, bile bile tahrîf ederek, onu büsbütün başka bir şekle çevirmişdi. Hakîkati ancak Londrada (İslâm Cem’iyyeti) ile temâs edince ve doğru bir Kur’ân-ı kerîm tercemesi okuyunca anlıyabildim. Burada, şunu teessüf ile söyliyeyim ki, müslimânlar bu güzel dinlerini dünyâya tanıtmak için pek az gayret sarf etmekdedirler. Eğer hakîkî islâmiyyeti, dikkatle ve bilerek bütün dünyâya yaymak için çalışırlarsa, emînim ki, çok iyi netîceler alacaklardır. Yakın şarkda, ecnebîlere karşı hâlâ çekingenlik gösterilmekdedir. Onlarla temâs ederek, onları aydınlatmak yerine, onlardan kâbil olduğu kadar uzak durmak tercîh edilmekdedir. Bu çok hatâlı bir hareketdir. En büyük misâl, benim. Çünki, bir dürlü İslâm dîni ile ilgilenemiyordum. Bereket versin ki, bir gün çok muhterem ve kültürlü bir müslimânla tanışdım. Benimle ahbâb oldu. Beni dikkat ile dinledi. Bana bir müslimân tarafından İngilizceye çevrilmiş bir Kur’ân-ı kerîm tercemesi hediyye etdi. Sorduğum bütün süâllere çok güzel ve mantıkî cevâblar verdi. 1945 senesinde beni alıp bir câmi’e götürdü. Hayâtımda ilk def’a orada ibâdet eden müslimânları büyük bir dikkat ve hurmet ile seyretdim. Allahım, bu ne muhteşem ve ulvî bir manzara idi! Her ırkdan, her milletden, her sınıfdan insanlar ibâdet ediyorlardı. Fekat hepsi Allahü teâlânın huzûrunda hiçbir fark gözetmeksizin yanyana gelmiş, kendilerini temâmen Allahü teâlâya adamışlardı. Zengin bir Türkün yanında çok fakîr, âdetâ, bir dilenci kıyâfetinde bir Hindli bulunuyordu. Onun yanında da, bir tüccâr olduğunu zan etdiğim bir Arab vardı. Onun yanında da, bir zenci yer almışdı. Bunların hepsi, büyük bir huşû’ ile ibâdet ediyorlardı. Aralarında hiçbir fark yokdu. Onlar Türklüklerini, Hindliliklerini, Arablıklarını, zenginliklerini, fakîrliklerini, mevki’lerini, rütbelerini temâmen unutmuş, kendilerini Allahü teâlâya tevcîh etmişlerdi. Kimse, kendisini kimseden üstün görmüyordu.
 
Üst Alt