Bakara Suresi ( ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR )

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
116- O zalimler, "Allah kendisine çocuk edindi." dediler. Hâşâ, O sübhândır. Doğrusu, göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Hepsi O'na boyun eğmiştir.
117- O, göklerin ve yerin yoktan var edicisidir ve O, bir işin olmasını murad edince, ona yalnızca "ol!" der, o da hemen oluverir.
118- Bilgiden nasibi olmayanlar da "Allah bizimle konuşsa ya, yahut bize de bir mucize gelse ya!" dediler. Bunlardan öncekiler de tıpkı böyle, bunların dedikleri gibi demişlerdi. Onların kalbleri birbirlerine benzedi. Gerçekten de yakîne ermek (hakikati bilmek) isteyen bir kavim için biz mucizeleri çok açık seçik gösterdik.
116- Ayrıca bunlar Allah'a oğul isnad ettiler, "Allah bir oğul edindi." dediler. Yahudiler "Üzeyir Allah'ın oğlu" demişlerdi, hıristiyanlar
"Mesih Allah'ın oğlu" dediler. Arap müşrikleri de "melekler Allah'ın kızlarıdır" dediler. Hâşâ, Allah süphandır. O, böyle benzetme, böyle bir ihtiyaç ve böyle bir fânilik şaibelerinden uzaktır. O, yücelerden de yücedir. Hayır, O'nun evladı yoktur. Aksine göklerde ve yerde ne varsa, yukarılarda ve aşağıda neler bulunuyorsa hepsi O'nundur. O'nun mülkü, O'nun mahlûkudur. Her şey ve hepsi O'nun emrine boyun eğmiştir, O'nun iradesine ram olmuştur. O'na inkiyad etmiş, emrine âmâde olmuştur. Halbuki mâlik ile memlûk arasında evlatlık olmaz, baba ile evlat arasında ise böyle bir mutlak inkıyat bulunmaz. Az çok bir cinsiyet benzerliği bulunur. O'nun gökleri ve O'nun yeryüzü, ne kadar bedî', ne kadar eşsiz ve benzersizdir. Bunların seyrine doyulmaz, sırlarına erilmez.
117-Allah bu güzel, bu örneksiz ve benzersiz gökler ile yerin yaratıcısıdır. Ve O, bir işi yapmayı isteyince, sadece ona "ol!" der, o da hemen oluverir. Başka hiçbir şeye muhtaç olmaz. İşte mülkü olan bütün bu gökleri ve yeri ve bunlardaki her şeyi, bir düzen üzere hep böyle yalnız bir irade ile ve sadece "ol!" demekle icat etmiştir. Evlat edinmek ise böyle bir icad ile değil, doğum ile ve güçlükle olur. Şu halde bütün bu kâinat ile O'nun arasındaki ilk ilişki, işte böyle bir yaratma ve yaratılan ilişkisidir. Yoksa doğurma ve çoğalma alakası değildir. Yaratıklar O'nun zatında meydana gelen bir değişmeyle başlayıp, O'ndan koparak meydana gelmiş, O'ndan doğarak oluşmuş bir şey değildir. Hakiki anlamda sebep sonuç ilişkisini böyle bir şey zan ve tasavvur etmek çelişkidir. Bu ise, ilk değişmeyi sebepsiz tasavvur etmek demektir. Şu halde illiyet (nedensellik) kanununu bozmaktır. Hem böyle olsa idi, O, bir gün gelir tükenirdi, yaratılış kesintiye uğrardı. Özetle bütün ilimlerin, felsefelerin ve hikmetlerin temeli olan bu noktada şunu bilmelidir ki, illiyet denilen nedenselliğin başlangıcı yaratma ve icattır, doğurtma ve çoğaltma değildir. Her oluş bir yaratıcıya muhtaçtır ve Allah işte böyle bir yaratıcıdır. O, Hâlik Teâlâdır.
Eski din ve şeriatlerin mensupları, Allah Teâlâ'ya yaratılışta ilk sebep olması dolayısıyla "Baba" adını verirlerdi. Hatta kendi babalarına "küçük baba", Allah'a da "büyük baba" derlerdi, fakat "O'nun evladı var" demezlerdi. Sonradan bazı cahiller bundan maksadın, doğurmak ve evlat sahibi olmak demek olduğunu zannederek, "babanın evladı olur, öyleyse oğlu var, kızı var" demeye başladılar. Bu ise Allah'ı bilmemek ve O'na şirk koşmaktır. Çünkü evlatta, ne de olsa babaya benzerlik vardır. Nitekim "el-veledü cüz'ü ebîhi = evlad, babanın bir parçasıdır" sözü boşuna söylenmemiştir. Bundan dolayıdır ki, önceleri Hz. İsa'ya "Allah'ın oğlu" diyen hıristiyanlar, daha sonra ona "Allah" da dediler. Bu âyet de işte onların dediklerinin yanlış olduğunu ispat etti. Bundan dolayıdır ki, İslâm'da Allah'a baba demek küfür sayılmıştır. Böyle bir mânâ için böyle bir deyim, marifetullah (Allah'ı bilme) konusunda cehalete ve ilkelliğe yol açacak gayet zararlı, gayet art niyetli bir deyim olduğu için derhal yasaklanmıştır.
Yahudilerle hıristiyanların müşriklere katıldıkları noktalardan biri işte bu oğul meselesidir. Diğeri de şudur:
118- Din konusunda bilgisi olmayan veya olsa bile bilgince hareket etmeyen cahiller Hz. Muhammed'in tebliğ ve din davetine karşı Allah, bize de söylese ya! Yahut bize de bir âyet, bir mucize gelse ya!" demeye başladılar. Sanki Hz. Muhammed'e gelenler âyet değilmiş gibi, sırf inatlarından inkâr ettiler. "Yoksa siz de daha önce Musa'yı sorguya çekenler gibi, peygamberinizi sorguya mı çekmek istiyorsunuz?" (Bakara, 2/108) ilâhî hitabına kulak vermediler. Bunu Araplar'dan Abdullah b. Ümeyye ve benzerleri, Yahudiler'den Râfi' b. Hüzeyme ve bazı hıristiyanlar söylemişlerdi. Bunlardan öncekiler de Musa'ya ve İsa'ya tıpkı böyle söylemişlerdi. Görüyorsunuz ya öncekilerle bunların kalbleri birbirine benzemiş, duygu ve düşünceleri sanki birbirinin tamamen aynı olmuştur. Biz âyet göndermedik mi? Yakîne (şeksiz bilgiye) ermek isteyen, şüpheden kurtulup ilm-i yakîn sahibi olmak isteyen kavme, bu kabiliyete sahip olan bir ümmete veya her ümmete, biz o âyetleri apaçık bir şekilde gönderdik, kesin mucizeler ortaya koyduk. Bütün bunlardan yakîne eremiyenler, işte ta sûrenin başında açıklandığı gibi, olsa olsa kalbleri hasta olan şüpheciler veya kalbleri mühürlü olan inatçılardır.
Bunca apaçık âyetlerin tebliğinden sonra bile, sanki hiçbir şey inmemiş, hiçbir hakikat söylenmemiş gibi, Allah Resulü'nün böyle bayat inkârlarla, katı inatlarla, boş böbürlenmelerle ve kof kasılmalarla karşılanması, onun üzülmesini gerektireceğinden Hz. Peygamber'in kalbini yeniden güçlendirmek ve teselli edip ferahlatmak, ayrıca düşmanlarına korku ve endişe vermek için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
119- Şüphe yok ki, Biz seni hak ile rahmetimizin müjdecisi ve azabımızın habercisi olarak gönderdik. Sen, o cehennemliklerden sorumlu değilsin.
120- Sen onların milletlerine tabi olmadıkça ne yahudiler, ne de hıristiyanlar senden asla hoşnud ve razı olmayacaklar. De ki, gerçekten de Allah'ın hidayeti, hidayetin ta kendisidir. Şânım hakkı için, sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, kalkıp da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah'dan ne bir dost bulunur, ne de bir yardımcı.
121- Kendilerine kitabı verdiğimiz ehliyetli kimseler onu, tilavetinin hakkını vererek okurlar. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de onu inkâr ederse, işte o inkârcılar hüsran içindedirler.
119- Ey Muhammed! Hiç şüphe yok ki, biz seni hak olan Kur'ân ile müjdeci ve korkutucu bir resul olarak gönderdik. Sen gerçek bir peygambersin ki, vazifen ilerideki müjdeleri ve tehlikeleri herkese tebliğ etmektir. Her birinin kalbine imanı sokup yerleştirmek değildir. Sen, cehennem ehlinden, cehenneme gideceklerden sorumlu değilsin. Kendi yaptıklarından, çalışıp kazandıklarından onların kendileri sorumludurlar. Onların cezaları da sönmek bilmeyen ve durmadan yanan o kızgın ateşten çıkamamaktır ki ona "nâr-ı cahîm", bunlara da "ashab-ı cahîm" (cehenmemin dostları) denilir. Nafî ve Ya'kub kırâetlerinde "ta"nın fethi ve "lâm"ın cezmiyle okunur ki, nehy-i hazırdır. Bu şekilde okunduğu zaman mânâ "ve artık ashab-ı cahîmin halini sorma" olur. Bu da "Artık onlar hakkında Benden bir şey sorma, bir şey dileme, onlara ne yapacağımı Ben bilirim." demektir.
120-Yahudiler Hz. Peygamber'e "Gel bizimle bir müddet hoş geçin, bizi memnun et de sana tabi olalım." diye bir teklifte bulunmuşlar. Bu teklifteki art düşüncelerini anlatmak için şu âyet inmiş: Ey Muhammed! Ne yahudiler, ne de hıristiyanlar sen onların milletlerine tabi olmadıkça asla senden memnun olmazlar, hiçbir şekilde onların gönüllerini hoş edemezsin, meğer ki, milletlerine tabi olasın. Halbuki senin için, ikisinin de milletine tabi olmak mümkün değildir. Çünkü birbirlerine "hiçbir şey değil" diyen bu iki millet aslında birbirlerine son derece zıttırlar. İki zıddın birleşmesi mümkün olmadığından bu iki milletin ikisine birden tabi olmanın, ikisini birden razı etmenin yolu yoktur. Yahudiler yahudi, hıristiyanlar hıristiyan kaldıkça ikisinin de senden razı olmaları mümkün değildir. Şu halde sen peygamberlik diline mahsus olan bir belağat ve edeple onlara sadece de ki; Allah'ın hidayeti, işte uyulacak hidayet ancak odur. Hidayet diye ona denilir, sizin hidayet dediğinize değil. Bir başka mânâ ile Allah rehberi yok mu? İşte esas uyulacak rehber odur. Allah'ın Resulü, Allah'ın kitabı, Allah'ın dini dururken, başkasına tabi olmak sapıklıktır. Özetle hak din, Allah'ın dinidir. Aranacak, uyulacak olan odur. Ben size değil, siz bana uyacaksınız. "uyulmaya layık olan haktır". Yol hak yolu, hidayet Allah hidayetidir. Onlara işte böyle söyle ve şunu da bil ki; vallahi eğer sen, sana gelen bunca ilimden sonra, mesela onların heva ve heveslerine, keyiflerine uyacak olsaydın Allah'dan senin ne bir dostun, ne de bir yardımcın bulunur. Ortada kalır, helak olur gidersin. Çünkü Allah katında küfre ve şirke yardım yoktur.
Millet: Lügatte esasen söyleyip yazdırmak veya ezbere yazmak mânâsına gelen masdarıyla, yani "imlâ" mânâsıyla ilişkili olan bir isimdir. Zemahşerî'nin "Esas"ta beyanına göre; asıl mânâsı "tutulup gidilen yol" demektir ki, eğri veya doğru olabilir. İşte bu anlamdan alınarak din ve şeriat mânâsında kullanılmıştır. Şehristanî'nin "el-Milel ve'n-Nihal"deki beyanına göre din, şeriat, millet denilen şeyler hadd-i zatında hep aynı şeylerdir. Ancak itibar edilen ve gözetilen mânâya göre, yine de her biri bir başka yönden diğerinden farklı bir anlam kazanır. İtikat ve iman bakımından din, amel ve tatbikat bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite bakımından millet denilir. Gerçekte itikad edilen ne ise, amel edilen de odur. Amel edilen ve uygulanan ne ise esas itibariyle üzerinde ittifak edilen şey de odur. Şu halde millet, bir cemiyetin etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, diğer bir deyişle, ictimaî duygu ve telakkilerinin tabi olduğu ve kitlesinin bağlı bulunduğu hakim ilkeler ve takib edilen gidişattır, sülûk edilen yoldur. Bu yolun hak olanı, hak olmayanı, eğri olanı, doğru olanı vardır. Şu kadar var ki, yolun hak olanı güzel sonuca, hak olmayanı da hüsrana ve kötü akibete götürür. Demek ki millet, sosyal kurul dediğimiz toplumun kendisi değildir. Ona cemaat, kavim, ümmet veya ehl-i millet denilir. Mesela Yahudilik ve Hıristiyanlık birer millettir fakat yahudiler ve hıristiyanlar ehl-i millet, sahib-i millettirler, diğerleri de öyle... Bununla beraber "millet" kelimesi "ehl-i millet" mânâsına da mecaz olarak kullanılmaktadır. Mesela; "millet şöyle yaptı, millet böyle yaptı" denilir ki bu, kavim demektir. Müteallikı zikredip, müteallakı murad etmek kabilindendir veya doğrudan doğruya mecaz-ı hazfîdir. Nitekim âyette "İbrahim milleti" tamlaması, her iki mânâya da tefsir edilebilir. Âyette "heva ve hevesleri" buyurulması, gösteriyor ki, yahudi ve hıristiyanların takip ettikleri din ve millet, yukarıdan beri, inkar edilemez delil ve burhanlarla isbat edildiği üzere, kendi heva ve hevesleriyle, gönüllerinin keyfince uydurulmuş hurafeler, din adına ortaya konulmuş bozmalardır. Bunlar hakka değil, keyiflerine tabidirler; milletleri, peygamberlere indirilen kitaplardan ve hak yol olan tevhidden, İslâm ve ihsan esaslarından çıkmış, bambaşka bir şey olmuştur. Cenab-ı Allah, bütün bu eski dinlerin temel ilkelerini Kur'ân'da açıklamış, bunları tasdik ve teyid edip yeniden onaylamış ve o ilkelerden ayrılanların, gerçek dine değil, kendi hevalarına uyduklarını göstermiştir. Bunların din dedikleri şeylerin aslında hevadan ibaret bulunduğunu hatırlatarak peygamberini bunlara uymaktan şiddetle sakındırmıştır. Bir âyet öncesinde son derece okşayıcı ve güven verici bir ifade kullandığı peygamberine, onun arkasından bu sert uyarıyı irâd buyurması ne kadar mânâlıdır. Bu ihtarın peygamberden ziyade ümmetine yapılmış olduğuna şüphe yoktur.
121-O heva ve heves sahipleri, o tahrif ve bid'at ehli, artık gerçek mânâsıyle Kitap ehli değiller. Çünkü Bizim kendilerine kitap verdiğimiz ehliyetli kimseler o verdiğimiz kitabı tilavet ederler, yani dikkatle ve tane tane okurlar, dillerine vird ederler, ders yaparak okurlar, üstelik hakkıyle tilavet ederek okurlar, tilavetinin hakkını vererek okurlar. Tahriften, karıştırmaktan koruyarak, heva ve heveslerinden uzak kalarak, kelimelerinin telaffuzunu, mânâsını ve hükümlerini cidden gözeterek, dikkatlice, saygılı ve devamlı bir şekilde, bilmediklerini, anlamadıklarını ehlinden sora sora, iyi niyetle, temiz kalble ve temiz ağızla okurlar. Gelişi güzel, baştan kara, bir eğlence gibi okumazlar. Şarkı, gazel, türkü, mânî, roman, hikaye yerine koymazlar. Kemal-i hürmet ve ta'zîmle, edeble okurlar. İşte böyle okuyanlar, o kitaba iman ederler ve gerçekten Kitap sahibidirler. Ve fakat her kim o kitaba inanmaz, onu inkar ile ona nankörlük ederse, onu hakkiyle okumayıp, kendi hevasına göre bozar ve tağyir ederse işte onlar hüsrana uğramış kimselerdir. O büyük saadetten mahrumdurlar. Bu âyet, ashabın âlimlerinden Abdullah b. Selam ve benzeri kimseler gibi Kitap ehlinin müminleri hakkında nazil olmuştur ki, bunlar Tevrat ve İncil'i hakkıyle tilavet edegelen gerçek iman sahibi kimseler oldukları için Kur'ân'a ve son peygamber olan Peygamber Efendimiz'e iman etmişler ve Resulullah'ın gelişinden memnun ve razı olmuşlardır. "Ashab-ı Sefîne" (Gemi Ashabı) denilen zevat dahi bu cümledendir: Bunlar Cafer b. Ebi Talip ile beraber bir gemide gelmiş olan otuz ikisi Habeşistanlı, sekizi de Şam râhiplerinden olmak üzere kırk kişi idiler.
Burada İsrailoğulları'nın da, sayıları az da olsa, bir kısmının müminler arasına girmiş ve ilâhî öğmeye nâil olmuş bulunduklarını görüyoruz. Bu mazhariyetin ve bu yeni özelliğin getirdiği şevk ve heyecan ile şimdi İsrailoğulları'na, bir taraftan yukarıdan beri sürüp gelen hitapları tamamlamak, diğer taraftan daha sonra gelecek olan İbrahim kıssasına geçişe hazırlık mahiyetinde bir hüsn-i tehallus olmak üzere, şimdi görüleceği gibi, yeni bir hitap daha yöneltip, arkasından imamet, millet, ümmet meseleleri izah buyurulacaktır:
Meâl-i Şerifi
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
122- Ey İsrailoğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve sizi vaktiyle âlemdeki ümmetlere üstün tuttuğumu hatırlayın!
123- Ve öyle bir günden sakının ki, o gün kimse, kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez ve ona şefaat de fayda vermez, hiçbir taraftan yardım da görmezler.
124- Şunu da unutmayın ki, bir zamanlar İbrahim'i Rabbi, birtakım kelimeler ile imtihan etti, o, onları sona erdirince, Rabbi ona, "Ben seni bütün insanlara imam yapacağım." buyurdu. İbrahim, "Zürriyetimden de yap!" dedi. Rabbi ona "zâlimler benim ahdime nail olamaz!" buyurdu.
125- Biz ta o zaman bu Beyt'i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kıldık. Siz de Makam-ı İbrahim'den kendinize bir namazgah edinin. Ayrıca İbrahim ile İsmail'e şöyle ahid verdik: "Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem de rükû ve secde edenler için tertemiz tutun!"
126- Ve o vakit İbrahim "Ey Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl, halkından Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri çeşitli meyvalarla rızıklandır" diye yalvardı. Allah buyurdu ki: "küfredeni dahi rızıklandırır da hayattan biraz nasip aldırırım, sonra da onu ateş azabına uğratırım ki, orası ne yaman bir duraktır!"
127- Ve ne vakit ki İbrahim, Beyt'in temellerini yükseltmeye başladı, İsmail ile birlikte şöyle dua ettiler: Ey Rabbimiz, bizden kabul buyur, hiç şüphesiz işiten sensin, bilen sensin.
128- Ey bizim Rabbimiz, hem bizim ikimizi yalnız senin için boyun eğen müslümanlar kıl, hem de soyumuzdan yalnız senin için boyun eğen müslüman bir ümmet meydana getir ve bize ibadetimizin yollarını göster, tevbemize rahmetle bakıver. Hiç şüphesiz Tevvâb sensin, Rahîm sensin.
129- Ey bizim Rabbimiz, bir de onlara içlerinden öyle bir peygamber gönder ki, onlara senin âyetlerini tilavet eylesin, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretsin, içlerini ve dışlarını tertemiz yapıp onları pâk eylesin. Hiç şüphesiz Azîz sensin, hikmet sahibi Sensin.
130- İbrahim'in milletinden, kendine kıyan beyinsizden başka kim yüz çevirir? Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık, hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir.
131- Rabbi ona, "İslâm ol!" emrini verince, o "Ben âlemlerin Rabbine teslim oldum." dedi.
132- Bu dini İbrahim, kendi oğullarına vasiyyet etti, Yakub da öyle yaptı: "Ey oğullarım! Muhakkak ki, bu dini size Allah seçti, başka dinlerden uzak durun, yalnızca müslüman olarak can verin!" dedi.
133- Yoksa siz de olaya şahit mi oldunuz; Yakub'a ölüm hali gelip çattığı zaman, oğullarına; "Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?" dediği zaman, oğulları; "Senin Allah'ına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın Allah'ına, tek olan o Allah'a ibadet edeceğiz. Biz ancak O'na boyun eğen müslümanlarız." dediler.
122- Ey İsrailoğulları! Size, her şeyden önce Âdem soyu içinde kitap ve nübüvvete aşina olmanız, ilâhî ahdin sorumluluğunu yüklenmiş büyük bir ümmet olmanız ve bir de Musa kavminden bulunmanız dolayısıyla hitap edildi, lakin dinleyenleriniz çok az oldu. Şimdi onları destekler mahiyette bir de İbrahim soyundan gelmeniz dolayısıyla bazı ihtar ve uyarılara muhatap tutulacaksınız. Kitap ehli ne demekmiş, nasıl olurmuş, gördünüz ya! Artık insafa gelerek aklınızı başınıza alarak vaktiyle size ihsan ettiğim nimetlerimi, nübüvvet nimetimi ve bilhassa ahir zaman nebisinin gönderileceğini bildiren va'dimi ve onun bir mukaddimesini teşkil eden geçmişteki devleti ve o zaman sizi bütün akıl sahiplerine üstün tuttuğumu hatırlayınız,
123- Hatırlayınız da hiç kimsenin, bir başkası yerine hiçbir şey yapamayacağı, kimseden fidye kabul edilmiyeceği, şefaatin de bir fayda sağlamayacağı ve bunlara hiçbir taraftan yardım edilmeyeceği günden, o korkunç günün azabından korununuz! Bunlar size üçüncü defa olarak hatırlatılıyor. Geçmişteki o nimetlerin asıl sebebi neydi biliyor musunuz?
124-125-Bunu bilmek için o nimeti içinizi çekerek düşünün ve çektiğiniz, çekeceğiniz belaları hesaba katarak takvaya sarılın, ve o vakti iyice hatırda tutun ki, İbrahim'i Rabbi birtakım kelimeler ile müptela kılmış, yani mükellef tutmuş, imtihana çekmiş, neticede İbrahim o kelimeleri tamamlayıp, ikmal etmiş idi. Yani Rabbi onu imtihan etmiş, o da imtihanı baştan sona başarıyla vermişti.
İptilâ ve Belâ: Tecrübe ve imtihan mânâsınadır ki, esasen iki farklı anlamı içine alır: Birisi bir şeyin gizli olan özelliğini, içyüzünü tanımayı istemek, diğeri de o şeyin iyi ve kötü yanlarını, eksik veya üstün taraflarını ortaya çıkarmaktır. Birinci mânâ, gizliyi ve açığı bilen Cenab-ı Allah hakkında zaten tasavvuru bile mümkün olmayan bir mesele olduğundan, Allah'ın İbrahim'i imtihana çekmesi, ancak ikinci anlamıyla ele alınabilir. Bir de imtihan, imtihan olunan hakkında hayır veya şer bir mihneti, bir zahmeti gerektirir ki, bu bakımdan imtihan kelimesi genellikle zahmetli ve meşakkatli şeyler hakkında kullanılır. Cenab-ı Hak-k'ın, kullarına ait sorumluluk emirleri de kulun nefsanî temayülleri ile Allah'ın rızası arasında dönüp dolaştığından bir taraftan bir külfet ve zahmeti, öbür taraftan kulda, sevap ve azaba sebebiyet verecek hal ve davranışların ortaya çıkmasını gerektiren ve bu bakımdan kulun iyi yönde gelişmesini sağlayan terbiyeye ait özellikler taşıdığından onlar da tecrübe ve imtihana benzer şeylerdir. Kulların kendi işlerinde tecrübe ve imtihana dayanan gerçekler üzere amel etmelerini, mücerret nazariyelerle, soyut düşüncelerle yetinmemelerini öğretmek için bunları emretmiş olabilir. Cenab-ı Allah, İbrahim'e kendi fiilini tecrübe ve imtihan suretinde anlatmak istemiş olabilir.
"İbrahim" isminin esasen Süryanî dilinden geldiği ve Arapça mânâsı ile "merhametli baba" demek olduğu ve bu şekilde Arapça ile Süryanîce arasında lafız ve mânâ yönünden bir benzerlik bulunduğu söylenegelmiştir. Rabbi, İbrahim'i böyle imtihan etti de ne yaptı? Ne dedi bilir misiniz?
Rabbi, ona dedi ki; Muhakkak ki, ben seni insanlara imam yapacağım, yani imamet-i kübra ile seni öne geçirip, herkesi sana tabi kılacağım, seni muktedâbih (kendisine uyulan önder) yapacağım.
İmam: Öne geçmek, maksud (kastedilen) ve metbû (tabi olunan) olmak mânâsına gelen masdardan alınmış ve me'mûm (uyulan) mânâsına isim olmuştur ki, muktedabih, ön, öncül demektir. Şu halde imamet-i kübra, din ve dünya işlerinde insanlara öncülük ve riyaset etmektir. Bunun en son ve en yüce mertebesi de risalettir. Bu imamet ise amelde düstur olacak birtakım dinî hükümlere, millet ve şeriate sahip kılmak ve bununla insanların önüne geçirmek demek olur.
İbrahim cevaben zürriyetimden de dedi. Ey Rabbbim, beni imam yap, fakat bu ihsanın sadece bana mahsus kalmasın, zürriyetimden de bir kısım insanları zamanı gelince imam yap, bana vereceğin nimeti, imamet ve risaleti onlara da ver, diye kelimenin tamamlanmasını diledi. Anlaşılıyor ki, hepsine demedi, içlerinden bazılarına, dedi. Zira biliyordu ki, hepsine peygamberlik istemek, ilâhî hikmete aykırı olurdu. Önce zürriyetinin az olmasını; ikincisi, zürriyetinin fitne ve ihtilafa düşmesini istemiş olurdu. Üçüncüsü birçok yardımcı ve destekçiye ihtiyaç gösteren imamet konusunda zürriyetinin başkalarına muhtaç olmasını temenni etmiş olurdu ki, bunları istemek zürriyeti hakkında hayır dua olmazdı. Herhalde zürriyeti içinde imam bulunurken, ümmet de bulunmalı idi. Bunun için demeyip, dedi. Rabbi, bunu tamamına erdirmek için zalimler benim ahdime nail olamazlar, buyurdu. İbrahim zürriyetinden imam olabilecek kısmın herhalde zalimler güruhu olmadığını ve zalimlerin bu büyük devletten kesinlikle mahrum olacaklarını ve imametin, hak ve layıkının, adaletlilere verilmek bulunduğunu anlatmış oldu. Bu âyet, zalimin imamete ehil ve layık olmadığına ve başlangıçta adil olup, sonradan zulüm yaparsa, hal'inin (makamından alınmasının) vacip olduğuna delildir. Lam-ı tarif ile marife (belirli) olan isimler genellik ifade ettiklerinden "ez-zalimîn" tabiri, kıyamete kadar gelecek bütün zalimlerin hepsine şamildir. Fakat bunun bilhassa Kur'ân'ın nüzulü sırasında tamamen bilinen muhatapları vardı ki, o da İsrailoğulları'dır ve bu nassın siyakına hedef olanlar onlardır. Bundan dolayıdır ki, yukarıdaki âyetlerde çok sayıda "Siz zalimlersiniz!" şeklinde azarlanmış ve ayıplanmışlardı. Sûrenin başından beri İsrailoğulları'nın tarih boyunca işlemiş oldukları suçların sayılıp dökülmesindeki esas maksat ve hikmet, onlara bu zulümlerini isbat idi ki, hasılı "İsrailoğulları sonradan zalim oldular, zalimlerden ise imam ve Resul (Peygamber) olmaz, onlardan imamet kesilmiş olacaktır." demektir. İşte Ey İsrailoğulları, sizin vaktiyle o nimete, o üstünlüğe nail olmanızın sebebi ta Hz. İbrahim devrinden, onun Rabbine verdiği imtihandan ve bu kelimelerden ve Rabbinin ona olan ahd ve va'dinden ileri geliyordu. Siz Hz. Musa devrinde zalim değil, bilakis İbrahim soyundan gelenler içinde belki en mazlumları idiniz. İşte bundan dolayı o nimete nail oldunuz. Uzun süre nübüvvet ve imamete nail olmuş bir ümmet olarak, âlemlere üstün tutuldunuz. Fakat o altın buzağıya tapma hadisesinden itibaren zulme başladınız, git gide bütün harekatınızda bu zulüm nihayet kavminizin genel karakteri haline geldi, artık bundan sonra imamet İsrailoğulları'ndan çıktı ve İbrahim zürriyetinin öbür koluna geçti. İbrahim'in bu imtihanını ve bu kelimatını iyi hatırlar ve üzerinde iyi düşünürseniz, açık seçik anlarsınız ki, Tevrat'ta geleceği vaad edilen ahir zaman peygamberi İsrailoğulları'ndan değil, İsrail'in amcası olan Hz. İsmail evladından gelecektir. Siz, Tevrat'ın verdiği haber gereğince bir son peygamberin geleceğinden şüphe etmez ve onunla büyük fetihler yapacağınıza inanırken, bugün gönderilmiş bulunan son peygamberi, Hz. Muhammed Mustafa'yı, "bu bizden değil, İsrailoğulları'ndan değil" diyerek, kıskançlık yüzünden inkara kalkışıyorsunuz. Halbuki o, bir bakıma sizden değil ise de, diğer bakımdan sizden sayılır, sizin gibi zulüm damgası yemiş olmaktan uzak bir koldandır, İbrahim zürriyetindendir. Bununla beraber siz bu yolla gelen bir imamet şerefinden de pay almak istemezseniz zulmünüz ve haksızlığınız kat kat artacaktır, ebediyyen nimet yüzü görmiyeceksiniz. Bu kelimeleri iyi belleyiniz ve çok iyi düşününüz..
126-Şunu da hatırlayınız ki, Hani biz "el-beyt, eski ev, beytullah" namiyle bilinen Kâ'be'yi vaktiyle insanlara sevap mahalli ve güvenlik yurdu yapmıştık. İnsanlar onu hac ve ziyaret etsinler, sevap kazansınlar, ona sığınanlar saldırılardan emin olsunlar diye... Şimdi siz bunu hatırlayınız, ve İbrahim'in makamından bir namazgah edininiz, orada namaz kılınız, yahut orada dua ediniz!
Makam-ı İbrahim: İbrahim (a.s.)'ın beyti (Kâbe'yi) bina ederken veyahut insanları hacca davet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir ki, bugün dahi "makam-ı İbrahim" adıyla bilinmektedir. Tavaf namazı, burada kılınır. Nâfî ve İbnü Âmir kırâetlerinde mâzî siğasiyle diye okunur: Yani, Biz Kâ'be'yi insanlara bir merci ve güvenlik yeri yapmıştık, insanlar da onu kıble edinmişlerdi. Beytü'l-Makdis'den daha önce orası kıble idi. Şu halde burada da kıblenin değiştirilmesine teşvik ve işaret vardır.
O zaman Beyt'i böyle yaptık İbrahim ile İsmail'e de şöyle ahd, yani kesin olarak emrettik idi: ki evimi tavaf edenler, mücaveret eyleyenler veya orada ibadet için kapanıp îtikâfa girenler, rükû ve secde edenler, namaz kılanlar için temiz tutunuz, daima tertemiz ve pâk olarak bulundurunuz, dedik. Bu ibadetlerin temizlik ile icra edilmesini ve bu beytin temizliğine itina edilmesinin bir ilâhî ahit olarak bilinmesini emreyledik. Rükû ile kılınan namazın yalnızca Muhammed ümmetine mahsus olduğuna bakılırsa, Cenab-ı Allah, söz konusu ahitte Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'e böyle bir ümmetin de geleceğini bildirmiştir.
Şunu da hatırlayın bir vakit, yani Hacer ile İsmail'i en başta Mekke'nin yerine bıraktığı zaman, İbrahim dua edip şöyle demişti: Ey Rabbim, burayı, bu ekin ekmeye elverişsiz vadiyi güvenli bir belde yap, ahalisine meyve, tahıl, her türlü yiyeceklerden rızık ver, fakat hepsine değil, içlerinden Allah'a ve ahiret gününe inananlara Ey Rabbim!..
Rivayet olunuyor ki; İbrahim (a.s.)'ın İsmail ile Hacer'i buraya bırakıp Şam'a döndüğü zaman, Hacer arkasına düşmüş "Bu kupkuru vadinin içinde bizi kime bırakıp gidiyorsun?" diye söylenir durur, İbrahim de ona cevap vermezmiş. Nihayet Hacer: "Bunu yoksa Allah mı sana emretti?" diye sormuş, bunun üzerine İbrahim: "Evet" cevabını vermiş. Bu sefer Hacer: "Öyleyse Allah bizi korur, sen git bizi düşünme!" demiş. Nihayet Hz. İbrahim yola koyulmuş, Kedâ tepesine çıkınca vadiye doğru bakıp "Ey Rabbim, ben zürriyetimden bir kısmını bu ekin ekmeye elverişsiz vadiye iskan ettim..." (İbrahim, 14/37) diye dua etmiş idi ki, bu konu İbrahim sûresinde yine gelecektir.
Bunu tamamlamak üzere Rabbi ona dedi ki, sadece iman edenlere değil, hem onlara, hem de kâfir olana rızık veririm onu az bir süre faydalandırırım, ancak onun faydalanması bu dünya hayatına mahsus kalır, sonra o kâfiri ateş azabına uğratırım, o, ahiret azabından kurtulmaya imkan bulamaz. Aslında Hz. İbrahim, Allah'ın "Zâlimler Benim ahdime nail olamazlar." ilâhî ifadesine dayanarak rızık meselesini de imamet gibi bir nimet sayarak, onu yalnızca inananlara mahsus kılarak dua etmişti. Cenab-ı Allah, bu düşüncenin doğru olmadığını, rızkın hem mümine, hem de kâfire ait genel bir dünya nimeti olduğunu, bunun hem din, hem dünyada üstünlük demek olan imamete benzemediğini, onun buna kıyas edilmesinin yanlış olduğunu ihtar buyurarak duayı tamamlamış oldu. Demek ki, peygamberlerin bile kıyas ve ictihatlarında hata yapabildikleri oluyor, fakat Allah, onların hatalarını derhal düzeltiyor ve tashih buyuruyor. Bundan dolayı ilâhî işlerde kıyas sağlam bir delil değildir. Cenab-ı Allah gösteriyor ki, kâfir de dünyada rızık sahibi olabilir. Fakat bu dünyada sağlanan fayda sınırlı, geçici ve az bir faydadır. Ahirette ebediyyen ateş azabına atılır ve belasını bulur. o azap ne fena bir son ve ona gidiş ne fena bir gidiştir. Orası ne fena varılacak bir yer, bir duraktır.
127-Nihayet şu kelimeleri de hatırlayın: Hani bir zaman İbrahim, İsmail ile beraber Beyt'in kaidelerini, temellerini yükseltiyordu ve işte o sırada ikisi birden şöyle dua ediyorlardı: Ey Rabbimiz, temellerini yükselttiğimiz bu binayı, bu uğurda verdiğimiz emek ve hizmeti bizden kabul et! Şüphesiz ki, sen Semî (işiten) ve Âlîm'sin (bilensin), duamızı işitir, niyetlerimizi bilirsin,
128- Ey Rabbimiz bir de bizi sana kendimizi teslim etmiş, yüzü ve özü ile sırf Sana yönelmiş iki kâmil (olgun) müslüman kıl!
"İslâm" fî'li, böyle gibi "lâm" ile sılalandığı zaman istislâm, yani teslimiyet ve nefsi teslim etmek, itaat ve tam uymak mânâsına gelir veya o mânâyı da içine alır. Bizim zürriyetimizden de sana teslimiyetini sunmuş, sana itaatkâr müslüman bir ümmet yarat, ve bize, menâ-sikimizi, yani sana ibadet edeceğimiz, kurban keseceğimiz yerleri göster.
Menâsik, "menseke"nin çoğuludur ki "nüsük" veya "nüsük yerleri" demektir. "Nüsük" aslında son derece tapınmaktır. Fakat hac ve kurban hakkında kullanılır.
Ve bizim hepimize tevbeler nasip et, tevbelerimizi kabul eyle, bize bir kerre değil, daima merhametle bak, şüphesiz ki, Tevvab (tevbeleri kabul eden) ve Rahîm ancak sensin.
129- Ey Rabbimiz, zürriyetimiz içinden öyle bir peygamber gönder ki, o peygamber, onlara senin âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti tâlim edip öğretsin, onları pisliklerden arındırıp tertemiz yapsın. Çünkü hiç şüphesiz, iradesi geçerli, güç ve kuvvet, şan ve şeref sahibi, verdiği hüküm ayniyle hikmet, değişmez ve muhkem olan ancak Sensin.
Hikmet: Aslında ilim ve amelde sağlamlık, diğer bir deyişle sözde ve işte isabet demektir ki, bunun daha geniş olarak açıklaması "Allah, hikmeti dilediğine verir." (Bakara, 2/269) âyetinin tefsirinde gelecektir. Burada Allah'dan istenen peygamberin, son peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz olduğu apaçık bellidir. Çünkü İsmail zürriyeti içinde başka bir peygamber gelmiş değildir. Nitekim Resulullah Efendimiz bir hadis-i şerifinde; "Ben, babam İbrahim'in duası, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım." buyurmuştur. Hz. İbrahim'in bu duasına bir şükran olmak üzeredir ki, Muhammed ümmetine de namazlarda "Allahümme salli" ve "Allahümme bârik" dualarını okumak ta'lim buyurulmuştur. Bu âyetler düşünüldüğü zaman, bu salavât-ı şerifenin mânâsı ve salavat içindeki benzetmenin sebebi iyice anlaşılır. İşte İbrahim (a.s.), memur olduğu kelimeleri eda edip namzed (aday) bulunduğu makama yükselmek için Kâbe'nin temellerini atarken, oğlu İsmail (a.s.) ile beraber yaptıkları duada, o kelimelerin böylece tamama erdirilmesini dua etmiş ve kendine vaad olunan imametin zürriyetinden bir müslim ümmete de ihsan edilmesini, kendi içlerinden görevlendirilecek bir peygamberle onlara da verilmesini istemişler ve dualarının, ahir zaman nebisi için de geçerli olmasını dilemişlerdir. Onların duaları Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesiyle tamam olmuştur. İmametten zâlimlerin mahrum oluşu, Kâbe ve Kâbe'yle ilgili haller, Mekke, İbrahim ve İsmail zürriyeti bu zürriyetten meydana gelecek müslüman ümmet ve içlerinden çıkacak şanlı peygamber, âyetlerin tilaveti, kitap ve hikmetin öğretilmesi, tezkiye ve taharet ile İslâm kelimesinin çeşitli mânâları iyice hatırlanır ve üzerinde derin derin düşünülürse, Hz. Muhammed'in peygamberliği ile İbrahim milleti demek olan İslâm dini hakkında Kitap ehlinin hiçbir şüphesi kalmaz.
130-Artık Cenab-ı Allah'ın insanlara böyle bir imam ve böyle bir önder yaptığı İbrahim'in milletinden, onun camiasından ve onun dininin özü olan İslâm'dan kim yüz çevirir, kim kaçar? Hangi akıl sahibi buna karşı çekimser durur da, onun zürriyetine vaad edilen bu saadetten mahrum kalmak ister? Olsa olsa kendini zillete atmak, hor ve hakirliğe terk etmek, aşağılanmayı ve esareti gönüllü olarak kabul etmek isteyen biri böyle yapar. Bu gibi beyinsizlerden başkası o büyük milletten vazgeçemez.
Rivayet olunuyor ki, Abdullah İbni Selâm, kendi yeğenlerinden Seleme ile Muhacir'i, İslâm'a davet etmiş; "Şunu çok iyi biliyorsunuz ki, Allah Teâlâ, Tevrat'ta, Ben, İsmail evladından Ahmed adında bir peygamber göndereceğim, ona iman edenler hidayete ve rüşde erecekler, iman etmeyen de mel'undur, buyurdu." demiş. Bunun üzerine iki yeğenden biri olan Seleme iman etmiş,, lakin Muhacir iman etmemiş, İslâm'a girmekten çekinmiş. İşte o zaman bu âyet nazil olmuştur. Peygamberlerin atası olan İbrahim bakınız ne büyük bir zattır: Ulûhiyetim ve şanım hakkı için, Biz, elbette İbrahim'i, dünyada ıstıfa ettik, yani halk arasında temizlik ve sâfiyet özü olarak seçtik, eğitip güzel huylarla donattık ve onu dost (halîl) edindik, imamet-i kübraya, peygamberlik ve hikmete nail eyleyip, yüce derecelere getirdik ve seçkin kıldık. Şüphe yok ki o, ahirette de, elbette iyiler zümresindendir. Doğruluğuyla, dürüstlüğüyle, hayır ve iyilikseverliğiyle ün yapmış olan, Allah'ın makbul kulları arasındadır. Dünya ve ahirette bu kadar nimete nail olmuş böyle bir zatın milletinden, hiç aklı başında olan bir kimse yüz çevirir mi?
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
131-O ıstıfa, o seçim ne zaman oldu bilir misin? Rabbi ona, Bana teslimiyetini, İslâm'ını arzet, ihlas ve iman ile Bana teslim ol, dediği ilk teklif anında. O, âlemlerin Rabbine nefsimi teslim ettim, özümü şirkten sakınıp, yüzümü ancak O'na döndüm." demiş ve Allah'ın birliğine iman etmişti. emri, ilk iman teklifi karşısında onun yönelişinden de kinayedir ki, En'âm Sûresi'nde (En'âm, 6/75) âyetiyle başlayan ve daha sonraki âyetlerde de süren, Allah'ın birliğini isbat uğrunda getirdiği delillere bir işarettir ki Allah Teâlâ, onun kalbine İslam bilgisine götüren tevhid esaslarıyla ilgili delilleri göstermiş; yıldızların, ayın ve güneşin batmasından, gerçek yaratıcının yüceliğine deliller getirmeyi ilham ve ihsan etmiştir. O da henüz, büluğ çağından önce ve peygamberlik mertebesine ermeden nazarî ve aklî istidlâl yollarıyla âlemin hâdis (sonradan) olduğunu anlamış ve "hudûs-i âlem" (âlemin sonradan olması) delilinin özünü kavramış, "Ben bir hanif olarak yüzümü öyle bir yaratıcıya çevirdim ki O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. Ve ben asla O'na şirk (ortak) koşanlardan değilim." (En'âm, 6/79) diyerek âlemlerin Rabbine iman ve İslâm'ını sunmuş idi. Şu halde onun kalbi hiçbir zaman şirk (Allah'a ortak koşmak) ile dolu olmadı. Bütün hayatı boyunca hep muvahhid (Allah'ı birleyici) ve müslim idi. Rabbi onu, aklı ermeye başladığı andan itibaren ıstıfa etti, kalbini ve aklını yanlış duygu ve düşüncelerden ayıklayarak terbiye etti.
132-Onun ibtilâ (imtihan) ve ıstıfası da o zaman başladı. "İslâm" kelimesi o zamandan, yani İbrahim'in teslimiyeti zamanından itibaren "İbrahim milleti" demek oldu. Bu kadarla da kalmadı, Ayrıca hem İbrahim'in kendisi, hem de torunu Yakup, her ikisi de kendi oğullarına bu kelimeyi veya bu milleti tavsiye ettiler. Nafi, İbnü Âmir ve Ebu Cafer kırâetlerinde diye okunur ki, onu vasiyyet ettiler demektir. İbrahim'in İsmail ve İshak'dan sonra Medyen ve Medan adında iki oğlu daha olduğu rivayet edilir. Onun sekiz veya yirmidört oğlu olduğu yolunda rivayetler de vardır. Yakup'un oğulları ise oniki tane idi: Rubin, Şem'un, Lavi, Yehuza, Yeşsuhuz, Zebulun, Zevana, Teftuna, Kevza, Uşir, Bünyamin ve Yusuf Aleyhisselâmdır. Yakub'un bir adı da İsrail olduğu için, Benî İsrail (İsrailoğulları) demek Yakub'un oğulları, yani Yusuf ve kardeşleri demektir. İsrailoğulları işte bu oniki kardeşin çocukları ve torunları ve onların soyundan gelen nesillerdir. İbrahim de Yakup da oğullarına bu milleti şöylece vasiyyet ve tavsiye ettiler: Ey oğullarım! Hiç şüphesiz, Allah, sizin için uyacağınız dini bizzat seçip ıstıfa etmiştir. Size dinlerin en safını, en arınmışını ve seçkinini ihsan eylemiştir. Şu halde, tam ve kâmil bir müslüman olarak ölmekten başka türlü ölmeyiniz.
133-Ey İbrahim milletine önem vermeyen, ona rağbet etmeyen İsrailoğulları ve benzerleri! Ölüm, Yakup'un huzuruna geldiği, yani Yakup ölmek üzere olduğu vakit, ölüme hazırlanmaya çalıştığı vakit, oğullarına, "Benden sonra neye ibadet ve kulluk edeceksiniz?" dediği vakit, yoksa siz orada hazır mıydınız? Şüphesiz değildiniz. Halbuki gerçek İsrailoğulları olan Yakub'un öz oğulları orada hazır idiler. Yani soyundan geldiğiniz atalarınız orada hazır idiler ve onlar babalarına cevap verdiler, ona ne dediler bilir misiniz? İşte onların ne dediklerini ilâhî vahiyden şimdi öğreniniz: "Biz, senin ilâhına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhına, bir olan o ilâha ibadet edecek ve ancak O'na tapacağız, O'na bağlanacağız, O'ndan başkasını tanımayacak ve yalnızca O'na boyun eğeceğiz." dediler. Mısırlılar'ın türlü türlü putlara taptıklarını gören Hz. Yakup, onların içinde yaşayacak olan oğullarına, daha önce yaptığı çeşitli tavsiye ve uyarılara titizlikle uyulmasını ve kendisinden sonra da dinin elden bırakılmamasını hatırlatmak için, aynı vasiyyeti son nefesinde bile oğullarına bir kerre daha hatırlatmak gereğini duymuştu. O, gerçekten Allah'a bağlı bir kul olduğunu ve İslâm üzere ölmenin önemini kendi şahsında örnek olarak göstermişti. Oğulları da böyle cevap vererek bu uğurda kararlı ve azimli olduklarını ortaya koymuşlardı. Dikkat ediniz ki, onlar Yakup'un dedesi İbrahim'den ve amcası İsmail'den söze başladılar, bunları da adı altında ifadelerine dahil edip, kendi babalarından saydılar. Kendilerinin sadece İsrailoğulları değil, aynı zamanda İbrahimoğulları olduklarını ve onun soyundan geldiklerini ifade ettiler. Çünkü İbrahim kıssasını biliyorlardı, nimetin sırrını anlıyorlardı. Burada Tevrat'ın son peygamberi müjdeleyen ve tarif eden âyetlerinden bazılarındaki "ihvanınızdan, yani kardeşlerinizden" kelimesinin mânâsını açıklayan bir cümle vardır. Eldeki Tevrat'ın beşinci sifrinin onbirinci faslında Hz. Musa'nın dilinden, "İlâhınız Rab Teâlâ, size aranızdan ve ihvanınızdan bana benzer bir nebi ikame edecektir." şeklinde haber verilmektedir.
Burada Hz. Musa'nın ifadesi "nebiyyen mislî" şeklindedir ki, "benim gibi bir peygamber", "benim özelliklerime benzer özellikte bir peygamber" demektir. Yine aynı fasılda "Rabbi Teâlâ, Musa'ya dedi ki, Ben onlara ihvanınız (kardeşleriniz) arasından sana benzer, seni andıran -nebiyyen misleke- bir peygamber tayin edip görevlendireceğim. O peygamberin, Benim ismimle tebliğ edeceği kelamları, her kim dinlemezse, Ben ondan intikam alırım." şeklinde yer almış bulunmaktadır. Bundan dolayıdır ki, İsrailoğulları hala onun yolunu gözleyip dururlar. Ey İsrailoğulları! Demek ki, peygamberlerin sonuncusu ve tıpkı Hz. Musa'ya benzeyen, şeriat ve furkan sahibi biri, kardeşleriniz arasından peygamber olarak gönderilecektir. İsrailoğulları'ndan böyle bir peygamber gelmemiştir. Bu peygamber sizden değil, ihvanınızdan gelecektir. Acaba İsrailoğulları'nın ihvanı kimlerdir? Yine İsrailoğulları'nın kendileri midir? Halbuki İsrailoğulları bir bütün olarak ele alındığı zaman onların kardeşlerinin kendileri olmaması gerekir, Yakub'un oğulları, babalarına cevap verirken, "babaların İbrahim ve İsmail ve İshak" demekle bu kardeşlik ilişkisini göstermişlerdir. Yakub'un öbür kardeşi İs soyundan Eyyûp (a.s.)'dan başka peygamber gelmemiştir, o da Hz. Musa'dan önce idi. Bu ihvan olsa olsa İsmail zürriyetinden olanlar idi. Çünkü İsmail, İshak'ın büyük kardeşi, Yakub'un da amcası idi. Gerçek mânâsıyle İsrailoğulları olan Yakub'un evlatları, İsmail'e dahi "baba" demekle İsmail evlatlarının kendi kardeşleri olduklarını ifade etmişlerdi.
İslâm âlimleri ve kıymetli tefsirciler, bugün elde bulunan Tevrat ve İncillerde, son peygamber Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'in peygamberliğini açıkça veya dolaylı olarak müjdeleyen, onun bazı özelliklerini bildiren âyetlerin bir kısmını, aşağıda yer aldığı şekilde, açıklamışlardır:
Birincisi: Tevrat'ın biraz yukarıda naklettiğimiz iki âyetinin Arapça'ları şöyledir: "Muhakkak Rabb, sizin ilâhınızdır. Sizin için aranızdan ve kardeşlerinizden, benim gibi, bir peygamber koyacaktır." "Muhakkak Rabb Teâlâ Musa'ya şöyle dedi: "Şüphesiz ben, kardeşleri arasından onlar için senin gibi bir peygamber koyacağım. Her kim benim ismimle bu adamdan ulaştırdığı kelimelerimi dinlemezse muhakkak ondan intikam alacağım."
Bunun Yunanca'sı da acizane gördüğüm kadarıyla şu şekildedir:
İkincisi: Tevrat'ın birinci bölümünün dokuzuncu babında: "Sâre, Hacer'e öfkelenip gazap ettiği vakit, Allah'ın meleği göründü ve ey Sâre'nin cariyesi Hacer, nereden geldin ve nereye gidiyorsun dedi. Hacer, ben hanımım Sâre'den kaçıyorum, dedi. Bunun üzerine melek ona: Sen hanımına dön, onun emirlerine boyun eğ. Zira Rabbin senin zürriyetini çoğalttıkça çoğaltacak. Zira sen gebe olacak ve bir oğul doğuracaksın. Allah Teâlâ senin yalvarmalarını ve boyun eğişini duyduğundan dolayı onun adını İsmail koyacaksın. O insanların gözbebeği olacak ve onun eli herkese açık ve hepsinin üstünde olacak ve herkesin eli ona hürmetle uzanacak ve o bütün kardeşlerine rağmen şükredecek." dedi.
İsmail Aleyhisselâmın elinin, bütün insanların elinin üstünde olması bizzat değil, ancak evladından Muhammed (a.s.v.)'ın peygamberliğiyle olduğunda şüphe yoktur. Zira o zamana kadar İsmail ve evladı, çölde mahsur idiler. Hz. Muhammed'in peygamberliği üzerine İslâm dini ile doğuya ve batıya yayıldılar.
Üçüncüsü: Yine Tevrat'ın Tekvin bölümünün yirminci babında: "Rabbi Teâlâ Tûr-i Sîna'da geldi ve bize Saîr'den tulû etti (doğdu) ve Faran dağlarında zuhur eyledi ve sağından Kıddîslerin ünvanlarını saf yaptı da onlara izzet ihsan etti ve onları bütün kavimlere sevdirdi ve Kıddîslerin hepsine bereketle dua etti". Bilindiği gibi Faran veya Paran dağı Hicaz'dadır. Yine Tevrat'ta: "İsmail büyüdü ve okçu oldu." denilmektedir. İsmail'in Mekke'de sakin olduğu da bilinmektedir. Şu halde bu âyetin de Hicaz'da Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve Mekke'nin fethine işaret ettiğinde şüpheye düşmemek lazım gelir. Yahudiler bunu "Tûr-i Sina'dan ateş zuhur edip çevreye yayıldığı zaman Saîr'den ve Faran'dan dahi birer ateş zuhur edip çevreye yayıldı." şeklinde yorumluyorlar ve Musa'ya vahiy geldiği sıralarda olmuş bitmiş bir hadise gibi gösteriyorlar. Lakin Allah'ın bir yerde mücerret bir ateş yaratmasına, "Oradan Rab geldi, tulû etti, zuhur etti." denilmeyeceği aşikârdır. Böyle denilebilmesi için oralarda bu olayın arkasından bir vahiy veya bir harikanın meydana gelmesi gerekir. O tarihlerde ise Tûr-i Sina'dan başka bu gibi yerlerde böyle bir şey olmadığı herkesçe biliniyor. Her halde bu âyet, Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve onun saf saf olmuş ashabına özellikle Mekke'nin fethine ve fetih sırasında Ashab-ı kiramın saflarına işaret etmektedir. Nitekim Habkuk Kitabı'nda bu mânâ tamamen beyan olunmuştur, şöyle ki:
"Allah Tûr-i Sina'dan, Kudsî Faran Dağı'ndan geldi, Muhammed'in kıymetinden sema bir açılsa ve hamdinden yeryüzü bir dolsa, manzarasının şuaları nur gibi olurdu, ülkesini şanla muhafaza eder, ölümler önünden yürür. Yırtıcı kuşlar askerine arkadaş olur. Kalktı yeryüzünü kuşattı ve bütün ümmetleri gözetti ve onlardan bahseyledi. Eski dağlar eğildi, ebedî tepeler indi. Medyen ehlinin örtüleri sıyrıldı. Atlara bindik, yay ve boyun binitlerinin üstüne çıktık. Yakında yaylarını doldurup atacaksın. Ey Muhammed, oklar senin emrinle tam bir kanış kanacak, yeryüzü nehirlerle gürleyecek. Seni dağlar gördü titredi, sel yağmurları senden bir yana çekildi. Sahralar senin heybetinden ürktü, korkusundan ve perişanlığından ellerini kaldırdı. Güneş ve ay, yörüngelerinde durakladı. Askerler oklarının parıltısında ve beyanının parlaklığında yürüdü. Yeri öfkeyle çiğnersin, ümmetleri zecren döver, harman edersin. Çünkü sen ümmetinin kurtulması ve atalar toprağının kurtarılması için zuhur ettin!"
Hıristiyanlara ait nüshalarda son cümle "ümmetinin kurtuluşu ve Mesih'in kurtarılması için zuhur ettin." şeklinde olduğu da rivayet edilmektedir. Gerçekten de Muhammed (s.a.v), bütün yücelikleri aşmış ve Hz. İsa Mesîh (s.a.v.)'i de yahudilerle hıristiyanların yalan ve iftiralarından kurtarmıştır.
Dördüncüsü: Kitabı Mukaddes'in İşâya kitabında: "Kuvvet ver, çiçek aç, arkadaşın Mekke'ye niyet ediyor. Artık vaktin yaklaştı, Allah'ın kerameti üzerine doğacaktır. Arz karanlıklara bürünmüş, sis ümmetleri kaplamıştır. Rab, sana tam bir işrak aydınlıkla parlayacak Üzerine kerametini ızhar eyleyecek. Ümmetler senin nuruna, melikler senin parlak ziyana yürüyecek. Gözünü etrafındakilere kaldır ve düşün, zira onlar senin yanında toplanacak ve seni hac ve ziyaret eyleyecek ve sana evlatların uzak diyarlardan gelecekler. Çünkü sen şehirlerin anasısın. Şimdi diğer şehirlerin evladı, Mekke'nin evladı demektir. Koltuklar ve sedirler üzerinde elbiselerinle süslen. Bunu gördüğün zaman sevinç duyacaksın. Çünkü denizin zahireleri sana meyledecek, ümmetlerin askerleri sana hac eyleyecek. Medyen tokluları sana sevkolunacak. Seba ehli sana gelip, Allah'ın nimetlerini konuşacaklar ve O'nu büyükleyecekler. Farâ'nın koyunları sana gelecek ve benim mezbahıma beni razı edecek kurbanlar sunulacak ve o zaman Ben, şanlı beytim için bir hamd ihdas edeceğim".
Bu sayılan vasıfların hepsi, Mekke için, ancak fetihten sonra gerçekleşti. Milletlerin askerleri ona haccetti, denizlerin zahireleri oraya aktı. Orada ihdas olunan yeni hamd şekli de "Buyur Allah'ım! Emrine hazırım. Senin hiçbir ortağın yoktur. Emret Allah'ım! Şüphesiz ki hamd, nimet ve mülk senindir. Senin hiçbir ortağın yoktur." telbiyesidir. Araplar İslâm'dan önce de telbiye getirirlerdi, fakat " Buyur Allah'ım! Senin kendine ait olup sahip bulunduğun ve senin için olan ortaktan başka bir ortağın yoktur." derlerdi. İşâya kitabında Bâdiye hakkında birçok tavsifler vardır.
Beşincisi: Tevrat tefsircilerinden Seman, Tevrat'ın birinci sifri (Tekvîn)nin başlarında şunu rivayet etmiştir: "Allah Teâlâ, İbrahim aleyhisselâma vahyedip dedi ki; İsmail hakkındaki duanı kabul ettim ve onu mübarek kıldım, büyüttüm ve cidden muazzam yaptım, on iki büyük çocuk doğurtacak ve onu ben bir muhteşem ümmet için imam yapacağım."
İsmail evlatları içinde bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdan başka bir muhteşem ümmete imam olan kimse yoktur. Ve bu ümmetin, Muhammed ümmeti olduğu aşikardır.
Altıncısı: Tefsiri üzerinde durduğumuz bu âyetle ilgili olmak üzere Hz. Yakup'un evladına vasiyeti hakkında Tevrat'ın Yunanca tercemesinde şu âyet nakl edilmiştir: Hz. Yakup, oğullarını toplayıp onlara demişti ki: "Ey oğullarım, gelecek olan o peygamber gelmediği müddetçe bizden peygamberlik kesilmez. O geldikten sonra bizden peygamberlik ve saltanat kesilir. Cümle âlem onun gelişini beklemektedir."
Yedincisi: Zebur'un yine Yunanca'sından şu metin nakledilmiştir:
Yani, Hak Teâlâ vahiy yoluyla Davud'a buyurdu ki: "Senden sonra şeriat sahibi bir peygamber göndereceğim ki, onun peygamberlik güneşi, doğuya ve batıya nur saçacak, onun kendisine ilk önce tabi olan ümmeti Arap kavminden olacak. İnat ve muhalefet edenler, hor ve hakir olacak zillete düşecek, şeriatine cihanın hükümdarları itaat edecek. Dini ve şeriati kıyamete kadar baki kalacak."
Sekizincisi: İncillerde de Hz. Muhammed'in vasıfları hakkında müjdeler bulunmaktadır. Bu cümleden olarak: nassı mevcuttur.
Yani Hz. İsa buyurmuş ki; "O ki, benden sonra gelecek, benden evvel yaratılmıştır.
Ben onun papuçlarının bağını çözme hizmetine bile layık değilim." (Matta İncili) .
Dokuzuncusu: Yuhanna İncili'nin Arapça'sında şöyle bir âyet bulunmaktadır:
Hz. İsa Mesih, Havarilerine demiştir ki: "Ben gideceğim ve size Faraklit, o ruhulhak gelecektir ki o, kendiliğinden konuşmaz. Ancak kendisine söylendiği gibi söyler." (Yuhanna)
Gerçekten de Kurân'da "Ben ancak bana vahyedilene uyarım." (En'âm, 6/50); "De ki, onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben bana vahyolunandan başkasına uymam." (Yunus, 10/15) ve "O kendi keyfine, kendi heva ve hevesine göre konuşmaz, onun sözleri vahiyden başka birşey değildir." (Necm, 53/3,4) âyetleri bu ifadeyi doğrulamaktadır. "Faraklit" kelimesi iki türlü tefsir edilmiştir ki: Birisi "Şafî müşeffa" demektir. Bu ise Resulullah'ın bir sıfatıdır.
İkincisi, hıristiyanlardan bir kısmı demiştir ki; Fariklit hak ile batılı ayıran demektir. Aslı "fâruk"tur, "lit" ise tahkik ve te'kit ifade eder. Bu suretle Fariklit, furkan sahibi demek olur. Bu da peygamberlerin sonuncusu olan Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in isimlerinden biridir. Hıristiyanların bu âyetleri anlamak istememeleri dalaletten başka bir şey değildir. Şafi' müşeffa' anlamına gelen Fariklit Yunanca'dan, ikincisi ise İbranîce'den alındığına göredir.
Onuncusu: Bu âyetler eldeki Tevrat ile İncil'in muhtelif nüshalarında mevcut olan ve yahudilerle hıristiyanların, aslını değil, yalnızca mânâsını gizlemek maksadıyla yanlış te'villerle tahrif etmek istedikleri âyetlerdir. "Kendilerine kitabı verdiğimiz ehliyetli kimseler, onu, tilavetinin hakkını vere vere okurlar, çünkü ona inanırlar." (Bakara, 2/121) âyetinin mânâsına uygun olarak bunlar kitabı hakkıyle okuyanlardır. İşte bu âyetler, onu hakkıyle okuyanlar arasında azıcık idraki, azıcık insafı olanlar için her türlü şüphe ve tereddüdü ortadan kaldırmaya yeten açık seçik belgelerdir. Aslında Kur'ân'da bunların her birini doğrulayan çok sayıda âyet bulunmaktadır. Bunlardan başka, bazı tefsirciler, Tevrat ve İncillerden çıkarılarak aslı büsbütün ortadan kaldırılmış bazı önemli âyetlerin varlığından da söz etmişlerdir: Abdullah b. Abbas Hazretlerinden rivayet olunduğu üzere, Cenab-ı Allah, Tevrat'ta İsrailoğulları'na şöyle bir ahit vermiştir: "Ben, İsmail evladından bir ümmî peygamber göndereceğim, her kim ona tabi olur, getirdiği nuru tasdik ederse günahını bağışlar, kendisini cennete girdiririm ve ona iki ecir veririm; biri Musa'nın ve diğer peygamberlerin getirdiklerine uymanın ecri, biri de İsmail evladından ümmî peygamber Muhammed'in getirdiğine uymanın ecridir." Bunun Kur'ân tarafından tasdiki: "Kur'ân'dan önce kendilerine kitap verdiklerimiz ona da iman ederler, onlar kendilerine Kur'ân okunduğu zaman, "Ona iman ettik, çünkü o Rabbimizden gelmiş bir hakikattir. Esasen biz ondan önce de zaten müslüman idik." dediler. İşte bunlara ecirleri iki kerre ödenecektir... onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar." (Kasas, 28/ 52,53,54).
Tevrat'ta, sonuncu peygamberin doğumu Mekke'de, meskeni Taybe'de, mülkü Şam'da ve ümmeti hammadûn diye vasfedildiği de nakledilmiştir.
Yukarıda nakledilen ve bugün dahi mevcut bulunan Tevrat ve İncil âyetleri de kesinlikle gösteriyor ki, Cenab-ı Allah ötedenberi eski ümmetlerin her birine ileride gelecek ve hepsinin son hedefi olacak bir şanlı peygamberi haber vermiş, vaad ve müjde buyurmuş, gelmeden evvel hepsine onun gıyabında iman teklif eylemiş ve her Kitap ehli bunu kabul edip, Allah'a ahd ve misak vermiştir. Bu ahit ve bu âyetler gereğince ne Musevilik başlangıçtır, ne de Hıristiyanlık sonuçtur. Tevrat'a göre; Musa'ya benzeyen ve kitabı hep bismillah ile başlayan o peygamberin Hz. İsa olmadığı aşikardır. Ayrıca bizzat İncil âyetlerinin delaleti gereğince kendisinden sonra furkan sahibi ve hakkın ruhu olan o peygamberin teşrifini müjdelemiş olan İsa, dininin son hedef olmadığını açıkça itiraf etmiş, "Ben gitmezsem, size o gelmez." diyerek son peygamber Efendimiz hakkında ümmetinden en son ahdi o almıştır. İşte bu vaad ve ahdi tasdik ve bilfiil gerçekleştirmek üzere Cenab-ı Allah "lâ raybe fih" yani içinde hiçbir şüphe bulunmayan Kitab-ı mübîn'i ve Furkan-ı hakîm'i ile son peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz'i peygamber olarak göndermiş ve bundan dolayı İsrailoğulları'na ilk hitabında "Haydi bakalım siz benim ahdimi yerine getirin, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim." (Bakara, 2/40) ve "Yanınızdaki kitabı (Tevrat'ı) tasdik eden bir kitap olarak indirdiğim Kur'ân'a iman edin!" (Bakara, 2/41) ilâhî fermanları bu ahdin icra ve ifasını ve gereğinin yerine getirilmesini talep etmiştir. Bu konudaki bütün şüpheleri silip gidermek için aklî ve naklî her türlü delili gözler önüne sermiştir. En nihayet İbrahim'in dua ve kelimatına ve Hz. Yakub'un vasiyyetine dikkat çekerek, ihvanın mânâsını ve İslâm'ın aslını ve değerini anlatmış, meselenin özünü ve içyüzünü aydınlatmıştır.
Şimdi bütün bu hitapların nihaî faydasını özetlemek üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
134. Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilecek değilsiniz.
134-Ümmet: İmam kökünden alınmış bir çoğul isimdir ki, çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan bir cemaat demektir. Yani bir imamın çevresinde sağlam bir birlik oluşturup, düzenli bir şekilde faaliyet gösteren ve bu şekilde çeşitli insan grupları üzerine hakim olan bir topluluktur. Diğer bir tabirle ümmet, imamet-i kübra sahibi cemaattir. Cemaatlara göre ümmet, fertlere göre imam gibidir. Demek ki ümmet, hakim bir milletin fertlerinden meydana gelmiş olan bir sosyal toplumdur.
Bu zikrolunan cemaat, yani İbrahim ile Yakub ve bunların vasiyyetlerini tutan, Allah'ın birliğine inanan ve müslüman olan oğulları geçmiş bir ümmettirler. Çeşitli insan gruplarının birliği için, onların önüne geçmiş, uyulmaya ve itaat edilmeye layık bir cemaat idiler. Şu halde onlar başka siz başkasınız, siz onlar değilsiniz ve onlar sizden hiç değildir. Siz "Biz onların evladıyız." diye kuru bir neseple iftihar etmekle kurtulamazsınız, onların kazandıkları onlara aittir, sizin kazandıklarınız da size aittir. Ve siz, onların yaptıkları amellerden sorumlu olmazsınız, sorumlu tutulmazsınız. Herkesin menfaati kendi kazancında ve herkesin sorumluluğu da kendi yaptığındadır. Cemaatler de böyledir: Sizden öncekiler iyilik yapıp sevap kazandıkları halde, siz onlara benzemeyip fenalık yapar, günah kazanırsanız, sırf onların soyundan gelme iddianızla onların kazancından faydalanamazsınız. Yine bunun gibi, öncekiler fena şeyler yapmışlar, ancak siz bu hususta onlara uymamış iseniz, onların fenalığı da sizden sorulmaz. Sizden hesabı sorulacak olan şey sadece kendi amelleriniz, kendi yaptıklarınızdır. O halde sizden öncekilerin iyiliğiyle iftihar etmeyin, onlarla öğünmeyin. Siz de onlar gibi iyi kazançlar kazanmaya bakın. Ayrıca eski atalarınız hatalar yapmış, günah işlemiş ise ondan dolayı da üzülmeyin, siz onlara uymayıp hak yoluna gidin, iyilik yapın.
İyilerin, geçmiş büyüklerin evlatları ve mensupları onlara uyup, onlara benzeyip İslâm ve ihsan ile iyi ameller ve büyük işler yapmazlarsa, kuru bir nesep ve mensubiyet iddiasıyla kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Aynı şekilde kötülerin evlatları, geçmiş atalarına uymayarak iyi ve güzel işler yaparlarsa sırf onların soyuna mensup olmaları yüzünden, geçmişlerinin yaptıkları kötülüklerden dolayı hesaba çekilmezler ve kendilerini kurtarmış olurlar. "Herkes kendi yaptığıyla rehin tutulur." (Tûr, 52/21), "Gerçekten de insan için kendi emeğinden başkası yoktur." (Necm, 53/39) âyetleri bunu kesin olarak ortaya koymuştur. Nitekim Peygamber Efendimiz, akrabaları olan Haşimoğulları'na, "Başkaları bana hizmetleriyle gelirken, siz sadece neseplerinizle gelmeyin." buyurmuştur. Gerçi nesep ve yakın akrabalık bir şereftir. Fakat sadece nesep, halas ve felah (kurtuluş) için yeterli bir sebep değildir. Fayda getiren yakınlık asıl amelde, din ve ahlâkta, hasılı geçerli olan gerçek sebeplere sarılmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki; âyet-i kerimede "Sûra üfürüldüğü zaman, artık o gün aralarında ne soy-sop kalır, ne de birbirlerini arayıp soracak halleri!" (Müminûn, 23/101) buyurulmaktadır.
Cenab-ı Hakk'ın, yaratılıştan gelen ihsan ve ikramları çoktur ve bunlar bütün yaratıklarına şamildir. Yaratılışın kanunları ve ilkeleri herkes için geçerli ve zorunludur. Lakin insan için buna karşılık başka bir kanun daha vardır ki, o da istek ve emek kanunudur ve insan işte bundan sorumludur. Kazançların hesabı görüldüğü zaman, doğuştan sahip oldukları imkan ve kabiliyetleri kötüye kullananlar daha çok zarar ederler, o vakit büyük nesepler, şerefli atalar onlar için yüz karası olur. İşte bundan dolayıdır ki, herkes kendi kazancına bağlıdır. Acaba bu mesele böylece mutlak mıdır? Bu âyetlere göre mutlak ve kesin görünüyor. "Ancak herkesin fayda ve zararı yalnız kendi çalışmasına bağlı kalacaksa, kimse kimsenin yaptığından fayda ve zarar görmeyecekse, sosyal yardımlaşmanın, ümmet ve imametin hikmet ve faydası nedir? Bu sosyal yardımlaşma ve dayanışmalar, işleri kolaylaştırmaya yarıyorsa bu da bir fayda değil midir? Sonra tevarüs (kalıtım) denilen şey yalnızca dünyaya ait bir özellik olsa bile, ortaya çıkardığı sonuçlar bakımından ahirete de faydası olmuyor mu? Eğer kesinlikle böyle ise yukarıdan beri İsrailoğulları kıssalarında, onlar halef ve selef olarak, niçin birbirlerinin yaptıklarıyla övülüyor ve yeriliyorlar?" şeklinde sualler akla gelebilir. Gerçekten bu hükümler mutlak ve kesin gibi görünmüyor. "Herkes kendi yaptığıyla rehin tutulacaktır, ancak meymenetli dostlar böyle değildir." (Müddessir, 74/38-39) âyeti gereğince kendi çalışmasının üstünde birtakım nimetlere erecek olan yemin ashabı (uğurlu dostlar grubu) da vardır. Yine bunun gibi "İman eden ve zürriyetleri de iman yolunda kendilerine uyanlar, işte Biz onların nesillerini de kendilerine kattık." (Tûr, 52/21) âyeti gereğince uymak ve tabi olmak şartıyla zürriyetin, köke katılması, kendi kazancının üstünde bir mutluluktur. Demek ilâhî lütuflar kazancın yalnızca başlangıcında değil, arasında ve sonunda da kesintisiz olarak vardır. Kalıtım ve yardımlaşma ilkeleri de böyledir. Şu halde âyetin mânâsı, herkesin birbirinden yararlanma ve zarar görmesini yok saymak ve inkar değildir; sadece kişinin kendi şahsî hareketlerinden, kendi iradesiyle yaptığı tercihlerden yalnızca kendisinin sorumlu tutulacağını, hür tercihlerindeki çalışma ve kazancın önemi ve bunların birbiriyle ilişkisini isbat içindir. Bütün bunlardan, ilâhî mevhibelerin (vergilerin), ikram ve ihsanların yokluğu ve inkarı gerekmeyeceği gibi, ecir ve sevabın da mutlaka çalışmayla uygun olması da gerekmez. Allah'ın ihsanları, çalışmaya bağlı olan yerlerde bile o gayretin derecesiyle sınırlanmış değildir: Küçük bir amele büyük bir ecir verilebilir. Böylece sosyal yardımlaşma esasları, bir tarafın öbür taraftan faydalanmasına dayandığı halde gerçekte bunlar dahi az çok bir müktesep (kazanılmış) hakka ve şarta bağlı bulunmaktadır. Bu da daha önceden mevcut olan din, millet ve vatandaşlık bağları gibi bağlardır. Bütün bu bağlar da iman şartına bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, çalışmanın bazı dereceleri toplumun bütününün faydalanmasına manidir. Yine bundan dolayıdır ki, sırf nesep ve akrabalık, bütünüyle o mirasa sahip olmaya yetmez. Aslında kalıtım, mirasçının o mirası bırakana halef olması demektir ki, bu da onun milletine uymayı sürdürmesi şartına bağlıdır. Bu sebeple din ve diyar farklılıkları mirasa engeldir. Mirasçı nesep sebebiyle miras bırakanın kazancından faydalanmış görünüyorsa da, bu faydalanmanın asıl sebebi yine mirasçının kendi çalışması olan dinine bağlılığıdır. Ayrıca o mirası çarçur etmeden iyi kullanacağı güvenini vermiş olması şartına da bağlıdır.
İşte âyetlerin mutlak gibi görünen hükmünün ilgili yönleri budur. Bundan çıkan sonuç da herkesin menfaatinin kendi kazancına bağlı olmasıdır. Herkes kazancından sorumludur. Kimse kimsenin günahından hesaba çekilmeyeceği gibi, hiçbir kimse bir başkasının kazancından, kendisinin bir çalışması olmadan istifade edemez. Çalışmaya bağlı sonuçların bu kadar adaletle dağıtılması dünyada olmazsa, ahirette muhakkak olacaktır. Ve bunun içindir ki, dünyada sosyal çalışmaların kâr ve zararının adaletle dağıtılmasını sağlamayan ve başkalarının emeğinden, haksız yere faydalanmaya kalkışan ümmetler çabucak yıkılırlar ve böyle zalimler ümmet ve imamete layık olamazlar. Bütün bunlarla beraber az fakat düzenli ve güzel işlerle büyük büyük menfaatler elde etmenin bir yolu vardır. O yol, doğru ve hak yol olan sırat-ı müstakimdir. Yukarıdaki âyetlerde görüldüğü gibi, halef, selefin yaptıklarıyla övülüyor veya yeriliyor olduğu zaman dahi bu övme ve yermelerin yalnızca nesebe değil, iman ve İslâm yoluna uymaya, hak yola girip girmemeye bağlandığı dikkat çekicidir. Bu da yine onların kendi çalışma ve tercihleriyle olacak bir şeydir. Şu halde insanlar vaktiyle yaşamış büyük bir ümmetin nesli ve mensupları olmakla kendilerini kurtaramazlar ve onlar gibi büyük olamazlar. Onlar gibi büyük olabilmek için onlar gibi güzel işler ve büyük eserler yapmak zorundalar. Dahası var, sonradan gelenler, daha öncekilerden daha çok güzel işler yaparlarsa büyüklükte onları da geçerler. İşte o zaman selefler ile haleflerin gelişme yarışından daha büyük ve daha mes'ut bir ümmet meydana gelir ve işte Hz. İbrahim buna dua etmiş, Hâtemü'l-Enbiya Efendimiz de bu duayı tahakkuk ettirmek için ve onun tasdiki olarak gelmiştir. İşte bu zaman böyle bir büyük ümmeti meydana getirmek ve geniş bir doğru yol kurma ve teşkil etme zamanıdır. Bu iş sadece nesep ve soy davası güden, büyük bir soydan gelmekle övündükleri halde atalarının gittiği yoldan gitmeyenlerin kârı değildir. Hem eskilerin güzel yollarını yıkmayıp yaşatmalı, hem de o yolu daha da genişleterek ve daha güzel işler yaparak, cihanşümûl (dünya çapında) bir ana yol, bir sırat-ı müstakim (doğru yol) haline getirmeye çalışmalıdır ki, bunda sadece nesebin tesiri olmaz. Bütün nesepler, bütün hasepler dahil, bütün insanlığın istifadesi sağlanmış olur.
Bu böyle iken:
Meâl-i Şerifi
135- Bir de: "yahudi veya hıristiyan olunuz ki, hidayet bulasınız." dediler. Sen onlara de ki: "Hayır! Hanif olarak hakka tapan İbrahim'in dinine (uyarız) ki, o hiçbir zaman müşriklerden olmadı."
136- Deyiniz ki, "Biz, Allah'a iman ettik ve bize ne indirildiyse İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a ve torunlarına ne indirildiyse, Musa'ya ve İsa'ya ne indirildiyse ve bütün peygamberlere Rablerinden ne verildiyse hepsine iman ettik. Biz onların arasında fark gözetmeyiz ve biz ancak O'na boyun eğen müslümanlarız."
137- Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yola girmiş, hidayeti bulmuş olurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse onlar sadece ve sadece didişmenin içindedirler. Allah onlara karşı sana yeter. Ve O, işitendir, bilendir.
138- Allah'ın boyasına bak, (vaftiz nolacak?) Kim, Allah'dan daha güzel boya vurabilir ki? İşte biz O'na ibadet edenleriz.
139- De ki: "Allah hakkında bizimle didişmeye mi gireceksiniz? Oysa O, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size. Şu kadar var ki, biz O'na ihlas ile sarılıyoruz.
140- "Yoksa siz, İbrahim de, İsmail de, İshak da, Yakup da ve torunları da hep yahudi ve hıristiyan idiler mi demek istiyorsunuz?" De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" Allah'ın şahitlik ettiği bir hakikatı bile bile inkar edenden daha zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
141- Onlar bir ümmet idiler, gelip geçtiler. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandıklarınız. Ve siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.
135- Yahudiler ve hıristiyanlar, herkese: "Siz de yahudi ve hristiyan olunuz ki, hidayet bulasınız." dediler. Yahudiler Yahudiliğe, Hıristiyanlar da Hıristiyanlığa davet edip durdular. Bunlar, ikisi bir araya gelmez iken, her biri kendi yoluna davet edip ihtilaf ve niza çıkardılar, hem de bunun hidayet olduğunu iddia ettiler. İşte bundan dolayı ya Muhammed! Sen söyle de: Yahudi ve hıristiyan olmak değil, bilakis hanif, yani küfür ve şirkten arınmış, hakka ve tevhide yönelik olarak İbrahim milleti olalım, hep onun milletine uyalım, onun milletinden ve ehlinden olalım. İbrahim hanif idi, müşriklerden değildi. Kendisinden sonra gelen ve yukarıda görüldüğü üzere, birçok yönden müşriklere benzeyen yahudi ve hıristiyanlardan hiç değildi. Lakin onlar geçmiş bir ümmet idi. "Biz onlardan nasıl olalım?" derseniz, onun da kolayı vardır: Evvela geçmiş olması onların arkasından gitmeye, onlara uymaya engel değildir. İkincisi, zaten siz o geçmiş ümmetin aynen kendisi değilsiniz, onu yenileyen, yeniden ihya eden, daha da genişleten ve İbrahim'in duasında onun isteğinin gayesi olan yeni ve büyük bir ümmet, müslim bir ümmet olunuz ki, bu ümmet İbrahim'in ümmetini de içine alan daha büyük bir toplum olmuş olsun.
136-Böyle olmak için şöyle deyiniz: Biz, Allah'a, bize inzal olunana; İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına inzal olunana aynı şekilde Musa'ya ve İsa'ya verilmiş olana ve bunlardan başka daha ne kadar peygamber gelmiş ise Rabları tarafından kendilerine verilmiş olana da iman ettik. Bunların hiçbirisinin arasında fark gözetmeyiz. Yahudi ve hıristiyanların yaptığı gibi, bir kısmını tanıyıp, bir kısmını tanımazlık etmeyiz. Böyle söylemek "hepsinin derecesini eşit ve aynı biliriz" demek değildir. "Hiç birini inkar etmeyiz, hepsinin peygamberliğini kabul ederiz, peygamberliklerine iman etme konusunda farklı bir tutum içine girmeyiz." demektir. Şu halde önce Allah'ı, sonra kendi peygamberimizi, daha sonra da onun, peygamberdir diye bize bildirdiği peygamberleri tanırız. Ve biz sadece Allah'a teslim olmuş ve bağımlıyız. İşte İslâm milleti, böylesine geniş ve bütün dinleri içine almış olan en mükemmel bir din ve muhteşem bir ümmettir.
137- "İnandık deyiniz!" buyurulması, iman konusunda kalb ile tasdikin yanında dil ile ikrarın da gerekliliğini dile getirmektedir. Rivayet olunuyor ki, bu âyet nazil olduğu zaman, Resululah yahudilerle hıristiyanlara, "Allah böyle emretti." diye söylemiş ve bu âyeti okumuştu. Hz. İsa'nın isminin anılmasına gelince, yahudiler, inkar eyleyip, ona küfrettiler. Hıristiyanlar da "İsa diğer peygamberler gibi değildir, o Allah'ın oğludur." dediler. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu: Ey müminler, siz onlara söyleyiniz ve şöyle haber veriniz: Eğer yahudiler ve hıristiyanlar sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse gerçekten ihtida etmiş, doğru yola girmiş, hak yolu tutmuş olurlar, aranızda birlik ve bütünlük sağlanmış olur. Eğer yüz çevirirlerse onlar hakikaten şikak, yani ihtilaf, münakaşa, parçalanma ve didişme içindedirler, bölünüp parçalanmadan kurtulamazlar, sürekli didişir dururlar, böyle olunca da ey Muhammed! Bundan sonra onların şerrine karşı Allah sana kâfidir. Biraz geciktirse bile hiç şüphesiz onların hakkından gelecektir. Ve O Allah Semî'dir, duanızı ve her söylediğinizi işitir; Alîm'dir, gizli niyetlerinize varıncaya kadar her şeyinizi bilir ve ona göre hükmünü icra eder. Hakka ihlas ile sarılmanın hükmü felah (kurtuluş) ve zaferdir. Hakka karşı muhalefet ile direnmenin hükmü de er veya geç helâke uğramaktır.
138-Hıristiyanlar çocuklarını "ma'mudiye" dedikleri sarımtırak bir suya daldırırlar ve buna "ta'mid" yani "vaftiz" derler. Bunun da bir temizleme olduğunu söylerler ve ne zaman birisi çocuğunu vaftiz ederse, çocuk için, "İşte şimdi hakkıyla Hıristiyan oldu." derler. Buna karşı Cenab-ı Allah, müslümanlara buyuruyor ki, siz böyle yukarıda anlatıldığı gibi tevhid ile, hiç fark gözetmeksizin iman ettiğinizi söyledikten sonra şunu da ekleyiniz ve deyiniz ki; biz, Allah boyası olan ve yaratılıştan gelen iman ile iman ettik, sudan imana, sun'î (yapay) boyaya tenezzül etmeyiz. Allah boyasına bakınız, Allah boyasına, zira Allah'ın boyasından daha güzel kimin boyası vardır? Maddiyatta, tabiatta ve bütün kâinatta, dikkat ediniz O'nun boyasından daha güzeli var mıdır? Ağaçlara ve otlara, bütün çiçeklere, bilhassa insanların simalarına ve göz renklerine şöyle bir göz atınız, onlardaki doğuştan boya ile insanların sonradan sürdüğü sun'î boyalar arasında kıymet ve güzellik bakımından ne kadar büyük fark olduğunu görürsünüz. Özellikle insan bedenlerine sürülen ve yaratılışı bozan boyalar ne kadar arızî, ne kadar çirkin ve mülevves şeylerdir. İşte maneviyatta, din ve ahlâkta da durum böyledir. Din fıtrî bir din, iman ilâhî bir iman, temizlik doğuştan bir temizlik, güzellik doğuştan bir güzelliktir. Sonradan elde edilen bütün temizlik ve güzellik, aslında doğuştan gelen güzellik ve temizliğin korunmasına yöneliktir, sonradan ona ârız olmuş birtakım pisliklerin giderilmesine dönüktür. İnsanları bir paçavra boyar gibi, renkli bir suya sokup çıkarmakla elde edileceği sanılan iman, sudan bir imandır, çok temelsiz bir dindir. Bunun ne kıymeti var ki? İman ile dini bir boyaya benzetmek gerekirse, biz Allah boyası olan bir fıtrî iman ile ve Allah tarafından boyanmış olmayı üstün tutarız. Maddî ve manevi bütün temizlik çabalarımız ve güzelliklerimiz hep ilk oluştan, doğuştan gelen temelin muhafazasına yöneliktir. İslâm dini ve tevhid imanı, insanların Allah tarafından boyanmasıdır. İman en güzel Allah boyasıdır. Ve işte böylece biz ancak O'na ibadet ederiz, yalnızca O'na kulluk eyleriz. O'nun kulları, O'nun köleleriyiz. Diğer bütün peygamberlere inanmamız, O'nun gerçek peygamberleri olmalarından ve O'nun emirlerini bildirmelerinden dolayıdır. Yoksa biz onları ilâhlaştırıp tanrı yerine koymayız. Hele hele hıristiyanların Hz. İsa'ya yaptığı gibi, şirke sapmayız hatta kendi peygamberimize de tapmayız. Onun hakkında da "Şahitlik ederiz ki, Muhammed Allah'ın kulu ve Resulüdür." diyerek kelime-i şehadet getiririz. nazm-ı celîli de yukarıdaki 'ya bağlı olarak âyetin sonuna kadar emrinin mekûlü kavlinde dahildir. Aradaki âyeti ise cümle-i mu'tarıza, yani ara cümledir. Şu halde ise "Allah bizi boyadı." meâlinde nın mef'ul-i mutlakı mevkiinde bulunmaktadır. Bununla beraber "iğrâ" (teşvik etme) babından olması da caiz görülmüştür.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
139- ey Muhammed! Sen, o yahudi ve hıristiyanlara şöyle söyle ve de ki: Siz, bize karşı Allah hakkında "Allah'ın hak dini yahudilik veya hıristiyanlık'tır, şu halde cennete ancak bunlar girebilecektir, geliniz siz de Yahudi veya Hıristiyan olunuz ki, hidayet bulasınız." diyerek münazara ve mücadele mi ediyorsunuz? Halbuki O Allah, hem bizim, hem sizin Rabbimizdir. Biz O'na iman ederken O'nun sizin de Rabbiniz olduğunu inkar etmeyiz. O halde bize karşı verdiğiniz bu mücadele ne kadar boş bir mücadeledir. Bununla beraber bizim amellerimiz bizimdir, sizin amelleriniz de sizindir. Biz müslümanlar yukarıdaki imanımız gereğince başka din sahiplerinin kendi inançlarına göre yaptıkları dinî amellere karışmayız. Din ve vicdan hürriyetine riayet ederiz. Bu bakımdan İslâm toplumu, her toplumdan daha geniş görüşlüdür. Onun içinde semavî dinlerden her biri kendi halinde yaşayabilir ve yaşayabilmiştir. Allah Teâlâ hepimizin Rabbidir, ve O'nun katında her birimiz kendi yaptığımız amellerden sorumlu olacağız. Şu kadar var ki, biz O'na ihlas ile bağlıyız. Amellerimizde ancak O'na ihlas ile hareket ederiz. İhlas ve samimiyetimizi sunacak başka bir mabud veya birtakım aracılar tanımayız. O'nun rızasına uygun olmayan hususta, hatır gönül dinlemeyiz. İşte O'nun huzuruna amellerimizle giderken aramızdaki bu farkla gideceğiz ve ona göre hesap vereceğiz ki, bu noktada ne kadar dikkat çekicidir.
140-141-Buna karşı siz ne yüzle mücadele edebilirsiniz? Ey yahudiler ve ey hıristiyanlar! Siz, İbrahim milletine tabi olmamak ve bizimle mücadele etmek için İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlar yani hep bunlar, yahudi ve hıristiyan idiler mi diyorsunuz?
Nafi, İbnü Kesir, Ebu Amr, Halef rivayetiyle Hamza ve Ebu Cafer, ayrıca Ravh rivayetiyle Ya'kup "yâ" ile okurlar. Önceki okunuşa göre bu âyet emrinin mekûlüne dahil, bu ikinci okunuş şekline göre ona nazir ve doğrudan doğruya peygamberi muhatap tutmaktadır. Ona göre mânâ "Ey Muhammed, o yahudiler ve hristiyanlar böyle mi diyorlar? Bu peygamberlerin kendilerinden olduklarını mı iddia ediyorlar?" Sen onlara de ki; Söyleyin bakalım, siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Elbette Allah daha iyi bilir. Öyle değil mi? Halbuki Allah öyle biliyor ve öyle şahitlik ediyor ki, o peygamberler ne yahudi idiler, ne de hıristiyan idiler. Daha önce yaşamış birer geçmiş ümmettirler. İbrahim hanif ve müslimdir ve müşriklerden de değildir. Siz ise kesin olan bu gerçeği bile bile inkar ediyor ve dile getirmiyorsunuz.
Ve acaba kendince bilinen ve Allah tarafından sabit olmuş olan bir şahitliği yapmayıp inkar edenden daha zalim kim vardır? Zira doğru olan bir şahitliği yapmayıp, sus pus olmak ve ketûm (gizleyici) davranmak da en büyük haksızlıktır, en büyük zulümlerden biridir. Ve Allah Teâlâ duasına karşılık İbrahim'e "Zalimler benim ahdime nail olamazlar." buyurmuştur. Siz nasıl olur da hakkıyle uyulacak ve ardından gidilecek bir millet olabilirsiniz? Size uyanlar nasıl olur da hidayete erebilirler? Siz yoksa yaptığınız zulüm ve haksızlıklardan, bile bile şahitliği ketmetmenizden Allah'ı gafil mi sanıyorsunuz? Allah, sizin yaptıklarınızdan ve yapacaklarınızdan gafil değildir. Bu vesileyle bir kerre daha işitiniz ve biliniz ki, hakikat şudur: Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onların kazandıkları onlara, sizin kazandıklarınız size aittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulmazsınız." Bunu iyi belleyin, bundan sonra halinizi ve geleceğinizi iyi düşünün ve bu çalışma ilkesine iyi riayet edin. Hz. Muhammed'in peygamberliği ve imameti altında teşekkül eden ve bütün peygamberler tarafından önem verilmiş bulunan bu muazzam ümmete, bu tevhide bağlı olanların birliğine siz de dahil olmaya çalışın.
Tefsircilerin açıklamasına göre, bu âyette başlıca birkaç tenbih (uyarma) vardır:
Birincisi: Geçmiş ataların faziletlerini dile dolamakla kalınmamalıdır. Herkes ameliyle hesaba çekilecektir. Kendi yaptığından sorumlu tutulacaktır.
İkinci olarak: geçmişlere farz kılınan hükümler, aynen onların soyuna da farz kılınmak nasıl garip karşılanacak bir olay değilse; değişik maslahatlara bağlı olarak Muhammed (s.a.v.)'in, insanları eski bir milletten yeni bir millete geçirmesi ve bunun için yeni bir şeriat getirmesi de mümkündür. Bu da inkar edilmeye çalışılmamalıdır. Yukarıdaki nesih âyetleri de bu imkanı dile getirmektedir. İşte "zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi" gerektiğine dair fıkıh kaidesi de bu gibi âyetlerin çerçevesi içindedir. Hükümlerin böyle çeşitli sebep ve faydalarını bilmeye yarayan ilme "Fıkıh" denilir. İslâm dininin böyle bir taraftan değişmez ilkelere, diğer taraftan değişik şartlara göre uygun düşen esnek kurallara dayanması, onun kıyamete kadar ayakta duracağını gösteren belli başlı özelliklerinden biridir. Bu sayede insanlığın hem ilerlemesi muhafaza olunur, hem de yıkıcı, buhranlı inkılâp ve değişmelerden korunmuş olur.
Üçüncü olarak: Peygamberlerin açtığı yola girmek isteyenlerin, öncekileri doğru ve yanlışlarıyla olduğu gibi ve körü körüne taklit etmeye uğraşmayıp, hak ve batılı bizzat seçip ayırdederek amel etmeleri lazım gelir. Çünkü "Siz onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz." buyurulmuştur. Bu gibi önemli ilkeleri içine alan bu âyet, benzetmek gibi olmasın, sanki bir terci-i bend gibi ayrı ayrı siyak ile takrir edilmiş, bu takrir, sadece tekrardan ibaret kalmamıştır. Birinde soya bağlılık, diğerinde dine bağlılık açısından ele alınmıştır. Ayrıca öncekinde esbat yani torunlar, işaretine açıkça dahil olmadığı halde, sonrakinde dahil olmuştur. Ve bu suretle birinci cüz sona ererken, İslâm ruhunun birliği ve bütünlüğü sağlanmıştır ki, bundan sonraki cüzde İslâm'ın maddî ve cismanî birliğinin sağlanması demek olan Kıble meselesine geçilecek ve Muhammed ümmetinin teşekkülüne ve onun özünde mevcut belli başlı özelliklerine işaret buyurulacaktır. Buraya kadar olan âyetleriyle Bakara Sûresi, Fâtiha Sûresi'nin " "e kadar olan birinci kısmına benzemektedir. Bundan sonra yeni bir "sırat-ı müstakîm" (doğru yol) hidayetine başlanacaktır. Bunun için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
142- İnsanlar içinde bir kısım beyinsizler takımı, "Bunları bulundukları kıbleden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da, batı da Allah' ındır. O, kimi dilerse onu hidayete erdirir."
143- Ve işte böyle, sizi ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki, siz bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun. Daha önce içinde durduğun Kâ'be'yi kıble yapmamız da şunun içindir: Peygamber'in izince gidecekleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım. Bu iş elbette Allah'ın hidayet ettiği kimselerin dışındakilere çok ağır gelecekti. Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
144- Doğrusu, biz, yüzünün semaya yöneldiğini, orada şekilden şekile geçerek, aranıp durduğunu görüyorduk. Artık seni hoşnud olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Haydi bakalım, yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de ey müminler, nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa doğru çevirin! Kendilerine kitap verilmiş olanlar da kesinlikle bilirler ki, Rabblerinden gelen o emir haktır. Ve Allah, onların yaptıklarından ve yapmakta olduklarından gafil değildir.
145- Celâlim için, sen o kitap verilmiş olanlara, bütün delilleri de getirsen, yine de senin kıblene tabi olmazlar, sen de onların kıblesine tabi olmazsın. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tabi değiller. Celâlim hakkı için, sana gelen bunca ilmin arkasından sen tutar da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz, sen de zâlimlerden olursun.
142-Kıble: Esasen insanın herhangi bir tarafa dönmesi ve yönelmesi halidir ki, Türkçe "yön" demektir. Dindeki geleneksel anlamıyla namazda dönülen mekana isim ve terim olmuştur.
Cenab-ı Hak kıblenin değiştirilmesine ve yeni bir sırat-ı müstakîm (doğru yol) gösterilmesine ve bu şekilde yeni bir ümmetin oluşumuna işaret buyururken, aynı zamanda bazı kendini bilmezler tarafından bu konuda söylenecek cahilce sözlerin geçersizliğini de açıklamak için şöyle buyuruyor:
İnsanlar içinden birtakım beyinsizler, hafif akıllı anlayışsızlar diyecekler ki; bunları, yani Muhammed ve ümmetini, bulundukları kıblelerinden yani Beyt-i Makdis'den çeviren nedir? Bu söz, neshi inkar eden ve kıblenin tahviline itiraz etmek isteyen yahudiler veya münafıklar tarafından ileri sürülmüş, âyet de onlar hakkında inmiştir. Bu sûrenin baş tarafında, "Şunu muhakkak biliniz ki, asıl beyinsizler asıl budalalar onlardır." (Bakara, 2/13) âyetinin hükmüne göre, bu âyetin münafıklar hakkında inmiş olması daha münasiptir. Yani bunlar böyle söylemiş ve söyleyeceklerdir. ey Muhammed! Sen o beyinsizlere şöyle söyle; doğu da, batı da Allah'ındır, yani gün doğusundan gün batısına kadar bütün yönleriyle yeryüzü Allah'ındır. Allah'ın hiçbir mekana ihtiyacı yok, kendisine özgü mekanı da yoktur. Bütün yönlerin sahibi olan Allah, dilediği kimseyi yeni bir sırat-ı müstakime hidayet eder, başarılı kılar. Burada doğrudan doğruya Fatiha Sûresi'ndeki duasına açık bir bağlantı, ince bir cevap var.
Birincisi: Burada "sırat-ı müstakim"in nekire oluşu, yani "el" harf-i tarifiyle belirlenmeyişi, bu yolun büyüklüğüne ve yeniliğine bir işarettir ki, istenilenden daha güzel, öteden beri gidilenin ve bilinenin dışında, bambaşka ve daha fazla nimet ve saadete elverişli, daha kolay selamete götüren, yani gazap ve sapıklıktan uzak bulunan bir doğru yol demek olur.
İkincisi: Bu sırat-ı müstakime hidayet, bu yola girebilmek, sırf ilâhî iradeye bağlanmıştır. Yaratılışta ilâhî iradeye bağlı olmayan hiçbir şey bulunmadığı halde, bunun burada böyle özellikle vurgulanması, böyle bir sırat-ı müstakimi ihsan etmesi ve ona kulların girebilmeleri hususunda, daha önceden kulların herhangi bir istek ve gayretleri bulunmadığına ve bunun Allah tarafından bir ihsan ve ikram olduğuna tenbih içindir. Yolu açan Allah olduğu gibi, o yola girecek olanları seçen de Allah'dır. Ayrıca burada çalışma kanununun bir yönüne ve ilâhî iradenin çalışmanın başlangıcından da önce olduğuna işaret vardır. Çalışma meselelerinde de ilâhî irade ve dileme, kulların istek ve iradelerine göre tecelli eder. Burada olduğu gibi, tamamiyle vehbî (Allah vergisi) olan hususlarda ise kulun çalışması, ilâhî irade ve dilemeyi takip eder. Hasılı Cenab-ı Hak, her şeye maliktir ve dilediği kulunu, sırf kendi irade ve dileğiyle peygamber yapar, ona büsbütün yeni bir din ve şeriat ihsan eder. Bu hususta onu engelleyecek hiçbir kuvvet yoktur, peygamberlik de bir çalışma işi değildir ve bu iş "Kazandığı iyilikler kendi lehine, kazandığı kötülükler de kendi aleyhinedir." (Bakara, 2/286) ilkesinin çerçevesi dışında kalan bir iştir. Söz konusu ilke bu ihsandan sonra geçerlik kazanır. Kudretiyle yeni bir peygamber ve yeni bir din gönderebilen Allah'ın, kıblenin değişmesini emretmesine itiraz edebilmek için hiçbir sebep yoktur.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
143-Cenab-ı Hak, Resulü Muhammed'e bu hidayeti bahşetmiştir. Ve ey Muhammed ümmeti! Sizi işte böyle bir doğru yola hidayet etmek suretiyle Biz sizi vasat (orta), merkez ve her tarafı denk, mu'tedil, uyumlu, ılımlı ve hayırlı bir ümmet yaptık. ki siz diğer insanlar üzerine sözlü olarak veya fiilen veya halen adil bir şahit ve örnek alınacak kimseler olasınız.
Şühedâ: Şehîd'in çoğuludur, şehîd şehadet masdarından "fâil" anlamına "feîl" veya "mef'ûl" olarak şahit ve meşhud mânâsınadır. Kendi geleneğimizde "şehid", "meşhûd bilcenne" yani cennetlik olduğuna şahitlik edilen kişi demektir. Ancak burada kelime "şâhid" mânâsınadır. Şahit bir gerçeği ispat konusunda şahitliğine, yani bilgisine ve görüşüne dayanarak verdiği habere başvurulan verilecek hükme delil niteliğinde olan kimsedir ki, bundan istifade edilerek, ıstılahta herhangi bir genel yargıyı ispat için başvurulan delil veya tanığa da şahit denilir. Şer'an, kendisinin başkası aleyhinde bir hakkı bulunduğunu haber verme ve talep etmeye dava, başkasının kendi üzerinde hakkı olduğunu haber verme ve beyan etmeye ikrar denildiği gibi, bir başkasının bir başkası üzerindeki hakkını açıklama ve haber vermeye de şehadet (şahitlik) denilir. Şu halde şahit, davacı ile davalı arasında ortada, tarafsız, adil ve yalnızca gerçeği söyleyen, sözü dinlenir ve sözüne itibar edilir bir kimse demektir. Bundan dolayı da gerek hareket ve davranışları bakımından, gerek diğer halleri bakımından örnek alınan kimselere de "şahit" denilir: "Bu böyledir, çünkü filan böyle söyledi, filan iş böyle yapılmalıdır, çünkü filan böyle yapıyor." tarzında herhangi bir konuda kesin hüküm için senet kabul edilen kişiler de hep şahit hükmündedirler ki, bunlar en büyük insanlar demektir. İşte Cenab-ı Allah, Muhammed ümmetini insanlar arasında böyle hakşinas, doğru sözlü, adil, dürüst ve iyi ahlâk sahibi, ilim ve irfan ile seçkin, şahitlik yapmaya layık, merkezî bir cazibeyi ve imameti haiz, önder bir cemaat yapmak ve tam mânâsıyle adil ve hakim bir ümmet teşkil etmek için, Hz. Muhammed Mustafa'nın gölgesinde ve çevresinde insanları yeni bir sırat-ı müstakime hidayet buyurmuştur. Diğer kavimler arasında İslâm ümmetinin, bu vazifelerini unutmaması icab edecektir. Müslümanlar şuna buna uyuntu olmayıp, başka milletlere nümûne-i imtisal (örnek) ve merci olması gerekecektir. Bunu temin eden sırat-ı müstakim vehbî (Allah vergisi) olduğu halde, onun üzerinde bu noktadan yürümek kulun veya kulların çalışmasına bağlı olan bir iştir. Ve bunu elde eden, bu saydığımız özellikleri kazanmış olan ümmetin icmaı (toplanması) da hak bir delil, gerçek bir şahit olur. Gerçekte bu şartlar altında yürüyen müslümanlar ve özellikle Ashab-ı kiram, yeryüzündeki bütün kavimlerin teveccüh ve güvenini kazanan bir merkez olarak hak konusunda önderliği haiz bir büyük ümmet olmuşlardı. Ey müslümanlar! Siz, işte böylece insanlar üzerine şahit olasınız, bu Resul de sizin üzerinize şahit ve sizin için uyulacak, ardına düşülecek bir önder olsun. "Gerçekten de Allah Resulü'nde sizin için güzel bir örnek vardır." (Ahzab, 33/21) âyetinin delalet ve işaret ettiği gibi, siz onu, söz ve davranışlarınızda, oturup kalkışınızda kendinize şahit tutar, imam ve önder kabul eder; bir örnek, bir nümûne-i imtisal edinirseniz ve onun getirdiği sırat-ı müstakim üzerinde giderseniz bütün insanlar sizin arkanızdan gelir ve sizi cemaatınızla birlikte kendisine imam tanır, hakkın açığa çıkması için size ve sözünüze başvururlardı. Bunun için icmâ-ı ümmetin delil olması, her şeyden önce ümmetin kitaba ve sünnete uygun yaşamasına bağlıdır. Böyle yapmayanlar gerçek bir ümmet olamazlar. Aksine başka ümmetlerin, başka milletlerin arkasına düşmeye mecbur kalır, onlara tabi olur, uydu olmaya mahkum olurlar. Hürriyetleri de ellerinden gider, esir milletler durumuna düşerler. Bir hadis-i şerifte rivayet olunmuştur ki:
"Ahirette, diğer ümmetlerin hepsi, kendi peygamberlerinin tebliğlerini inkar edecekler. Cenab-ı Hak, muhakeme icabı, o peygamberlerden tebliğ ettiklerine dair belge isteyecek, nihayet Muhammed ümmeti huzura getirilecek ve onlar şahitlik edecekler. Diğer ümmetler, siz bunları nereden biliyorsunuz? diyecekler. Muhammed ümmeti de: Bunu bize Allah, kitabı ile ve gönderdiği hak Peygamber'in diliyle bildirdi." diye cevap verecekler. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz getirilecek, kendisinden ümmeti sorulacak, tezkiye edilmeleri istenecek, o da ümmetinin adaletine ve doğru söylediğine şehadet edecek ve onları açıkça tezkiye edecektir".
Peygamber Efendimiz Mekke'de iken Kâbe'ye dönerek namaz kılardı. Medine'ye hicretten sonra Kudüs'e doğru namaz kılmaya başlamıştı ki, bunda oradaki Yahudileri İslâm'a ısındırma çabası ve maksadı bulunduğu söylenebilir. Bunun hakkında buyuruluyor ki: âyetteki "kıble" "Ce'alnâ" fiilinin mukaddem olan ikinci mef'ûlüdür, "elleti" ise birinci mef'ûlüdür, kıblenin sıfatı sanılmamalıdır. Yani, senin vaktiyle üzerinde bulunduğun Kâbe'yi yine sana kıble yapmışız, başka bir şey değil, ancak peygambere ittiba edip, ona uyanları, geldiği izden geri dönüp gidecek ve irtidat edecek olanlardan seçip ayırmak, çirkin ile güzeli, yani iyi ile kötüyü birbirinden ayırdetmek ve bu suretle her birinin halini açığa çıkarmak, Benim bildiğim şeyi sizlerin de bilmesini sağlamak içindir. Böyle olmasa idi, onları yalnızca Ben bilirdim, siz bilemezdiniz, ayırdedemezdiniz.
Peygamber Efendimiz, Medine'ye gelip Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmaya başlayınca, bu iş Araplar'ın gücüne gitti. Daha sonra tekrar Kâbe'ye dönülerek namaz kılınması emir buyurulduğu zaman Araplar sevindi, yahudilerin gücüne gitti: Yahudiler, "Bu ne iş böyle, kâh buraya, kâh oraya? Bunda kesinlik ve kararlılık olsa böyle olur mu?" diye İslâm'dan çıkıp dinden çıkanlar oldu. Münafıklar, ipe sapa gelmez sözlerle müslümanlar arasına şüphe ve fitne sokmaya çalıştılar. Müslümanlardan bazıları, "Vefat eden arkadaşlarımızın kıldıkları namazlar ne olacak?" diye telaş ve endişeye kapıldılar. İşte bütün bunlara karşı ve daha doğrusu, kıblenin değişmesinden önce bu gibi hallerin olabileceğine işaret etmek üzere bu âyetler inmiştir. İşte bu meselede birçok bakımdan deneme vardır. gerçi bu hal, bu deneme büyük ve ağır bir şeydir, ancak Allah'ın hidayet ihsan ettiği, imanda sebat için irade nasip eylediği kimselere ağır gelmez, onlara Allah'ın hiçbir emri ağır gelmez. Şunu da iyi biliniz ki, Allah, sizin imanda sebatınızı ve imanınızın eser ve alâmeti olarak kıldığınız namazlarınızı ve iyiliklerinizi hiç yok etmez, kaybolmasına izin vermez. Şu halde kıble değişmiş olunca bundan evvel kıldığınız namazlar ve vefat eden kardeşlerinizin namazları Allah katında zayi olmaz, kaybolup gitmez. Çünkü Allah kesinlikle insanlara karşı pek şefkatli ve pek merhametlidir. Ne onların ecirlerini zayi eder, ne de iyiliklerine olmayan ve işlerine yaramayan bir emir gönderir.
Sizin şefkat ve merhamet, kayırma ve kollama namına bildiğiniz şeylerin bütünüyle kaynağı O'ndadır. O'nun nesihle ilgili emirleri, sizin zararınıza olacak şekilde öncesine geçerli olmaz. Her emir kendi süresi içinde geçerlidir. Bu kural, zamanımızda, "Kanun makabline şamil olmaz, meğer ki hafifletici özelliği olsun." şeklinde ifade olunan bir hukuk ilkesidir.
Nafî, İbnü Kesîr, İbnü Âmir, Hafs kırâetlerinde hemzenin meddi ile "raûf" şeklinde okunur. Diğerlerinde medsiz olarak okunur, lakin mânâ aynıdır.
144-İşte Allah böyle bir Allah'dır. Ve size bu şekilde bir sırat-ı müstakim verecek ve sabit bir kıble gösterecektir. Hz. Peygamber, yukarıdan beri devam edip gelen bu işaretler üzerine artık kıblenin değişmesiyle ilgili vahiy emrinin gelmesini bekleyip duruyordu. Adeta semadan Cibril'in yolunu gözlüyor ve atası İbrahim aleyhisselâmın kıblesi olan Kâ'be'ye yönelmek için Allah'a dua ediyordu. Nihayet şu âyetler nazil oldu: Ey Muhammed! Biz senin yüzünün sık sık semada dönüp durduğunu görüyoruz, artık seni, pek memnun olacağın bir kıbleye kesinlikle çevireceğiz. Şu halde sen hemen yüzünü doğruca Mescid-i Haram'ın şatrına çevir. Yani, Kâ'be tarafına çevir. Bu suretle eski kıble kaldırılmış ve istikbal-i kıble (kıbleye dönme) farz olmuş oldu. Yüzün dosdoğru olarak kıbleye çevrilmesi, bedenin ön tarafından tamamiyle yönelmesi demek olduğu aşikardır. Şu halde yüzün ve bedenin Kâ'be'den başka bir tarafa dönmesi namazı bozar. Fakat uzakta bulunanlar için bizzat Kâ'be'ye isabet de şart değildir. İşte bundan dolayıdır ki, bizzat "Kâ'be" denilmeyip, "Mescid-i Haram'ın şatrına" buyurulmuştur. Mescid-i Haram ise Kâ'be'nin kendisi değil, çevresindeki Harem-i şeriftir. Ve burada savaş, kavga ve her türlü saldırı yasak bulunduğu ve tam bir güvenlik hedef tutulduğu için ona "haram" veya "harem" denilmiştir.
Şatr: Bir şeyin yarısı veya en önemli parçası, veyahut bir yanı mânâlarına gelir. Kâ'be, Mescid-i Haram'ın tam ortasında bulunduğu için, yarısı Kâ'be'nin yarısında son bulur. Ve bundan dolayı Mu'tezile bilginlerinden Cübbâî ve Kâdî Abdülcebbâr, namazda Kâ'be'nin yarısına isabet şart olduğuna, bir kenarına dönmenin yeterli olmadığına kâil olmuşlardır. Fakat gerek sahabeden, gerek tabiînden ve gerekse daha sonraki devir müfessirlerinden hepsi (cumhur), uzaktan Mescid-i Haram'ın bulunduğu tarafa yönelmenin yeterli olduğunu ve ancak Mekke'de ve Mescid-i Haram'ın içinde Kâ'be'nin herhangi bir tarafına isabetle yönelmenin gerekli olduğunu açıklamışlardır ki, buna göre çıkacak sonuç şudur: Mümkün olduğu kadar Kâ'be tarafına demek olur. Yani şatr, doğrudan doğruya Kâ'be'yi, "Mescid-i Haram" da Kâ'be semtini ifade eder. Bu meselenin ayrıntılı olarak açıklaması, fıkıh kitaplarının "istikbal-i kıble" bahsine aittir.
Berâ b. Âzib hazretlerinden rivayet olunuyor ki, Resul-i Ekrem Efendimiz Medine'ye gelmiş ve onaltı ay "Beyt-i Makdis" tarafına namaz kılmış idi. Daha sonra namazda Kâ'be'ye dönmesi emredildi. Bu Kıble'nin çevrilmesi olayı, Bedir Gazası'ndan iki ay önce Recep ayı içinde öğleyin güneşin zevalinden sonra meydana geldi. Resulullah, Beni Seleme mescidinde ashabı ile birlikte öğle namazını kılarken âyet geldi. Kılmakta olduğu öğle namazının ilk iki rek'atini Mescid-i Aksa, son iki rek'atini Mescid-i Haram tarafına kıldığı, hatta Peygamberimizin yer değiştirip Kıblenin değiştiğini bildirmesiyle erkeklerle kadınların da yer değiştirip birbirlerinin yerini aldıkları ve bundan dolayı o mescide "Mescidü'l-Kıbleteyn" adı verildiği dahi zikredilmiştir. Derhal etrafa haberler gitmiş, Kuba mescidinde dahi halka namazda iken biri gelmiş "Resulullah Kâ'be'ye çevrildi!.." diye bağırmış olduğu da rivayetler arasındadır.
Kıblenin çevrilmesi hakkında yukarıda "Doğu da, batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır." (Bakara, 2/115) âyetiyle başlayıp, devam eden işaretler bu âyet ile son ve kesin şeklini almıştır. Artık namazda Kâ'be'ye yönelmek farz olarak kesinlik kazanmıştır. Bunun için bazı din âlimleri nâsih (neshedici) olan âyetin bu âyeti olduğuna kâni olmuş iseler de doğrusu çoğunluğun dediği gibi neshedici iş bu "Yüzünü Mescid-i Haram'ın şatrına dön!" emridir. Cenab-ı Hak, bizzat Resulünü böyle bir emirle taltif buyurduktan sonra, diğer yerlerde yaşayan diğer müslümanlara da ayrıca buyuruyor ki; ve her nerede bulunursanız, yani nerede namaz kılarsanız, yüzlerinizi onun tarafına çeviriniz, yani Kâ'be'nin bulunduğu tarafa yöneliniz. Demek ki, namaz kılmak için bir mescit gibi belli ve özel bir yerde bulunmak şart değildir, muhakkak bir mescitte namaz kılmak farz değildir. Fakat belli bir kıble olarak Mescid-i Haram'a doğru, Kâ'be tarafına doğru dönmek herkese farzdır. Ancak düşman korkusu gibi zaruri bir mazeret karşısında buna imkan bulunmadığı hallerde ve zamanlarda, buna yakın herhangi bir yöne dönmek yine yeterli olur. İşte "Nereye dönerseniz dönün, Allah'ın yüzü oradadır." âyetinin gerçek mânâsı da budur. Yani âyet kıbleye yönelmenin çeşitli sebeplerden dolayı mümkün olmadığı veya kıblenin hangi yönde olduğu kestirilemediği istisnaî ve ârizî haller için geçerlidir. Bu da İslâm ümmetine Allah'ın ayrıca bir lütfu ve kolaylığıdır.
Şimdi kıblenin böyle Kâ'be'ye döndürülmesine diğer Kitap ehli ne diyecektir? Daha önce kendilerine kitap verilmiş olanlar, yani yahudiler ve hıristiyanlar kesinlikle bilirler ki, bu çevirme emri Rableri tarafından gelmiş olan hak bir emirdir. Onlar içinde her ne kadar "hangi şey, hangi sebep onları kıblelerinden çevirdi?" şeklinde ileri geri konuşmak isteyen beyinsizler takımı bulunsa da kitaba hakkiyle inanan ve ona aşina olanlar bu gibi hükümlerde Allah tarafından birtakım nesih ve tebdillerin yapılabileceğine cevaz verirler ve hatta bunun bir ilâhî sünnet ve gelenek olduğunu, ayrıca Kâ'be'nin vaktiyle İbrahim aleyhisselâmın da kıblesi olduğunu bilirler. Ve Allah, onların amellerinden, ne yaptıklarından, ne yapmak istediklerinden gafil değildir, yani cezalarını verecektir. Şu halde bu cümle, Kitap ehli hakkında açık bir korkutma, bir ihtar ve uyarıdır. İbni Âmir, Hamza, Kisâî, Ebu Cafer ve Ravh kırâetlerinde "tâ" ile okunur. Bu okunuşa göre, Allah hiç birinizin amellerinden gafil değildir, demek olup müminler hakkında müjde, kâfirler hakkında ise korkutma ve tehdit mânâsı taşır.
145- Ey Muhammed! Vallahi sen o inatçı Kitap ehline her âyeti, her türlü mucize ve delili de getirsen, gerçeği isbat için bütün belgeleri gözler önüne sersen onlar senin kıblene tabi olmazlar. Sen onlara aklî ve naklî âyet ve delillerin en açığını gösterdin, akıl ve hikmetten, eski zamanlardan bahsettin ve bilhassa İbrahim kıssası ile Kâ'be'nin şerefi hakkında bilgiler verdin. Bütün bunları anlamak istemeyenler, hiçbir delili dikkat nazarına almazlar ve şu halde senin tabi olduğun kıbleye uymazlar, zaten sen de onların kıblesine tabi olmazsın. Bundan başka onlar birbirlerinin kıblesine de tabi olmazlar. Çünkü yahudiler 'ya, hıristiyanlar da gün doğusuna dönerler. Onların birbirleriyle uyum sağlamaları ihtimali de yoktur. Vallahi, sen, bu yahudilerle hıristiyanların batıl üzere gittiklerini bildiren ve sana gelen bunca ilimden sonra, farz-ı muhal, kalkar da onların arzu ve heveslerine, hakkın emrine aykırı olan keyfî gidişlerine ve arzularına uyacak olursan o takdirde iyi bil ki, sen de muhakkak o zalimler güruhundan olursun. İşte o zaman sen de Allah'ın ahdine nail olamaz, insanlara imam olup ümmet teşkil edemezsin. Şu halde senin onlara uymaya kalkman, Allah'ın verdiği hükümle sana yasak ve muhaldir.
Ey iman ehli! Siz, onların ne kadar zalim olduklarını bilir misiniz?
Meâl-i Şerifi
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
146- O kendilerine kitap verdiğimiz ümmetlerin âlimleri onu -o peygamberi- oğullarını tanır gibi tanırlar, böyle iken içlerinden bir takımı gerçeği bile bile gizlerler.
146- Bizim kendilerine kitap verdiğimiz, kitabı okumak nasib ettiğimiz o Kitap ehlinin âlimleri O Peygamber'i bilmez değillerdir, O'nu tanırlar. O'nun O peygamber olduğunu tıpkı oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, bilirler. ve bunların bir kısmı hiç şüphesiz bile bile gerçeği gizlerler.
Burada peygambere hitap zamiri ile, "seni tanırlar "buyurulmayıp da gâibe iltifat (dönmek) ile, "O peygamberi tanırlar" buyurulmasında birkaç ince nükte vardır.
Birincisi: Bu âyet, Cenab-ı Allah tarafından gâibe hitap suretiyle, tarafsız bir şahitliği ifade eder.
İkincisi: Tevrat'ta, Hz. Musa'ya benzer bir peygamber, diye vasıfları anlatılmış bulunduğu için öteden beri kitap ehli tarafından Hatemü'l-Enbiya (Peygamberlerin sonuncusu), ahd ifade eden "lâm" ile "en-Nebiy" Yani "O peygamber" diye anılırdı, böyle tanınırdı. "O" dedikleri zaman bunu anlarlardı. Ancak onun Hz. Muhammed olduğunu gösterecek bir belgeye, kesin bir delile ihtiyaç vardı. Hz. Muhammed'in getirdiği açıklayıcı âyetler ve apaçık mucizelerle bu da hakkıyle temin edilmişti. Bunların karşısında özellikle o zamanki Kitap ehlinin âlimlerinin hiçbir şekilde şüphe ve tereddüdü kalmamıştı. Bunu, çocuklarını bildikleri gibi kesin bir şekilde biliyorlardı. Nitekim Hz. Ömer, Abdullah b. Selam hazretlerine bunu sorduğu zaman:
"Ben onu oğlumu bildiğimden daha iyi bilirim. Çünkü onda hiçbir şüphe ve tereddüde yer yoktur. Fakat çocuklarıma gelince, ne bileyim, belki anneleri hıyanet etmiş olabilir." demişti.
Bunun üzerine Hz. Ömer de yukarıda adı geçen zatın başını öpmüştü.
İşte "O'nu tanırlar" buyurulmasında bu tanıma nüktesine ve "O peygamber" ünvanına büyük bir işaret vardır.
Bu âyet, özellikle şunu da isbat ediyor ki, sadece bilmek, sırf kalbe ait olan ilim ve marifet, iman için yeterli değildir. Şer'î iman için itaat ve boyun eğmek, bundan başka gerçeği gizlemeyip açıktan ikrar ve itiraf etmek de lazımdır.
İmanın kökü, kalbe ait bir nitelik olmakla beraber onun geçerli bir iman olması, o kökün, zorunlu bir engel bulunmadıkça açıktan ortaya çıkıp yayılmasına bağlıdır. Kitap ehlinin âlimleri O peygamberi, kalben pek iyi tanıdıkları halde mümin olamamışlar, aksine bile bile gerçeği gizlediklerinden halktan daha fazla yerilen ve ayıplanan inatçı kâfirlerden olmuşlardır.
Ey peygamberliği bu kadar sabit ve delillere dayandırılmış olan yüce Peygamber:
Meâl-i Şerifi
147- O hak, Rabbindendir. Artık şüpheye düşenlerden olma sakın!
148- Ümmetlerden her birinin bir yönü vardır, o ona yönelir, haydin, hep hayırlara koşun, yarışın. Her nerede olsanız Allah sizi toplar, bir araya getirir. Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir.
147-Ey Muhammed! O hak emir, Rabbindendir. diğer bir ifadeyle hak, Allah'tan gelendir. Öyle ise sakın sen, şüphecilerden olma ve onların nefsânî arzularını gözeterek, aldığın emri hemen yerine getirmekten geri durma. Şüphe yoktur ki, bu hitabın peygambere yöneltilmesi, bütün ümmetini karşı koymaktan şiddetle sakındırmak ve özellikle kıble işini bir daha takviye etmek içindir. Gerçekten, bir din, bir millet, bir ümmet için kıble meselesinin pek büyük bir önemi vardır. Çünkü vücutta ruh ile bedenin derin bir kaynaşması vardır. Maddi bir görünüm arz edemeyen ruhaniyetin hiçbir hükmü yoktur.
Ruhun en büyük özelliği, birlik olduğu ve aynı zamanda her kalb ve vicdanın ruhânî duygusu sırf kendine ait bulunduğu için, maddî bir görünüm içerisinde birleşmeyen ruhlar arasında bir birlik bağı ortaya çıkamaz. Buna göre sadece ruhî birlik üzerine kurulan bir sosyal ruh, tasviri faydasız ve belki de imkansızdır. Birbirine benzer ruhlu fertler arasında ruhî birliğin varlığı, aralarında bir maddî birliğin görünmesiyle bilinir. Böylece ruh vücuttan, vücut ruhtan katmerli bir yakınlaşma ile kuvvet kazanır ve sosyal ruh bu sayede teşekkül eder, ümmet bununla meydana gelir. Bunun için kıble, bir ümmetin ruhanî birliğine kefil olacak ilk maddi görünümü temin eder ve kıblesiz bir ümmet olamaz.
148-Gerçekte Ümmetlerden veya kavimlerden her birinin bir yönü vardır ki o ona yönelir. İbrahim milletine tabi olmak ve böylece en büyük ve orta yolu tutan muazzam ve seçkin bir ümmet olmak isteyenlerin yönü de, en eski olmakla bilinen, en geniş birlik yönü olmaya layık olan ve İbrahim'in kıblesi bulunan Kâ'be'dir. Bu büyük ümmet buna yönelmelidir, bu herkesin yönelişine uygun gelir.
Yeryüzündeki kavimlerden her birinin de buna yönelecek bir tarafı, bir yönü vardır. Mesela: Kuzey halkı, Kâ'be'nin kuzey tarafına, güney halkı güney tarafına, doğu halkı doğu tarafına, batı halkı batısına ve aradakiler aradan bir yöne yönelirler. Hepsinin yönleri farklı olmakla beraber yine tamamı, bir Kâ'be etrafında toplanmış olur.
Kâ'be alttan, üstten göğe kadar bir merkez ve çepeçevre ona yönelen yeryüzünün sakinleri, onun etrafında sıra sıra birer yuvarlak saf teşkil ederek, tek düzen, tek ümit ve tek hedefli büyük bir cemaat teşkil edebilirler.
Öyle ise sizden her biriniz kendi yönüne yönelerek hayırlar yapmakta yarışınız. Çünkü kıbleden maksat da böyle düzenli bir beraberlikle hayır yarışına girişmektir.
Siz bunu biliniz de, diğer din mensuplarından daha fazla hayır yapınız, onları geçiniz, çeşitli yönlerde, başka başka beldelerde bulunduğunuzdan dolayı aranızda sosyal birlik yoktur, sanmayınız. Çünkü: Her nerede olursanız olunuz, Allah hepinizi bir araya getirir.
Bir kıbleye yönelmeniz sayesinde, yön farklılığına rağmen hepiniz bir cemaat olur, hepiniz Mescid-i Haram içinde namaz kılıyor gibi düzenli bir sosyal cemaat hali elde edersiniz ve mükâfatınızı da o şekilde alırsınız. Böyle şey olur mu? demeyin. Çünkü: Allah her şeye kâdir olduğu gibi sizi böyle toplamaya ve mükâfatınızı vermeye de kâdirdir. Durum ikâmet halinde böyledir, sefer haline gelince:
Meâl-i Şerifi
149- Hem her nereden yola çıkarsan (namazda) hemen Mescid-i Haram'a doğru yüzünü çevir. Bu emir şüphesiz hak, Rabbinden olduğu gerçektir. Allah yaptıklarınızdan habersiz de değildir.
150- Her nereden yola çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir, ve her nerede olsanız yüzünüzü ona doğru çevirin ki insanlar için aleyhinizde bir delil olmasın. Ancak içlerinden haksızlık edenler başka. Siz de onlardan korkmayın, benden korkun. Hem üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım, hem gerek ki doğru yolu bulasınız.
151- Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size âyetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor. Size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor.
152- O halde beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin de nankörlük etmeyin.
149- Ve herhangi bir beldeden yola çıkarsan, namazda yine yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Yine ikamet halindeki gibi Kâ'be tarafına yönel. Ve bu emir her halde Rabbinden gelen haktır ve hikmete uygundur. Allah sizin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
Gerek ikamet halinde ve gerekse yolculukta olsun, bu emre ister uygun bulunsun ister bulunmasın yaptıklarınızdan hiçbiri mükâfatsız veya cezasız kalmaz.
Ebu Amr kırâetinde "Onların yaptıklarından" şeklinde okunur ki İslâm'a muhalif olanlar hakkında bir uyarıdır.
150-Kıble meselesi, çok önemli ve kıblenin değişmesi büyük bir iş ve özellikle bunun içine aldığı nesih konusu, şeytanların fitne ve fesat için aldatmaya bahane ve fırsat edinebilecekleri çok ince bir meseledir. Bundan dolayı Kıble hakkındaki bu emirler, aşağıda geleceği üzere bir daha tekrar edilerek pekiştirilecek ve bununla beraber içine aldığı bazı hikmetler de açıklanmak suretiyle bu pekiştirme ayrıca müstakil bir mânâyı da ifade edecektir. Şöyle ki:
Ey Muhammed! Her nerede olursa olsun, uzağa veya yakına, gerek harb ve gerekse diğer bir maksad için yolculuğa çıksan da: Namazda yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ve ey müminler! siz yeryüzünün bölgelerinden herhangi bir yerde gerek ikamet halinde ve gerekse yolcu olarak bulunursanız, hepiniz namazda yüzünüzü Kâbe tarafına çeviriniz. ki insanların aleyhinizde hakkıyle tutunabileceği hiçbir delil kalmasın. Yani kıblenin değişmesi emrinin sizin anlayabileceğiniz başlıca iki hikmeti vardır:
Birincisi; bu emir, Kitap ehli ve müşrikler gibi size karşı olan bayağı insanlar tarafından aleyhinizde kullanmaya uygun hiçbir delil bırakmamak içindir. Çünkü geçmiş kitaplara göre vaad edilen son peygamberin vasıfları arasında kıbleyi Kâ'be'ye çevireceği hakkında deliller veya işaretler vardır. Bu cümleden olarak İbrahim kıssasında nakledildiği üzere Eski Atik'ten Kitabü'l-Eş'iya'da Mekke'nin geleceğini anlatan âyetler buna açıkça işaret etmektedir.
Bu sebeple Kitap ehli "Son Peygamber'in kıblesi Mekke'de olacaktı. Muhammed ve Ashabı ise hala Beyt-i Makdis'e (Mescid-i Aksa'ya) duruyorlar." diye şüphe edebililirler ve bunu naklî bir delil olarak ortaya atabilirler. Sonra İbrahim'in kıblesine muhalefet, "İbrahim milleti" davasıyla uygun düşmemektedir. Bunu da müşrikler aklî bir delil olarak gerçekten ortaya getirebilirler.
İşte kıblenin değişmesi emrinde önce size karşı böyle aklî ve naklî bakımdan haklı olabilecek delilleri büsbütün kaldırmak ve hasımlarınıza aleyhinizde hiçbir delil bırakmamak hikmeti vardır. Bundan sonra onların hiç biri böyle bir itiraz ileri süremez, ağızları kapanır. Ancak o insanlar içinden zulmü adet edinmiş olan haksızlar başka. Onlar hüccet, delil aramadan ağızlarına geleni söylerler. Haklı bir itirafa imkanları olmadığı halde bu gibi zalimlerin ağzı durmaz. Fakat böyle belgesiz, delilsiz ve sırf haksız sözlerin de hiç kıymeti yoktur.
Bundan dolayı siz onların hiç birinden korkmayınız da, benden korkunuz ve benim emrime karşı gelmekten sakınınız. İşte kıbleyi değiştirme emri, insanlara aleyhinizde öyle bir itiraz delili bırakmamak içindir.
İkincisi; Size nimetimi tamamlamam içindir ki, bu sayede hidayete ermeyi ve doğru yolda sapasağlam gidip, arzu edilen hedefe ulaşmayı kuvvetle ümit edebilesiniz.
Asıl nimet, doğru yola ulaşmaktı. Kıble işi de bu doğru yoldandır. Nimeti tamamlamak ise, bir nimetin eksik tarafı bırakılmayıp, mümkün olan olgunluğuna erdirmek, demek olduğundan bu nimetin tamamlanması da o yoldan doğruca gidip, kurtuluş gayesine ermektir.
151- Hz. Ali "Nimetin tamamlanması, İslâm üzerine ölmektir." buyurmuş ve "Nimetin tamamlanması, cennete girmektir." diye de bir haberde varid olmuştur. Bu nimeti tamamlama lütfu şuna benzer:
Nitekim sizin içinizden, yani İbrahim ve İsmail'in soyu içinde sizden, yani siz insanlar cinsinden seçkin ve büyük bir peygamber gönderdik. İnsan cinsinin yine beşer olarak bir peygambere kavuşması ne büyük bir nimettir!
Şüphe yok ki Allah'ın kullarına göndereceği elçi, sadık yaratıklarından biri olacaktır. Zira Allah ile kulları arasında vasıta olacak, mahluk olmayan birtakım tâlî mabutlar düşünmek imkansızdır, batıldır. Bundan dolayı Allah'ın insanlara gönderdiği peygamber, insandan başka diğer yaratıklardan biri olsaydı, insanlık adına büyük bir şeref olmaz ve genel toplum için o kadar istifadeye uygun bulunmazdı.
İnsana yine içlerinden "Ben de ancak sizin gibi bir insanım." (Kehf, 18/110) diyen bir peygamber göndermesi, insan cinsinin, Allah Teâlâ'ya doğrudan doğruya yaklaşmasına, Âdem kıssasında açıklanan halifeliğine en büyük delil olan sonsuz bir şereftir. O peygamberin içinde yetiştiği kavim için de bu şeref, elbette daha kuvvetli ve daha katmerlidir.
Hem öyle bir peygamber ki Size, bizim ebedi bir mucize olan âyetlerimizi okuyor. Bunlar, o gelip geçici mucizeler gibi gelip geçici nimetler cinsinden değildir. Bunlarla her zaman buna karşı çıkanlar cevap veremez hale getirilir ve susturulur. Şüpheler ortadan kaldırılır, olaylar tahlil olunur. Birçok ilimler elde edilir, bunlar güzel güzel okunur, ibadetler yapılır, güzel ahlâkın en büyük ve en kapsamlı ilkelerine erilir. ve sizi her türlü şirk ve günahtan, insanlığın yüceliğini lekeleyecek maddi ve manevi çirkinliklerden, pisliklerden temizleyecek hakkın temiz, pak adaletli bir şahidi haline getirecek ve çoğaltıp düzenleyecek bir hayata sevkediyor. Hem size bütün filozoflara ders verecek kitap ve hikmet öğretiyor, okuma-yazma bilmezken size kitap ve yazı belletiyor. Her türlü hikmeti içine alan hukuk ilmi ve şartlarını, kanun koymadaki hikmeti, yüksek ahlâkı, toplumun sırlarını, insanlığın menfaatini, dünya ve ahiret ilmini, kâinat nizamında geçerli ve hükümran olan kanunları ve ilâhî sünnetin sonucunu, bunların tatbik ve uygulama şeklini sözlü ve fiilî sünneti ile öğretiyor. ve size hiç bilmediğiniz, akıl ve düşünce ile bilme imkanını bulamayacağınız şeyleri, gayba ait sırları ve ahiretle ilgili durumları vahy ile bilip öğretiyor. Öğretiyor da sizi dünyanın üstadı, cihanın hakimi olacak ve bütün insanların örnek alacakları, orta yolu tutan bir ümmet teşkil edecek bir hale getiriyor.
İşte biz, ilâhlık şanımızla size İbrahim'in duasında olduğu üzere böyle bir peygamber gönderdiğimiz gibi, kıblenizi değiştirip tesbit etmek suretiyle de size olan nimetimi tamamlamak için bu hak emri verdim.
"Muhammed (s.a.v.) insanlığa ne getirdi?" diye sorulacak olursa, bu âyeti okumak yeterlidir. Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilişinde gerek dünya ve gerekse ahiretle ilgili böyle büyük bir nimeti tamamlama vardır.
152-Şunu da bilmek gerekir ki, Kâ'be'nin kıble yapılması da dünya ve ahirette buna benzer bir nimeti tamamlamak için bir sebeptir. O orta yolu tutan büyük ümmet bu sayede teşekkül edecek ve büyük kurtuluş bununla başlayacaktır. Bunun için size şimdi iki vazife vardır:
Birincisi: Beni zikrediniz, layıkıyle anınız ki, ben de sizi bana layık bir anışla anayım, imdad ve yardımımı devam ettireyim.
İkincisi: Bana şükrediniz, nimetlerime karşı kalble veya dille, yahut bedenle, ya da hepsiyle birden bana saygı gösterin, benim emirlerime itaat edip, nimetlerimi yerine harcamak sûretiyle onlardan yararlanın. İnkar ve isyanla bana küfür ve nimetlerime karşı nankörlük etmeyiniz, hasılı unutkan ve nankör olmayınız.
Zikir de şükür gibi ya dille, ya kalble veya bedenle olur.
Dil ile zikir, Allah Teâlâ'yı en güzel isimleriyle anmak, hamd etmek, tesbih ve tenzih etmek, Kitab'ını okumak ve dua etmektir.
Kalb ile zikir, gönülden anmaktır ki, başlıca üç çeşittir:
1- Allah'ın varlığını gösteren delilleri düşünmek, şüpheleri atarak Allah'ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmek (düşünmek)tir.
2- Allah'ın koyduğu hükümleri, kulluk vazifelerimizi, yani Allah'ın bildirdiği sorumlulukları, onlarla ilgili hükümleri, emir ve yasakları, Allah'ın vaadini, tehdidini ve bunların delillerini düşünmektir.
3- Maddi ve manevi varlıkları, bunlardaki yaratılış sırlarını seyredip düşünmekle zerrenin kutsal âleme bir ayna olduğunu görmektir. Bu aynaya, gereği gibi bakanların gözüne, o güzellik ve büyüklük âleminin nurları yansır. Bir anlık hisle bundan alınacak olan müşahede zevkinin bir göz kırpacak kadar süren parıltısı bile dünyalara değer. Bu zikir makamının hiç sonu yoktur. Bu noktada insan kendinden ve dünyadan geçer, bütün hisleri hakka bağlanır. Hatta zikirden ve zikr edenden bir isim ve eser kalmaz da, hissedilen yalnız zikredilenden ibaret olur. Gerçi bu makamın sözünü edenler çoktur, fakat buna erenlerin sözle alakası yoktur.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Benim Allah ile bir vaktim vardır ki o vakitte bana ne mukarreb bir melek ne de gönderilmiş bir peygamber hiçbiri yanaşamaz." buyurmuştur.
Bedenle zikir: Bedenin organlarından her birinin görevli bulundukları vazife ile meşgul ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan şeylerden boş ve uzak bulunmasıdır.
Şükür de bu mertebelerden her biriyle yerine getirilir. Ancak bunların şükür olması için, şükreden kimsenin, kendisine ulaşmış olan nimeti hissetmesi ve bunları o nimete karşılık bir saygı vazifesi olarak yapması şarttır. Zikir ise, nimetin ulaşmasına bağlı olmaksızın genel olarak bir muhabbetin, bir olgun aşkın eseridir.
Şu halde şükrün, zikre atıf yoluyla bağlanması, esasen "atfü'l-hâs ale'l-âm" özel bir şeyi daha genel olana atfedip bağlama demektir. Fakat her ikisi de nimet kaydından sonra söylenmiş bulunduğundan burada tefsire ait bir atıf cinsinden olur. Böyle olmaması için şükrün, örfî şükür mânâsına yorumlanması daha uygundur ki, o da ulaşan nimetlerin hepsini, yaratılış gayesine uygun olarak harcamaktır.
Buna göre her ilerleme adımında zikir başlangıç, şükür bir sonuçtur. Sonsuz yolculukta bunlar peşi peşine birbirlerine girift olarak giderler.
Allah Teâlâ, bu zikir çeşitlerinden hangisiyle zikredilirse, o da ona layık bir şekilde kendisini zikreden kimseyi, zikredip anacaktır. Bu noktayı anlatmak için, bu âyet çeşitli tabirlerle açıklanmıştır. Bu cümleden olarak:
1- Beni, bana itaatla zikrediniz, ben de sizi rahmetimle zikredeyim.
2- Beni dua ile zikrediniz, ben de sizi duanızı kabul ve ihsanla zikredeyim. Yani "Bana dua ediniz ki, duanızı kabul edeyim." (Ğâfir, 40/60).
3- Beni övgü ve itaatla zikrediniz, ben de sizi övgü ve nimetle zikredeyim.
4- Beni dünyada zikrediniz, ben de sizi ahirette zikredeyim.
5- Beni gizli yerlerde zikrediniz, ben de sizi sahralarda zikredeyim.
6- Beni refahınız, rahatınız zamanında zikrediniz, ben de sizi bela ve musibete uğradığınız zaman zikredeyim.
7- Beni ibadetle zikrediniz, ben de sizi yardımla zikredeyim.
8- Beni, benim yolumda cihadla zikrediniz, ben de sizi hidayetimle zikredeyim.
9- Beni doğruluk ve samimiyetle zikrediniz, ben de sizi kurtuluş ve size tahsis ettiğim şeyleri artırmakla zikredeyim.
10- Beni önceden ilâhlığımı kabul ile zikrediniz, ben de sizi sonunda rahmet ve kulluğa kabul ile zikredeyim.
Kısaca kulluğun başı zikir, sonu ise şükürdür. "Onların dualarının sonu âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun." (Yunus, 10/10) demektir.
İşte Cenab-ı Hak bütün kullarını özet olarak başlangıcı ve sonucu içine alan bu iki vazife ile görevlendirmiştir. Bu görevler, güzel bir şekilde yerine getirildikçe o nimet de uluşacağı yere ulaşarak tamamlanacaktır. Fakat zikir, marifet ve bilgi ile; şükür de nimet ile uyum içinde olacaktır. Halbuki Allah'ın mahiyetini hakkiyle bilmek, O'nu kendisi gibi bilmek demek olacağından bu, fani âlemde kullar için mümkün değildir. "Seni gerçek mahiyetinle bilip tanıyamadık."
Bunun gibi Allah'ın nimetleri sonsuzdur. Mesela bir nefeste içli dışlı iki nimet vardır. Demek ki, sadece her nefeste iki şükür vaciptir. Bu durumda şükrü hakkıyle eda etmek de mümkün değildir. "Sana layık olduğun şekilde kulluk yapamadık."
Demek ki bu ilâhî hitap karşısında ilk duyulan şey acizlik ve yaratıcının kudretine teslim olma arzusudur. Gerçekten iman ve İslâm'ın başı bu anlayıştır. En güzel zikir de "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." kelime-i tevhididir.
Bu tevhidin ve teslimiyetin gereği de, bu acizlik içinde kendini, Allah'ın emirlerinin tek yürütme vasıtası bilerek, yöneltilen vazifeyi en güzel bir şekilde ve azami derecede yerine getirmek için yalnız Allah'tan yardım dileyip en iyi şekilde gayret sarf etmektir. İşte bu, şükrün kendisidir. Yani yüklenen sorumluluk imkan ve kabiliyet şartına bağlanmıştır. Fakat o kabiliyet, Allah'ın bir yardımı olduğu için onun da işin aslında bir sınırı ve sonu yoktur.
Bundan dolayı kul, Allah'ını zikirle O'ndan yardım diler ve kendine verilen kabiliyeti sarf eder. O kabiliyet, ona yapacağı işle beraber Allah'ın dilediği kadar gelir. İşte İslâm, o acizlikten, bu sonsuz kudret ve kabiliyete intikaldir.
Şu halde her mümin: "Beni zikrediniz!" emri karşısında acizliğini hissederek önce "Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz." (Fâtiha, 1/4) şeklindeki kesin sözünü hatırlayacak ve buna şükretmek için Allah'tan yardım dileyecektir. Bunun için bütün iman ehline hitaben buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
153- Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir.
154- Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin. Hayır, onlar diridirler. Fakat siz sezemezsiniz.
155- Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!
156- Onlar başlarına bir musibet geldiği zaman: "Biz Allah'a aidiz ve sonunda O'na döneceğiz." derler.
157- İşte onlar var ya, Rablerinden, mağfiretler ve rahmet onlaradır. İşte hidayete erenler de onlardır.
153- Ey iman şerefi ile yükselmiş olan tüm iman ehli! Siz herhalde, Size vaad edilmiş olan olgunluk gayesine ermek için her şeyden önce sabır ve namazla yardım isteyiniz.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Önce sabır ve kararlılığa alışınız, nimetlerin kendilerine göre zahmetleri de vardır. Allah'ın bütün nimetlerine, hele sonsuz nimetlerin tamamına anahtar olan iman ve İslâm nimetine şükretmek ve özellikle bunu "ihsan" mertebesinde eda edebilmek elbette kolay değildir. Siz bu girip yüreyeceğiniz yolda ebedi bir gayeye yürüyeceksiniz. Yürürken imtihanlar geçirecek, biri içte, diğeri dışta iki büyük düşmanla çarpışacaksınız.
Bir taraftan nefislerinizin heves ve arzusu, diğer taraftan kâfirlerin, hak düşmanlarının hücum ve eziyetleri ile uğraşacaksınız. Bunlara karşılık vermek ve kendinizi savunmak için cihada ve savaşa mecbur olacaksınız. Bazı zahmetler ve meşakkatler göreceksiniz.
Ruhen ve bedenen nefsinizi terbiye etmezseniz, sabır ve tahammüle, kararlı ve metin olmaya alışamazsınız, Allah'ın yardımının ilk sebeplerinden birini kaybetmiş olursunuz, tehlikeye uğrarsınız. En ufak bir sıkıntı, bir acı karşısında korkmaya, sızlanmaya başlarsınız. Ümitsizliğe ve gevşekliğe düşersiniz. Şunu biliniz ki sabır, her başarının başıdır.
İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin başı sabır, amelin başı sabır, kısaca varlık âlemini tanımanın başı sabırdır.
Sabırsızlık; ivmek ve bir anda her şeyi istemektir. Halbuki yaratıklar, zamana bağlı olup, terbiye kanununa tâbidirler. Zaman ise peşpeşe gitmek, yavaş yavaş olmak demektir. Bunun için yaratıkların tam başarıya ulaşmaları derece derece bir silsile takip eder. Bu da sabra bağlıdır. Her şeyi bir anda istemek, hiçbir şey istememektir. Hatta yaşamak, sabretmektir. Âlimler sabrı iki kısma ayırırlar:
1- Kötü şeylerin acısına sabır ve tahammül ile güzel sonuçlarını beklemek,
2- Çabucak gelecek olan lezzetten ve şehvetten uzak durmada sabırla, onların kötü sonuçlarından sakınmaktır.
Bunların biri olumlu, diğeri olumsuz şekilde bir sabırdır. Birincisi, acı ilaçlarla tedavi gibi vazifeye atılmak; ikincisi, zehirli tatlılardan sakınmak gibi zararlı şeylerden kaçınmaktır.
Bununla beraber bazı durumlar vardır ki, orada sabır kötüdür, meşrû değildir. Öyle durumlarda hızla savunmak için hayatı feda etmek daha çok tercih edilir ve belki de vâcib olur.
Bu âyetteki kelimesinin "elif lâmı"ahd-i hâricî olmak üzere burada sabrın çeşitlerinden oruc veya cihadın kastedildiği nakledilmektedir. Fakat muhakkik (araştırmacı) âlimlerin tercihine göre "lâm" cins içindir. Oruç ve cihad ile beraber diğer sabır çeşitlerini de içine alır. Kısaca ahlâkta, imandan sonra sabır, ilâhî yardımın ilk celbedilme yoludur.
Namaz da böyledir. Ruhun düzelmesinin, bedenin intizama girmesinin, sabır ve vakarın, ruhî ve bedenî her vazifenin, dünya ve ahiretle ilgili her olgunluğun düzenleyicisi olan, gerek kişisel ve gerekse sosyal her özelliği içine alan ve ümmet teşkilatının en birinci ve en esaslı belirtisi bulunan namaz, imanın en büyük güçlendiricisi, bütün ibadetlerin ve amellerin başıdır. Müminlerin miracı, âlemlerin Rabbine beden ve candan durumlarını arz etmek suretiyle niyazları, kısaca zikir ve şükrü içine alan bir ibadet olduğu için, ilâhî yardımın en önde gelen ve en yakın celbedilme yoludur.
Kıblenin taşıdığı önem de ilk önce bunun içindir. Bu sebeple namaz, sabır gibi sade bir vasıta değil, aynı zamanda Allah'a bir kavuşma olmak üzere en büyük bir zevk gayesidir. Bu sayede Allah'tan başka tüm mâsiva (varlık âlemi)dan çıkılır, acılar, kederler silinir. Kul ile mabud buluşma meclisinde beraber olur.
Bunun içindir ki Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Namaz göz aydınlığım kılındı." buyurmuş, en büyük zevk ve sevincin namazda hasıl olduğunu göstermiştir.
Yukarıda kıblenin önemi hakkında gelmiş olan âyet-i kerimeler, onun konusu olan namazın Allah katında taşıdığı kutsal kıymeti anlatmış bulunduğundan burada yalnız sabrın kıymetini bildirmek için buyuruluyor ki: Şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir. O'nun en güzel isimlerinden biri de "Sabûr" ism-i şerifidir. Her kimde sabır varsa onda Allah'ın kudretinden bir tecelli kokusu vardır. Hele bu sabırlı kimseler bir araya gelip bir cemaat olurlarsa her halde Allah'ın yardımına ererler. Allah onların daima dostu ve velisidir. Dualarına, isteklerine cevap vermek için Allah'ın yardımı daima onların yanlarında dolaşır. Bu beraberliği göstermeyen, gizleyen şey ise o sabırlı kimselerin dağınık bulunmalarıdır.
Yakınlık ve beraberlik ifade eden "ma'a" kelimesi çoğunlukla kendisine tabi olunanın başına gelir. Buna göre; "Allah sabredenlerin beraberindedir." buyurulmasında Allah'ın, kullarına şeref bahşetmesindeki yüceliği gösteren büyük bir incelik vardır.
Ebussuud, bu inceliğin açıklamasında demiştir ki: "Çünkü, sabırlı olmaya gerçekten girişenler, sabırlı kimselerin cemaatidir. Bu bakımdan bunlar, kendilerine uyulan kimseler olarak gösterilmiş oluyorlar..." Yani bu beraberlik, çalışıp elde edilecek şeylerde Allah'ın iradesinin, kulların iradesinin arkasından geldiğini ifade etmektedir. Böyle olunca Allah'ın "Rahîm" (çok merhamet edici) sıfatının hükmü olan bu ilâhî şerefi bahşetmenin, kullar hakkında ne büyük bir lütuf olduğunu inceden inceye düşünmek gerekir. Sabır meselesinin bütün anahtarı bu noktadadır. Şunda da şüphe edilmemelidir ki, Allah'ın kullarına bu şerefi bahş etmesi, Onun iradesine bağlı bir lütuftur.
İşte ey müminler! Bunu bilerek zikir ve şükür yolunda sabırla yardım dileyiniz. Bu konuda Allah'ın düşmanlarıyla, malla canla cihada ihtiyaç duyarsanız onu da yapınız. Bu uğurda kaybınız bulunursa onların acılarına, ayrılıklarına da katlanınız.
154- Sakın böyle Allah yolunda öldürülmüş olanlara "ölüler" demeyiniz. Onları gerçekten ölmüş zannetmeyiniz. Bununla son derece acı duyup, telaş ve ümitsizliğe düşmeyiniz. Hayır, onlar ölü değil, diridirler. Hem gerçek hayatla diridirler. Fakat siz duymazsınız, onların hayatını hissetmezsiniz. O hayat, bu dünyadaki zâhirî duyularla hissedilecek bir hayat değildir. O, ruhanî bir hayat, daha doğrusu gerçek bir hayattır ki, akılla bile tam olarak idrak edilemez. Ancak kesin bilgiye dayanan bir hisle idrak edilir ve hisle bilinir.
Şehitler hakkında böyle daha birçok âyetler gelecektir. Hasan-ı Basrî (rh.a) hazretlerinden rivayet edilmiştir ki: "Şehitler Allah katında diridirler. Rızıkları ruhlarına sunulur da kendilerine rahatlık ve ferahlık gelir. Nitekim Firavun ailesine de sabah akşam ateş gösterilir de kendilerine bu acı ve elem gelir".
Bu nakil, şehitler hakkında Âl-i İmrân sûresindeki "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri yanında diridirler. Allah'ın lütfundan rızıklanırlar. Onlar, Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği şeylerle sevinirler. Arkalarından kendilerine yetişememiş olanlara, kendileri için hiçbir korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler." (Âl-i İmran, 3/169-170) âyetiyle gelecektir. Ğâfir sûresinde de Firavun ailesinin durumu, "Onlar sabah akşam ateşe sürülürler. Kıyamet koptuğu gün de: Firavun ailesini o azabın en şiddetlisine sokun, denecektir." (Ğâfir, 40/46) âyetiyle anlatılmıştır.
Bu âyette ruhların başlı başına ayakta duran ve hissedilen beden cevherinden başka birer özü bulunduğuna ve bunun ölümden sonra duyarlı bir halde kaldığına, yani ruhun bâki oluşu meselesine bir işaret vardır. Sahabenin ve tâbiînin (Allah hepsinden razı olsun) çoğunluğunun görüşleri budur. Buna işaret eden daha birçok âyet ve hadis vardır. O halde burada bunun şehitlere tahsisi, makamlarının
Allah yanında yüksekliğini bildirmek içindir. Bununla beraber İslâm'da ahiret meselesi, bundan ibaret değildir. Bunu daha fazla açıklayıp tamamlayacak olan, öldükten sonra dirilme, yeniden yaratılış ve benzeri şeyler vardır ki, sırası geldikçe açıklanacaktır. Burada henüz ölümü takip eden kabir ve "Berzah âlemi" meselesine işaret buyurulmuştur.
Bu âyetin, on dörde ulaşan Bedir şehitleri hakkında indiğine dair bir görüş vardır. Fakat kıblenin değiştirilmesinden sonra ve Bedir savaşından önce bir hazırlama olması daha çok düşünülür.
155-Kısaca, ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyiniz. Çünkü Biz, peygambere tabi olup, olmayanı seçmek ve o nimeti tamamlamak üzere sizi korkudan, açlıktan, mallar, canlar ve ürünlerin eksikliğinden az bir şeye uğratacağız ve böyle bazı sıkıntılarla imtihan edeceğiz.
Ahirette: "Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Âl-i İmrân, 3/170) sırrına ermeniz için dünyada biraz bu sıkıntıları tadacaksınız. Düşmanların hücumu korkusu, kıtlık ve darlıktan dolayı açlık, savaş ve savaş masrafları dolayısıyle mal ve can eksikliği, kazanç ve evlat eksikliği cinsinden herhalde biraz birşey ile imtihan edileceksiniz.
Bu mutlak ifade içinde bu âyet, İslâm dininde farz kılınacak olan bazı hükümlere ve sorumluluklara bile işaret etmektedir. Korku Allah korkusuna, açlık Ramazan orucuna, mal eksikliği zekata, can eksikliği cihada, şehitliğe ve hastalığa; ürün eksikliği, evlat eksikliği kazanç zayiine işarettir.
156-Bu acı ve sıkıntıların her birinden böyle biraz çekmekle mükellef bulunmak, bunların tam ve genel bir şekilde herkesi içine almasına engel olacak ve ahirette büyük büyük nimetlere ulaştıracaktır. "Ey Muhammed! Sen sabredenleri ise müjdele. o sabredenleri ki kendilerine bir musibet dokunduğu vakit, yani "mümine eziyet verecek her şey, onun için bir musibettir." hadis-i şerifi gereğince eziyet verecek herhangi bir zarara uğradıkları zaman: "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn" derler. "Biz, her halde Allah'ınız ve mutlaka O'na dönüp varacağız." diye Allah'a teslim olduklarını arz edip teselli bulmuş olarak sabrederler. Bunu yalnız dil ile değil, yaratma ve yaratılma gayesini düşünerek bütün kalb ile söylerler.
" Biz Allah'ınız" demekte malı, canı, her şeyi Allah'a teslim ve Allah'ın mülkü olan her şeyde, hatta canlarımızda ve bedenlerimizde bile dilediği gibi yönetim hakkı olduğunu ve acı tatlı O'nun hiçbir tasarrufuna itirazın caiz olmayacağını itiraf ile Allah'ın dilediğini yapmasına, kaza ve kadere razı olduğunu açıklama vardır. Bu makam, pek büyük bir makamdır. Bu makamı kazanan nefse: "Nefs-i râdıye: Allah'ın emrine râzı olmuş nefis" denir. demekte ise: "Biz dönüp dolaşıp sonunda mutlaka Allah'a döneceğiz. Başlangıçta yok iken Allah'tan geldiğimiz gibi sonuçta da yine O'na varacağız." diye görünürde olsun eğreti varlığımızın ölümle sona erip helak olmasına ve bununla beraber gayenin mutlak bir yokluk olmayıp, tamamen buluşma olduğuna iman ve bu imanla Allah yanında kendisinden razı olunma ümidini açığa vurma vardır. Bu makama: "Nefs-i mardiyye kendisinden razı olunan nefis" makamı denir.
Bu ise, isteklerin sonu ve mertebelerin en üstünü olan en büyük rızadır. Lezzetlerin en büyüğü de rıza lezzetidir. İnsanın nefsi önce "nefs-i emmare: Kötülüğü emreden nefis" iken, dini bilgi ve Hz. Muhammed'in ahlâkı olan büyük ahlâk ile ilerleyip gelişerek ikincide "nefs-i levvâme: Kötülüğünden dolayı kendini kınayan nefis", üçüncüde "nefs-i mutmeinne: Kötülükten temizlenerek Allah'a yaklaşıp huzura eren nefis", dördüncüde "nefs-i râdiye: Kendisine sonsuz nimetler bahşeden Rabbinden razı olan nefis", beşincide "nefs-i mardiyye: Allah'ın kendisinden razı ve hoşnut olduğu makbul nefis" olur ki, Fecr sûresindeki: "Ey huzur içinde olan nefis! Sen Rabbinden razı, o da senden razı olarak Rabbine dön." (Fecr, 89/27-28) şeklindeki ilâhî hitap, bunun beyanıdır. Bu dönüşün, bir yere ve bir yöne intikal suretiyle olmadığı ortadadır. Çünkü Allah Teâlâ yön ve mekandan münezzehtir. Bundan dolayı burada üç mânâya ihtimal vardır:
1- Bu, nefsimiz hakkında bir son bulma ikrarından kinâyedir.
2- Bâki (sonsuz) olma ikrarıdır.
3- Bir yönden yok olmayı, bir yönden ebedî kalmayı ikrardır.
Bizce doğrusu, bu üçüncüsüdür. Çünkü bu, hepimizin zatının sona ermesi ile Allah'ın baki olmasını ikrar etmektir.
Biz vaktiyle dış âlemde nasıl yoktuk da Allah'ın bilgisinde var idiysek, yine onun gibi yok olacağız ve olduğumuz gibi yalnız Allah'ın bilgisinde ve sırf O'nun hükmünde mevcut kalacağız. Bu, bizim bizdeki varlığımız olmayacak, bizim Allah yanındaki varlığımız olacaktır.
Ancak dünyaya gelirken yaratılıştaki mizacımızla gelmiş, henüz bir işe karışmamış, yapacağımızı yapmamıştık. Giderken ise iyi veya kötü kazanacağımızı kazanmış, iyilik veya kötülük namına neyimiz varsa hepsini omuzumuza almış, sorumluluğu yüklenmiş olarak gideceğiz. Kısaca zatımız, Allah'ın ilmiyle, varlığımız Allah'ın varlığı ile, bâki kalmamız da Allah'ın bâki oluşu ile var olur. Allah'ın varlığı ise ezelî ve ebedîdir. Bundan dolayı, Allah'a dönüş, bu şekilde O'nun lütfuna veya kahrına ermiş olarak bakâbillâh demektir.
Râzî diyor ki: "Bu dönüş ahirete işarettir. Biz dünyada iken az çok kendimiz veya başkaları da menfaat ve zararımıza görünürde sahip bulunuyorduk. Gittiğimiz zaman bunlara hiç kimsenin hükmü geçmeyecek, sahih olan görüşe göre üzerimizde yalnız Allah'ın hükmü geçerli olacaktır."
Bu itibarla Allah'a dönüşümüz, öldükten sonra bütün durumlarımızda yalnız Allah'ın hakim olması ve Allah'ın, hükümlerde kendisine başvurulacak merci olması demektir. İşte bunun üzerine yeniden yaratma ile öldükten sonra dirilme, haşir (kıyamet günü insanların bir araya toplanması) ve neşr (kıyamet günü insanların yeniden dirilmesi), ahirete ait diğer hükümler gerekecektir. Halbuki buradaki dönüş ölümden sonra ve tekrar dirilmeden önceki durumları da içine alır. Buna bazıları, "rûhun baki oluşu" adını vermiş, dönüşü, ahireti onunla açıklamak istemiştir. Fakat ruhun baki oluşu, deyiminin de şahsa ait bir bakilik şüphesi vardır. Dönüşte ise şahsın fani olduğunu itiraf gizlidir. Bunun için Allah'a dönüş meselesinde ruhun ebediliğinden başka bir mânâ vardır. Bunda, bir zaman olup, ruhun da faniliğe gideceğine dair bir itiraf yok değildir. Bedenimizin yok oluşundan sonra uzun zaman ruhumuzla kalabileceğimiz kabul edilmiş olmakla beraber büyük kıyamet gibi bir gün gelip, ruhlarımızın da yok olacağı "Allah'ın zatından başka her şey yok olacaktır." (Kasas, 28/88) âyeti gereğince, zatımızın yok oluşu her yönüyle gerçekleşecektir. Ancak Allah katında bilinen gerçek varlığımız hiç bir şekilde kaybolmayıp, işin aslında her türlü hükme tabi olabileceğimiz ve sonunda ebedî bir varlığa kavuşma ile Allah'ın cemalini görebileceğimiz de anlaşılıyor.
Eğer Allah yanında bilinen gerçek varlığımız, ruhumuz veya bedenimiz yahut da her ikisi demek ise, bunlardan biriyle; yok eğer bunların ötesinde birşey ise o şekilde bir ebediliğe kavuşacağız. Bu ebedilik de gerçekten bizim kendi kendimize bir ebediliğimiz demek olmayıp, ancak Allah'ın ebedi oluşu ile mümkün olan bir ebedilik olacaktır.
Bunun için bizim tabiî denebilecek olan zatımızın gereği yokluk iken, hakkımızda takdir edilen nasibimiz, bakâbillah yoluyla Allah'ın kahrına veya lütfuna kavuşmaktır. En yüksek hedef ve en büyük rıza işte bu ebedî lütuftur. Fennin, sebeplerin bâkî oluşu konusundaki büyük kanununda, bu mânâ sabit demektir. Maddeler ve küçük kuvvetler, hepsi sebebe bağlıdırlar. Bundan dolayı hepsi silinir, yalnız her şeyin sebebi olan Allah zatı ve sıfatları ile sonsuz kudreti ile bâki kalır. Allah'ın bâkiliğinde, o silinen maddelerin ve fani güçlerin mahiyetleri ve şahsi belirtileri Allah'ın bilgisi olmak üzere tamamen muhafaza edilerek, ilmî varlıkla sabit ve bâki kalırlar. Yine her türlü hükme konu olabilecek bir gerçek varlığa sahip bulunurlar. İşte ahiret hayatının zamanı, bu Allah'ın bâki oluşu ve Allah'ın bilgisinde bâki olmaktır.
Bu şekilde bakâbillâha, bakâ-i Rûhanî (Ruhun bâki ve ebedî olması) tabirini kullanan filozoflar, Allah'ın gerçek mahiyetini ruh, insan ruhunun da Allah'ın gerçek varlığındanmış gibi düşündüklerinden dolayı, ahiretin aslını ruhun bâki kalması olarak tasavvur etmişler ve gerçeği karmakarışık hale getirmişlerdir. Gerçi ruh, Allah'ın emri olan bir sırdır. Ruhun bâki oluşu, dinen kötü sayılacak bir şey de değildir. Fakat bizim, ebedî olarak, ruhumuzun bâki oluşu ile bâki olmamıza hükmetmek, bize bir şahsî bâkilik isnad etmektir. Bu da zatımızın fani oluşunu unutmaktır. Bu ise ilk sebebi, Allah Teâlâ'yı unutmaktır.
Şunu bilmelidir ki Allah'ın gerçek mahiyeti, ruhun ve cismin ötesinde bir teklik mertebesindedir. Ruhu, Rabbin emri olmakla beraber Rab emrine hakimdir. "Allah emri üzerine galip ve hakimdir." (Yûsuf, 12/21). Bunun unutulmaması gerekir. Bundan dolayı bizim varlığımızın ve bâki oluşumuzun dayanağı ve binası, Allah'ın varlığı ve bâki oluşudur. Biz kendi bâki oluşumuzla değil, Allah'ın bâki oluşu ile bâki olabileceğiz. Gerçek diri olup, her şeyi yöneten O'dur. "Biz Allah'ınız ve gerçekten biz O'na döneceğiz" ifadesi, işte bu Allah'ın bâkiliği ile bâki olmayı anlatmaktadır.
Bu, ne yalnız ruhla olur, ne de yalnız bedenle olur. Bu, her ikisinin de başlangıcı ve garantisi olan gerçek bir bâkiliktir. Ahiret bu bâkiliğe dayanmaktadır. Allah mevcut ve bâki oldukça, bizim için yeni yeni nice ruhlara ve bedenlere kavuşmak daima mümkün ve sonsuza dek imkan dahilindedir. Biz ölürüz, ruhumuz kalabilir. Kabirde ve berzah âleminde mükafat ve ceza görebilir. Kalmaması ve bir müddet sonra onun da sonunun gelmesi, kendi nefsinde mümkündür. Fakat Allah'ın bilgisinden, Allah'ın hükmünden ve bakâbillah'tan çıkmamız mümkün değildir. Asıl mükafat ve cezanın dayanağı budur.
Ahiret sadece ruhun bâki kalışı olmayıp, berzah âlemindeki hayattan sonra başka bir yaratılış ile diriltilecektir. Bunun da gayesi o yaratılışa göre Allah'a bir dönüş olacaktır.
Bundan dolayı "Biz Allah'ınız ve gerçekten biz O'na döneceğiz." ifadesi bir taraftan ahiretin garantisi olan bir dönüşü, bir taraftan da ahirette bile amellerin en üstünü ve olgunluğun son sınırı olan bir dönüşü, mutlak ifadesiyle içine almaktadır. Böyle bakâbillah ile ümid ve korku, sadece "ruhun bâki oluşu" teorisi üzerine kurulan ümit ve korkudan daha yüksek, daha gerçek ve daha ilmîdir. Her şüpheden uzak bir tevhid, Allah'a bir teslimiyettir. Yûsuf sûresinde geleceği üzere bu teselli Muhammed (s.a.v.) ümmetinden başkasına verilmemiştir.
157-Böyle bir tevhid ile bütün ümidini bakâbillaha dayandırarak "râdiye" ve "merdıyye" makamlarına ermiş olan sabırlı kimseler, her müjdeye layıktırlar. Bunları şu âyetle müjdele: İşte Rablerinin salevât ve rahmeti bunlara mahsustur ve işte hidayete ermiş, doğru yolu tutmuş olanlar ancak bunlardır.
Allah'ın salevâtı, bütün günahların bağışlanmasıdır. Allah Teâlâ, bunların günahlarını tamamen örter. Onları rahmetiyle öyle mükafatlara, öyle nimetlere ulaştırır ki, bunlar dünyada ne görülmüş, ne duyulmuş, ne de insanın akıl ve hayaline gelmiş şeyler değildir. Bunlara: "Gir iyi kullarımın arasına! Gir cennetime." (Fecr, 89/29-30) denecektir.
O sabırlar, ancak yerine getirilmesi mümkün olmayan Allah'a şükürde meydana gelecek kusurları, günahları örtecek ve onların yerini sevaplara bırakacak ilâhî yardımlardandır. Müminler, bunu bilerek, sabır ve namazla yardım istemelidirler. "Râdiye" ve "merdıyye" makamlarını kazanmalıdırlar. Namazlarında Mescid-i Haram tarafına yönelerek Allah'ı zikredip, O'na şükretmelidirler ki, vaad edilen dünya ve ahirete ait nimetler tamamlansın, ebedî hoşnutluk lezzeti ihsan edilsin.
Bu kıblenin kutsallığı, yalnız bundan ibaret de değildir. Bunda namazdan başka bir zikir ve ibadet yolu, sizin için başka bir toplanma ve Allah'a yaklaşma şekli daha vardır. Nitekim Allah şöyle buyurur:
Meâl-i Şerifi
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
158- Gerçekten Safâ ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Onun için her kim hac veya umre niyetiyle Kâ'be'yi ziyaret ederse, bunları tavaf etmesinde ona bir günah yoktur. Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah iyiliğin karşılığını verir, o her şeyi bilir.
158- Mescid-i Haram etrafında bulunan Safâ ve Merve tepeleri Allah'ın alâmetlerindendir. İbadet ve O'na yaklaşmak için konulmuş belirtilerden, özel işaretlerden ve hac ibadetinin yapıldığı yerlerdendir.
Esasen safâ, kaypak taş; merve, küçük ve yumuşak taş demek olup, lâm-ı tarif ile Safâ ve Merve Mekke'de bilinen iki tepenin özel isimleridir. Harf-i tarifleri el-Beyt, en-Necm gibi lazımdır.
"İlm" maddesinden "alem", "alâmet" ve "alâim" gibi "şuur" maddesinden şeâir, "Şaîre"nin veya "şiâre"nin yahut da "meş'ar"ın çoğuludur ki bu özel isim, bildiren alâmet, belirti mânâsına gelir. Nitekim savaşta iki tarafın tanışması için kullanılan alâmet ve işarete de "şiar parola" denir. Şeâir; bazan ibadetin kendisine, bazan da yerine denir. Ezan, cemaat ile namaz, bu cümleden alarak cuma ve bayram namazları ve Hac dinin şeâirinden yani alâmetlerindendirler. Aynı şekilde camiler, minareler, hacdaki ibadet ve özel yerleri de alâmet ve işaretlerdendir ki, Safa ile Merve de bunlardandır. Bundan dolayı: Kâ'be'ye Hac veya umre yapan kimsenin tavafı bu ikisiyle yani Safâ ve Merve ile yapmaya çalışmasında hiç bir suç, hiç bir günah yoktur.
Hac, sözlükte özel bir maksat ve niyet anlamına gelir. Bir şeye çokça gidip gelmek mânâsını da ifade eder.
İ'timar yani umre de ziyaret demektir. Dini bakımdan da hac ve umre, Beyt-i Şerif'i bilinen şekilde, niyetle ziyaret etmektir. Hacc'ın özel bir vakti vardır. Umre'nin yoktur. Bunların geniş açıklamaları fıkıh kitaplarına aittir. Burada "Tavaf etmek" iki kaydı içine alır:
1- Asıl tavaf, yani Kâ'be'nin etrafında dolaşmak,
2- Tatavvuf, yani bu tavafta zorlanmadır.
Çünkü 'nin idğam edilmiş şeklidir. "ikisi" kaydı ve bu kayda bağlı olan "Ona bir günah yoktur." hükmü tavafın aslına değil, tavafta zorlanmaya bağlıdır.
Tavafın aslının farz ve rükün olduğunda ihtilaf yoktur. Fakat bu tavafa Safâ ile Merve'nin ilavesi ve Safâ ile Merve arasında sa'y denen tavaf bölümü hakkında: "Ona bir günah yoktur." buyurulmuştur. Bu ise görünüş itibarıyla bir muhayyerlik gibi görünmekle beraber, gerçekte vâcibe, menduba ve mübaha ihtimali vardır. Buna karşılık Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hacc-ı şeriflerinde Safâ'ya yaklaştıkları zaman: "Safâ ve Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Allah'ın başladığı ile başlayınız." diye emretmiş ve kendisi Safâ'dan başlayıp, Beyt'i görünceye kadar üzerine çıkmıştır. Bir hadis-i şerifinde de bu hususta: "Allah size sa'yi farz kılmıştır, sa'y yapınız." buyurarak sa'yin vacib olduğunu göstermiştir. Gerçi burada asıl mânâsıyla koşmak demek olan sa'y, vacib olmayıp "Allah'ın zikrine koşunuz." (Cum'a, 62/9) emrinde olduğu gibi sadece yürümenin yeterli olacağı kabul edilmiş ise de en azından koşar gibi biraz hızlıca "Remel" denen yürüyüş şekli mendubdur. Kısaca tavafta Safâ ve Merve ile tavafta zorlanmanın vacib olduğu da anlaşılmaktadır.
Bundan dolayı İmam Malik ve Şâfiî hazretlerinden bu zahmetli tavafın da, tavafın aslı gibi rükün ve farz olduğu rivayet edilmiştir.
Bununla beraber âyetin yalnız zahirine yapışarak muhayyerliğe ve bu zahmetli tavafın vacib olmayıp, nafile olduğu görüşüne sahip olan fıkıh âlimleri de vardır. Fakat Hanefi mezhebinde tercih edilen şudur: Âyetin zahiri, farz mânâsındaki kesin vücûba engeldir. Aynı zamanda anılan hadisler ve teâmül ise vacib olduğunu göstermektedir. Öyle ise bu zorlu tavaf ne kesin bir farzdır, ne de nafiledir. Belki farza benzerliği bulunan zannî bir vacibdir.
Farz denemez, çünkü "Ona bir günah yoktur." ifadesi mendubluğu ve mübahlığı da içine almaktadır. Nafile ve tatavvu da denemez. Çünkü tatavvuun, sonra ayrıca söylenmiş olması buna engeldir. Bu ikisi arasında da hadisler vacib olduğunu söylemektedir. Bu bakımdan delillerin müşterek değeri olarak bu zahmetli tavaf zanni bir vacibdir.
O halde âyette görünüş itibariyle muhayyerliği ifade eden "Ona bir günah yoktur." sözü niçin gelmiştir? Bunun açıklaması âyetin iniş sebebindedir. Çünkü rivayet edildiğine göre cahiliye devrinde Safâ üzerinde "İsâf" adında bir put, Merve üzerinde de "Nâile" adında diğer bir put vardı. Cahiliye müşrikleri bunların arasında tavaf ederler ve bunlara ellerini sürerlerdi. İslâm gelip putları kırdıktan sonra müslümanlar, Safâ ile Merve arasında tavaftan çekindiler. bunu hoş görmediler. Bunun üzerine bu âyet indi ki, korkmayın, bunda günah yoktur. Bilakis bunlar Allah'ın alâmetlerindendir, diye bu tavafa teşvik edildi. Bu teşvikin bir çeşit vücub ifade ettiği de hadislerle açıklandı. Tavafa Safâ'dan başlamak, farz değilse de vacib oldu. Fakat İmam Şâfiî, farz ile vacibi birbirinden ayırmadığı için Şâfiîlerce farz ve vacib bir sayıldı.
Hz. Ömer bir defa Safâ ile Merve arasında koşmamış, sadece yürümüş ve buyurmuştur ki: "Yürüyorsam Resulullah'ı yürür gördüm, koşarsam Resulullah'ı koşar da gördüm."
Resulullah Efendimiz yukardaki şekilde Safâ ile Merve arasında tavaf ederken müşriklere karşı kuvvetini göstermek için sa'y etmiş, yani koşmuştu. Bunun hatırası olmak üzere koşar gibi yürümek sünnet olmuş ve bu zahmetli tavafa sa'y denmiştir.
Demek ki bunda din düşmanlarına karşı kuvvet göstermek için beden eğitimine de bir teşvik vardır. Bunun meşruluğunun aslı ve bu tepelerin, Allah'ın alâmetlerinden olması ise şu meşhur hikayeden dolayı olduğu da açıklanmıştır:
Hz. İbrahim bırakıp gittikten sonra bu vadide Hacer ile İsmail susuzluktan son derece daralmışlardı. Hacer, ciğerparesi olan oğlunu Harem mevkiine koymuş, su aramak için tepeden tepeye koşmuştu. Bu sırada Cenab-ı Allah yardımını göstererek Zemzem kuyusunun yerinden su fışkırtmış ve son dereceye gelen zaruret hallerinde imdatlarına yetişmişti. Böylece şunu da göstermişti ki, Allah Teâlâ, dünya yurdunda sevdiklerini bazı sıkıntılara düşürse de kendisine dua edip sığınmaktan ayrılmayan, bu hususta elinden gelen son gayreti sarfederek sabır ve kararlılık gösterenlere, mutlaka en kısa zamanda ferahlığa ve genişliğe kavuşturmakla yardım eder.
İşte buna işaret olmak üzeredir ki Safâ ile Merve'yi kıyamete kadar dinin alâmetlerinden olarak göstermiştir.Bütün müminlerde yukarıda açıklandığı üzere böyle biraz korku ,açlık ve diğer sıkıntı ve müsibetlerle imtihan edildikleri zaman ümitsizliğe düşmemeli,kurtuluşu güç görmemeli ve sabrın müjdesine ermek için çalışmalıdır.
Müşriklerin,bir zamanlar bu tepelere put yerleştirmek gibi saldırıları bile bu hatırayı yok edemez.Tavafa bunların ilavesi günah değil sevabtır.Bundan başka:Herhangi bir kimse vazifesi olmasa bile gönüllü olarak ve sırf kendi gönlünden koparak bu cinsten veya diğerlerinden bir hayır yaparsa ,mükafatını görür,çünkü Allah şükredenleri ve şükürlerinin derecelerini bilir.Ona göre şükürlerini karşılıksız bırakmaz.O nimet ihsan edici ve bağışlayıcı olan Allah,şükreden kullarına karşı sırf kendi lütfundan nimeti artırmakla karşılık vererek şükür muamelesi yapar.Bu muamelenin dünya ve ahirette kıymetinin ne kadar büyük olduğunu tasavvur bile edemezsiniz.
Nitekim bir kudsi hadiste şöyle rivayet edilmiştir:"Mümin kulum,hayır ve nafilelerle bana yaklaşa yaklaşa o dereceye gelirki sonunda ben onun işittiği kulağı,gördüğü gözü idrak ettiği kalbi olurum.Her işittiğini hak kulağı ile işitir,her gördüğünü hak gözüyle görür,her idrak ettiğini hak bilgisiyle bilir.Hiçbir işinde şaşmaz,yanılmaz ,aldanmaz,aldatılmaz,doğruca muradına erer.Allah ile arasında bu derece yakınlık ve beraberlik meydana getirir."
Vazifelerin yerine getirilmesinden başka sırf gönülden coşularak devam edilen nafile hayırlar,bu kadar büyük olgunluk ve mutluluk sebebidirler.Bunları herkes bilmeli,bilenler bilmeyenlere anlatıp belletmelidirler.Çünkü Allah şöyle buyurmuştur:
Meâl-i Şerifi
159- İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayetin kendisi olan âyetleri insanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya mutlaka onlara Allah lanet eder. Lanet edebilecek olanlar da lanet ederler.
160- Ancak tevbe edip halini düzelterek gerçeği söyleyenler başka. İşte onları ben bağışlarım. Ben çok merhamet ediciyim, tevbeleri çokça kabul ederim.
161- Ama âyetlerimizi inkar etmiş ve kâfir olarak can vermiş olanlara gelince, işte Allah'ın laneti, meleklerin laneti ve insanların laneti hep onların üzerine olsun.
162- Onlar ebedi olarak onun altında kalırlar. Ne azabları hafifletilir, ne de kendilerine göz açtırılır.
159-Ensar'dan bir topluluk, yahudilere Peygamberimiz'in Tevrat'taki vasıflarını ve hükümle ilgili bazı âyetleri sormuşlardı. Yahudiler gizlediler, söylemediler. Onun üzerine bu âyet inmiştir.
İbnü Abbas, Mücahid, Hasan, Katade, Rebi', Süddî ve Asam'dan bunun gerek yahudi ve gerekse hıristiyan Kitap ehli âlimleri hakkında indiği de rivayet edilmiştir. Fakat sebebin özel oluşu, hükmün genel olmasına mani olmayacağından, âyetin hükmü; din işleriyle ilgili olarak bildiği herhangi bir gerçeği gizleyip, söylemeyenlerin hepsini içine almaktadır.
Bunun için Ebu Hüreyre (r.a.) hazretleri, çok hadis rivayet ettiği söylendiği zaman: "Kur'ân'da iki âyet -ki biri bu, diğeri iki sayfa sonra gelecek olan bunun benzeri bulunan bir âyet- olmasaydı, hiçbir hadis rivayet etmezdim." demiş ve bu âyetleri okumuştur. Bunun için din işleriyle ilgili hiçbir bilgi gizlenmemelidir.
Zira Allah Teâlâ buyuruyor ki: Bizim indirdiğimiz apaçık delilleri, Allah'ın emrine, hükümlerine, irşadına ve bunlara iman edip uymanın vacip oluşuna işaret eden ve hidayetin kendisi olan âyetleri ve delilleri, O kitapta veya bu kitapta, gerek Tevrat, İncil ve gerekse Kur'ân cinsi bir kitapta insanlara açıklamamızdan sonra, o insanlar içinden, bunları gizleyenler, yani ikrar ve itiraf etmeyen, ihtiyaç anında söylemeyen veya yaymayan, yahut yayılmasına engel olan, yahut onu tamamen veya kısmen değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyenler, kim olursa olsun, işte bunlar var ya, bu gizlemelerinden dolayı mutlaka Allah bunları lanetler. ve bütün lanet edebilecek, lanet duası yapabilecek olanlar da bunları lanetler. Kısaca bunlar, her zaman ve her taraftan hakkıyle lanetlenecek olan mel'unlardır.
Şüphesiz ki, "Hakka karşı susan dilsiz şeytandır." şeytan ise daima lanetlenmiş ve kovulmuştur.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
160- Ancak tevbe edenler, tevbe edip de durumlarını düzeltenler, durumlarını düzeltip de gizledikleri gerçeği açıklayıp yayanlar var ya, işte ben Allahü Azimüşşan da bunların tevbelerini kabul ederim ve bunları gözetleyerek kendilerini lanetin dışında bırakırım. Tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet eden ancak benim. Benden fazla tevbe kabul eden hiçbir merhametli düşünülemez.
Burada Âdem (a.s.) kıssasına, tevbe kelimelerine tekrar dikkati çekme bulunduğu ortadadır. Tevbe ettiler ve durumlarını düzettiler ifadesinden sonra, gerçekleri açıkladılar buyurulması, gizleme günahının tevbesinin her halde zıddı olan beyan ve açıklama sevabını işlemeye bağlı bulunduğunu anlatır.
Demek ki, her günahın kendine mahsus bir tevbesi ve her çeşit inkarın bir iman tarzı vardır. Bir kayda bağlı olmamak üzere her tevbe, her günahın tevbesi olamaz. Kısaca apaçık bir gerçeği gizlemek küfürdür. İman da gerçeği açıklamaktır. Küfürden sonra da gerçeği açıklamak suretiyle tevbe ve iman makbuldür.
161-Tevbe edenler böyledir. Diğerlerine gelince, Allah'ın indirdiği apaçık delillere, hidayete, bu cümleden olarak bütün peygamberler ve kitaplarla beraber Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve Kur'ân'a iman etmeyip inkarda ısrar eden ve kâfir olarak ölenler var ya, işte bunlar da, böyle mel'unlardır.
162-Allah'ın, meleklerin ve insanların hepsinin laneti bunların üstündedir. Onlar bu lanetin içinde ebedî olarak kalırlar. Bunlardan azab hiçbir zaman hafifletilmez. Bunlara hiçbir mühlet ve müsaade verilmez.
Her inkar, bir gerçeği gizlemek demek, olduğuna göre bu âyet, önceki âyetteki tevbe ile istisna edilenlerden başka, gerçeği gizleyenler hakkındaki lanet hükmünü teyid ve lanetleyecek olanları tefsir etmiş olmakla beraber, diğer yönüyle ondan daha geneldir. Çünkü dilden gerçeği söylemiş veya kalemle yazmış olmakla beraber, kalben iman etmeyip, kâfir kalan ve bu küfürlerinden tevbe etmeyerek ölenlerin yukardaki lanetin kapsamına girmeleri düşünülecek bir nokta olduğu halde bu âyet, hiçbir kayda bağlı olmamak üzere kâfirleri açıkça içine almaktadır.
Ey insanlar! Siz artık inkar ve anlaşmazlıktan vazgeçip, hepiniz tevhid dairesine giriniz. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
163- Her halde hepinizin ilâhı, bir tek ilâhtır. Ondan başka bir ilâh yoktur. O Rahmân ve Rahîm'dir.
163- Ey insanlar! hepinizin ibadet ve kulluğuna layık ve buna hakkı olan gerçek ilâhınız, bir tek ilâhtır. "Vâhid" sıfatı ile nitelendirilmiş bir ilâhtır ki, ilâhlıkta tektir. Hem sizden başkalarının da diğer bir ilâhı var sanmayınız. O'ndan başka hak olan hiçbir ilâh yoktur. O'ndan başka ilâh tutulanların hiç biri ilâhlığa layık değildir. Hepsi boş, hepsi batıldır. O'ndan daha üstün veya O'na denk bir ilâh düşünülmesi imkansız olduğu gibi, O'ndan daha aşağı seviyede olmak şartıyle de O'nun ilâhlığına ortak olabilecek mabudlar, tanrılar yoktur. İlâhlığa ortak olmak mümkün değildir. Gerçek ilâh ancak o tek olan Allah'tır. O'nun bütün yaratıklara başlangıç olan birçok isimleri ve sıfatları varsa da, yine zatından hakkıyle bahsetmek mümkün değildir. Hakk'ın gerçek mahiyeti, her türlü bileşimden uzaktır. O tek olan Ferd'i vasıflandırmak imkansızdır. Çünkü vasıf, vasıflanan ile sıfat arasında az çok bir başkalık gerektirir. Başkalık olunca da ferdîlik kalmaz. Bir de herhangi bir şeyden haber vermek, kendisinden haber verilen bir şey ile, haber verme şekli ister. Bu ise ferdî-liğe aykırıdır. Bunun için türetilen isimlerin hepsi de Hakk'ın gerçek mahiyetinin, birliğinin aslına ermekten uzaktır. O'nun zatına en son "O" denebilir.
Bütün büyüklük ve şeref kaynağı, bütün çokluk yönlerinden uzak olan ve ancak " O"diye ifade edilebilen tek zattır. O'nun zatı, sıfat ile kemale ermiş olmayıp, bilakis zatının kemali, sıfatlarının da kemalini gerektirmiştir.
İşte " O" ifadesi, O rahmet ve şeref kaynağına, O birliğin yüce başlangıcına ulaştırır. Bunun için "hüve" kelimesi bir zamir olduğu halde O'nun zatına işaret eden en büyük ismi gibi olmuştur.
Tevhid denizine dalmış olan ve kalbini yalnız Allah'a bağlayan velilere göre bu ismin önemi pek büyüktür. Buna ism-i âzam (Allah'ın en büyük ismi) diyenler de vardır. Bununla beraber ism-i âzam Allah ism-i şerifidir, diyenler daha çoktur. Çünkü, "Allah" ismi, zat ve bütün sıfatların toplamına delalet etmesi itibariyle daha geniş kapsamlıdır. "Hüve" ise tevhid makamında âzamdır. "O, ey O! Ey O'ndan başka O olmayan zat-ı kibriyâ" tabiri rivayet edilegelen tevhid zikirlerindendir.
İşte hepinizin gerçek ilâhı bütün çoklukların başlangıcı olmakla beraber, zatında bileşim ve çokluk bulunmayan, ilâhlıkta, varlığının vacib oluşunda hiçbir ortağı ve benzeri olmayan O ilâh birdir. Hiçbir yaratığın, bunun ilâhlık dairesinden çıkması mümkün değildir.
Bütün bu yücelik ve büyüklüğü ile beraber O, Hem Rahmân, hem Rahîm'dir. Bütün rahmetler O'nun, en ince merhametler O'nundur. Ortak koşanlar, böyle tek bir ilâha ortak koşmuş inkar edenler, böyle çok esirgeyen, çok merhamet eden bir ilâhı inkar etmiş oluyorlar. Bu sebeple kendilerini, bu ezelî ve ebedî rahmetten mahrum ederek lanete uğratıyorlar. Bunun için o şirk ve inkardan vazgeçmeli de Allah'a ve Allah'ın indirdiklerine iman etmeli, tevhid dairesinde bu rahmetlere ebedî olarak ermelidir.
Deniyor ki, Kâ'be ve etrafında müşriklerin üçyüz altmış tane putları vardı. Bu âyeti işittikleri zaman hayret ettiler de "Ey Muhammed! Eğer doğru söylüyorsan bir âyet -kesin bir delil- getir de bununla doğruluğunu bilelim." dediler. İbnü Cerir'in Atâ'dan rivayetle anlatmasına göre Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in Medine'ye gelişlerinde "Sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır." âyeti inmişti. Mekke'de Kureyş kâfirleri "Bu kadar insanlara bir ilâh nasıl yetişir?" dediler. Bunun üzerine şu âyet indi:
Meâl-i Şerifi
164- Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah'ın yukarıdan bir su indirip de onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanları yaymasında, rüzgarları değiştirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta şüphesiz akıllı olan bir topluluk için elbette Allah'ın birliğine deliller vardır.
164-Saîd b. Mesruk hazretlerinden rivayet edildiğine göre Kureyş, yahudilere "Musa'nın getirdiği mucizeleri bize söyleyin, nelerdi?" diye sormuşlar, onlar da asâsının yılan oluşunu ve elinin bembeyaz parlamasını anlatmışlardı. Aynı şekilde hıristiyanlara da sormuşlar, onlar da doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı iyileştirme ve ölüleri diriltme mucizelerini anlatmışlardı.
Bunun üzerine Kureyş, Hz. Peygamber'e: "Sen de Allah'a dua et, bize şu Safâ tepesini altın yapıversin de kesin bilgi ile imanımız ve düşmanlarımıza karşı kuvvetimiz artsın." demişlerdi. Bunun üzerine Resulullah bunu Rabbinden niyaz etmişti. Allah Teâlâ da vahiyle: "Bunu yaparım, fakat bundan sonra yine yalanlamaya devam ederlerse, onlara dünyada hiç kimseye yapmadığım bir azab veririm." buyurmuştu. O zaman Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in: "Ey Rabbim! Kavmimi ve beni kendi hâlimize bırak, ben onları günden güne davet edeyim." diye dua etmesi üzerine Cenab-ı Allah bu âyeti indirmiştir. Bununla göklerin ve yerin yaratılması ve buna bağlı yaratılış olayları, Safâ'nın altın'a dönüştürülmesi gibi istenen mucizelerden daha büyük, daha faydalı ve daha muciz olduğunu beyan etmiştir. Bunlar, mucize meselesinde Kur'ân'ın, insan fikrini ne güzel terbiye ettiğini anlatmaya yeterlidir.
Siz, O'nun birliğinden, kudretinden, rahmetinden ve bu kadar insanlara yeteceğinden şüphe edip, zat ve sıfatlarına delil ve mucize mi istiyorsunuz? Şu üstünüzdeki her tarafı kuşatmış uçsuz bucaksız uzaklık içinde, sayısız yüksek gök cisimleri ve aralarındaki uzun mesafe ve bu mesafeyi işgal eden hava boşluğu ve ışık gibi, görülen veya görülmeyen nice cisimler vardır. Bunlara ve bunların inceliklerine, fezayı dolduran esir maddesinin niteliğine, her cismin yürüyüş ve hareketleriyle çizdikleri tabaka tabaka yörüngelere, hareketlerindeki ağırlık merkezine, toplu nizamlarıyle yer yer teşkil ettikleri sistemlere, burclara bir bakınız. Şu göklere ve o cisimlerden biri olup, denizleriyle, karalarıyle, dağlarıyla, dereleriyle, ovalarıyla, çölleriyle, pınarlarıyla, ırmaklarıyla, madenleriyle, bitkileriyle, ormanlarıyla, mesire yerleriyle bütün o göklere direksiz, kuşaksız bağlılığı ve ilgisiyle ayağımızın altında yuvarlanan şu yer küreye bir bakınız. İşte mekan denen uçsuz bucaksız feza içinde hey'et-i âlem adını alan bu gökleri ve yeri yaratmada ve icad etmede, yaratılış nizamında, ve gece ile gündüzün değişmesinde, uzayıp kısalmasında, birbiri ardı sıra gelmesinde, bu geliş ve takip ile ortaya çıkan yer konumunda, zaman sırrında ve bir tek yerde zıtların bir araya gelmesinde, insanlara faydalı yüklerle denizde akıp giden ve gök cisimlerinin uzak masmavi semada akışlarını andıran gemilerin akışında, akıp gittiği denizlerin yaratılış sırrında, bunlarda meydana gelen hareket ve durma kanunlarında, bu kanunların insanlara temin ettiği menfaatin ortaya çıkma tarzında, Allah'ın yukarıdan indirdiği suda, indirip de kuru toprağa ölümünden sonra su ile tekrar hayat vermesinde ve bu bitki hayatının yaratılışında, ve bu yeryüzünde akıl sahibi olanlara varıncaya kadar her türlü hayvanları sınıf sınıf, cins cins, çeşit çeşit ayırıp tasnif ederek yaymasında ve bu hayvan hayatının meydana gelmesinde, türlü türlü rüzgarları bir taraftan bir tarafa, bir şekilden bir şekile evirip çevirmesinde, gökle yer arasında emre boyun eğmiş olan bulutlarda hiç şüphesiz birçok âyetler, maddî ve manevi, dine ve dünyaya ait nimetler, sizin istediğinizden daha büyük mucizeler vardır. Vardır ama; aklını kullanacak bir toplum için. Yani akıllı olan ve aklından istifade eden kimseler için. Bundan dolayı akıl da bu mucizelerden biri ve belki de en büyüğüdür.
AKIL: Kalb ve ruhun madeninde, beynin ışığında bulunan manevi bir nurdur ki insan bununla, duyu organlarıyle hissedilemeyen şeyleri anlar. Akıl yürütmek; sebeplerle sebeplerin meydana getirdiği şeyler ve eser ile eseri meydana getiren şeyler arasındaki ilgiyi, yani "illiyet kanunu" dediğimiz sebebi neticeye bağlayan kanunu ve ona bağlı olan gerekli ilgileri idrak ederek eserden müessire veya müessirden esere yahut da bir müessirin iki eserinin birinden diğerine intikal etmektir.
Mantık denen bu intikal sayesinde duyu organlarıyla hissedilen bir eserden, hissedilemeyen müessiri anlaşılır. Mesela, hissedilen bir hışıltıdan görülüp hissedilmeyen bir hayvanın anlaşılması gibi. Yahut da hissedilen bir müessirden hissedilmeyen eseri anlaşılır. Mesela görülen bir bal arısından, görülüp hissedilmeyen bal idrak edilir. Yahut hissedilen bir eserden, ilgili olduğu diğer bir eser anlaşılır. Mesela görülmeyen bir arının vızıltısından, henüz görülüp hissedilmeyen balı keşfedilip, bilinir.
İşte böyle hissedilenden, hissedilemeyene intikale sebep olan veya hissedilemeyen bir mânayı bizzat ve açıklıkla keşfeden idrak vasıtasına akıl denir.
Bu intikalin de başlıca üç çeşidi vardır:
1- Cüz'îden cüz'îye, fertten ferde intikaldir ki, buna "temsil" veya "Fıkhî kıyas" denir.
2- Cüz'îden küllîye, bir fertten bir türe veya bir türden bir cinse intikal etmektir ki buna "istikrâ" (tümevarım) adı verilir. Küllî (tümel) önermelerin ve fen kaidelerinin çoğu ve belki de hepsi bu yolla keşfedilmiştir. Bunda görmenin ve deneyin önemi büyüktür.
3- Küllîden (tümelden) cüz'îye (tekile), bir cinsten bir türe veya bir türden bir ferde intikal etmektir ki, buna da özel mânasiyle "istintâc" veya "mantık kıyası" ya da sadece "kıyas" denir ki, bütün ilimlerin fiilî uygulaması bununla yapılır. İstikrâların amelî sonuçları bununla elde edilir. İlim yollarının en kuvvetlisi budur. Çünkü bunda bir taraftan bir esas ortaya koyma, diğer taraftan da onu pekiştirme vardır.
Bütün ilimlerin, fenlerin ve insanın elde edebileceği her şeyin, dönüp dolaşacağı yer olan "illiyet" (nedensellik) kanununu güzelce anlayıp tatbik etme sayesinde akıl, bu âyetlerden, bu yollarla Allah'ın varlığını, birliğini ve geniş rahmetini zarurî olarak anlar, keşfeder.
Bu yollardan birinde veya hepsinde yürüyen aklın da başlıca iki çeşit yürüyüşü vardır:
1- Ağır, derece derece ve zamana bağlı olan inceden inceye düşünme seyridir ki, buna "fikir" denir.
2- Bir anda, bir hamlede arzuya ulaşıverecek derecede hızlı olan ani seyridir ki, buna da "hads; tahmin, zan" denir. Bu hads de iki kısımdır:
a) Her birinde konusuna göre uzun süre meydana gelen tahsil, tecrübe ve alıştırmadan elde edilen alışkanlık sıfatıdır ki, çalışmakla kazanılır. Teorik ve pratik tahsil ve ilmî eğitim, bu gayeye ermek içindir. Buna "akl-ı mesmu': işitilmiş akıl" da denir.
b) Doğrudan doğruya yaratılışta yerleşmiş ve sırf Allah vergisi olan bir melekedir ki, buna da kudsî kuvvet ya da makbul veya tabiî akıl denir. Bunda esas itibariyle gayretin, çalışıp kazanmanın hiç hükmü yoktur.
Herkesin bu çeşit hads; tahmin ve akıldan az çok bir nasibi vardır. Bu olmayınca öbür akl-ı mesmu'un hiç hükmü olmaz. Bunun, sınırlanması mümkün olmayan birçok mertebeleri vardır ki, basit bir zekadan peygamberlerin akıllarının mertebelerine kadar gider.
En yüksek mertebesine "akl-ı evvel" (ilk akıl) denir. Başlangıçtan sonucu, sonuçtan başlangıcı; önceden sonrayı, sonradan önceyi tam bir bilgi ile gören bu ilk akıl, Allah'ın kelâmı ve Hz. Muhammed'in nurudur. Nitekim hadis-i şerifte: "Allah'ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur, Allah'ın yarattığı şeylerin ilki kâlemdir, Allah'ın yarattığı şeylerin ilki akıldır." buyurulmuştur.
Akılların derecelerindeki değişiklik, eksiklerinden ileri gelir. Yoksa esas itibariyle akıllar için yol birdir. O da doğru yoldur. Bizim, sebeplerin başlaması, çelişkilerin başlaması gibi hakkı anlamaya vesile olan asıl sebepler hakkındaki apaçık kavrayışlarımız, ilk aklın anlayış mahiyetini gösteren birer hissemizdir.
Biz bu sayede her çeşit bilgiyi böyle açık bir şekilde idrak eden ilk aklın, hiçbir kayda bağlı olmayan kutsal kuvvetin mükemmelliğini isbata bir delil buluyoruz. Bizim şahsımıza göre değişen ve pek az olan tahmin gücümüzle ilk akla böyle bir bağlantımız ve bu sayede hakka ulaşmamız vardır. Bütün mertebeleriyle Allah vergisi olan akıl, çalışma ile kazanılmış olmadığı için, bunda çalışma ve insan iradesi sebep değil ise de, bunda Allah'ın lütfu ile sahip olduğumuz hissemiz ölçüsünde, düşünen akıl ve bu konudaki uzun tecrübeden elde edilen, alışkanlığa bağlı tahmin kabiliyeti çalışıp kazanmaya bağlı olduğundan, Kur'ân'ında Cenab-ı Hak bütün insanları bu yola iletip sevketmek için: "Düşünüp, aklını kullanan bir kavim için elbette âyetler, deliller vardır." buyurmuş ve akıl olmayınca doğrudan doğruya hislerde tesirini icra edecek olan mucizelerin büyük bir faydası olmayacağını anlatmıştır.
Kur'ân'ın bu gibi âyetlerinde insanları, anlayıp, delil bulmak için mucizelerden çok, tamamen akılla anlaşılabilecek hususlara sevketmek vardır. Bunun için Kur'ân, mucizelerin en büyüğüdür. Fakat bundan, bazılarının zannettiği gibi peygamberlerin mucizelerinin mümkün olmadığına ve son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'in maddî mucizeler göstermediğine ve gösteremeyeceğine işaret gibi bir anlam çıkarmaya kalkışmak da doğru değildir. Çünkü bu âyette özetlenen ve her biri için aslında en büyük icad harikası olan sırları ve mucizeleri ortaya koyan üstün kudret düşünüldüğü zaman, Safâ tepesinin altın'a dönüştürülmesinin, bu kudrete göre hiçbir önem taşımayacağı ve olması imkansız bir şey teşkil edemeyeceği kolaylıkla anlaşılır.
Bunun için Cenab-ı Hak, âyetin iniş sebebi itibariyle, bu âyette şunu da anlatmış oluyor ki, göklerin ve yerin yaratılıp var edilmesi ve bunlar üzerinde, anlatılan eşsiz idarenin icrası gibi en büyük mucizeler; devam eden bu mucizelerin anlaşılmasından elde edilecek faydaların yanında Safâ'nın altın'a dönüştürülmesi gibi geçici ve tek bir harika olay isteği pek küçük bir şeydir.
Bu büyük ve devamlı mucizeleri anlayıp, üzerinde iyice düşünenler ve bu düşünme ile yüce yaratıcının kanunlarını kavrayıp ona uyanlar, Safâ tepesini altın yapmak gibi bir isteği, sonradan kendileri bile yapabilirler. Çünkü bu sayede yalnız Safâ'nın değil, bütün Mekke dağlarının altın ile döşenmesi bile mümkün olur. Allah Teâlâ, bunun da yolunu yapmıştır. Yalnız maden kanunlarını iyice anlamak, bu istek için yeterli olur. Bunun için Allah'tan ve peygamberden daha büyük, daha hayatî, kutsal, genel ve ebedî şeyler talep etmek gerekir.
"Düşünüp, aklını kullanan bir toplum için elbette âyetler, deliller vardır." ifadesinde "âyât" kelimesi, açık alâmetler ve kesin deliller, karşısında ciddi olarak hiçbir söz söyleme ihtimali bulunmayan apaçık mucize demektir. Kur'ân'ın âyetlerine "âyet" denmesi de bu mâna ile ilgilidir.
Demek ki Allah Teâlâ'nın iki çeşit âyeti vardır:
1- İcad ve yaratılış kitabındaki fiilî âyetler,
2- İndirdiği kitaptaki sözlü âyetler.
Bunların ikisi de Allah'ın zatına, sıfatlarına, hüküm ve iradelerine delalet ettiklerinden dolayı "âyet" ismini almışlardır.
Bu iki kitap ve bu iki çeşit âyet, karşılıklı olarak biri diğerinin işareti, öbürü de onun işaret edip gösterdiği şeydir. Biri, diğerinin açıklaması ve tefsiridir. Tam anlamıyla marifet; Allah tarafından indirilen kitabın sözlü âyetlerinden, yaratılış kitabının fiilî âyetlerini ve ondan Hak Teâlâ'nın zat ve sıfatlarını okuyup, anlamak, anladıktan sonra onun kanunlarına, emirlerine ve hükümlerine uyarak, doğru yoldan, "Râdıye" ve "Merdıyye" makamlarını elde etmekle "bakâbillaha" ulaşmaktır.
İşte Kur'ân'ın bu sözlü ayeti, bize birçok fiilî âyetleri özetleyip göstererek bu kâinat devletinin sınırsız ve sonsuz değişikliğini, sürekli ve herkesi aciz bırakan bir nizamla icad edip düzene koyanın, her şeyi düzenleyip yönetenin yüce yaratıcı olduğunu anlatır. Akıl ile ma'kulün; dış dünya ile zihnin uyum noktasında, her şeyin yöneticisi olan Allah, varlığını ve birliğini ortaya koyar. Allah, zatında ve sıfatlarında birdir. O'nun kudreti ve rahmeti herşeyi kaplamıştır. Bunun için O, bütün insanlara tam ve mükemmel olarak yeterli olup, ortağı ve benzeri bulunmaktan münezzehtir. İşte bu âyet, bu hususlara delalet eden birçok açık delili, gayet veciz ve bununla beraber gayet basit ve açık bir şekilde biraraya toplamıştır. Bunda açık ve kapalı olarak nice ilimlerin ve fenlerin konu ve gayeleri vardır.
Bunu en değersiz ve en basit bir akıl duyar ve en yüksek akıllar, bunda ebedî bir tetkik ve müşahede gayesi bulur. Netice olarak hiçbir akıl bu karardan dışarı çıkamaz.
İşte Kur'ân, en yüksek ilim ve fen meselelerinin bu şekilde özünü alarak bütün seçkin insanların ve halkın açıklıkla anlayacağı derecede basitleştirip öğretiyor. Tereddüt ve hayalin, şiir edebiyatında hiçbir gerçeğe uymayan ve haksız yere "ibdâ" (icad) adı verilen hayal gücünün gelip geçici ve yalancı bir bakışını okşayarak insanı bir an için ve bir daha tekrarlanmamak şartıyla çarpıp geçen boş mânâlarında bir teselli zevki aramaya alışmış olan ruhlar, Kur'ân'ın bütün yaratılışa ayna olan benzersiz nazmında mucizeli bir yükseklik duymazlarsa bunun sebebini, yaratılışlarındaki zevklerinin ve akıllarının birtakım hevesler içinde iflas etmiş olmasında aramalıdırlar.
Bu gibiler, hakkı hep acı diye kabul etmişler ve aklı, hakka ulaşmak için bir vasıta tanıyacak yerde onu, hakkı red ve ibtal ile mağlub edebilecek acımasız bir silah gibi kullanmak isteyen zâlim müşriklerdir. Onlar hakkında şöyle buyrulmuştur:
Meâl-i Şerifi
165- İnsanlardan kimi de Allah'tan başka şeyleri O'na eş tutuyorlar da onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı.
 
Üst Alt