I.İ > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
IMA
Bir şeye işaret etmek, söz veya fiili ile bir şeyi belirsizce kapalı bir surette anlatmak Terim olarak namazda rükû ve secdeye işaret olmak üzere başı eğmek anlamındadır
Islâm dini kolaylık dini olduğu için hiç bir kimseye gücünün yetemeyeceği bir şeyi emretmemiştir Namazda da durum böyledir Farz namazlarda ayakta durmaya güç bulamayan yahut ayakta durunca hastalığı ilerleyecek veya iyileşmesi gecikecek olan kimse oturduğu yerde rükû' ve secdesini yaparak kılar Oturmaktan da âcizse yattığı yerde ima (işaret) ile kılar
Ima ile namaz kıları rükû ile secdenin birbirinden ayırt edilmesi için rükûda başını biraz aşağı eğer, secdede daha fazla eğer Her ikisini eşit yaparsa namazı sahih olmaz
Ima'nın hakikatıbaşı eğmektir Son derece eğilerek alnını yere yaklaştırmak lâzım değildir
Secde etmeye gücü olmayan kimsenin secde edebilmesi için önüne yüksek bir şey koymak mekruhtur Ima yeterlidir Peygamber efendimiz (sas) bir hastayı ziyaret etmiş önüne yastık koyarak namaz kıldığını görünce yastığı atmış, hasta önüne tahta koymuş, Peygamberimiz onu da alarak "Gücün yetiyorsa yere secde et Bunu yapamıyorsan Ima ile kıl ve rükû için olan Imayı secde için olan Ima'dan biraz daha hafif yap" buyurmuştur Ima ayakta veya oturarak caiz olduğu gibi, yatarak da caizdir Ancak bir şeye dayanarak da olsa oturmak mümkün iken yatarak ima etmek caiz olmaz Oturarak ima'dan âciz olan kimsenin sırtüstü yatması daha uygundur Bu durumda başının altına yüksekçe bir yastık konur Böylece hem yüzü gökyüzüne değil, kıbleye gelmiş ve hem de ima yapabilecek bir durumda bulunmuş olur daha önce de belirttiğimiz gibi ima baş ekmekle Artık bundan da âciz olan kimsenin ne göz, ne kaş ve ne de kalbiyle imâ etmesi gerekmez Hadis-i şerif de "imâ ile de kılmaya Kadir değilse, Allah onun özrünü kabul etmeye daha lâyıktır" buyurulmuştur (Şurunbilâli, Meraku'l-Felâh, Istanbul 327, s 130-131)
Artık böyle imâ ile dahi namazlarını kılamayacak durumda olan hastalar, üzerlerinden beş vakitten fazla namaz geçmişse, iyileşince de bu namazları kaza etmez ama beş vakitten az olanları kaza ederler
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İMAM EBU HANİFE, ŞAFİİ VE TASAVVUF
Tarikata girmeden Islam yaşanamaz Müctehitler bile buna muhtaçtır Bu yüzden Imam Azam, tarikata intisab ettiği son seneleri için " Son iki senem olmasaydı helak olurdum" demiş, Imam Şafii de Şeyban isimli bir çobandan tarikat dersi almıştır deniyor, bu doğru mudur ?
Rasulüllah'ın (sa) ashabının yaşadıkları zühal, nefis tezkiyesi, verâ, zikir ve nafileleri yaşama anlamında (ise) tasavvufu ve onun bir mezhebi olan tarikatı kabul ve ispat, her halde bu sorunun cevabı değildir ve ehli ilmin bunda şüphesi de yoktur Fıkıh, hadis ve tefsir gibi ilimlerdeki istilah ve metodların sahabe döneminde bulunan asıllarına göre gelişme ve değişme göstermesi gibi, söz konusu ilimde de istilahların ve metodların geliştirilmesi, daha kestirme metodlar ve disiplinler bulunması da normaldir makuldur Bunlara da kimsenin söyleyecegi pek fazla bir şey yokturAncak bütün bunları anlatabilmek için müslümanlarca "delil" sayılmayan yöntemlere başvurmanın da gereği yoktur Bilindiği gibi Islâmda ilmin yolları üçtür:1 Sağlam duyular 2 Doğru haber 3 Akıl Sözünü ettiğiniz bilgiler sağlam duyuların ve aklın konusuna değil, haberin konusuna girerler Haberin doğru olabilmesinin de belli şartları vardırBunun için de müslümanlar "isnad ilmi" diye bir ilim geliştirmiş ve bu yolla sağlamlığını tespit ettikleri haberleri, kitaplarda tescil etmişlerdir Imdi, sorudaki iddiaları böyle bir belge ile ispat etmemiz (ya da etmeleri) mümkün değildir Çünkü ilmi ölçülerle doğru diyebileceğimiz bir sağlam kaynakta böyle bir şey kaydedilmemiştir Gerçi Imam Gazali (her nedense): " Imam Şafii Şeyban-i Râî'nin önünde mektebe giden bir çocuk gibi diz çöker ve yapacağı işleri kendisinden sorardı Kendisine: senin gibi bir zat, böyle bir bedeviden bilgi alır mı? diye sorulduğunda bu adam bizim bilmediğimizi biliyor, cevabını verirdi (Imam Gazâlî, Ihya I/24-25 (Terc:1l61 )) diyor ama:Bu haberin doğru olduğunu kabul etsek dahi bu, Imam Şafiî'nin ondan tarikat dersi aldığını ve bugünkü anlamda onu mürşit edindiğini göstermez Aksine Imam Şafiî'nin tevazuunu ve kendi ifadesinden de anlaşılacağı üzere, bilmediği bir şeyi bilen, bir çoban dahi olsa, " Bilmiyorsanız ehli zikir olan ilim sahiplerine sorun" emri ilahisine uyarak ona sorma nezaketi gösterdiğini anlatırYine Gazalî'nin, aynı yerde, "Ahmed b Hanbel ile Yahya b Main, Marufu Kerhi'ye başvurur, ondan sorarlardı" ifadesini de aynı şekilde anlarız Çünkü "her bilenin üstünde bir bilen daha vardır" Bazı konularda onların bu imamlardan fazla biliyor olması mümkündürKaldı ki durum tarihi açıdan öyle de değildir Mesela Sehavî derki : "Şafiî ve Ahmed'in, Şeyban er-Râî ile buluştukları ve ondan bir şeyler sorduklarına dair haberler ehli marifetin ittifakı ile batıldır Çünkü bu imamlar Şeyban'a yetişmemişlerdir" (Sehavî, el-Makarıdü'I-hasene 474) Aynı şeyi Aliyyu'1 Kâri de hem "el-Masnû", hem de "el-Esraru'1-mer-fu'a" adlı eserlerinde nakleder (Ali el-Karî, el-Masnü' (thk A Ebu Gudde) 220, el-Esrâru'l-merfu'a (thk Mes-Sabbag) 38l)Imam Azam'ın "Eğer iki sene olmasaydı Numan helak olurdu" anlamında: "Lev-lâ senetân le-heleke Nu'man" dediğine dair de hiç bir güvenilir kaynakta bir kayda raslanmadığını Muhakkık Kevseri söyler (Kevserî, Irgamu'l-merîd 41) Ama sahih kabul edildiği takdirde dahi Imam Ebu Hanefe'nin bu sözle neyi kastetmiş olabileceği açık değildir Tarikata girip, bir şeyhe intisap ettiği için bunu kurtuluş saymış ve öyle demiş olduğu bundan anlaşılmazKısaca o büyük zatların böyle kurtarıcılara ihtiyaçlarından çok onların bunlara ihtiyaçları vardır "Dürrul Muhtar sahibi Allame Hankafi'nin Kuşeyri'den naklettiği gibi, tasavvufun makbul tarikatlarının da Davud Tâî ve maruf Kerhi gibi büyük veliler vasıtası ile dayanağı Imam Azam'dır" (Ismail Hakkı, Mevahibu'r-Rahman 109) Ictihadında şu metodu benimseyen Imam Azam'ın, hayatının sonuna doğru bu metoddan vazgeçtiği rivayet edilmiştir Kitap'tan sonra herhangi bir meselede bir hadis varsa onu alırız Bir mesele hakkında sahabeden birden çok görüş gelmişse, Kitaba ve sünnete daha uygun olanı tercih ederiz Bunlardan biri yoksa tabiiki taklid etmeyiz, biz de onlar gibi ictihat ederiz (Ismail Hakkı, age 31)Bu iki imamın hayatlarını en geniş anlatan kaynaklarda bunların üstadlarına baktığımızda sözü edilen zevattan, ya da benzerlerinden ders aldıklarına dairde bir şey göremeyiz (bk Ebu Zehra, Ebu Hanife (Terc O Keskinogln) 109 vd; Imam Şafiî, 40 vd)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İMAM MERGİNANÎ VE "EL-HİDAYE" ADLI KITABI
Şeyhul-Islâm Imâm Burhânüddîn Ebul-Hasan Ali b Ebîbekr b Abdilcelîl el-Ferganî el-Merginânî (511/593-1117/1196) Hanefî fıkıhçılarının büyüklerinden, mezhepte müctehid (Ebu Firas en,Na'sanî, Ta'lîkât alel-Fevaîd s141 Merginâni'nin fıkıhtaki derecesini Lüknevi'nin "Ashabı tercihten" olarak göstermesine Ebû Firas şu itirazda bulunur: "Gerçi Ibn Kemal Pasa Merginani yi kendi ictihatlarıyla, rivayetlerin bir kısmını diğerine tercih gücüne sahip olan "ashab-ı tercih" tabakasında zikreder ama, bu tenkide uğramış ve: Merginanî'nin durumu hiç de Kâdıhân'dan aşağı değildir Onun delilleri tenkit de ve mesele istinbahindeki yeri, herkesin kabulüdür Öyleyse "Mezhepte müctehid" makamına o daha lâyıktır Aklı selim de bunu kabul eder, denmiştir (agk)) ya da "ashâb-i tercih"den(Lüknevî, el-Fevâid 14l) Ebûbekr (ra) soyundan, fıkıhta, hadiste, tefsirde, usulde, edebiyatta mâhir, dakîk ve titiz bir âlim, zühd ve takvâ sahibi, ilm-i hilâfta ve mezhepte yetkili bir isim Mergînân'da doğdu Mergînân, Türkistan'in Fergana eyâletinde bir şehirdir Doğduğu memlekette ölmüş ve Semerkand'da toprağa verilmiştir Tahsilini zamanında geçerli olan seyahatler sayesinde elde etmiş ve devrinin önemli âlimlerinden ders okumuştur: "Akâid'ün-Nesefiyye" sahibi Necmüddîn Ebû Hafs Ömer en-ehsefi (537/1142-43), Sadru's-Şahîd Husâmüddîn Ömer b Abdil-Azîz (536/1141-42), Imâm Ziyâuddîn Muhammed b Huseyn el-Berdenicî (Tuhfe sahibi Alâuddîn es-Semerkandî'nin öğrencisidir) "Hulâsatül Fetâvâ" sahibinin Babası Imâm Kivâmuddîn Ahmed b Abdirreşîd el-Buhâri ve es-Serahsî'nin talebesi Ebû Amr Osman b Alî el-Beykandî (55?/1157) bunların meşhurlarıdır Kendisinden de birçok kişi fıkıh okumuştur ki, kendisinin değerli nesli Şeyhulislam Celâlüddin b Ebîbekr b Merginanî, Semsül-eimme el-Kerderi, Celâlüddîn Mahmud b Huseyn el-Estrûsenî bunlardan sadece bir kısmıdir (Lüknevi, age142) Yüceliğini, çagdaslarından olan Kâdihân (592/1195) gibi âlimler kabul etmiş ve belirtmişlerdir "Bu derece ilimle meşgul olmasına karşılık, son derece zâhid ve takvâ ehli idi Geceleri teheccüdle ihya ederdi Anlatıldığına göre (biraz sonra anlatmaya çalışacağımız) Hidâye'yi yazarken, onüç yıl, geceleri hep teheccüde kalkmış ve hiç ara vermeden sürekli oruç tutmustur Oruç tuttuğunu kimseye sezdirmemeye çalışır ve hizmetçi yemek getirdiğinde ona, sen yemeği bırak git der, gidince yemeği bir öğrencisine, ya da bir başkasına yedidirdi Hizmetçi tekrar geldiğinde kabı boş görüp, onun yediğini sanırdı"(Tasköprüzâde, Mevzûâtü'l-ulûm I/725; Kâtip Çelebî, Kesf N/2032) Talebesinden olan Burhânül-Islâm ez-Zernûcî, "Ta'lîmül-Muteallim" adlı meşhur eserinde, şu beyitlerin ona ait olduğunu söyler:"Ne büyük bir fesat: Nefsine düşkün olan âlim / ve bundan daha büyüğü de cahil bir âbid / Ikisi de âlemler içinde büyük bir fitnedir / Dinde onlara tutunan için"Merginânî okuduğu bir hadis-i şerife dayanarak, derslerini çarsamba günleri başlatır ve Imâm Ebu Hanife'nin de böyle yaptığını söylerdi Talebenin tahsile ara vermemesi gerektiğini, akranlarını ara vermemekle geçtiğini söylerdi( Lüknevî el-Fevaid s142) Zehebî'nin (748/1374) "ilim küplerindendi"(Zehebî, Siyeru-a'lami'n-nübela 21 /232) dediği Merginâni'nin: I-Müntekâ, Nesrul-Mezheb, et-Tecnîs, el-Mezîd, Menâsikül-Hac, Muhtârâtün-Nevâzil, Kitâbün fi'1-Ferâiz, Bidâyetü'1-Mübtedî, el-Hidâye gibi eserleri vardır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İMAMLARIN, DÖRT MEZHEBE GÖRE ABDEST ALIP NAMAZ KILDIRMALARI ŞART MIDIR? İmamların dört mezhebe göre abdest alıp namaz kıldırmaları şart değildir Belki imam olan kimse hangi mezhebin saliki ise onun ictihadına riayet etmekle mükelleftir Ancak mümkün olursa namaz kılan herkes, imam olsun, me'mun olsun diğer mezheplere de riayet ederse daha efdaldır Mesela abdest ve gusulde Hanefi mezhebinde niyet getirmek lazım olmamakla beraber onu gerekli gören diğer üç mezhebe muhalefet etmemek için gusülde yıkanmaya, abdestte de yüzü yıkamaya başlarken niyet etmek daha efdaldır Veyahut başı mesh etmek hususunda Şafi'i mezhebinde bir kıl kadar, Hanefi mezhebinde dörtte birini mesh etmek kafi geldiği halde, Malıki ile Hanbeli mezhebinde mutemede göre hepsini mesh etmek gerekir Hanefi ile Şafi'i olan kimselerin, Maliki ile Hanbeli mezheblerine muhalefet etmemek için hepsini mesh etmeleri daha iyidir Aksi takdirde birinci meselede abdeste niyet etmeyen bir Hanefi diğer mezheb saliklerine imam olamaz İkinci meselede başından az bir şey mesh eden bir Şafi'i diğer mezheb saliklerine imam olmadığı gibi yalnız başın dörtte birini mesh eden bir Hanefi de, Maliki ve Hanbeli mezheblerinin saliklerine imam olamaz
Aynı şekilde Şafi'i mezhebine göre Cuma namazından önce iki hutbenin okunması farzdır Bu iki hutbenin beş rüknü vardır:

1- Her iki hutbede Allah'a hamd etmek,
2- Peygambere salavat getirmek,
3- Takvayı tavsiye etmek,
4- Her iki hutbenin birisinde bir ayet-i kerime okumak,
5- Son hutbede mü'minlere açıkca dua etmektir

Diğer mezheblere göre bu beş rükne riayet etmek gerekir Bu beş rükne riayet etmeyen imama Şafi'i ile Hanefi cemaat karışık olduğu halde bu rükünlere riayet edilmiyor Çünkü takva tavsiye edilmediği gibi son hutbede mü'minlere açıkca dua edilmiyor Gizlice yapılan dua Şafi'i mezhebinde muteber değidir Buna dikkat etmek lazımdır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İMAN(İNANÇ)

1- Her bakımdan mükemmel ve eksiksiz tek varlık olan Allah'a inanmaya, dolayısıyla başka bir dünyanın varlığını içtenlikle kabullenmeye "iman" denir ki, inanmak demektir Kendisinde iman bulunan, yani inanan insana da "mü'min" denir
2- Bir anlatışa göre "Islâm" ve "müslim", ya da "müslüman" kelimeleri de aynı anlamdadır Diğer bir anlatışa göre "Islâm" kabul etmek ve inanmaktan öte "teslim olmak", "inandığı bu yüce varlığın verdiği buyruklara boyun eğmek" anlamına gelir
3- Imanın yukarda söylediğimiz kadarına "özet iman" (icmalen iman) denir Gerçekten de Allah'a inandığını söyleyen, işi en baştan tutmuş ve O'nun her söylediğini kabullenmiş demektir Inanılması gereken şeyleri, ayırıcı nitelikleriyle ögrenmek ve kabullenmek de imânin genişletilmiş şeklidir, (Tafsilen iman)
4- Bu kısa ve özet iman: "LA ILÂHE ILLALLAH" cümlesiyle anlatılır Anlamı "Allah vardır, başka ilâh yoktur" demektir Verdiği emirlere ve koyduğu kurallara kayıtsız şartsız uyulan varlıga "Ilâh" dendiğine göre, bu cümle aynı zamanda "Ben Allah'dan başka emir ve yasak koyan kimse tanımıyorum" anlamına gelir Sevgili peygamberimizin bir sözü bunu açıklar: Kendisiyle görüşen bir delegeye: "Siz bilginlerinizi ve büyüklerinizi ilâh edinip onlara tapıyorsunuz halbuki, biz sizi Allah'a kulluğa çağırıyoruz" dediğinde o, durumun böyle olmadığını, kimseyi ilâh edinmediklerini söylemişti Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Onlar bir şeyi yasak, yani haram, bir şeyi de serbest, yani helâl yapınca, sizde kabullenip öyle davranmıyor musunuz?" diye sormuş o da "evet" demişti Peygamberimiz de: "İşte bunun adı ilâh edinme ve ona tapmadır" buyurmuşlardı (Tirmizî, tefsir 10) İşte "Lâ ilâhe illallah" diyen ve mü'min olduğunu söyleyen herkes, kendi hayatına giren her türlü ilâhı itebilmişse, gerçek mü'min olmuş olur
5-Bu cümlenin ikinci parçası: "Muhammedün Rasûlullah"tır ki, Muhammed (sav) Allah'ın elçisidir Yani her söylediğini Allah'tan alarak söylemiştir Onun için her dediği doğrudur, demektir Birincisine kısaca "kelime-i tevhid" yani, "Birleme sözü" denir Buna, "Ben şahitlik ederim" anlamındaki "eşhedü" kelimesi eklenir ve "Eşhedü en-lâ-ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlühû "şeklinde söylenirse "Kelime-i şehâdet", yani "şahit oluş sözü" adını alır
6- Yüce bir varlıga inanma duygusu bütün insanların yaratılışında, yani "fıtrat" denen hamurunda vardır Yani yaratılışındaki duruluğu bozulmayan herkes, vicdanının sesine kulak verdiği zaman, gücünün kaynağı, yüce bir varlığın bulunduğunu hissedecektir Ayrıca bozulmamış aklını kullandığında da, böyle bir varlığın mutlaka bulunması gerektiğini anlayacaktır Kendisinin en küçük parçası olan hücresinden feza âlemine kadar her şeyde, son derece bir düzen ve intizam görecek ve eğer aklı bozuk değilse bunların asla tesadüfen olamayacağını rahatlıkla görecektir Bunun için sayılamayacak kadar çok delil vardır
7- Ancak doğuştan bu temiz hamurla gelen insanı aynı zamanda sayılamayacak kadar da düşman beklemektedir Onların bütün işleri güçleri doğruları eğri, eğrileri doğru göstermek ve gerçekleri örtmek, yani küfretmektir
"Küfrün" kelime anlamı "örtmek" demektir Kâfir, doğruları örttügü için ona "kâfir" denmiştir Yanlışı süslü gösteren filmler, piyesler, yanlışa çağıran radyo ve televizyon yayınları, (Bu ifadelerimizle radyo ve televizyon gibi âletlere karşı olduğumuz anlaşılmasın Tersine bir televizyonu insan zekâsının bulduğu en mükemmel âlet olarak görüyoruz Karşı olduğumuz şey, bu âletlerin inançsız bir aile yapısı ve toplumu hedef alarak iman esaslarına karşı sürekli saptırıcı, aklı oksitleyici yayınlar yapmasıdır) aşağı duygulara seslenen renkli, resimli basın, magazin ilâveleri ve dergiler, bunların bozduğu şeytanlaşmış insanlardan oluşan arkadaş, öğretmen çevre hep "küfr"ü güçlendirir, yani akılları üzerinde paslı bir tabaka oluşturur, davranış ve eylemlere aklı değil, hep duyguları motor yapar, sonuçta insanı düşünme gücü dumura uğramış, yalnız duygularıyla algılayabilen, bir anlamda kör bir varlık durumuna düşürür
Iman kalbin bir eylemi olduğu için insanları zorla inandırmak aslında imkânsızdır Bu yüzden Islâm, "Dinde zorlama yoktur" (Bakara (2) 256) kuralını koymuştur Ancak insanların akıllarını oksitlenmiş bakır gibi örten şer güçlerin bu hareketine, yani küfürlerine de izin vermemek ve aklı kaplayan paslı tabakayı da sökmek, böylece aklı olaylarla başbaşa ve karşı karşıya bırakmak gerekir O zaman aklın doğruyu bulduğu görülecektir Sözü edilen eyleme "cihad" adı verilir
8- Imanın genişletilmiş şekli de "Amentü" denen altı madde ile özetlenmiştir Inanılması gereken şeyleri anahatlarıyla anlatan bu altı maddeye, "imanın temelleri, ya da şartları" denir Bunlar:

1 Allah'a ,
2 Meleklerine,
3 Kitaplarına,
4 Elçilerine (Peygamberlerine),
5 Bu dünyanın sona erip bir başka dünyanın kurulacağına (Ahiret'e),

6 Kadere, yani iyi kötü her şeyin Allah'ın bilgisi ve gücü ile olduğuna inanmaktadır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İMAN NEDİR? İman; Cenab-ı Allah'ın, vahiy meleğin aracılığı ile, Hazret-i Muhammed (sav)'e gönderdiği semavi hükümlere kesin olarak inanıp tasdik etmektir
Bir kimse Kur'an-ı Kerim ve mütevatir sünnet ile sabit olan bir hükmü inkar ederse mü'min değildir Mü'minlere terettüp eden ahkam da kendisine terettüp etmez Mesela oruç, namaz ve benzeri farzları inkar eden veya içki ve faiz gibi yasakları kısmen de olsa mübah gören kimse, İslamın hududu dışında kalıp müslümanlarla olan manevi bağı koparmış olur Bu sebeple müslümanlara varis olamaz, cenaze namazı kılınmaz, müslüman mezarlıklarında defnedilmez ve onlarla evlenemez
İslama inanmadığı halde kendine, müslüman görüntüsü veren Abdullah bin Ubey, ölüm döşeğinde iken Peygamberimiz ile görüşmek istedi Bunun için yanına giden Peygamber (sav)'denkendisinin cenaze namazını kıldırmasını istedi Peygamber (sav) de bu teklifi kabul etti Öldüğünde Peygamber (sav), cenaze namazını kıldırmak için ayağa kalktı Fakat İslama karşı samimi olmadığı için Cenab-ı Hak, Peygambere, onun cenaze namazını kıldırmasını yasaklayarak şu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu: "Asla onlardan –münafıklardan- ölen kimse üzerine cenaze namazını kılma" (Berae)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İNANÇ TEMELLERI Allah'a Iman
Insanlarla hayvanlar arasındaki en önemli fark akıldır Bunun dışında hemen her konuda eşittirler Öyleyse insan, aklıyla, önce aklın niçin verildiğini, sonra da kendisinin ve dünyanın niçin ve nasıl varolduğunu düşünmek zorundadır Çünkü aklın görevi düşünmektir Ona görevini yaptırmamak, onu yararsız hale getirmek demektir
Aklın dış etkilerden arındırılmış olarak çalıştırılması halinde hiçbir şeyin kendiliğinden var olamayacağı, her sanatın bir sanatçısı olduğu gibi, sırlarının henüz yüzde onuna dahi akıl erdirilemeyen insan vücudunun ve onun gibi milyonlarca varlığın da bir ustası bulunduğu rahatlıkta anlaşılır Bu yüzden birçok Islâm âlimi, kendisine hiçbir şey öğretilmeyen insanın, aklıyla en azından Allah'ın varlığını bulmak zorunda olduğunu söylemişlerdir
Allah'ın varlığı gibi, birliği, öncesinin ve sonunun bulunmadığı ve her şeye gücünün yettiği de yine akılla bulunabilir: Bu konuda Islâm Âlimleri iki kere ikinin dört ettiği gibi kesin hesaplar yapmışlar ve peşin fikirli olmayan her akıllıyi ikna etmişlerdir Ancak müslümanların hepsi, bu konuda ikna oluncaya kadar akıl yormak ve bunu isbat edenlerin isbatıyla yetinmemek zorondadırlar Çünkü inanç meselelerinde taklit caiz değildir
Allah'ın, kendinden başka kimsede bulunmayan bir takım nitelikleri vardır: O, önü ve sonu olmayan bir varlıga sahiptir Yani O'nun ne geçmişte olmadığı bir zaman vardı, ne de gelecekte olmayacağı bir zaman bulunacaktır Varlığı da bir başka şeyden değil kendindendir (Kidem, Bekâ, Vücut, Kiyâm binefsihi) Allah hem zatında yani varlığında, hem sıfatlarında, hem de işlerinde tektir (Vahdaniyyet) Yani O, tek başınadır Onun sıfatları başka kimsede yoktur ve O işlerini tek başına yapar Allah'tan başka herşey sonradan yaratılmıştır ve O, sonradan yaratılanların hiçbirisine benzemez (Muhalefetün lil havadis) Bu yüzden Allah'ı herhangi bir varlığa ya da cisme benzeten, O'na olduğu gibi inanmamış olacağından kâfir olur Bu saydığımız altı niteliğe Allah'a özgü nitelikler yani, "sıfat-i zâtiyye" denir
Allah'ın daha başka nitelikleri de vardır: Mesela Allah diridir, hiç uyumaz (hayat), olmuş ve olacak her şeyi bilir (ilim), her şeyi bilir, çünkü her şeyi ezelde, yani kendinden başka varlıkların hiçbiri yokken O, takdir etmiş yani, planlamış, programlamış ve aynen çalar saat gibi kurmuştur Herşey O'nun bilgisiyle ve planına göre gerçekleşir O herşeyi duyar (semî'), herşeyi görür(başar), herşey O'nun dilemesiyle olur,(irade), O'nun herşeye gücü yeter (kudret), O konuşur ama konuşması bizim konuşmamıza benzemez Bazı peygamberlerle doğrudan doğruya konuştugu gibi, indirdiği kitaplar da O'nun konuşması türündendir (kelâm) Herşey O'nun yoktan yaratmasıyla olur ve O her an yeni bir durum yaratmaktadır (tekvin) Her yaptığının bir hikmeti vardır yani, her yaptığı yerli yerindedir
Allah'ın daha bir dizi güzel ve mükemmel niteliği, ya da ismi vardır Bunlara "güzel isimler" anlamında "Esma-i Hüsnâ" denir O'ndaki bütün güzellikler ve mükemmellikler eksiksizdir ve tastamamdır Yani güzel olan herhangi birşeyin, meselâ cömertliğin O'nda olanından daha fazla ve daha iyisi düşünülemez Eksikliklerin ve çirkinliklerin ise hiç biri O'nda yoktur
Allah'ın nitelikleri yani sıfatları diğer bir yönden;güzellik ve umut akla getiren nitelikler, korku ve heybet akla getiren nitelikler diye de ikiye ayrılabilir (cemâl ve celâl sıfatları) Yani Allah'ın korkup titrenecek sıfatları olduğu gibi, umutla dolunacak sıfatları da vardır ve bu yönü öbür yönüne galiptir O, "rahmetinin gazabına galip geldiğini" bildirmiştir
Allah'a inananlar Cennette Allah'ı göreceklerdir Allah'ı görmenin tadı ve lezzeti, Cennetin bütün nimetlerinden daha tatlı olacak ve bu, en büyük nimet sayılacaktır
Allah yaptıklarından kimseye karşı sorumlu değildir Insanlar ise yaptıklarından O'na karşı sorumludurlar O, hiçbir şeyi yapmak zorunda değildir
Allah'ın her emrettiği şey güzeldir ve her yasakladığı şey de çirkindir Insan aklı bunların bazılarının güzellik ya da çirkinliğini anlayabilir, bazılarını anlayamaz Ancak O emredince, aslında güzel olduğunu anlarız
Allah'ın acıma duygusu yani, rahmeti ve merhameti bütün canlılarınkinin toplamından da fazladır Bu yüzden dünyada inanan ve inanmayan herkesi rızıklandırır Ama öbür dünyada nimetlerin, yani Cennetin sadece inananlara verileceğini söylemiştir Bu yüzden Cehenneme girecek olanlar Allah'ın acımadığından değil, kendi kendilerine acımadıklarından gireceklerdir Eğer Allah onlara acımamış olsaydı, Cennete gitmenin yolunu hiç göstermeden onları ateşe atardı
Meleklere Iman
Allah'ın insan denen bizim gibi kulları yanında, melek denen ve bizim göremediğimiz bir takım kulları daha vardır Onlarda erkeklik ya da dişilik yoktur Tek işleri Allah'a kulluk etmek yani, O'nun her emrini yerine getirmektir Onlarda Allah'ın emirlerini tanımama yani, isyan gücü yoktur Onların kendilerine göre bir zaman ve mekân dünyaları vardır Bizim zaman ve mekânımız onlar için geçerli değildir Yani bizim bir an dediğimiz bir zamanda onlar düızı belki birkaç kez dolanabilirler Yemezler ve içmezler Yani ihtiyaçları bizimkiler gibi değildir
Azrail, Mikâil, Cebrail ve Israfil gibi büyük meleklerin yanında, çok basit gördüğümüz işler için, meselâ bir kar, ya da yağmur damlasını buluttan alıp yere indirmekle görevli ve o görevini yapınca işi biten melekler de vardır Cinsel ilişki ve tuvaleti dışında, devamlı insanla bulunan "koruma melekleri" vardır Bunlar, insanın yaptığı iyilikleri ve kötülükleri yazmakla görevlidirler Kabirde insanın kabir imtihanını yapmakla, Cehennem'de ve Cennet'te oralara lâyık işleri görmekle görevli melekler vardır ve Allah'a sırf belli tesbih ve zikirleri yapmakla görevli melekler vardır
Melekler şekil bakımından da bize benzemezler Gerçi onların kanatları vardır ama kanatları bizim tanıdığımız kanatlıların kanatlarına benzemez Bu yüzden onları kartal, doğan vBulletin gibi düşünüp onlara benzer kurgu resimlerini yapmak câiz değildir Çünkü bu onları olduklarından başka türlü göstermek ve gerçeği saptırmak demektir
Allah'ın her şeye gücü yettikten sonra melekleri niçin yaratmıştır gibi bir soru akla gelebilir: Ancak yukarıda öğrendiğimiz sıfatlarla nitelenen Allah'a karşı, yine onun bir yaratığı olan insanın, bir defa böyle bir soru sorma yetkisi yoktur Eğer bu durumda bir insan düşünseydik onun bu soruya vereceği cevap, herhalde tek kelime ile: "Sana ne! Küstah!" olurdu Ama Allah bizi azarlamıyor ve biz aklımızı kullanarak bunun bir sürü hikmetinden bazılarını anlıyor, ya da tahmin edebiliyoruz:
Her şeyden önce Allah Hakîm'dir yani, her yaptığı yerli yerindedir ve bir hikmete göredir Sonra Allah (cc) böyle, akıllara durgunluk verecek bir âlem yaratmakla kendisinin nelere güç yetirebileceğini bize göstermiş ve kendini bize tanıtmak istemiş olabilir Melekler arasında, en büyükten en küçüge doğru son derece düzenli ve intizamlı bir sistemi bize göstermekle bize kendi işlerimizde örnek ve kopya vermiş olabilir Isteseydi bizi de onlar gibi aralıksız ibâdet ve itaatla görevlendirilebileceğini, bu yüzden durumumuzu nimet bilmemiz ve bizim, onlarınkine göre çok az olan görevlerimizi yerine getirmemiz gereğini hatırlatmış olabilir
Melekleri niçin göremiyoruz? diye de sorulabilir Bu soruya da muzipçe: Göremediğin sadece melekler mi? Görebildiklerin, göremediklerinin kaçta kaçı olabilir? Göremediğin herşeyi yok saymak; kısa düşüncelilik ve geri kafalılık olmaz mı? diye cevap verilebilir Ama biz bunun da bilimsel açıklamasını yapmaya çalışalım:
Bir defa varlık âlemi sadece dünyadan ibaret değildir ve her âlemin kendine göre şartları ve kanunları vardır Meselâ aydaki yerçekimi dünyadaki yerçekimi gibi değildir Eğer varsa, bir başka dünyadaki canlıların yaşama şartları da bu dünyadaki yaşama şartları gibi değildir Melekler de bir başka âlemin varlıklarıdırlar ve bu dünya şartlarına göre ayarlanmış gözlerle görülemezler Tıpkı televizyon dalgalarının radyo alıcısıyla algılanamadığı gibi Sonra gözün, kendi dünyasında da bir görme kapasitesi vardır Meselâ göz, ışığın belli dereceden az ve belli dereceden çok olması halinde göremez Yani kapkaranlık bir odada önümüzdeki masayı göremediğimiz gibi, Güneşin kendisine ve meselâ kaynak ışığına karşı da bakamayız, göremeyiz Kulaklarımızın ve diğer duyularımızın gücü de aynıdır Dünyada iken Allah'ı göremememizin sebebi de budur Yani Allah'ı uzakta ve görülmeyen bir yerde olduğu için değil, aksine bizim gözlerimizin gücünü aşan bir açıklıkta ve parıltıda olduğu için göremiyoruz Çünkü O'nun bir adı da Nûr'dur Cennette ise inananlara oranın şartlarına göre göz verilecek ve Allah'ı, o şartlar altında göreceklerdir Nitekim Hz Musa Allah'ı görmek istemiş ve değil Allah'a, Allah'ın belirdigi dağa bakmakla bile cereyana kapılmış gibi baygın yere serilmiştir (Bu olay için bk A'raf (143 âyet ve tefsirleri) Yine bu yüzden Allah(cc) elçisi Muhammed'e görünmek istediğinde onu Mi'raca yükseltmiş, Cennete koymuş ve o, Allah'ı oranın şartlarıyla görebilmiştir Ve yine bu yüzden Mi'raç yolculugunda ona refakat eden Cebrail belli bir noktadan öte geçemeyeceğini, geçerse yanacağın söylemiştir Melekler bu nitelikte, Allah gibi olmamakla beraber, bizim onları göremeyişimizin sebebi de aynıdır
Sonra biz eşyayı beş duyumuzla algılıyoruz Bir altıncıduyumuz daha olsaydı algılayacak daha bir sürü şey bulmaz mıydık? Bulmazdık demek, elini denize sokup dibini bulamayan adamın, bu denizin dibi yoktur, demesi gibi gülünç olmaz m? Meselâ anadan doğma kör olan bir insan, rengi hangi yolla algılayabilecektir? Onun renk diye birşey yoktur demesinin ne anlamı varsa, melek diye birşey yoktur demenin de o kadar anlamı vardır Üstelik hayatında hiç yalan söylemeyen bir insan, bize meleklerin var olduğunu söylemiş, onları görmüş ve konuşmuştur Kaldı ki, meleklerin bulunmadığına da aklî delil yoktur Bütün dinler meleklerin var olduğunu söylemiştir Herbirimizin en azından birkaç defa görmüş olduğumuz gerçek rüyalar bile, bizim algılayabildiğimiz fizik âleminin ötesinde bir manâ âleminin bulunduğunun kesin delilidir
Meleklerin varlığından sözeden birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf bulunduğu ve Islâm ümmeti bu konuda ittifak ettiği için, meleklerin varlığını kabul etmemek, insanı dinden çıkarır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İNANÇLA İLGİLİ DİĞER BAZI KONULAR Imanın ana temelleri altı olmakla ve bu altı temel bütün inanılacak şeyleri içine almakla beraber, akaid kitaplarında, öneminden ötürü ayrıca zikredilen şeyler de vardır:
Allah'ı, insanlarda, ya da diğer yaratıklarda bu1unan bir özellikle nitelemek küfürdür
Inananlar cennette Allah'ı yer, zaman ve nitelikten uzak bir şekilde göreceklerdir
Allah'ın Kelâmmn bir âyetini bile inkâr, insanı dinden çıkarır
Allah'a mekân nisbet edilemez Yani Allah şuradadır, ya da buradadır denmez Belki, bilgisi ve gücüyle Allah her yerdedir, denir
Isrâ ve Mîraç, yani Hz Muhammed'in Allah tarafından Mekke'den alınıp Kudüs'e götürülmesi, oradan da göklere yükseltilip bu yolculugunda Allah'la görüşmesi gerçektir
Kıbleye dönüp namaz kılan hiçbir kimse; dinin zorunlu olarak bilinen kesin esaslarından birini açıktan inkâr etmedikçe, ya da küfrü kesin olan bir eylemi inanarak yapmadıkça kâfir sayılamaz
Kâfirin müslüman üzerinde "velayat" hakkı yoktur, ya da "ulü'l-emr" ancak müslümandan olur
Allah'a isyan emretmedikçe "ulü'l-emr"e itaat, zalim de olsa farzdır:

Abdestte mestler üzerine meshetme müslümanların ittifakıyla sabittir
Imamla, yani tüm müslümanların önderi ile birlikte cihad kıyamete dek sürecektir
Peygamber bildirmeden, kimsenin Cennetlik ya da Cehennemlik olduğuna hükm olunamaz
Peygamberimizin arkadaşlarının, yani ashabının hepsi âdil insanlardır Hiç birisine kötü söylemeyiz
Allah'tan başka herkes yanılabilir Ancak Allah, peygamberleri yanıldıklarında doğrultur
Bir peygamber, bütün velilerden daha üstündür
Allah dostlarının (evliya) kerametleri gerçektir

Kâhinler ve gâibden haber verdiklerini söyleyenler yalancı ve kâfirdirler Söylediklerini doğrulamayız Ama Allah, bazı kullarına dilerse bazı sırlar öğretir
Kıyametin, Deccalın çıkması, Hz Isâ'nın inmesi ve Güneş'in batıdan doğması gibi büyük işaretleri vardır
Allah Resûlünün yolundan başka bir yol, onun getirdiği gerçekten başka bir gerçek yoktur Içiyle ve dışıyla ona itaati kabullenmeyen, havada da uçsa, suda da yürüse mü'min değildir
Inanç açısından insanlar üçe ayrılır:

1 Hz Muhammed'in (sas) Allah'tan (cc) getirdiklerini kalbiyle kabul edip, diliyle söyleyen mü'min'dir
2 Kabul etmeyen kâfirdir
3 Kabul etmediği halde kabul ettiğini söyleyen münafıktır Münafık kâfirden daha kötüdür Ancak kalbinden inanmadığı halde müslümanlar gibi yaşayana biz Müslümanca muamele ederiz Kalbini bildiğimizi söyleyemeyiz
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İNFAK Helâl yollarla elde edilen malı, ihtiyaca ve dinin gerekli ya da hoş görüldüğü yerlere harcama, sarfetme Allah'ın bir rızık olarak verdiği görünür-görünmez (zahir-batın) nimetleri yaymaKelime arapça kökenli olmakla beraber, Islami bir terim muhtevası kazandığından bütün müslüman halklar tarafından aynı kapsamla kullanılır olmuştur Arapçadaki kökü "ne-fe-ka" fiilidir Bu kök "çıkma" ve "gitme"yi ifade eder Arap tavsanının çıkış deligine "nâfika", imandan çıktığı için ya da kalbinden iman çıktığı için insana "münafık", pantolonda ayağın çıkış yerine "neyfak", azığın bitip tükenmesine "infak" yerin altından çıkış yeri olan tünele "nafak" denir ki, bunların hepsinin kök, mana ile ilişkisi vardır Insanın şeran bakmakla yükümlü olduğu kimselere elinden çıkarıp vermekle yükümlü olduğu malı mükellefiyete de "nafakâ' denir ki, bunun da bu kökle ilişkisi açıktır Terim olarak giriş paragrafındaki anlamların tümünü bünyesinde bulunduran "infak" tanımdan da anlaşılacağı gibi, insanın sahip olduğu bilgiyi (faydalı ilmi) yayma ve öğretme anlamına da gelir Mesela Kur'an-ı Kerim'in daha ilk girişinde (2/3) kurtuluşa eren mü'minlerden sözeden, "bizim kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler" ayeti "infak" a bu anlamı da yüklemiştir Ve bu ayet aslında "infak" ta bulunması gereken özelliklere de"işareti" ile dikkat çeker: Ayette ki "min = den" eki, infak edenin sahip olduğu herşeyi verip yoksul kalmasını ve savurganlık etmesini değil, bir kısmını vereceğini, "mâ = şey" ifadesi, sadece maddi varlıktan değil, ilim gibi manevi varlıklardan da infak edileceğini, Allah'ın "bizim rızık olarak verdiklerimiz" ifadesi, "infak" ta başa kakma ve minnet duygusunun olamayacağını, çünkü verenin aslında Allah'ın malından verdiği, "infak ederler" ifadesi de, hem başka harcamalar için değil ihtiyaç (nafaka) için verirler, hem de, verdikleri çok az olmayıp bir ihtiyacı karşılayacak kadar olur anlamına verir ki, "infak"ın asıl özellikleri de bunlardır Bu nitelikleri taşıyan "infak"ın yapıldığı yön (cihet) zaman ve şartlar itibari ile kendi içinde bir meratibi (hiyerarşisi) vardır Mesela bir yönüyle "infak"ın farz, (vacip) ve mendup olanları vardır ki, bu sıralamaya göre "infak"ın farz olanlarının başında zekat gelir Insanın kendine bakması ve çoluk çocuğuna yapacağı harcama (nafaka) da ikinci derecede farz olan "infak" tır Üçüncü farz "infak" ise cihat için yapılacak harcamadır Bütün çeşitleriyle sadakalar ise "infak"ın mendup (hoş ve arzulanan) kısmını oluşturur (Kurtubî I/179) "Infak"ın tüm çeşitleri ile ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de ikiyüze yakın ayet-i kerime vardır ki bu, islam toplumundaki maddi transfer, mülkiyet seyyaliyeti, servet törpülenmesi, gelir hatta servet dağılımı, olandan olmayana transfer (sosyal güvenlik ödeneği) kısaca sosyal adaletin hangi boyutlarda motive edildiğinin belirgin bir göstergesidir, "infak"ın mekruh ve haram olanı ise olmaz Çünkü bu terimin anlamı bütünüyle olumludur Mekruh ya da haram olan harcamalara "infak" değil "israf', "savurganlık" vs denir
Ancak "infak"in sadece teberru (tatavvu) şeklindeki harcamalara denebileceği, zekatı içine almayacağı da söylenmiştir Fakat birinci görüş daha doğrudur( Razî 2/3 ) Diğer bir yönden "infak"ın hiyerarşisini Allah Rasülü (sa) bir hadisleriyle açıklar: "Gelip, bir dinarım var (ne yapayım?) diye soran birisine: kendine harca (infak et) buyurdu Iki dinarım varsa? Ev halkına harca Üç dinarım varsa? Hizmetçine (çalıştırdıklarına) harca Dört dinarım varsa? Ebeveynine harca Beş dinarım varsa? Yolunlarına harca Altı dinarım varsa? Allah yolunda harca, buyurdu" el-Bakara suresi 2/215 ayeti bu hiyararşiye daha net bir sıra çizer: "Ne infak edeceklerini sana sorarlar De ki, hayır olarak infak ettiklerinizi ebeveyninize, yakınlarınıza, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara (harcayın)" Bir başka hadis-i şerif aynı derecelemeye değişik sartlara göre biraz değişik bir sıra çizer: "kişinin infak deceği en hayırlı para (dinar) çoluk çocuğuna harcadığı, Allah yolunda (cihadda) bineğine harcadığı, yine Allah yolunda arkadaşlarına harcadığı paradır" Bir diğerinde ise: "Allah yolunda (cihadda) infak ettiğin bir dinar, bir köle azat etmek için infak ettiğin bir dinar, bir yoksula sadaka olarak verdiğin bir dinar ve çoluk çocuğuna harcadığın bir dinardan ecri en büyük olanı çoluk çocuğuna harcadığındır"( Kurtubî I/179) denirRasülullah'ın hadislerinde de her çeşidiyle "infak" vurgu ile tavsiye ve teşvik görür O herkesin, yarım hurma ile de olsa kendisini kurtarması gerektiğini, sadakanın rızkı çogaltacağını, ömrü ve malı artıracağını, Rabbin gazabını dindireceğini, zafere sebep olacağını, malın bereketi olduğunu söyler Zaten Allah da (cc) yapılan bir infakın yerinin Allah tarafından doldurulacağını haber verir (34/39) Yine Allah Rasulü (sa) "infak" etmeyenin rızkının daraltılacağını, cömertliğin Allah'ın ahlakından olduğunu, yoksullara arka çıkmanın kötü ölümü engelliyeceğini, sadakanın (bir paratöner gibi) belayı önlediğini bildirirKısaca bütün çeşitleriyle infak Islamın ikinci temel unsuru, "köprüsü" ve dünyayı düzene koyma aracı olarak görülür
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İNSAN İRADESİ-İHTİYÂRÎ FİİLLERİ VE SORUMLULUK Bilindiği gibi insan, kâinattaki yaratıkların en olgunu ve şereflisidir Çünkü, bu âlemdeki canlı cansız varlıkların hepsi, insanın emrine ve hizmetine verilmiştir Bu bakımdan insan, Rabb'ini bilmek ve O'na ibadet etmek için olduğu gibi, bu dünyayı imar ve ıslah etmek için de yaratılmıştır Bu sebeple "Allahu Teâlâ, insana her türlü güzel vasıflar, yanında onu diğer varlıklara üstün kılan ve insan yapan, akıl, ruh, irade ve ihtiyar gibi manevi değerler vermiştir O, aklı, irade ve seçme gücü ile diğer varlıkların yapamayacağı bir çok işleri yapmak, yeni yeni şeyler keşfedip kesb etmek kudretine sahiptir Insana bu sınırlı kudreti ve cüzî iradeyi veren; gücü her şeye yeten mutlak kudret, kulli irade ve sonsuz kemal sahibi olan Allah Teâlâ'dır Fakat insana verilen bu sıfatların hiç biri tam ve mutlak değildir Allah'ın kemâl sıfatlarına nazaran çok eksik ve sınırlıdır Bu sebeple insan, iradesini, fıtrî yeteneklerini ve diğer sıfatlarını kullanırken, belirli ölçülere, kayıtlara ve ilâhî kanunlara tabidir Fakat bu kayıtlara ve bazı engellere rağmen insan, cüz'î iradesini kendi sınırları içinde kullanmakta ve dilediği tarafa yöneltmekte serbesttir Gerçek şudur ki insan, belirli ölçüler ve sınırlar içinde hareket edebilen hür bir varlıktır O halde insanın kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı, isteyip kesbettiği (elde ettiği) işler vardır ve yaptığı bu işlerden elbette sorumludur Yapmakla mükellef olduğu iyi ve güzel işler karşılığında mükafaat alacak, yapmaması gerekenler karşılığında da ceza görecektir, Çünkü insan, kendi irade ve isteğiyle iyi veya kötü belirli bir işi yapmaya karar vermiş ve o kararını uygulamaya koymaya girişmiş olmakla, o işin sorumluluğunu yüklenmiştir Işte insanlar, sahip oldukları bu irade ve ihtiyarları (seçme melekelerine sahip olmalarından dolayı mükellef ve yaptıkları işlerden sorumludurlar Bu teklif esasına göre dinen sevaba layık veya cezaya müstehak olurlar Aksi halde insanlar mükellef ve yaptıkları işlerden sorumlu olmazlar Teklif ve sorumluluk, sevap ve ikab (ceza) esaslarını kabul etmemek ise, bütün ilahî dinlerin esas ve gayesine aykırıdır
Diğer taraftan, şayet insanlar yaptıkları her işi mecburi ve zorunlu olarak yapar diye düşünürse, cebir (zorlama) lazım gelir ve insan iradesi inkâr edilmiş olur Yani insanların yaptıkları hiç bir işte irade ve ihtiyarları olmaz, buna rağmen o işlerden sorumlu tutulmuş olurlar ki bu, ilahi adalete aykırı düşer Bu sonuç ise batıldır
O halde, karşımıza, birbiriyle zor bağdaşan iki dini esas çıkıyor:
Birincisi; "Allah (cc) her şeyin halîkı (yaratıcısı) dır" (ez-Zümer, 39/62) âyetine uyarak, Hak Teâlâ'nın yegane yaratıcı olduğuna, yaratıcılıkta hiç bir ortağı bulunmadığına ve kulun ihtiyarı fiillerini de yaratanın Allah olduğuna iman etmektir
Ikincisi de; kul, kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı (zorunlu olmayan) Ihtiyarı Fiillerinden sorumludur Yani Allah'ın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçınmakla mükelleftir Bu, teklif ve sorumluluğun esası olup, dinde sevap ve ikabın kaynağıdır Bu esas, bizi "insanın sorumlu olması için, fiilini icad etmesi gerekir" sonucuna götürebilir Bu sonuç ise, birinci esasa aykırı düşer
Işte, inanılması gereken bu iki esas arasında görülen çelişkiyi kaldırmanın zorluğu, insan aklını tereddüde ve fikir ayrılıklarına sevketmiş ve bu konuda Ehl-i Sünnet dışı mezheplerin doğmasına neden olmuştur O halde ihtilafın ana sebebi; insanların "ef'âli ihtiyarıye" diye anılan kendi irade ve ihtiyarları ile yaptıkları "fiilleri yaratmak" Allah Teâlâ'nın fiillerinden midir? Yani bu irâdı fiillerin yaratıcısı Hak Teâlâ mıdır, yoksa o fiili bizzat işleyen kul mudur? meselesidir Bu konuda farklı görüşler ve ayrı ekoller ortaya çıkmıştır:
1-Mutlak cebir düşüncesine dayanan "Cebriyye" mezhebi öncüsü Cehm b Safvan olduğundan "Cehmiyye" adıyla da anılır
2-Mutlak ihtiyar fikrine dayanan Kaderiyye ve "Cumhuru Mu'tezile" mezhebi
3-Cebr ve ihtiyar arasında görülen "Mâturîdiyye" mezhebi
4-"Cebr-i Mutavassıt" olduğu iddia edilen "Eş'ariyye" mezhebidir
Ilk iki mezhep, insan iradesi üzerinde aşırı giden ve birbirinin zıddı olan "mutlak cebir" ve "mutlak ihtiyar" fikrine dayanan ve böylece ifrat ve tefrite kayan Ehl-i Sünnet dışı bâtıl mezheplerdir
Son iki mezhep ise, ifrat ve tefrite sapmayan hak mezheplerdir Her ikisi de, Ehl-i Sünnet görüşünü temsil ederler
Cebriyye; insanın irâdî fiilleri üzerindeki kudret irade ve ihtiyarını tamamen inkâr ederek, kulun daima mecbur ve muzdar olduğunu, yaptığı işlerde hiç bir rolü olmadığını iddia ediyor Böylece "teklif ve sorumluluk" esasını yıkarak, insanı mutlak cebre teslim ediyor Onu âdeta cansız bir varlık seviyesine indiriyor İslam'ın ana prensipleriyle bağdaşmayan bu çarpık görüş, müslümanlar arasında rağbet görmemiş ve kısa zaman sonra ortadan kalkmıştır
Kaderiyye ve Mu'tezilenin büyük çoğunluğu; Cebriyye'nin mutlak cebir fikrının tam aksini savunacak, insanı "hâlikiyet" yani yaratıcı derecesine çıkarıyor ve "kul, yaptığı ihtiyârî fiillerin yaratıcısıdır" diyorlar Böylece Allahu Teâlâ'ya, bir çeşit şirk koşma gibi tevhid akidesine aykırı bir duruma düşüyorlar
 
Üst Alt