I.İ > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
İNTİHAR Insanın kendisini öldürmesi Ne şekilde olursa olsun bir kimsenin kendisini öldürmesine "intihar" denir Intihar Allah'ın yaratmış olduğu cana kıymaktır Bu yüzden de büyük günahlardandır Insana canı veren Allah olduğu gibi, onu almaya yetkili olan da odur
Intihar etmenin haramlığı ve ahiretteki tehlikesi ayet ve hadislerle sabittir
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda karşılıklı rıza ile gerçekleştirdiğiniz ticaret yolu hariç, batıl yollarla yemeyin Ve kendinizi öldürmeyin Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir" (en-Nisa', 4/29) Ayette, fiilen cana kıyma anlamı yanında, Allah'ın haram kıldığı şeyleri işlemek, masiyete dalmak ve başkalarının mallarını batıl yollarla yemek sûretiyle kendisine yazık etmek, ahiret hayatını mahvetmek anlamı da vardır (Ibn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'anı'l-Azım, Istanbul 1985, II, 235)
Amr b el-As (ra), Zâtu's-Selâsil seferinde ihtilâm olmuş, hava çok soğuk olduğu için, su bulunduğu halde, ölüm korkusundan dolayı teyemmümle namaz kıldırmıştır Durumunu Hz Peygamber'e iletirken, yukarıdaki ayete göre amel ettiğini söylemiş ve Resulullah (sas) Amr'ın bu yaptığını tasvip etmiştir (Ebu Dâvud, Tahâre, 124; Ahmed b Hanbel, IV, 203)
Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Yedi helak edici günahtan uzak durunuz Denildi ki, ya Resulullah, onlar nelerdir?; şöyle buyurdu: Allah'a ortak koşmak, bir cana kıymak, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, iffetli, hiçbir şeyden habersiz mümin kadına zina iftirası yapmak" (Buhârî, Vesâyâ, 23, Hudûd, Tıb, 45; Müslim, Iman, 144)
Intihar geçmiş ümmetlerde de yasaklanmıştır Cündüb b Abdullah'tan Hz Peygamber (sas)'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Sizden önceki ümmetlerden yaralı bir adam vardı Yarasının acısına dayanamayarak, bir bıçak aldı ve elini kesti Ancak kan bir türlü kesilmediği için adam öldü Bunun üzerine Cenâb-ı Hak; kulum can hakkında benim önüme geçti, ben de ona cenneti haram kıldım, buyurdu" (Buhârî, Enbiyâ, 50)
Hayber Gazvesi sırasında büyük fedakârlıklar gösteren Kuzman adındaki birisinin, sonunda cehenneme gideceği Hz Peygamber tarafından haber verilmişti Bunun üzerine Ashab-ı kiramdan Huzâî Eksüm, Kuzman'ı izlemiş ve O'nun, aldığı yaralara sabredemeyip, kılıcı üzerine yaslanarak intihar ettiğini görmüştür (Buhârî, Kader, 5, Rikâk, 33, Meğâzî, 38, Cihâd, 77; Müslim, Iman, 179; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarıh, X, 266 268) Kuzman'ın ölüm şekli Allah Resulu'ne iletilince şöyle buyurmuştur: "Insanlar arasında öyle kimseler vardır ki, dış görünüşe göre, cennet ehline yaraşır hayırlı işler yaparlar; halbuki kendileri cehennemliktir Öyle kimseler de vardır ki, cehennemliklere ait kötü işler yaparlar, halbuki kendileri cennetliktir" (Buhâri, Kader, 5, Rikâk, 33; Müslim, Iman, 179)
Intihar edenin uhrevî cezası, intihar şekline uygun olarak verilir Hadis-i şeriflerde "Kim kendisini bıçak gibi keskin bir şeyle öldürürse, cehennem ateşinde kendisine onunla azap edilir" (Buhâri, Cenâiz, 84) "(Dünyada ip ve benzeri) şeyle kendisini boğan kimse cehennemde kendisini boğar, dünyada kendisini vuran cehennemde kendisini vurur (azabı böyle olur)" (Buhârî, Cenâiz 84),
"Kim kendini bir dağın tepesinden atar da öldürürse cehennem ateşinde de ebedi olarak böyle görür Kim zehir içerek kendisini öldürürse cehennemde zehir kadehi elinde olduğu halde devamlı ceza çeker" (Müslim, Iman, 175; Tirmizi, Tıb, 7; Nesâî, Cenâiz, 68, Dârimi, Diyât, 10; Ahmed b Hanbel, II, 254, 478)
Islâm bilginlerinin çoğunluğuna göre, intihar eden dinden çıkmış olmaz, üzerine cenaze namazı da kılınır Hayber Gazvesinde intihar eden Kuzman'ın cehennemlik olduğu bildirilmişse de, cehennemde ebedî olarak kalacağını belirten açık bir ifade yoktur Bu yüzden intihar suçunu işleyenin cezasını çektikten sonra cehennemden kurtulacağı umulur Ancak bunun için, intihar edenin son anda mü'min sıfatını taşıması ve intiharın helâl olduğuna itikad etmemiş olması da şarttır (Kâmil Miras, age, X, 270)
Hz Peygamber'in, bıçakla kendisini öldüren kimsenin cenaze namazını kıldırmadığı nakledilir Ancak bu olay, intihar edeni cezalandırmak ve başkalarını böyle bir fiilden menetmek amacına yöneliktir Nitekim Ashab-ı Kiram bu kimsenin cenaze namazını kılmıştır (el-Askalânî, Bulûgu'l Merâm, terc A Davudoğlu, Istanbul 1970, II, 276-277) Imam Ebû Yusuf'a göre, intihar hata ile veya şiddetli bir ağrıdan dolayı olmadıkça müntehir üzerine cenaze namazı kılınmaz
Sonuç olarak, beden Cenâb-ı Hakkın insanoğluna verdiği en büyük emanettir Bu emaneti, ruh bedenden kişinin kendi müdahalesi olmaksızın ayrılıncaya kadar korumak gerekir Bunun için de, kişinin rûhî ve fizikî sıkıntılara sonuna kadar sabır göstermesi İslam'ın amacıdır Aksi halde intihar etmekle dünyevî sıkıntı ve problemlerini çözeceğini düşünen kişi, hemen intikal edeceği kabır ve daha sonra ahiret hayatında çok daha büyük sıkıntı ve felaketlerle karşılaşır Hayat, en kötü şartlar altında bile güzeldir Çünkü, ruh bedende kaldıkça Allah'tan ümit kesilmez Her geceden sonra gündüz, her zorluktan sonra bir kolaylık vardır Kulun Allah'a yönelmesi ve O'ndan yardım istemesi, sıkıntı ve problemlerin çözümünün başlangıçnoktasını teşkil eder Yüce yaratıcı umulmayan, beklenmeyen yer ve yönlerden kolaylıklar ihsan eder Çünkü O'nun her şeye gücü yeter O'na dayanan da güç kazanır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İNTİSAP ETMEK FARZ VEYA VACİP Mİ? İNTİSABI OLMAYAN KİMSENİN İMANI NASILDIR?
İntisap etmek ne farz ne vaciptir Farz vacipolan şeyler Kur'anı Kerimde Hadisi şerif ve fıkıh kitaplarında açıkça belirtildiği halde söz konusu olan intisap bunlardan sayılmamıştır İntisap etmekten maksat mürşid,alim ve amil olursa kalp ve ruhu verdiği terbiye ile terbiyelendirmektir ve İslam'ı güzelce alıp onu yaşamaktadır İntisap ve seyr-i süluk meselesi asr-ı saadette yoktu Çok zaman sonra icad edilmiştir Doğuş tarihi kesin olarak bilinmemektedir İntisap etmekten maksat Kur'an-ı Kerim ile Hadis-i nebevinin ışığı altında ruh ve kalbi besleyip onu ruhi hastalıklardan korumak olduğuna göre tarikata girmeden de bu işi yürütmek mümkündür Her tarikat, Kurucusuyla şöhret bulmuştur Rüfa'i tarikatı Ahmed er-Rüfai'ye, Kadiri tarikatı Abdü'l-Kadir Geylani'ye, Nakşıbendi tarikadı da Muhammed Beha'eddin en- Nakşibendi'ye mensuptur ve onun lakabıyla şöhret bulmuştur İmam-ı A'zam, İmam-ı Şafi'i gibi zevat İslam hukukunda müctehid oldukları gibi AbdülKadir Geylani, ahmed Rüfai ve Muhammed en-Nakşibendi gibi zevat da ahlak ve tasavvuf sahasında müctehiddirler Tarihe göz atıldığında ehl-i tarikatın İslam ve beşeriyete büyük hizmetler verdiklerini görmüş olacağız Henüz İslam'ın nuruyla nurlanmadan evvel Tatarlar İslam alemini yakıp yıktıkları ve hilafet-i İslamiyeyi ortadan kaldırdıkları zaman İslam inancını ayakta tutan ehl-i tarikat olduğu gibi Osmanlılar da fethettikleri ülkeleri İslama ısındırmak ve orada yerleştirilen müslümanları İslami bilgilerle donatmak hususunda da ehl-i tarikatın büyük rolü olmuştur Yalnız bu zamanda Allah için İslam davasını yürütüp seyr ü sülük eden mürşıdler çok azalmışlardır Hatta birçokları salih aba ve ecdadının selahını istismar ederek avam tabakayı arkasından sürüklüyorlar Bu zamanda hakiki mürşid bulmak çok zordur İntisab etmek imanın şartlarından veya İslam'ın farz kıldığı bir şey olmadığına göre intisap etmeyen kimsenin imanı yoktur veya zayıfdır denilemez
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İNZİVA
Köşeye çekilmek, insanlardan uzaklaşmak
Inzivanın uzlet ve halvetle de mana birliği ve amaç bütünlüğü vardır Son iki kelime, dünyadan bir müddet el-etek çekme anlamındadır
Bilineceği üzere insan, maddi alemle ilâhî âlem arasında bir köprü durumundadır Onun iki önemli öğesinden biri olan bedeni, madde alemine; ruhu ise nefha-i ilâhi olduğundan mana alemine aittir (es-Secde, 32/7-9) Bu nedenle insan, her iki alemle de münasebet içinde olma imkanına sahiptir
Insanın maddî ve manevî bakımdan mutluluğu, iyi bir kul olabilmesi, maddesi ile manâsı arasındaki dengeyi kurabilmesine bağlıdır Bu, aynı zamanda bedeni ile ruhu, dünyası ile ahireti arasındaki denge demektir Bedenle ruh, madde ile mana, dünya ile ahiret arasındaki dengeyi sağlayabilmek için, Islâm dininde bir çok esaslar vardır Bunlardan; zühd, cömertlik, kanaat, rıza vbni sayabiliriz Tasavvuf, kâl değil hâl ilmidir Teorik olmaktan çıkıp pratik olmaya geçmektir Bu bakımdan yukarıdaki esaslar, tasavvufta bir hayli gelıştırilmiştir
Konumuz olan inziva, tasavvufun önemli esaslarından olan zühdün içinde yer almaktadır Bilindiği gibi zühd; birşeye rağbet etmemek, terketmek ve yüz çevirmek manalarına gelir Tasavvufî anlamda ise, Allah'tan gayrı şeylere, masıvaya karşı takımları olumsuz tavrı ifade eder Kur'an-ı Kerîm'de bir yerde geçer (Yusuf, 12/20)
Hz Peygamber (sas)'in ve ashabının yaşayışları, tarihçilerin de övgüsüyle bahsettikleri gibi zâhidane idi Her zaman bulamadıkları için değil, fakat dünyevî nesnelere değer vermedikleri için bu hayatı yaşıyorlardı
O devirdeki bu hayat, Allah korkusu ve ahiret sevgisine dayanıyordu Sahabelerden aşırı gidenler olduğunda, bizzat Hazreti Peygamber, o gibileri uyarıyor ve makul çizgiye indiriyordu Bundan sonraki devirde, Islâm topluluğunun süratle genişlemesi, çeşitli kültür ve medeniyetlerle temas, siyaşı kavgalar, idarî baskılar gibi psikolojik ve sosyal etkiler sonucu, zühd hareketi şiddetini artırmıştır Emevî saltanatının lüks ve israfa düşkünlüğüne ilk defa zahid sahabî Ebû Zerr el-Gıfarî (Ö 32/652) şiddetle tepki göstermiştir
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, bir müslümana yakışan hem dünyada yaşayacak, hem de kalben onun sevgisinden uzaklaşacaktır Dünyadan uzaklaşma anlamında olan inziva, ya halkın şerrinden kaçmak için, ya da münzevinin "halka zarar vermeyeyim" diye yaptığıdır ki, ikincisi birincisine tercih edilir
Kalp ile inzivaya çekilenlerin çoğu zaman aynı zamanda bina kurup, su çıkaran ve araziyi sulayıp bol ürün elde eden birer muktedir mühendis oldukları tarihte gözlenmiştir (ö L Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s 55) Bunlar, "Insanlar içine karısıp da onlardan gelecek sıkıntılara katlanan müslüman, inanlara karısınıayıp onlardan gelecek sıkıntıya sabretmek durumunda olmayan müslümandan daha hayırlıdır" (Ahmed b Hanbel, V, 365) hadisine uyarak, masıvadan kaçmak yerine, onunla pençeleşmeyi prensip edinmişlerdir Yine bunlar, mutlak hürriyeti seçtik ve Hakk'a teslim olduk diye de, dünyadan el-etek çekip, işi gücü bırakmamışlar, sûfî elbisesine bürünüp, bir köşeye çekilip, menfaat sağlamaya çalışmamışlar, "el emeklerinin karşılığı olan lokmalarını yemişler" (Kâmil Miras Tecrîd-i Sarîh, VI, 369), "ilâ-yı kelimetullâh" için cihat etmişlerdir (Ahmet Sevgi, XIII Asırda Anadolu'da Tasavvûfî Hareket, Erciyes Üniv Ilâhiyet Fakültesi Dergisi, s 3)
Kısaca inziva, Allah'tan alıkoyan şeylerden sıyrılmaktır
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İPEK BAŞÖRTÜ
"Zinet" sayılacağı için kadının dışarıda ipek başörtüsü giyemeyeceği söyleniyor Bu doğru mudur?
"Zinet" eşyası olarak altının ve ipegin erkeklere haram, kadınlara ise helâl olduğu herkesin malumudur Ipeğin kadına helâl olduğunu bildiren hadîs-i şerif mutlaktır(Ibn Âbidin VI/351 vd), yani bir zaman ve mekâna kayıtlı olmaksızın, ipeği her halükârda kadına helâl kılmaktadır Rasulüllah Efendimiz: "Altın ve ipek ümmetimin kadınlarına helâl, erkeklerine haramdır"( Zeylâi, Nasbu'r-râye IV/222-25) buyurmuştur Buna binâen fıkıhta: "Kadının ipek giymesi ve onu her türlü kullanması helâldir"(Cezîrî, Kitâbu'1-fıkh N/13) denir Hz Ali Efendimiz: "Rasulüllah bana bir "siyerâ" (ipek olduğu anlaşılıyor) kostüm vermişti Onu giyerek çıktım Ama yüzlerinden onun buna kızdığını anladım ve onu derhal yırtarak yakınlarım olan kadınlar arasında paylaştırdım"( Buhâri, libâs H No: 58) demiştir Müslim'deki rivâyetinde Rasulüllah:"Onu ben sana giyesin diye göndermedim, yakının olan kadınların başbezi yapmaları için bölesin diye gönderdim" buyurduğu ilâvesi vardır(Müslîm libâs 2; Ayrıca bk Aynî XXN/17-18) Demek ki ipeğin ipek olduğu için başörtüsü olarak kullanılmasında bir beis yoktur Başörtünün mahzurlu olması, ipek olmasından değil, süslü-püslü olup "teberrüc" kapsamına girmiş olmasından olabilir Yani rengi ve deseniyle câzip olup "teberrüc" sayılacak bir başörtüsü ipekten olmasa bile kadın için mahzurludur Böyle bir başörtüsü ile de tesettür gerçekleşir, ancak teberrüc yasağına uyulmamış olur Rengi ve deseni ile teberrüc kapsamına girmeyen bir başörtüsü, ipek olsa bile mahzurlu olmamalıdır (Allahu a'lem)
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İPEKLİ ELBİSE GİYMEK CAİZ MİDİR? Kadın fıtratan süse düşkündür Geçmişte böyle idi ve böyle devam etmektedir Özellikle kadın altın ve ipeğe çok önem verir Erkek de fıtratan süsten ziyade kişiliğine ve olgunluğuna bakar İslam dini fıtratı bozan ve fıtrata aykırı olan şeyleri yasaklamıştır Bunun için ipek kadın için mübah, erkek için haramdır Peygamber (sav) buyuruyor: "İpekli elbise giymeyiniz Çünkü dünyada onu giyen kimse ahirette giymeyecektir” Bir gün Hz Ömer (ra) satılık bir ipekli elbise görür Ve onu alıp Hz Peygambere götürür "Ey Allah'ın Resulü bayramlarda ve gelen heyetlerle görüşmek için bunu satın al” der Bunun üzerine peygamber (sav): "Bu, ahirette payı olmayanların elbisesidir” buyurdu Peygamber (sav) sağ eline bir parça ipek, sol elinede bir külçe altın aldı ve buyurdu ki: "Bunlar ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına mübahtır”
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İPEKLİ GİYİNMEK Ipek, ipek böceği adıyla anıları ve dut yaprağı ile beslenen bir tırtıl tarafında salgılanan maddedir Ipek böceği tırtılının salgıladığı bu madde havaya değince katılaşarak ipek teli haline gelir Islâm dini; ipekli kumaşlar hakkında bazı ölçüler ortaya koymuştur Dinimizde, halis ipek veya malzemesinin çoğu ipekten olan giyecek, süs ve eşyasını erkeğin kullanması haram iken bunlar kadına helâldir Yine Islâm, sağlık durumundan dolayı, bir ihtiyaca dayandığı takdirde ipekli giymeye müsaade etmiştir Sahih-i Buhârî'de rivayet edilen bir hadise göre, Hz Muhammed (sas) Abdurrahman b Avf ve Zübeyr b el-Avvam'ın cilt hastalıkları sebebiyle ipekli giymelerine izin vermiştir (Buhârî, Cihâd, 91; Libâs, 29) Diğer bir hadise göre de, ipek giyilmesinin yanısıra ipek sergi üzerinde oturmak da yasaklanmıştır Sahabeden Huzeyfe (ra) şöyle diyor: "Resulullah (sas) bizim, altın ve gümüş kaptan yiyip içmemizi, ipek giymemizi ve ipek sergi üzerinde oturmamızı yasakladı ve şöyle buyurdu: "Bunlar dünyada onlar (kâfirler), ahirette ise bizim içindir" (Buhârî, Eşribe, 28; Müslim, Libâs, 4-5)
Ipek Müslüman Erkeklere Haramdır:
Hz Peygamber (sas), bir defasında ipekli bir kumaş alarak sağ tarafına koymuş, bir altın parçası da alıp sol tarafına koymuş, sonra bunlara işaret ederek "Işte bu ikisi de ümmetimin erkeklerine haramdır" buyurmuştu (Ebu Dâvûd, Libâs, 4, 9, 11)
Yine Peygamber Efendimize siyerâ diye anılan ipekli kumaştan yapılmış, yol yol sarı çubuklu, altlı üstlü bir elbise hediye edilmişti Hz Peygamber (sas) bu elbiseyi Hz Ali'ye gönderdi Hz Ali'nin onu giydiğini görünce, peygamberimizin yüzünde kızgınlık alâmeti belirdi "Ben onu sana giymen için göndermedim" buyurdu
Bunun üzerine Hz Ali onu parçalara ayırıp ehl-i beyt kadınları arasında bölüştürdü (M Asım Köksal, Hz Muhammed ve Islâmiyet, Istanbul, ts, XI, 139)
Hz Peygamber, erkekler için yasakladığı halis ipekli giyecekleri çocuklar üzerinde görünce memnuniyetsizliğini ortaya koyup onlara müdahale ederek değiştirmelerini sağlardı
Ancak Islâm hukukçuları, erkeklere haram olan altın ve ipeklinin, erkek çocuklarına mekruh olduğunu bildirmişlerdir
Erkekler için elbiselerinin bir kısmının ipekli ya da ipek işlemeli olmasında sakınca yoktur
Ipekten mamul takkelerin kullanılması mekruhtur Bir kısmı ipekten dokunmuş olan bir seccade üzerinde namaz kılınabilir Yine Ebû Hanîfe'ye göre yüzleri ipek kumaştan yapılan minderler üzerinde oturmak ve yataklarda yatmak da caizdir Ipeğin bayrak, alem, flama olarak kullanılmasına izin verilmiştir Ayrıca Ebû Yusuf ve Imam Muhammed, savaş sırasında ipekli elbisenin giyilmesinin helâl olduğunu, çünkü böyle bir giysinin kişiyi düşmana heybetli göstereceğini ifade etmişlerdir
Islâm dini, kadının doğuştan süs ve ziynet eşyasına karşı sevgisini gözönüne alarak; erkekleri yoldan çıkarma ve şehveti kamçılama yolunda kullanmamak şartıyla, erkeklere uyguladığı haram hükmünden kadınları istisna etmiştir Zira kadını süsten, ziynetten menetmek, onun fıtratına ters düşer ve ağır gelir
Kadınların, tenlerini göstermeyecek kalınlıkta olmak şartıyla, her türlü ipekli kumaşı giymelerinde bir sakınca yoktur Kibirlenme ve başka kadınlara karşı böbürlenme hevesi gütmeksizin bir kadının ipekli giymesi caizdir (Ipekli giyinmekle ilgili hadisler için bk ez-Zebîdî, Sahih-i Buhâri Muhtaşarı Tecrid-i Sarîh Tercemesi, Ahmet Naim, Ankara 1983, Hadis no: 245, 483, 619, 1139, 1229, 1230, 1345, 1859, 1892, 1946, 1947, 1948)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İPOTEK Rehin karşılığı kullanılan bir beşerî hukuk terimi Gayrımenkullerin ve resmî sicile kayıtlı bulunan menkullerin rehini, sicillerine, mülkiyetin nakline engel olan bir şerhin konulması yoluyla olur Bu rehin işlemine "ipotek", rehnedilen menkul veya gayrı menkule de "ipotekli mal" denir Islâm hukukuna göre rehin; ekonomik değeri olan bir menkul veya gayrımenkulü bir borç veya hakkın teminatı olacak şekilde hapsetmek, elde tutmaktır "Rehin, bir malı ondan ödenmesi mümkün olan bir hak karşılığında mahpûs ve mevkûf kılmaktır" (Mecelle, madde 701)
Rehin hakkı, bir alacağa teminat teşkil etmek üzere tesis olunan bir haktır Bu hak, rehnolunan şeyin mâliki başta olmak üzere herkese karşı ileri sürülebilir Rehin hakkı sahibi, yani alacakları rehnedilen şeyi paraya çevirtmek ve bu suretle alacağını bundan almak hususunda yetkilidir Bu bakımdan alacaklı için bir teminat teşkil eder
İslam'ın zuhûrundan önce Araplar arasında rehin uygulanıyordu Ancak vadesi gelen borç ödenmezse rehin olan rehnedilen şeyi mülk edinebiliyordu Bu ya örfe göre, ya da rehin akdi yapılırken konusulan mülk edinme şartıyla olurdu Islâm, rehin akdi müessesesini islah ederek her iki tarafın da haklarını sağlam esaslara bağladı Bu arada, borç vadesinde ödenmediği taktirde, rehnedilen malın kendiliğinden alacaklının mülkiyetine geçeceği prensibini de yasakladı (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Mısır 1327/1909, VI, 145)
Islâm hukukuna göre
Islâm hukukuna göre, mal sayılan her şey rehin olabilir Menkul ve gayrımenkul ayırımı yapılmaz
Islâm hukukuna göre rehin akdi, malı fiilen alıp vermekle (teâtî), yazılı belge düzenlemek suretiyle veya sağır dilsizin bilinen işaretiyle meydana gelir Hattâ alıcının veresiye satın aldığı bir malı kabzettikten sonra, satıcı yanında rehin olarak bırakması da caizdir Ancak veresiye alman mal, daha kabzedilmeden kendi satış bedeli karşılığında rehin bırakılamaz Çünkü satılan bir mal, alıcıya teslim edilmeden önce kendi satış bedeliyle (semen) tazmine tabidir Yani böyle bir mal henüz kabzedilmeden, satıcı yanında iken telef olsa, artık satıcı alıcıdan satış bedelini talep edemez Çünkü böyle bir malın ayrıca rehinle teminata bağlanmış olmasına gerek yoktur (Ö Nasuhi Bilmen, Istılahatı Fıkhıyye Kâmusu, Istanbul 1970, VII, 8)
Icap ve kabul sırasında şahit bulundurmak gerekmediği gibi, rehin akdiyle ilgili irade beyanlarının yazı ile tesbiti ve imza ile doğruluklarının tasdiki de gerekmez Kur'an-ı Kerîm'de, borçların şahit ve yazıcının bulunamadığı yolculuk sırasında rehinle teminata bağlanmasından söz edilmesi bunu gösterir Ayette şöyle buyurulur: "Eğer yolcu iseniz, bir yazıcı da bulamadıysanız, o vakit (borçludan) alınacak rehinler de yeterli olur Eğer birbirinize güvenmişseniz, kendisine güvenilen kimse (borçlu) Rabbi olan Allah'tan korksun da emanetini tam olarak ödesin Şahitliği gizlemeyin Kim onu gizlerse, şüphesiz onun kalbi bir günahkardır Allah yaptığınız her şeyi bilir" (el-Bakara, 2/283)
Menkul rehni, alacaklıya veya bir yed-i emîne teslim edileceği için şahit ve yazılı belgenin olmayışı taraflar arasında anlaşmazlıklara yol açmaz Acaba gayrımenkul rehninde de bir şekil şartı gerekmez mi? Bir bina, daire, arsa veya arazının rehnedilmesi de temelde aynen menkul rehni gibidir Yani icap; kabul ve kabz yani gayrımenkulün zilyedliğinin rehin hakkısahibine devri ile rehin akdi tekemmül eder
Ancak gayrımenkullerde zilyedliğin devri menkuller kadar basit olmadığı gibi, özellikle tapu siciline kayıtlı olan gayrı menkullerin devir ve temliki mücerred zilyedlikle gerçekleşmemektedir hatta, gayrımenkulün zilyedinin ev sahibi, kiracı vBulletin oluşu dikkate alınmaksızın, tapu kayıtları üzerinden başkasına satış, hibe vBulletin yollarla devri mümkün olmaktadır Aynı şeyi gemi, uçak, tren, kamyon ve otomobil gibi resmî sicillere kayıtlı menkuller için de söylemek mümkündür Islâm devleti rehin akdinde ispat kolaylığı sağlaması için bir takım şekil şartları koyabilir Meselâ; sicili tutuları ve bir takım resmî müesseselerde kayıtları bulunan menkullerin rehnedilmesi hâlinde bu sicil ve kayıtlara şerh verilmesi gerekli kılınabilir Motorlu taşıt araçlarının rehnedilmesi hâlinde trafik kayıtlarına şerh vermek gibi Yine, tapuya kayıtlı gayrımenkullerin rehnedilmesi hâlinde de tapu sicillerine bu durumun şerhedilmesi de böyledir Bu şerhler rehin akdinin amacına ulaşmasına ve hukukî sonuçlarını doğurmasına yardımcı olur Mal sahibinin kötü niyetli davranışlarına karşı, rehin hakkısahibi korunmuş olur Çünkü böyle bir şerh bulunan menkul veya gayrımenkulün, rehin hakkısahibinden habersiz olarak üçüncü bir şahsa devri mümkün olmaz Islâm devleti bu gibi şekil ve isbatla ilgili konularda; vadeli borçlanmaların yazı ile tespitini öngören ayete (el-Bakara, 2/282) ve "istihsan" prensibine dayanarak kanunlar çıkarabilir (Muhammed Ebû Zehra, Usûlü'l Fıkh, s 263 vd)
Rehinden amaç, alacağın teminat altına alınması ve borç vadesinde ödenmediği takdirde gerektiğinde rehnedilen malı sattırarak, alacağı ondan tahsil etmektir Bunun için de rehin malın rehin işlemi devam ettiği sürece üçüncü bir şahsa devredilmemesi gerekir Menkullerde, alacaklının kabzı veya yed-i emine teslim, bu garantiyi sağlar Başkasına devir ve temliki ancak sicil kayıtları yoluyla olan menkul ve gayrı menkullerde ise, sicile şerh (ipotek) konulması alacaklıya bu teminatı sağlayacağı için, ipotek işlemi, "kabz" yerine geçer Mâlikîler bölünebilir ortak malın rehnini meşrû olduğu esasına dayanarak bunu "resmî rehin" adıyla caiz görürler (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-Islâmî ve Edilletuhu, Dımaşk 1405/1985, V, 209, 210)
Menkul veya gayrımenkul bir malın rehin olabilmesi için alım-satıma (bey') elverişli bir mal olması gerekir Bu yüzden rehnin, akit sırasında mevcut olması, ortak mülkse taksim edilmiş bulunması ve teslime güç yetirilecek durumda olması lâzımdır Ancak ortak mülk (mûşâ'), rehnedenin bir hakkı ile meşgul olan bir mal ve başka bir şeye bitişik (muttasıl) durumdaki mal alım-satıma konu olabilirken; bazı Islâm hukukçularına göre rehin akdine elverişli kabul edilmemiştir
Ortak malların rehnedilmesi:
Hanefilere göre, ortak gayrı menkulün (muşâ') rehni, taksime elverişli olsun veya olmasın caiz değildir Böyle bir rehin akdi fasit olur Çünkü ortak bir mülkün yalnız başına şâyi bir cüz'ünü, mesela üçte birini veya dörtte birini ayırdedip kabzetmek mümkün olmaz Ortakların her cüz üzerindeki yaygın mülkiyet hakkı, belli bir cüzde kabzın gerçekleşmesine engel olur Hibe akdi bunun aksinedir Çünkü hibe, zarûret sebebiyle taksime elverişli olmayan ortak mallarda da geçerli olur ve mümkün olan kabzla yetinilir
Hanefilerin delili; "(Borçludan) alınmış rehinler de yeter" (el-Bakara, 2/283) ayetidir Bu ayet, rehin akdinin ancak kabzla tamam olup, lüzum ifade edeceğine delâlet eder Çünkü rehnin bir borca teminat teşkil etmesi de bu şekilde mümkün olur Aksi halde borçlunun nezdinde kalırsa, onun diğer mallarından farkı kalmaz Kabz olmayınca rehin özeliği de bulunmaz Rehnin uygun olan anlamı kabza hak kazanmakla mümkündür Ortaklık, ortak mülkün sadece gelirini paylaşma hakkı sağladığı için kabza engel olur (el-Kâsânî, Bedâyîu's Sanâyî 1 baskı, Beyrut 1328/1910, VI, 138; Ibnü'l-Hümam, Fethu'l-Kadr, Kahire, ty VIII, 203 vd; Zeylâî Tebyînü'l-Hakâik, Emîriyye tab'ı, VI, 68 vd; el-Cassâs, Ahkamü'l Kur'ân, Beyrut, ty, II, 260; Ibn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, Kahire 1307, V, 348)
Bir malın tamamı rehnedildikten sonra şâyî' bir cüz'ü değil de belirli ve ifrazlı bir bölümü; meselâ yarısı, istihkak yoluyla zaptedilse, rehin akdi geri kalan kısım üzerinde devam eder bu kısım bütün borç karşılığında ipotekli sayılır Bu geri kalan kısım, rehin alanın elinde telef olsa, borçtan hisseşiyle telef olmuş bulunur Bunun değeri borcun tümüne yeterli olsa bile, borcun tamamı düşmez Kalan yarıya uygun olarak yarısı düşmüş bulunur (el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310, V, 435, 436; Bilmen, age, VII, 13)
Çoğunluk Islâm hukukçularına göre ise, ortak mülkün, tamamı gibi belli bir hissesinin rehnedilmesi, bağışlanması, tasadduku veya vakfedilmesi mümkün ve caizdir Taksime elverişli olup olmaması sonucu etkilemez Satışı geçerli olan şeyin rehne konu olması da geçerlidir Çünkü rehinden amaç, alacak başka türlü alınamadığı takdirde, rehnin satılarak, bunun satış bedelinden alacağı tahsil etmektir Ortak (muşâ') mal, satışa elverişli olup, onun satış bedelinden borcu ödemek mümkün olur Bu konuda genel prensip şudur: "Ortak olsun olmasın, satışı caiz olan her şeyin rehni de caizdir" (el-Kâsânî, age, VI, 138; Ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır, ty, II, 269; eş-Şîrâzî, el-Muhazzeb, I, 308; Ibn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, ty, IV, 337)
Türk Medenî hukukuna göre, mülkiyet; müstakil ve ortak mülk olmak üzere ikiye ayrılır Bir mala, birden çok kişi birlikte mâlik iseler, bu mülkiyet ortak mülkiyet adını alır Bu da ikiye ayrılır:

a Müşterek mülkiyet: Birden çok kimse, bir mala her biri kendi hissesine ait olmak üzere malık olup da, o şey fiilen taksim edilmemişse, o kimseler müşterek malıktirler Ortaklardan her biri, hissesini bir borç için rehin gösterebilir (TMK Mad 623) Müşterek bir mülk taksim edilerek şüyûu izâle olunursa, tapu kaydında bulunan ipotek ve hacız şerhleri, ifrâz edilecek kısımlar üzerinde devam eder (Temyiz Mahkemeşinin 2711954 tarih ve 1-22/3 sayılı ictihadı birleştirme kararı; Düstur, XXXV, 1841) Müşterek mülkiyette ortaklardan herbiri kendi hissesine tek başına malıktir Yani yalnız kendi hissesi üzerinde bağımsız olarak tasarrufta buluna bilir Rehin işlemi de buna dahildir (H V Velidedeoğlu, Türk Medenî Hukuku, Umumî Esaslar, 7 baskı, Istanbul 1968, I, cz 1, s 226)
b Iştirak hâlinde mülkiyet: Kanun veya mukavele gereğince, bir ortaklık bağlantısı ile birbirine bağlı olan kimseler bu ortaklık dolayısıyla bir şeyin malıki olurlarsa, iştirak hâlinde malık sayılırlar ve onlardan her birinin hakkı o şeyin tamamı üzerinde olur (TMK Mad 629) Iştirak hâlindeki ortaklıkta her ortak malın tümü veya kendi hissesi üzerinde tek başına tasarrufta bulunamaz O malda; devir, ferağ, rehin, ipotek gibi temlîkî tasarruflarda bulunması ortakları ittifakla verecekleri karar ile mümkün olur (TMK Mad 630/II) Böyle bir karar sonucunda mülkiyet başkasına devredilmişse ortaklık, kendiliğinden sona erer (Velidedeoğlu, age, I, cz 1, s 226, 227, 319)

Türk beşeri hukukunda iştirak hâlinde mülkiyet çeşidine giren ortaklıklar çok sınırlı olup şunlardır: Miras ortaklığı (TMK, Mad 581); âdi ortaklık (TBK, Mad 520); karı koca arasında mal ortaklığı (BK, Mad 534; MK Mad 211/1, 2); ölen eşin mirasçılarıyla sağl kalan eş arasında uzatılmış mal ortaklığı (MK Mad 225) ve âile şirketi emvâli (MK Mad 323) bunlar arasındadır
Başka bir şeye bitişik ve onunla meşgul bulunan malın rehnedilmesi:
Hanefilere göre, rehnedilen şeyin kabzdan sonra, rehin hakkısahibinin eli altında bulunması gerekir Bu yüzden ağaçlar istisna edilerek bu ağaçların üzerindeki meyveleri, toprağı rehnetmeden, üzerindeki ekini rehnetmek geçerli değildir Çünkü ağaç ve toprak rehne dahil edilmeyince, ürün kabzedilmiş ve rehin alanın kontrolüne girmiş bulunmaz Yine rehnedilen maldan başkasıyla meşgul olan bir mal da rehnedilmez Bir yeri, üzerindeki ağaçlar veya ekinler müstesnâ olmak üzere rehnetmek gibi Çünkü bu durumda, rehnedileni tek başına kabz mümkün olmaz Burada ortak malın (muşâ') rehnedilememesi prensibine kıyas yapılmıştır
Çoğunluk Islâm hukukçularına göre ise; ortak malın rehni caiz olduğu gibi, kendisine başka bir şey bitişen veya meşgul olan şeyler de rehne konu olabilir Çünkü bunların, bitişik olan şeyle birlikte teslimi mümkündür Hanbelîlere göre, arazı veya evin rehninde, satışa giren şeyler rehin akdine de girer Arazı rehninde, eğer ağaçlar meyveli ise, yetişmiş durumda olan açık meyveler rehne dahil olmaz Meyveler açıkta değilse akde girer Nitekim satım akdinde de aynı kritere göre amel edilir Şâfiîlere göre ise meyveler açıkta olsun veya olmasın, mutlak olarak akde dahil değildir (el-Kâsânî, age, VI, 138, 140; Ibnü'l-Hümâm, age, VIII, 205; Zeylâî, age, VI, 69; Ibn Âbidîn, age, V, 350; Ibn Kudâme, el-Muğnî, IV, 333, 340; el-Cezîrî, el-Fıkh Ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, 3 baskı, Kahire, ty, II, 326; Bilmen, age, VII, 11, 12)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
IRK VE IRKÇILIK
Belli bir ırkın doğal üstünlüğünü savunan teori ve görüş Kalıtım yoluyla geçen fiziki özelliklerle kişilik, zeka ve kültür özellikleri arasında bir sebeb-sonuç bağlantısı bulunduğu inancından kaynaklanır Tarih boyunca üstün sayılan ırkların diğer ırklar üzerinde egemenlik kurma ve sömürme girişimlerinde meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanıldı Toplumlar arasındaki birlik ve dayanışmayı yok etmesi, zulüm ve sömürüye neden olması yüzünden Islâm tarafından kesin biçimde yasaklandı
Irkçılık, insanlık tarihi içinde uzun bir geçmişe sahiptir Eski Yunan, Roma, Mısır toplumlarında egemen uluslar kendilerinin doğal üstünlüklerine inanırlar, kendilerinden olmayan ulusları ikinci sınıf insan, dolayısıyla köle ve hizmetçi olmak üzere yaratılmış topluluklar olarak değerlendirirlerdi Israiloğulları gibi kimi toplumlarda ise ırkçılık dini bir nitelik kazanmıştı Kendilerinin seçilmiş ulus olduklarına inanan israiloğulları, İslam'ın tebliğ edildiği dönemde, sırf kendi uluslarından olmadığı için Hz Muhammed (sas)'in peygamberliğini kabul etmemişlerdi
Uzun geçmişine rağmen ırkçılık sosyal bir teori olarak ondokuzuncu yüzyıl da sistemleşti Irkçılığın altın çağı kabul edilen bu yüzyılda kendisi ırkçı olmamakla birlikte Charles Darwin'in biyolojik evrim kuramı, sözde bilimsel ırkçılığın gelişmesine temel oluşturdu Sosyal Darwincilik insan soyunun zaman içinde çeşitli evrim aşamalarından geçtiğini, Avrupalı beyaz ırkın insanın toplumsal evriminin en üst aşamasını temsil ettiğini savundu Gobineau, beyaz ırkın üstünlüğünü, beyazlar içinde de ârî ırkın en yüksek medeniyet seviyesine ulaştığını öne sürdü Gobineau'nun izleyicilerinden Ingiliz asıllı Houston Stevvart Chamberlain, Almanya'da uzun boylu, açık tenli ve uzun kafalı Tötonların üstün ırk olduğunu, Yahudilerin fiziksel olarak Tötonlardan kolayca ayırt edilmeseler de manevi açıdan olanlardan geri olduklarını savundu
Gobineau ve Chamberlain'in görüşleri, başta Nietzche olmak üzere Max Weber, Werner Sombart gibi düşünürlerce beslenerek Almanya'da Nazı ırkçılığının temelini oluşturdu Adolf Hitler siyaset felsefeşinin ırkçılık yönünü "bilimsel" temellerini bu düşünürlerden aldı Nazı ırkçılığı bütün çelişki ve tutarsızlıklarına rağmen Almanları birleştirmekte, yenilmez olduklarına inandırmakta, ekonomik sömürüyü ve köle emeğini meşrulaştırmakta, halkı savaşa yöneltmekte başlıca etken oldu ve Nazızmin Alman halkı üzerinde kurduğu egemenliğinin temel öğesini meydana getirdi
Nazızmden farklı biçimde de olsa, Avrupa uluslarının sömürgecilik hareketlerinde haksız ve insanlık dışı eylemleri meşrulaştırmakta ırkçı görüşler başlıca etken oldu Ispanyollar Amerika'ya geldiklerinde Yerlilere karşı izledikleri yayılmacı ve saldırgan politikalarını, Yerlilerin Ispanyollardan farklı oldukları, kendileriyle aynı anlamda insan bile sayılamayacaklarını öne süren ırkçı teorilere dayandırdılar, topraklarını ellerinden aldıkları Yerlilere insan gibi davranmanın gerekmedığını öne sürdüler Thomas Carlyle, James A Froude, Charles Kingsley ve özellikle Rudyard Kipling'in yazılarında ısrarla işlenen "beyaz adamın misyonu" düşüncesi de sömürgecilik döneminde ırkçılığı meşrulaştırıcı ve sömürgeciliği yüceltici bir işlev gördü Bu düşünceye göre beyaz Avrupalı öteki ırklara medeniyet götürüyor, dolayısıyla insanlığa hizmet ediyordu Başta Ingiliz, Fransız ve Portekızliler olmak üzere Avrupalı tüm sömürgeciler Asya'da, Afrika'da, Hindistan ve Uzak Doğuda sömürgeleştirme faaliyetlerini bu sözde "medenileştirme" görevlerine dayandırıyorlardı ABD'de ise ırkçılık önceleri katliam ölçüsünde Yerlilere, daha sonra da Siyahlara yöneldi Günümüzde ırkçılıktan belli ölçüde bir uzaklaşma eğiliminden söz edilse de başta ABD olmak üzere tam Avrupa ülkelerinde varlığını sürdürmekte; özellikle ırk ayırımının yasal olarak sürdüğü Güney Afrika ile Israil'de en katıve acımasız biçimiyle egemenliğini yürütmektedir
Islâm, zulüm ve sömürüye yol açan tüm inanç ve düşünceler gibi ırkçılığı da yasaklamıştır Kur'an ırkların aynı kökten geldiklerini ifade ederek, üstünlük iddialarının temelsizliğini ortaya koymuştur Tüm insanlar ve uluslar Hz Adem (as) ile eşi Havva'dan yaratılmıştır Insan toplumunun ırklara, kabilelere ayrılması da onların tanışmaları ve yardımlaşmaları amacına bağlıdır Zulüm ve sömürüye neden olacak kalıtımsal bir üstünlük söz konusu değildir Insanların ve toplumların iyilik ve üstünlükleri yalnızca inançlarına, yaşama biçimlerine bağlıdır, Allah'ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma konusundaki titizliklerinden kaynaklanır (el-Hucurat, 49/13)
Islâm'a göre ırk öğesi insanlara doğal bir üstünlük sağlamadığı gibi medenî bir toplumun oluşmasında da temel etken değildir Medenî bir toplum, hayvanlar gibi iç güdüleriyle birlikte yaşayan insanlardan değil, özgür iradeleriyle seçtikleri inanç ve idealler çevresinde toplanan insanlardan oluşur Bu nedenle Islâm toplumu Islâm'ı bir din, bir hayat düzen ve biçimi olarak benimseyen insanların oluşturduğu toplumdur Belirleyici tek etkenin inanç olduğu bu toplumun oluşmasında başka hiçbir maddi ya da manevi etkenin katkısı yoktur Aynı akide çevresinde birleşen insanlar, kan bağları olmasa da kardeştirler (el-Hucurât, 49/10) Buna karşılık, aynı inancın paylaşılmaması durumunda, baba oğul arasında bile bir yakınlıktan söz edilemez Iman etmediği için babasının çağrısına uymayan Hz Nuh'un oğlu onun ailesinden sayılamaz (Hud, l l/46) Aynı inancı paylaşan müminler küfrü tercih etmeleri durumunda ne babalarını, ne de kardeşlerini veli edinebilirler (et- Tevbe, 9/23) Hiçbir mümin, babası, oğlu, kardeşi ya da diğer bir yakını da olsa, Allah'a ve Peygamberine düşman olan kimseye sevgi besleyemez (el-Mücadele 58/22)
Hz Peygamber (sas)'de câhilî bir âdet olan ırkçılığı sık sık gündeme getirerek eleştirmiş ve yasaklamıştır Veda haccı sırasında, Veda Hutbesi olarak bilinen ünlü konuşmasında Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Araba, beyaz renklının siyaha, siyah renklının beyaza bir üstünlüğü olmadığını, üstünlüğün yalnızca takva ile olduğunu ilan etmiştir Mekke'nin fethinde, Kabe'yi tavaf ettikten sonra yaptığı konuşmada Hz Peygamber (sas) aynı gerçeği şöyle dile getirmiştir: "Sizden câhiliyye ayıplarını ve büyüklenmesini gideren Allah'a hamd olsun Ey insanlar, tüm insanlar iki gruba ayrılırlar Bir grup iyilik yapan, iyi olan ve kötülükten sakınanlardır ki bunlar Allah nazarında değerli olan kimselerdir ikinci grup ise günahkar ve isyankar olanlardır ki bunlar da Allah nazarında değersiz olanlardır Yoksa insanların hepsi Adem'in çocuklarıdır; Allah Adem'i de topraktan yaratmıştır" Irk üstünlüğü düşünceşinin temelsizliği başka bir hadiste de şöyle ortaya konur "Hepiniz Adem'in oğullarısınız, Adem de topraktan yaratılmıştır Insanlar babaları ve dedeleri ile övünmekten vazgeçsinler Çünkü onlar Allah nazarında küçük bir karıncadan daha değersizdirler" (Tirmizi Tefsir sure, 49)
Hz Peygamber (sas) insanların aynı kökten geldiklerini ve üstünlüğün yalnız takva ile ölçülebileceğini belirtmekle yetinmeyerek Allah'ın insanları ırklarına göre değerlendirmeyeceğini de ısrarla vurgular Bir hadislerinde "Allah kıyamet günü sizin soyunuzdan-sopunuzdan sormayacaktır Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız kötülüklerden en çok sakınanınızdır" buyurmuştur Aynı anlam diğer bir hadiste de şöyle dile getirilir: "Allah sizin mallarınıza ve şekillerinize bakmaz; fakat O sizin kalblerinize ve amellerinize bakar (Müslim, Birr, 33; Ibn Mâce, Zühd, 9) Bütün bu gerçek ve uyarılar karşısında ırkçılık davası güden kişinin müslümanlık iddiasının bir anlamı yoktur Hz Peygamber (sas), "ırkçılık davasına kalkışan bizden değildir, ırkçılık üzerine savaşa girişen de bizden değildir" (Müslim, Imare, 53, 54, 57) buyurarak böyle bir kişinin yerini tesbit etmiştir
Islâm, getirdiği evrensel kardeşlik ilkesi ile Cahiliyye döneminde şiddetle hüküm süren ırkçılık adetini ezip yok etti Kendilerini soylu ve üstün gören Mekke aristokratlarının zulüm ve baskılarına rağmen Islâm, Romalı Süheyb, Habeşli Bilal ve Iranlı Selman gibi aşağılanan insanların çabalarıyla başarıya ulaşarak evrensel bir toplum oluşturdu Ne yazık ki Emeviler döneminde Islam egemenliğinin yerini alan saltanatla birlikte birçok cahiliye adeti gibi ırkçılık da yeniden canlandı Arap olmayan müslümanlar tümden mevali sayılıyor, Kureyş dışındaki Araplar bile küçümseniyordu Emevilerin sürdürdüğü ırkçı politika kısa zamanda Arap olmayan müslümanlar arasında da ırkçı eğilimlerin ortaya çıkmasına neden oldu Özellikle Farslar ve Türkler arasında başlayan bu eğilim giderek Şuubiye olarak anılan ırkçı, ulusalcı hareketlere dönüştü Emevilerin yıkılmasında önemli bir etken olan Şuubiye hareketi Abbasıler döneminde etkisini yitirmekle birlikte bütünüyle yok olmadı
Irkçılık eğilimleri Islâm dünyasında ondokuzuncu yüzyılın sonlarında yeniden canlanmaya başladı Batılı devletlerin Osmanlı Devletinin parçalama planlarının bir parçası olarak canlandırmaya çalıştıkları bu düşünce, Ittihad ve Terakki yönetiminin benimsediği ırkçı politikaların da etkisiyle ayrılıkçı hareketleri besledi Osmanlı Devletinin parçalanmasından sonra oluşan birçok yeni devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de ırkçılıktan önemli ölçüde etkilendi Yeni devletin özellikle dil ve kültür politikalarında etkili olan ırkçı eğilimler zamanla Türkçülük, Turancılık adıyla bilinen bağımsız bir politik hareket haline geldi Bu hareket çeşitli parti ve örgütler içinde varlığını günümüzde de sürdürmektedir

__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İŞ YERİNDE VE İMALAT YERİNDE KADIN İŞÇİ,MÜSTAHDEM VE SEKRETER ÇALIŞTIRMAK CAİZ MİDİR? İslam dini çalışmak veya çalıştırmak hususunda erkek ile kadın arasında fark gözetmektedirYani bir erkek çalışabildiği gibi bir kadın da çalışabilirBir erkek iş veya imalathane sahibi olabildiği gibi kadın da olabilirBunun için bir fabrikaya sahip olan bir kadın ihtiyaç ve maslahatına göre hem erkek hem kadın işçi çalıştırabilir Bir erkek de sahibi olduğu fabrikasında ve imalathanesinde hem erkek hem de kadın çalıştırabilirFabrikada veya imalathanede çalışan işçilerin hepsi kadın veya hepsi erkek iseler ortada herhangi bir mesele yokturBir kısmı kadın bir kısmı da erkek ise ve çalışma yerleri ayrı ise yine herhangi bir mesele yokturFakat halvet ve birbirine yabancı olan erkekle kadınların karışık olarak birarada çalışmaları ve gayri meşru yaşamaya vesile olacak şekilde birarada bulunmaları özelliklede kadınların islami tesettüre riayet etmemeleri kesinlikle haramdır
Kadın sekreter tutma meselesine gelince ,onu tutan kimsenin durumuna göre değişir Yani kadın sekreter bir kadın tarafından tutulmuşsa herhangi bir problem yokturYabancı bir erkek tutması halvete ve yalnız başlarına kalmalarına vesile olacağı için caiz değildirSekreter tutmak isteyen kimse erkek ise bir kadını yanında sekreter olarak çalıştıramazHaramdırPeygamber (sav)şöyle buyuruyor:''Bir erkek yalnız olarak bir kadınla kaldımı mutlaka onların üçüncüleri şeytandır''(Tirmizi)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İŞÇİ, İŞÇİLİK
Bir işi ücret karşılığında yapan, ücret karşılığında iş yapmak Iş işlemek, yapmak, icra etmek, tasarruf etmek ve amel etmek Bir isim olarak "amel", iş ve vazife demektir Çoğulu "a'mâl" gelir Âmil ve ecîr de; işçi, bir işi yapan, işleyen ve çalışan kişi anlamında kullanılır Bunların çoğulları, ummâl, amele; ecîr'in ise ücerâ gelir (Ibn Manzur, Lisanü'l-Arab, Beyrut 1955, amel ve ecr mad) Arapça'da genel olarak çalışmak ve iş yapmak anlamında başka terimler de vardır "Sa'y", "fi'l", "cehd" ve "ecr" bunlar arasında sayılabilir
Kur'an-ı Kerîm'de kendisinin veya başkalarının işinde çalışmak yahut ahiret için iyi işler yapıp hazırlamak anlamlarında olmak üzere 670 kadar ayet vardır Yalnız "iş (amel sözcüğü ve türevleri 360 ayette geçer) (bk M Fuad Abdulbâki, el-Mu'cemu'l Müfehres Li Elfâzi'l-Kur'anı'l-Kerîm, Kahire 1378/1958, ilgili sözcüklerin maddeleri) Hz Muhammed'in hadislerinde de aynı terimleri ve işçi, işveren konularında çeşitli hükümleri bulmak mümkündür:
"Onun meyvasından ve kendi ellerinin yaptıklarından yesinler diye " (Yâsin, 36/35); "Insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır" (en-Necm, 53/39); "Inanıp iyi işler yapanlara, Allah, ücretlerini tam olarak verecektir" (Âlu Imrân, 3/57);"Biz elbette, iman edip işini iyi yapanların ücretini zayı etmeyiz" (el-Kehf, 18/30)
Hz Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Işçinin ücretini teri kurumadan önce veriniz" (Ibn Mâce, Rehin, 4); "işçi çalıştıran kimse, işçisine ne kadar ücret vereceğini bildirsin " (Nesaî, Eymân ve'n-Nuzûr, 44; Zeyd b Alî, Müsned, H 654)
Bir hukuk terimi olarak işçi; başkasına ait bir işi veya hizmeti bir ücret karşılığında yapmayı üstlenen kimse anlamına gelir Bu, işçinin emeğini kiralaması demektir Bu yüzden işçi (âmil, ecir) ve iş akdi konusu, Islâm hukuku kaynaklarında kira akdi (icâre) içinde incelenmiştir (Ali Haydar, Dürerü'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkam, I, 682, Mecelle, Mad 413; Mevsilî, el-Ihtiyâr, II, 35 vd) Insanlar bütün işlerini her zaman kendileri göremez Başkalarının yardımına ihtiyaç vardır Bu yardımın sürekli olarak meccânen yapılması beklenemez Sözleşme ve ücret, emeğin kiralanmasında sürekliliği sağlar Bir ücret karşılığında başkasını çalıştıran kimseye "işveren" denir işveren gerçek kişi olabileceği gibi, devlet, vakıf, şirket gibi tüzel kişi de olabilir Tarım işçileri için, çiftçi anlamında "fellâh" sözcüğü de kullanılmıştır Bu konuda er-Remlî (ö 1004/1595) şöyle der:
‚Tarım yapılan bir toprağın yarar ve zararı, toprak sahibine aittir Çalışan kimse (fellâh), sadece işçilik ücretine hak kazanır" (er-Remlî, Nihâyetü'l Muhtac ilâ Şerhi'l-Minhâc, V, 247) Diğer işçiler için daha çok "ecîr" kelimesi kullanılmıştır Çoğulu "ücerâ" gelir Ayette; "Ey babacığım, onu ücretli tut!" (el-Kasas, 28/26), hadiste; "işçiye ücretini teri kurumadan önce verini;" buyurulurken, işçi, "ecîr" sözcüğü ile ifade edilmiştir (Ibn Mâce, Rehin, 4)
Islâm'da, emeğini başkasına kiralayan tüm çalışanlar aynı statü içinde değerlendirilmiş, işçi, memur, subay, kamu görevlisi olma veya özel sektörde çalışma gibi ayırımlar yapılmamıştır Ancak iş ve mesleğin durumuna göre emeğin değeri üzerinde durulmuştur
Islâm'da işçiler özel (hâs) ve ortak (müşterek) olmak üzere ikiye ayrılır:

a) Özel işçi (el-ecîru'l-hâs): Yalnız, bir gerçek veya tüzel kişiye ücret karşılığında çalışan kimsedir Bugün bir iş akdine dayanarak çalışan fabrika, inşaat, tarım işçileri ve memur kesimi bu gruba girer Yapıları hizmetin özel veya kamu hizmeti niteliğinde olması sonucu etkilemez Yalnız bir kişiye ait koyunları güden çoban, başkasının aracını kullanan şoför de bu statüye girer işin kapsamı sınırlandırıldığı için işverenin birden fazla olması sonucu değiştirmez Meselâ, bir köy halkı öğretmen, imam, müezzin veya köy çobanı tutsa, bunlar da"özel işçi" sayılır Çünkü bu sayılanlar belirli işleri yapmakla yükümlüdür Cami görevlileri Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre, İslam'ın çıkışından, Hanefîlere göre ise Milâdî XIII yüzyıldan itibaren emeğini ücret karşılığında kiralayan sınıf içinde yer almışlardır (el-Kâsânî, Bedâyîu's Sanâyi', Beyrut 1974, IV, 184; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1892, IV, 448; el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, Kahire 1298, s 210; Ali Haydar, age, l, 919; Mecelle, Mad, 423, 569, 570)
Özel işçi, sözleşmedeki şartlara veya örfe göre belli sürede işveren için çalışmak zorundadır Bu süre içinde başkası adına çalışamaz Çünkü işverenin belli bir süre onun iş gücünden yararlanma hakkıvardır Izinsiz olarak başkasının işinde çalışır ve bu yüzden kendi işverenin işi eksik kalırsa, bu eksiklik onun ücretinden düşürülebilir Özel işçi, işinin başında hazır olmak ve iş verildiği taktirde yapmak üzere işyerinde bulunduğu surece ücrete hak kazanır (el-Merginânî, el-Hidâye, III, 245; Ali Haydar, age, I, 692 vd)
b) Ortak işçi (el-ecîru'l-müşterek): Belirli gerçek veya tüzel kişiye değil de herkese iş yapan boyacı, terzi, marangoz gibi zanaatkârlar; doktor, avukat, muhasebeci gibi serbest meslek sahipleri bu gruba girer Bunlar işi yapmadıkça ücrete hak kazanamaz Ortak işçi birçok kişiden iş kabul edebilir ve belli bir kişiye süreyle bağlı çalışma yapmaz Meselâ; yalnız bir fabrikanın muhasebe işlerini yapan kimse özel işçi sayılırken, bu muhasebeci, başkalarının da muhasebe işlerini kabul edip ücretle yapabiliyorsa ortak işçi grubuna girer Sözleşmede, herkesten iş alabileceği belirtilmişse, piyasadan başka iş alamamış olsa bile, ortak işçi özelliği devam eder Çünkü istediği takdirde iş alması mümkündür (el-Fetâvâ'l-Hindiyye, IV, 410, 455, 456; Ali Haydar, age, I, 693, 694)
 
Üst Alt