S Ş İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
SİGARA VEYA TÜTÜN DENİLEN ŞEY İÇİLMEKTEDİR HELALDİR DİYEN OLDUĞU GİBİ HARAMDIR DİYEN DE VARDIR BU HUSUSTA SİZ NE DERSİNİZ? Sigara veya tütün denilen şey asr-ı sa'adette ve müctehid'ler asrında olmadığı için hakkında ne ayet, ne hadis ve ne de müctehidlerin sözü vardır Çünkü tütün 1070 milad yılında ilk önce bir fransız tarafından yetiştirilip ortaya çıkmıştır Böyle olmakla beraber mutlaka cihan-çümul olan İslam dininde hükmü vardır Onu Kur'an ve sünnetin ışığı altında beyan etmek için çaba göstermek lazımdır Asr-ı sa'adette afyon denilen uyuşturucu maddde de yoktu ve tanımıyordu Hakkında ne ayet ve ne de hadis vardır Ama aklı izale edip sarhoş eden şarabı yasaklayan İslam dini mutlaka aklı izale etmekle beraber vücudu da uyuşturan afyonu da yasaklayacaktır Bunun için ulema, afyonu yasaklayarak haram olduğunu beyan etmişlerdir Sigara da çıktığı ve halk arasında yayıldığı zaman fukaha onun hükmünü ortaya çıkarmak için araştırmaya başladılar Bu hususta birlik sağlanmadı ise de çoğu: Hakkında nass varid olmadığı için mübahtır demişlerdir Hatta Şafii ulemasının bir kısmı: Zevce sigara tiryakisi ise nafakası kocasına vacib olduğu gibi sigara parası da ona vaciptir, dediler (Büceyremi ala Fethi'l-Vehhab) Meşhur ve Müceddid olarak bilenen Mevlana Halım zu'l-Cenahey de sigara içiyordu Haram olsaydı böyle salih bir kimse içmesine devam etmezdi Ancak bir kimse için kesin olarak zararlı ise veya onu içen kimse fakir olup çocuklarını ve aile efradını fakr ve zaruret içerisinde bırakırsa, onların nafakalarını tütün ve sigaraya verirse haram olmasında şüphe yoktur
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
SIGARA Tütünün ince kağıda sarılı çubuk şekli Fransızca ve Ingilizce "cigarette" sözcüğü, Türkçeye "sigara" telaffuzu ile geçmiştir Arapça "duhân" sigara, "tedhîn" ise sigara içmek anlamında kullanılır
Sigaranın yapıldığı tütün bitkişi; yaprakları yakılarak içilen kokulu, keyif verici ve bağımlılık yapan bir bitkidir Sigara veya tütün Hz Peygamber veya müctehid imamlar döneminde bulunmadığı için, hakkında ne âyet, ne hadis ve ne de müctehidlerin sözü yoktur Çünkü tütün ilk olarak Amerika'daki Antil takım adalarından birinde bulunmuştur 1496 M yılında Kristof Kolomb (1451-1506) Antil adalarını gezisi sırasında yerlilerin bu bitkiyi yakarak içtiklerini gördü Gemicilerden biri; Tobago adalarından bir örnek alıp Avrupa'da Petros Marden adında bir tüccara gönderdi Ispanyol gemicileri 1511 M yıllarında, bu keyif verici maddeyi Ispanya ve Portekız limanlarında iyice tanıttılar Fransızların Lizbon elçisi olan Jean Nicot, tütünden elde edilen ve kendi adıyla anılan nikotin zehirini ilaç olarak kullanmak üzere, tütünü Fransa'ya soktu 1560 M'den sonra artık tütün Almanya, Italya, Ingiltere ve sırasıyla diğer dünya ülkelerine yayıldı
Yapılan incelemeler tütünün insan sağlığı için zararlı olduğunu ortaya koymuştur Sigara içerken içeri çekilen duman, akciğerin çeperindeki hücreleri zedeleyerek kalınlaştırır Hücrelerin esnekliği kaybolduğundan, kuvvetli bir öksürük, aksırık sonucunda bu cidarlar harap olabilir Öte yandan içeri çekilen sigara dumanı damar cidarlarının kalınlaşmasına yol açar ve damar sertliği gelişimini hızlandırır Sigaranın en önemli bir özelliği de alışkanlık yapması ve içenlerin bunu bırakamamasıdır
Sigaranın akciğer kanserine yakalanma ihtimalını20 arttırdığı, kalp enfarktüsü riskini iki katına çıkardığı, kronik bronşit ve amfizem'e yol açtığı, tıp tarafından belirlenmiştir Tütündeki nikotin son derece zehirli bir maddedir Az alınınca insanda uyarıcı, canlandırıcı etkiler yapar, çeşitli bezlerin salgılarını arttırır, kan basıncını yükseltir Sigara dumanından zehirlenme olmayışının sebebi, sigaranın yanması sırasında tütünde bulunan nikotinin 1/3-1/7'sinin ısı etkisiyle buharlaşarak dumanla gitmesi, geri kalanın da ancak küçük bir bölümünün ciğerlere ve kana ulaşmasıdır
Tıpta, haşerata karşı nikotinden yapılmış toz veya sıvı ilaçlar vardır
Insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri bilinen sigarayı kullanmanın hükmü ile ilgili olarak İslam'ın bir çözüm getirmesi gerekir Asr-ı saadette afyon da bilinmiyordu Sonraki Islâm fakihleri afyonun uyuşturucu niteliğine bakarak onu şaraba kıyas ettiler ve caiz olmadığım söylediler (bk "Afyon" maddesi)
Sigara hem içene ve hem de yakınında bulunanlara zarar vermektedir Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Kendinizi elinizle tehlikeye atmayınız" (el-Bakara, 2/195); "Kendinizi öldürmeyiniz" (en-Nisâ, 4/29) Hz Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Ne doğrudan ve ne de karşılık olarak zarar yoktur" (Ibn Mâce, Ahkâm,17; Ahmed b Hanbel, Müsned, V, 327; Mâlik, Muvatta, Akdiye, 31)
Bedene bir yararı olmadığı gibi, zararı da açık olan sigara aynı zamanda kişi ve aile bütçesi için bir israftır Bir âyette "Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz" (el-A'râf, 7/31) buyurulmuştur Hz Peygamber de malın boşa harcanmasını yasaklamıştır (bk Buhârî, Zekât, 18; Husûmât, 3; I'tisâm, 3; Müslim, Akdiye, 14)
Önceki asırlarda yaşayan bazı fakihler, hakkında âyet ve hadis bulunmaması nedeniyle "eşyada asıl olan mübahlıktır" kaidesince sigarayı mübah saydılar Hatta bazı Şâfiî bilginleri; "Evli kadın sigara tiryakışı ise, sigara masrafı da nafaka kapsamına girer" demişlerdir
Ancak bu gün sigaranın insan bedenine ve çevreye verdiği zarar dikkate alındığında bunun kerâheti açıkça görülür Sigara içmeşinin sağlığına zararlı olacağı doktor tarafından bildirilen kimselerle, yoksul olup, aile fertlerinin nafakasından keserek sigara içenler hakkında ise haramlıkkesinleşir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
SİGORTA Herhangi bir şeyde olabilecek bir zararın parayla karşılanacağının önceden garanti edilmesi
Sigorta Italyanca bir kelime olup, Ingilizce "security" veya "insurance"; Fransızca "assurance" sözcükleri sigorta anlamında kullanılır Bu sözcük ilk olarak Arapçada Ibn Âbidin (ö 1252/1836) tarafından "sevkara" veya "sükirta" şeklinde kullanılmış, günümüzde sigorta şeklini almıştır Arapça eserlerde sigorta karşılığı olarak "ette'mîn", "et-tekâfülül-ictimâî" ve "et-tadâmun" terimleri kullanılmaktadır
Yangından cam kırılmasına, su baskınından hırsızlığa, uçak düşmesinden veya gemi batmasından trafik kazasına, hastalıktan ölüme kadar çeşitli zarar ihtimalleri sigorta konusu olabilmektedir sigorta, gelecekteki bir zararı garantilemek için şimdiden zarar etmeyi göze almak demektir
Sigortanın tarihçesi tam olarak yazılmamıştır Ancak sigortaya benzer bazı yardımlaşma kurumlarına eski çağlardan beri rastlanmıştır MÖ 2000 yıllarında Yunan'da, Eski Roma ve Mısır'da yoksullara yardım yapan dernekler görülür
Yine Mısır'da Hz Yusuf'un yedi bolluk yılında depoladığı tarım ürünlerini, sonraki yedi kıtlık yıllarında dağıttığı bilinmektedir (bk Yusuf, 12/47, 49) Roma Imparatorluğunda Roman Collegia'lar, üyelerine yardım eden ve cenaze masraflarını karşılayan derneklerdir
Islâm'da Medine döneminde hazırlanan ilk anayasada yer alan ve kabileler arası yardımlaşmayı ön gören maddeler de bu niteliktedir
Selçuklular döneminde esnaf ve tüccarın oluşturduğu "fütüvvet" ve "âhilik" adı verilen esnaf birlikleri de bu sınıf arasında yardımlaşmayı sağlamıştır (Ahmet Tabakoğlu, Iktisat Tarihi, Istanbul 1986, s 163)
Osmanlılarda loncâ teşkılatlarının kurduğu orta ve teâvün sandıkları ile esnaf vakıfları, esnafın karşılaştığı mâlî veya meslekî problemleri çözmede etkili olmuştur (Tabakoğlu, age, s 414)
Günümüz anlamında sigortacılık ilk olarak Italya'da deniz sigortacılığı olarak ondördüncü milâdî yüzyılda ortaya çıktı Onsekızınci yüzyılda büyük sermaye şirketleri kurulunca, buna paralel olarak büyük ve profesyonel sigortacılık uygulamaları gelişti Zaman içinde özel sigorta şirketleri yanında, devlet eliyle yürütülen sosyal sigorta kurumları ortaya çıktı
Sigorta genel olarak ikiye ayrılır: Yardımlaşma sigortası ve ticari amaçlı sigorta

1 Yardımlaşma sigortası:
Birden çok kişinin belli bir para ödeyerek, bunların bir fonda biriktirilip ticaret işinde ve verimli yatırımlarda nemalandırılması amacıyla oluşturdukları sosyal sigortalar bu gruba girer Böyle bir sigortanın bütün primleri ve gelirleri, ortakları arasında sigorta sözleşmesine uygun olarak dağıtılır Hastalandıklarında tedavi masrafları, emekliliklerinde emekli maaşı, ölümlerinde dul kalan eş ve küçük çocuklara maaş bağlanması bu yardımlaşmanın kapsamına girer Her sigorta üyesi bir çeşit inan şirketi ortağı gibidir sigortadan kendi ödediği primlerden ve bunların gelirlerinden fazlasınıaldığı takdirde diğer ortaklar bu fazlalığı ona teberru etmiş, kendisinin, eş ve çocuklarının maaşının sona ermesiyle, sigortadan payını alamaması halinde ise, bu fazlalığı diğer ortaklara bırakmış sayılır Günümüzde Emekli Sandığı, Sosyal sigortalar Kurumu veya Bağkur gibi kuruluşlar işleyiş biçimleri ıslah edilerek bu grup içinde yer alabilirler
Diğer yandan belirli kişi, kuruluş veya meslek sahiplerinin kendi aralarında benzer yardımlaşma sandıkları kurmaları da mümkün ve caizdir
Kur'an ve sünnette bu çeşit sosyal yardımlaşmaya teşvik eden nass'lar vardır
Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Yusuf dedi ki: Siz yedi yıl, önceki gibi ekin ekin; yedikleriniz dışında kalanı başağında bırakın " (Yusuf, 12/47);
"Iyilikte ve Allah'tan sakınmada birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın " (el-Mâide, 5/2)
Hz Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ben mü'minlere kendilerinden daha yakınım Herhangi bir mü'min ölür ve arkasında mal bırakırsa; bu, mirasçılarrna aittir Bir borç bırakırsa, bana getirin, çünkü ben onun mevlâsıyım" (Ahmed b Hanbel, II, 334, 335);
"Hz Peygamber Beni Nadır Hurmalarını satar ve aileşinin bir yıllık yiyeceğini ayırırdı" (Buhârî, Nafakât, 3; Müslim, Cihâd, 50) Hz Peygamber malını vasiyet etmek isteyen bir sahabiye üçte birini vasiyet etmesini ve geri kalanı mirasçısına bırakmasını bildirmiştir (Buhârî, Cenâiz, 36; Müslim, Vasiyye, 5; Tirmizî, Cenâiz 6) Seleme Ibnül-Akvâ (ra)'ten rivâyete göre, Hevâzin seferinde mücahidlerin azığı tüKerimiş ve dara düşmüşlerdi Develerini kesip yemek için Hz Peygamber'den izin istediler Kendilerine bunun için izin verildığını duyan Ömer (ra), binitsiz mücâhidlerin çok daha büyük sıkıntıya düşeceklerini düşünerek, durumu Allah elçisine arz etti Hz Peygamber herkesin geri kalan azıklarını getirmesini emretti Azıklar karıştırıldı ve Rasûlüllah (sas) hayır ve bereketle dua buyurdu Sonra bu azıklar sahabelere dağıtıldı Bu dağıtım işine "Nahd" yani "ortak kumanya" denildi (bk Buhârî, Şerike, 1; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe; Mâlik, Muvatta', Sıfatü'n-Nebi, 64)
2 Yangın, sel, kaza ve benzeri risklere karşı kurulan ticaret sigortaları: sigorta terimi daha çok bu ikinci şık için kullanılır Bu çeşit sigorta yaklaşık iki asır kadar önce Islâm âleminde duyulmuştur O devirde merkezi Avrupa'da bulunan sigorta şirketlerinin temsilcileri, deniz kenarında bulunan bazı Islâm şehirlerinde bulunup, Avrupa'ya giden gemilerle taşınan malların sigortasını yapmaya başlamış ve Islâm ülkelerinde bazı ortaklarda temin etmek suretiyle orada da yerleşmişlerdir Bu çeşit sigortanın lehinde ve aleyhinde iki görüş ortaya çıkmıştır
Çağımız Islâm bilginlerinden Mustafa ez-Zerkâ, Muhammed Abduh, Şeltut ve Muhammed el-Behiyy, sigorta şirketinin bir yardımlaşma şirketi olduğunu ve bu yüzden de sigortanın Islâm'a göre meşrû olması gerektiğini söylemişlerdir Bunlardan Muhammed el-Behiyy şöyle demiştir: "Sigorta akdi bir satış akdi değil, mağdur olan kimselerin müsibetlerini hafifletip onlara yardım elini uzatmak için yapılan bir yardımlaşma ve dayanışma aktidir Ister mal, ister hayat sigortası olsun, dayanışma ve yardımlaşmadan başka bir şey değildir Meselâ, köylü davarlarını; tüccar, ticaret malını; ev sahibi, evini, araba sahibi, arabasını sigorta ettiriyor Çünkü zarara girmenin zor olduğunu, tek başına zarar yükünü kaldıramayacağını, ancak başkasının yardımıyla bu yükün hafifleyeceğini biliyor Hayat sigortası yaptıran kimse de hayatını korumak için sigortaya baş vuruyor Ecelin Allah'ın elinde olduğunu, zamanı gelince onu kimsenin geri bırakamayacağını biliyor Sigortaya başvurmaktaki amacı, erken öldüğü takdirde aile fertlerine bir yardım kaynağı sağlamaktır" (el-Behiyy, el-Fıkhul-Islâmî ve Tetavvuruhü, s 462)
Muhammed Hamidullah ve bazı Islâm bilginleri de devletin organıze edeceği sosyal yardımlaşma nitelikli sigorta anlayışını benimser ve bunun Hz Peygamber ile Hz Ömer devrinde uygulama izlerinden söz ederler Bu görüşe göre sosyal yardımlaşma yalnız ağır risklerde söz konusu olur Islâm'ın doğuşu sırasında hastalıkların tedavisi önemli bir masraf gerektirmediği gibi; evi aile reisi kendi eliyle inşa eder, hatta malzemenin önemli bir bölümüne para da vermezdi Böyle bir toplumda hastalığa ve yangına karşı bir sigortaya ihtiyaç duyulmaması tabiidir Buna karşılık esirlik ve insan öldürmeye karşı sosyal yardım gerçek bir ihtiyaçtı Bu yüzden Hicretin birinci yılında Medine site Devleti anayaşasında bu sosyal dayanışma fonuna "maâkıl" denildi Âkile veya maâkıl sistemi Medine'deki Arap kabilelerinin Hz Peygamber tarafından yeniden teşkılatlandırılması ile birlikte düzenli bir şekil almıştır Çünkü bir kimse savaşta esir düşse, onun kurtarılması için fidye (bk Fidye" mad), öldürme ve yaralamalarda ise diyet (bk Diyet" mad) ödenmesi gerekiyordu Bunların miktarları çoğu zaman esir ve suçluların ödeme gücünü aşıyordu Hz Peygamber bu durumu çözüme kavuşturmak için karşılıklı yardımlaşma esasına dayanan âkile veya maâkıl sistemini kurdu Buna göre, bir kabilenin mensupları kabile bütçesi için para yardımı yapacak; buna karşılık, ödeme gücünü aşan bir tazminatla karşılaşırsa bu bütçeden yardım bekleyecekti Hatta kabile bütçesi de yeterli olmazsa diğer akraba ve komşu kabîleler onların yardımına gelecekti Daha sonra âkile sistemi Hz Ömer tarafından gelıştırilmiş; insanların sahip olduğu meslekler askerî, mülkî, idari niteliklerine veya çeşitli bölgelere göre bir düzenleme yapılmıştır Hür, âkil ve ergin erkeklerden oluşan âkile listesi deftere yazılınca, bunlara "Dîvân" adı verildi Bazı müellifler dîvan uygulamasının Hz Peygamber'in Müstalık oğulları gazâsından sonra, ganîmetlerdeki devlet hissesi olan humus'u (beşte bir) idare etmek üzere Mahmiye bin Cez'i tayın etmesiyle başladığını söylerler Hanefîlere göre, diyet yükümlüsü, suçlu dîvan ehlinden ise, dîvandır Bu durumda, diyet taksidi dîvan üyelerinin atâ veya rızıklarından (maaş) kesilir Hz Ömer'in uygulaması bu şekilde olmuştur Eğer suçlu dîvan üyesi değilse bunun âkilesi, kabilesi, hısımları ve ödeme gücünü aşan tazminatlarda yardımlaşacağı diğer kimselerdir Kendi kabilesi diyeti ödemeye yeterli olmazsa asabe sırasına göre en yakın nesep hısımları buna ilave edilir Ancak buluntu çocuk, harbi ve zimmî gibi âkilesi olmayanın âkilesi beytül-mâl'dir Suçu işleyen de âkileye dahildir Ancak suçlunun eşi, babaları ve oğulları âkileye girmez Kadınlar, küçük çocuklar ve akıl hastaları, âkile kapsamı dışındadır Çünkü âkilenin diyeti yüklenmesi teberrü niteliğindedir Bu sonuncular ise teberrü ehlinden değildir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 2 baskı, Beyrut 1394/1974, VII, 255 vd; el-Meydânî, el-Lübâb, tıpkı basım, Istanbul ty, III, 178 vd; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye li Ehâdisil-Hidâye, I baskı, yy, 1393/1973, IV, 398; Muhammed Hamidullah, Islâm'a Giriş, Ankara 1961, 200 vd; "Âkile" maddesi)
Muhammed Hamidullahın sigortaya yaklaşımı şöyledir: Sigorta prensip olarak her bir kişinin yükünü azaltmak amacıyla mümkün olduğu kadar çok kimse üzerine bir tek kişinin yükünün dağıtılması demektir Islâm, sermayeye dayanan sigorta şirketleri yerine, mütekabıliyet ve işbirliği ile zirvesinde merkezi hükümetin bulunduğu birimlerin oluşturacağı bir sigorta modelini öngörmüştür Böyle bir yardımlaşma kurumu, oluşacak sermaye birikimini ticaret işinde kullanabilir Sağlanan gelirler artınca, artık sigorta mensupları prim ödemekten muaf tutulabileceği gibi, kendilerine dönem sonlarında kâr dağıtılması bile söz konusu olabilir Işte böyle bir yardımlaşma kurumuna prim ödeyerek üye olan kimse, karşılaşacağı yangın, sel felâketi, trafik kazası gibi her çeşit rizikolara karşı sigortalı sayılır
Ancak sigorta edilenlerin ödediği prim oranına göre kârdan pay almadıkları sermaye sigortaları bir çeşit şans oyunu özelliği taşıdıkları için, Islâm'da hoş görülmezler" (Muhammed Hamidullah, age, s 201, 202)
Sigorta Akdinin Islâm Dünyasına Girmesi ve Bu Konuda Yapılan Ilk Araştırma:
Günümüz Islâm hukukçularından önceki nesil içinde, sigorta konusunu ve bunun Islâmî hükmünü ilk araştıran hukukçu Ibn Âbidîn (ö 1252/1836) olmuştur Çünkü sigorta yöntemi hicrî onüçüncü yüz yıla kadar doğu ülkelerinde bilinmiyordu Bu yüz yılda Avrupa sanayı kalkınmasına paralel olarak doğu ile batı arasındaki ticaret bağı güçlendi Bu arada ithalatla ilgili sözleşmeleri yapmak üzere Islâm ülkesinde bulunan yabancı ticaret temsilcileri (müste'men-pasaportlu yabancı gayrı müslim) aracılığı ile Avrupa'dan ithal edilen malların sigorta edilmesi yoluyla bu müessese Islâm dünyasına girmiş oldu Bu temsilciler ithal edilecek mallar üzerine yapılan deniz sigortasından başlayarak sigortayı Islâm ülkelerine getirmiş oldular Ibn Âbidin sigorta akdini "Kitabül-Cihâd" bölümünde ve "Müste'men (pasaportlu yabancı gayrı müslim)" konusu içinde incelemiştir Çünkü bu akdi yapan yabancı gayrı müslim tüccarlara bu ad verilir
Ibn Âbidîn'e göre deniz araçları ile nakil sırasında helâk olan eşyanın tazmini için yapılan deniz sigortası caiz olmayıp, aşağıdaki üç sebepten ötürü, helâk olan sigortalı malın bedelini almak caiz değildir
1 Sigorta akdi şer'an gerekti olmayan bir şeyi borçlanmaktır Islâm'da bir şeyi tazminle yükümlü tutulabilmek için, dört tazmin sebebinden birisinin bulunması gerekir

a Zararın haksız bir fiille olması Öldürme, yıkma ve yakma
b Malın telefine sebebiyet vermek Umuma ait bir yola izinsiz olarak çukur açmak ve buraya düşen bir insan veya hayvanın telefine sebep olmak gibi
c Emanet sayılmayan şeye el koymak Gasp, hırsızlık, satılan malın satıcının elinde iken telef olması gibi
d Kefâlet sözleşmesi yapmak Sigorta şirketi, meydana gelen zararı ne haksız bir fiil ile meydana getirmiş; ne malın telefine kendisi sebep olmuş; ne zarara uğrayan mala emin sıfatıyla el koymuş ve ne de bu zarara kefil olmuştur

2 Sigorta akdi, ücret karşılığı emânetçilik yapanın, emânet bırakılan mal helâk olunca, bu malı tazmin etmesi niteliğinde de değildir Çünkü mal sigorta şirketine teslim edilmemiş olup, belki gemi sahibinin elindedir Ancak gemi sahibi aynı zamanda sigorta eden durumunda ise, bu takdirde emanetçi değil ortak işçi (müşterek ecir) olur Emânetçi veya ortak işçi ise kaçınılması mümkün olmayan zararı tazminle yükümlü tutulmazlar Ölüm, yangın ve batma gibi
3 Sigorta, zarara maruz bırakmanın tazmini kabılinden değildir Çünkü aldatanın zarar riskini bilmesi; aldatılanın ise bunu önceden bilmemesi gerekir Sigorta şirketi tüccarı aldatmayı kasdetmez; meselâ, bir geminin denizde batıp batmayacağını önceden bilemez Ancak, sigorta şirketi ve sigorta yaptıran tüccar hırsızlık, yol kesme gibi yol riskini önceden biliyorsa, sigortanın zararı tazmini caiz olur Fakat sigorta akdi buna tam olarak uymaz Meselâ, bir kimse diğerine "Şu yoldan git Eğer malın gasp edilirse ben tazmin edeceğim" dese; zarar meydana gelirse, tazmin etmesi gerekir Çünkü bu durumda, mal sahibi ile kefâlet sözleşmesi yapmış olur (Ibn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, Mısır, ty, III, 273 vd Istanbul 1985, IV, 170 vd; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-Islâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, IV, 443 vd)

Ibn Âbidîn'in sigortacıdan tazminat almanın caiz olmadığı görüşünü dayandırdığı esas, bundan ibarettir Özetlersek, sigortacı bu akit ile, borçlu olmadığı bir şeye borçlanmaktadır Temelde o, kendisine bir şey emânet (vedia); âriyet veya kira akdi ile bırakılan kimse gibidir Bunların ise kastı, kusur veya ihmalı olmaksızın meydana gelecek zararı tazmin sorumluluğu yoktur Burada tazmin sorumluluğu akde konsa bile, bu şart geçerli olmaz
Diğer yandan müslümanın yabancı ülkedeki bir sigorta şirketi ile akit yapması Ibn Âbidin tarafından caiz görülmüştür Buna göre, müslüman bir tüccar, dârul-harpteki bir sigorta şirketi ile sözleşme yapsa, telef olan malının sigorta bedelini, dârul-Islâm'da sigortacının vekilinden alsa bu mümkün ve caiz olur Çünkü dârul-harpte harbi ile yapılan böyle bir akit, sonuç doğurmaz; sigorta bedelini onun rızası ile almış sayılır Bir müslüman dârul-harpteki bir gayrı müslimle ortaklık tesis etse, sigorta işlemlerini bu gayrı müslim yapsa, zarar halinde, Islâm ülkesine gönderilen sigorta bedelini müslüman ortağın alması caiz olur Çünkü sigorta akdi darul-harpte ve iki harbi arasında yapılmış sayılır Onların malı kendi istekleri ile müslümana gönderilmiş olur (Ibn Âbidîn, age, IV, 170)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
SİGORTA, BAĞKUR VE EMEKLİ SANDIĞINDAN EMEKLİLİK MAAŞINI İHTİYAÇ OLMAZSA DA ALMAK CAİZ MİDİR? Maaş ile emeklilik maaşı arasında fark yoktur Devlet, memuriyette veya başka bir işte çalıştırdığı kimselere maaş verebildiği gibi, maslahata binaen çalıştırmadığı kimselere de maaş verebilir Hatibi Şirbini şöyle diyor: Öşür ve vergi gibi şeyler vatandaşlardan zor ile alınıyorsa, bu mallar birbirine karışıp ayrılmaları mümkün olmadığı ve sahipleri tanınmadığı için artık beytülmale ait olur Hükümdar ve diğer yetkililer istedikleri vatandaşa onu teberru edebilirler (Muğni'l-Muhtaç) İbn Abidin de hükümdarın, gördüğü maslahata binaen devlet malından istediği kimseye verebildiğini ifade ediyor (Reddu'l-Muhtar)
Ayrıca Cassas kafir hükümdardan mükteseb hakları olması dolayısıyla müslümanların maaş alabileceğini misal ve tafsilatıyla açıklamaktadır (Ahkam el-Kur'an Li'l-Cassas)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
SİGORTA İLE İLGİLİ YENİ BİR FETVÂ Mekke şehrinde 441397/1977 tarihinde, Abdullah b Humeyd'in başkanlığında Muhammed Ali el-Harekân, Abdülazız b Baz, Muhammed b Abdillah es-Sabil, Sâlih b Asimeyh, Muhammed Reşid Kabanî, Mustafa ez-Zerkâ, Muhammed Reşidî, Abdülkuddüs el-Hâşimî en-Nedvî ve Ebû Bekir Gümî'den oluşan fıkıh heyeti, sigorta konusunu incelemiş ve heyet Mustafa ez-Zerkâ hariç, sigortanın bütün çeşitlerinin caiz olmadığına karar vermiştir
Bu kararın özeti şöyledir:

1 Sigorta akdi kararı (riskli aldanma) kapsar Çünkü sigortalı çoğu kere ne kadar prim vereceğini ve ne kadar sigorta bedeli alacağını bilmiyor Belki bir iki taksit prim ödedikten sonra, zarar meydana gelir ve sigortalı malın tüm bedelini alır Belki de bütün taksitleri ödediği halde, malı helâk olmadığı için hiç bir şey alamaz
2 Sigorta, kumarın bir çeşididir Çünkü sigorta şirketinin, meydana gelen zararda hiçbir rolü yoktur Buna rağmen mal helâk olursa sigorta bedelini vermektedir Veya hiç zarar meydana gelmeyince, bedelsiz olarak taksitleri almış olmaktadır
3 Sigorta fazlalık ve nesie ribasını kapsamına alır Çünkü sigorta, sigortalıya ödediği primlerden fazlasınıverirse fazlalık ribası ve para mübadeleşinin vadeli olması yüzünden de nesie ribası söz konusu olur
4 Sigorta akdinde bedelsiz olarak başkasının malının alınması söz konusudur Bu da; "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda haksız yere yemeyiniz" (en-Nisâ, 4/29) âyetinin yasak kapsamına girer
Sonuç olarak sigortanın hükmü üzerinde şunlar söylenebilir:
Islâm hukukunda sözleşme tiplerı sınırlayıcı bir şekilde vahiy ve Sünnetle belirlenmemiştir Nass'larda belirlenen akit tipleri yanında "akit serbestliği" prensibi geçerlidir Ancak yapılan akit ve sözleşmenin kapsamı, Islâmla çelişmemelidir Bu konuda şu hadisler genel düzenlemeyi yapar: "Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar Ancak helalı haram, haramı helal yapan şart müstesnadır" (Buhârî, Icâre,14; Ebû Dâvud, Icâre, 12; Tirmizi, Ahkâm, 17); Allah'ın kitabında olmayan her şart batıldır" (Nesaî, Talâk, 31; Büyü', 85)
Bu duruma göre, ticari amaç dışında üyelerinin karşılaşacağı, tek başına üstesinden gelemeyecekleri sıkıntı ve felâketlerin yükünü paylaşmak veya mensuplarına tedavi, mesken, emekli maaşı gibi imkanlar sağlayan yardımlaşma kurumlarının meşrû olduğunda şüphe yoktur Ancak bu gibi yardımlaşma kurumlarının kendi iç bünyesindeki işleyişinin de Islâmî ölçülere göre düzenlenmesi gerekir Böyle bir sandık veya kurumun üye prim ve aidatlarından oluşan ana parasının işletilmesi, ticaret ve sanayi yatırımlarında nemalandırılması mümkün ve caizdir Böylece, üyelerine daha iyi imkanlar sağlaması gerçekleşir Ancak ana parayı işletmeye gerek olmaksızın, mevcut mal varlığından üyelerin yararlandırılması da mümkündür Üyelerin yararlanma miktar ve süreleri önceden bilinmediği veya belirlenmediği ya da aileden aileye farklılık gösterdiği için, böyle bir sigorta akdinin "fasit inan şirketi" niteliğinde olması gerekir Burada her üye gerçekte kuruma ödediği toplam prim kadar ortaklık hissesine sahip olur, kâr ve zarara da bu oranda katlanır Ancak sigortadan kendi toplam hissesinden daha fazla pay alması halinde diğer pay sahipleri bu fazlalığı ona teberru etmiş sayılırlar, böylece karşılıklı yardımlaşma ve teberrulaşma yoluyla sigorta şirketi varlığını sürdürmüş olur Iştirakçiler böyle bir sisteme girmekle bu muhtemel sonuçları da önceden kabul etmiş olurlar Bazan da toplum fertleri kendiliğinden, devletin düzenlediği böyle bir teşkılat kapsamına girmiş olurlar Sigorta sisteminin kendi iç işleyişinde Islâm'la çelişen muameleler bulunmadığı sürece, katılım paylarının farklı oluşu veya farklı tazminat alımlarının gerçekleşmesi sonucu değiştirmez Bunun delili muvâlât akdi ile âkile sisteminin Islâm'da meşrû sayılmasıdır
l Muvâlât akdi: Bu akit, ailesi bilinmeyen, buluntu bir çocuğun, başka birisi veya kendisini bakıp yetiştiren kimse ile şu şekilde anlaşmasıdır: Karşı taraf çocuğun akitle velisi olacak; çocuk tazminat gerektiren bir suç işlerse bu tazminatı, himaye eden ödeyecek Buna karşılık da çocuk ileri ki hayatında mirasçı bırakmadan ölürse ona mirasçı olacaktır Hz Ömer, Ali ve Abdullah b Mes'ud'un benimsediği bu görüş Hanefilerce benimsenmiştir (ez-Zühayli, el-Fıkhul-Islâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, VIII, 283, 284) Burada, buluntu çocuk ömür boyu tazminatı gerektiren bir suç işlememesi halinde, himaye eden onun mirasını bedelsiz olarak alacak, diyet ödemek zorunda kalırve buluntu çocuğun mirasçısı da olursa, ödediği diyet karşılıksız kalacaktır
2 Âkile sistemi Diyet tazminatı ile yükümlü olabilen belirli hısımlar veya bir divana üye olan kimseler de kendi paylarına düşen tazminatı bir bedel karşılığında ödemezler Daha sonra bu tazminat paylarını suçu işleyene rücû etmek suretiyle alma imkânı da bulunmaz Divan üyelerinin aylık veya yıllık olarak önceden bir katılım payı ödemeleri halinde, günümüzdeki yardımlaşma sigortalarının benzeri gerçekleşmiş olur Hz Ömer döneminde böyle bir uygulamanın başlatıldığını yukarıda belirtmiştik
Ancak bir kişi veya şirketin kâr amacıyla kurduğu yangın, sel, kaza vb sigortalar gerek ana paranın işletilmesinden doğan gelirin katılımcılara yansıtılmaması ve gerekse kaza olmaması halinde ödenen primlerin karşılıksız kalması yüzünden yardımlaşma sigortalarından farklı yapıya sahiptir Çünkü burada sigortalı her yıl, sigorta şirketine belli bir meblağ öder Malı, bir âfet sonucunda telef olursa bedelini şirketten alır Böylece kumar oynayan kimse gibi kazanmış olur Aksi takdirde ise şirkete ödediği taksitler boşa gitmiş olur Başka bir açıdan riba işlemi gerçekleşir Çünkü verdiğinden daha fazlasınıalma amacıyla sigorta şirketine para yatırılır
Diğer yandan böyle bir sigorta şirketi bütün katılımcıların ortaklığı ile kurulduğu takdirde "yardımlaşma sigortası" halini alabilir Bu takdirde elde edilecek gelir bütün ortaklara ait olacağı için bu, mümkün ve caiz olur
Nitekim Sudan'da kaza sigortası zorunlu hale getirilince Hartumlu şoförler kendi aralarında bir yardımlaşma sigortası kurmuşlar, hem sigortalı ve hem de sigortacı olmuşlardır (bk ez-Zerka-en-Neccâr, Islâm'a Göre Faizsiz Banka, Kalkınma ve sigorta, Terc Hayreddin Karaman, Istanbul 1976, s 216) Ancak bu şekilde yardımlaşma sigortaları gerçekleşinceye veya Devletin organızesi ile ticaret amacı dışında genel bir sigorta sistemi oluşuncaya kadar, zaruret olan durumlarda sigorta mübah hale gelir Bu takdirde de kendi iç bünyesinde ana parasını işletmede Islâmî usullere uyan sigorta tercih edilmelidir
Bununla birlikte, küfür diyarında kurulmuş bir sigorta şirketinden tazminat alınabileceği gibi; Ebû Yusuf ve Imam Muhammed'e göre, Islâm hükümleri uygulanmayan bir ülkede gayrı müslimlerin veya irtidat ehlının kurduğu bir şirketten sigorta tazminatının alınmasında da bir sakınca yoktur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
SİGORTA ŞİRKETİ KURMAK ARZUSUNDA BULUNAN MÜSLÜMANLAR HANGI ŞARTLARA RİAYET EDECEKLERDİR? Sigorta meselesi aslında Türkiye'yi aşan bir meseledir İslam aleminin her ülkesinde sigorta hakkında çeşitli mütalaalar yürütülmektedir Helaldır diyenler olduğu gibi haramdır diyenler de olmuştur Bunun için burada konu üzerine serdedilen mütalaaların bir kısmını naklettikten sonra kanaatimi beyan edeceğim
Sigorta takriben iki asır önce İslam aleminde ismi duyulmuş, ondan söz edilmiştir O zaman merkezi Avrupa'da bulunan sigorta şirketlerinin temsilcileri, deniz kenarındaki bazı İslamı şehirlerde bulunup Avrupa'ya giden gemilerle taşınan malların sigortasını yapmaya başlamış ve İslam aleminde bazı ortaklar temin etmek süretiyle orada da yerleşmişlerdi
Sigorta, bazı kimseler için faydalı olsa da kısa bir zaman içerisinde milyonlarca insandan alınan taksitlerle büyük servetler yığılmasına vesile olması dolayısıyle sömürünün en büyük örneklerinden birisidir
Suriye ulemasından Dr Mustafa al-Zerka ile Mısır ulemasından Muhammed Abduh, Şeltut, Dr Muhammed el-Behiyy gibi kimseler sigorta şirketinin bir yardımlaşma şirketi olduğuna ve dolayısıyle de meşruluğuna hükmetmişlerdir Dr Muhammed el-Behiyy bu hususta özet olarak şöyle bir mütalaa yürütmüştür "Sigorta akdi bir satış akti değil, mağdur olan kimselerin musibetlerini hafifletip onlara yardım elini uzatmak için yapılan bir yardımlaşma ve dayanışma aktidir İster mal, ister hayat sigortası olsun, dayanışma ve yardımlaşmadan başka bir şey değildir Mesela köylü davarlarını, tüccar ticaret eşyasını, ev sahibi evini, araba sahibi arabasını sigorta ettiriyor Çünkü zarara girmenin zor olduğunu, tek başına musibet yükünü kaldırmayacağını, ancak başkasının yardımıyla yükün hafifleyeceğini biliyor Hayatını sigorta ettiren kimse de hayatını korumak için sigortaya baş vuruyor Ecelin Allah'ın elinde olduğunu, zamanı gelince onu kimsenin ertelemeyeceğini biliyor Sigortaya başvurmaktaki gayesi, erken öldüğü takdirde aile efradına bir yardım kaynağı temin etmektir" diyor (El-Fıkhü'l-İslami ve Tetavvuruhu)
İmam Nevevi'nin el-Mecmu adlı kitabının tetimmesini yazan büyük fakih Muhammed Necib el-Muti de şöyle diyor: "Sigorta kurumu tarafından üyelere verilen tazminatın mübah olması hususunda ihtilaf yoktur Çünkü daha önce dediğimiz gibi bir kimse birisine "Malını at ben öderim" dese mal sahibi malını attığı takdirde ödemeyi taahüd eden kimse onu ödemeye mecburdur" (El-Mecmu)
Mısır ulemasından Mustafa al-Hammami ile İbn Abidin ve Rabıtatü'l-Alem'i-İslamiye'nin fıkıh heyeti Hey'etü Kibari'l-Ulema da sigortanın haram olduğunu belirtiyorlar Mustafa el-Hammami, kitabında şöyle diyor: Sigortanın bütün çeşitleri haramdır Aynen piyangonun bir nevidir Çünkü sigorta şirketi evini sigorta etmek isteyen kimseye "Her yıl bana şu kadar prim ödeyeceksin Eğer evin yanarsa ben değerini ödeyeceğim, yanmazsa da sen taksitini ödemeğe devam edeceksin" der Demek ki ev yanarsa sigorta değerini ödeyecek, yanmazsa ödenen taksitler beyhude gitmiş olacaktır Bu aynen piyangoya benziyor Çünkü birçok kimse her yıl bir veya birkaç defa piyango bileti alır ama bir defa olsun kendisine birşey çıkmaz Bazıları da vardır ki yalnız bir defa bilet alır ve kendisine para çıkar Yalnız hayat sigortası bundan biraz farklıdır Çünkü belirtilen zamana kadar sigortalı ölmezse ödediği taksitler faiziyle beraber kendisine geri verilir
İbn Abidin de İslam diyarında sigortanın caiz olmadığını, küfür diyarında gayri müslimlerin sigorta şirketine sigorta edilmiş bulunan malın telef olması halinde bedelini almakta bir beis olmadığını beyan edip özetle şöyle diyor: Tüccarlar arasında caari olan adete göre herhangi bir ecnebiden kiralanan gemiye, kira anında mallarının teminatına matufen ecnebi diyarındaki gayri müslime bir miktar para veriyor ki buna sigorta denmektedir Şayet gemi yanar, batar veya yağma edilirse darül harpte bulunan sigorta şirketi malların değerini ödeyecektir Benim anladığıma göre helak olan şeyin bedelini almak caiz değildir Evet müslüman bir tüccarın darü'l-harpte harbi bir ortağı bulunur, müşterek mallarını orada sigorta eder, mal telef olursa müslüman tüccar şirket tarafından verilen taminatı alabilir Çünkü akit harbi arasında cari olmuş ve tazminat harbi olan şahsın rızasıyla kendisine gönderilmiştir
Mekke-i Mükerreme'de 441397 tarihinde Abdullah b Humeyd'n başkanlığında Muhammed Ali al-Harekan, Abdülazız b Baz', Muhammed b Abdullah al-Sabil, Salih b Asimeyn, Muhammed reşid Kabani, Mustafa al-Zerka, Muhammed Reşidi, Abdulkuddüs al- haşimi'n-nedevi ve Ebubekir Gumi'den müteşekkil fıkıh heyeti toplanarak sigorta meselesini ele alıp inceden inceye tetkik ettikten sonra Mustafa al-Zerka hariç, ittifakla sigortanın bütün çeşitlerinin haram olduğuna dair kanaatlerini beyan etmişlerdir
Verilen kararın özeti aşağıya alınmıştır
1-Sigorta akdi gararı (aldanma)tazammum ederÇünkü sigortalı ne kadar vereceğini,ne kadar alacağını bilmiyor Belki bir iki taksit ödedikten sonra bir afet gelir çatar, bunun üzerine sigortalı malın bütün bedelini sigortadan alırBelki de bütün taksitleri yatırdığı halde malı afetten mahfuz kaldığı için bir şey almaz
2-Sigorta kumarın bir çeşididirÇünkü sigorta şirketinin ,meydana gelen felakette hiç bir rolü yoktur,ama malı helak olsa bedelini vermektedirYahut devamlı musibetten masum kaldığı için bedelsiz olarak taksitleri almış olmaktadır
3-Sigorta ribe'l fadl ve ribe'l nesie'yi tazammun ederÇünkü sigorta iştirakçiye verdiğinden fazlasını verirse ribe'l fadl ve bir müddet sonra olduğu için de ribe'n nesi olur
4-Sigorta meselesinde bedelsiz olarak başkasının malının alınması vardırBu da '' Ey iman edenler mallarınızı aranızda haksız yere yemeyiniz'' Ayetindeki yasağın şümulüne girer
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
SİHİR :
Sihir çok eski zamanlardan beri bilinegelen bir göz boyama ya da birtakım ser güçlerin yardımıyla, bir takım olağanüstü tesirlerin oluşturulması yoludur Hz Mûsâ döneminde çok ileri seviyelere ulaştığını Peygamberlere iman bölümünde anlatmıştık Kur'ân-ı Kerîm, hem bu olaydan, hem de Bâbil'deki sihirbazlardan sözeder (Bakarâ (2) 102) Peygamberimize sihir yapıldığı, hattâ az da olsa tesirini gösterdiği, bunun üzerine "Felâk" ve "Nâs" sûrelerinin indiği, o, bunları okuyunca sihrin çözüldügü rivâyeti vardır (bk Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr VN/687) Bütün bunlar sihir denen bir olayın gerçekte varolduğunu gösterir
Ancak sihirbaz bilinen herkes, ya da sihir bilinen her olay gerçekçi değildir Çoğu böyle bir gücü olduğunu söyler ama, aslında birşey biliyor değildir Sihir gibi gösterilen birçok olay da düzenbazlık, gözboyama ve el çabukluğu marifeti ile yapılır
Sihirin gerçek olduğunu söylemekle, yapılmasının câiz olduğunu söylemek de ayrı ayrı şeylerdir Islâm sihirin varlığını bildirmişama yapılmasını siddetle yasaklamıştır Peygamberimiz insanları helâk eden en büyük günahları sayarken Allah'a şirk koşmayı birinci, sihri de ikinci olarak sıralamıştır (Buhârî, vasâyâ 23,tib 48, hudûd 44; Müslim iman144; Ebû Dâvûd vasâyâ10; Nesaî, vasâyâ 12)
Hattâ bir başka hadisinde sihir yapanın da müşrik olduğunu haber vermiştir (Ebû Dâvûd, tip 17, 24; Nesaî, tahrîmu'd-dem 19; Müsned I/389, 438, N/220) Bu yüzden çoğu Islâm âlimi sihir yapanın, hattâ yaptırmaya gidenin Allah'a şirk koştugu kanaatindedirler (Kardâvî, el-Halâl ve'I-haram 222) Dolayısıyla sihirbazın, kim olursa olsun öldürüleceğine hükmetmişlerdir Çünkü :
Kur'ân-ı Kerîm'in de belirttigine göre sihir, faydalı değil, devamlı zararlı işlerde kullanılır Sihirin gerçekleşmesi için kötü ruhânilerden, şeytanlaşmış cinlerden yardım talep edilir ve bu yolda son derece çirkin metodlar uygulandığı olur Sihir iddiasiyla, cahil halkın ve özellikle de kadınların hem imanları, hem de paraları sömürülür Dolayısı ile sihrin haram oluşu, sadece sihir yapan için değil, ona giden, yaptıklarında onu doğrulayan ayağına gitmekle ve parasıyla onu teşvik eden için de geçerlidir Onun için peygamberimiz "Sürekli içki içen, sihrin bir işini halledeceğine inanan ve akrabasıyla ilişkiyi kesen Cennet'e giremeyecektir" (Ibn Hibbân, Tertîbu's-Sahîh VN/648 buyurur Onun arkadaşı Ibn Mes'ûd da: "Gaip bilici olduğunu söyleyene, sihirbaza ve kâhine gidip, ona bir şey soran ve dediğini tasdik eden, Hz Muhammed'e indirilen dini inkâr etmiş demektir" der (Bezzâr ve Ebû Ya'lâ'dan el-Hindî, age VI/749 (17673))
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
SILA VE ÜCRET "SILA" NEDIR ? "SILA" "varmak, ulaşmak" anlamındaki (va-sa-le) fiilinden olarak "atiyye, mükâfat" (bk el-Mu'cemü'I-Vasît, N/1049 Lisanü'I-Arap XI/728) bir yakınlıktan dolayı verilen bir bağış demektir Sanki iki tarafı birbirine bağladığı ve ulaştırdığı için buna "SILA" denmiştir (Ibnü'I-Esîr, en-Nihâye V/192)"Sıla, ibtidâen, yani bir şeyden ötürü değil, ilk hareket noktası olarak verilen ve verdiği kimsenin iyi amellerden birini yapıyor olduğu için, ya da yapması için verilen hediyyedir Kadıların, öğretmenlerin, imamların ve müezzinlerin beytü'1-maldan, ya da bunlardan biri için şartlı vakıflardan aldıkları maaş gibiBu işlerden her hangi birisini Allah'a takarrup için yapanın "sıla" olarak aldığı kendisine helâl olur Ahirette de Allahu Teâlâ'dan sevabı hak eder Ama bu işleri, bu "sıla"yı almak için yaparsa, aldığı haram olacağı gibi, sevabı da hak edemez" (Birgivî, Serhu'hadîs-i erba'in, s 74)"Böylece ücretle sıla arasındaki fark anlaşılmış olur: Ücret, her hangi bir amel karşılığı tayın edilen, onun karşılığı sayılan ve çalışanın çabasını kendisi için harcadığı şeydirBinaenaleyh, veren sadece çalışanın çalışması için verir Ücretli de sadece onu almak için çalışır Dolayısıyla çalışan, bu çalışmasıyla Ahirette sevabı hak edemez; ancak dünyada ücreti hak eder ve onun için çalışır" (ay) ,"Bu durumda veren, verdiğin sıla olmasına niyyet edemez mi? Bu câiz değil midir?Cevap olarak deriz ki, câiz değildir, Çünkü veren bu hareketiyle muradına ermek istemektedir Nitekim bu yolla Kur'ân okumasını istediği şahsın okuyup okumadığını izler Bir gün okumasa kızar, haram para yiyorsun, der Belki de onu azleder, onun yerine başkasına okutturur Daha az okumasını isteyebilir Filanca hoca daha az okuyor, der Okuyan ise çok çok okumak ister Ve derken aralarında, ücretle çalıştıranla çalışan arasındaki gibi anlaşmazlıklar olabilir Ücretin bundan başka bir anlamı var mıdır?" (ay)Ibn Abidin de benzer şeyler söyledikten sonra :"Örfümüze göre bunun "sıla" değil ücret olacağını, bu icârenin de batıl ve önce geçenlerden hiç kimsenin yapmadığı bir bid'at olduğunu kaydeder(Ibn Âbidîn, Sifâul-‚alîl, s168)Kaldı ki, "sıla" sayılması mümkün değildir Eğer olsaydı, okuyanın okumayı tek taraflı terketmesi câiz olurdu Para verip hatim okumasını isteyen, okunmadığınıbilse, tek kuruş bile vermez Zamanının insanlarını tanımayan cahildir" (Ibn Âbidîn, Raddü'I-muhtâr, VI/56; Sifâ'u /-‚alîl, s I 68, (Ayrıca AName es Şeyh Mustafa Rahmetî de Âlâi'nin Tenvîr-Şerhine yaptığı hasiyede bu manada sözler söyler Vesâya'l-i vel'vâliciyye'de de aynı ifadeler mevcuttur"(ay)derAllâme Ramlî de, bunun "sıla" da her hâlükârda helâl olmaz Nitekim, az önce de denildiği gibi :"Ilimle iştigal eden kimse, çalışması kendisini ilim yapmaktan alıkoyduğu takdirde, tahsili ve ilmî araştırmaları için sılayı alabilirAksi halde, yani "sıla" için tahsil yaparsa, aldığı yine haram olur" (Birgiv,î, Serhi hadîs-i erbain, s 74) Kur'ân'ın ücretle okunmadığı takdirde unutulacağı da kesinlikle bir zaruret sayılamaz Zira ücretsiz okumak da mümkündür Ücret almadan okumak zor oluyor iddiası, sırf bir tenbelligin tezahürüdür
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
SİNN-İ BÜLUĞ(ERGİNLİK YAŞI)

Erginlik yaşı Erkek veya kız çocuğu erginlik çağı ile çocukluktan çıkıp gençlik çağına ayak basmış olur
Erginlik, çocukta fizikî bazı belirtilerin ortaya çıkması ile kendini gösterir Erkek çocuğun ihtilam olması, kız çocuğunun ay başı hali veya gebe kalması gibi halleri bu belirtilerdendir Buna "tabiî büluğ" denir Ergin erkeğe "bâliğ", kadına "bâliğa" denir
Fizyolojik belirtilerde gecikme olursa, erginlik, takdir yoluyla belirlenir İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre erginlik çağının başlangıcı, erkek çocuklarda 12, kız çocuklarında 9 yaş; sonu ise, her iki cins için 15 yaştır
Ebû Hânîfe, erginlik çağının sonunu erkek çocukları için 18, kız çocukları için 17 yaş olarak kabul eder Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Şafiî'ye göre ise fizyolojik belirtiler gecikse de her iki cins 15 yaşına girince hükmen ergin sayılırlar (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Mısır 1327/1909, VII, 172; el-Cezîrî, el-Fıkh alel-Mezâhibil-Erbaa, Kahire 1392, II, 350 vd; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s 125, 126)
Erginlik yaşının erken veya geç oluşunun beden gelişmesi, iklim özellikleri ve sosyal çevre ile yakın ilgisi vardır Meselâ; sıcak iklimlerde çocuklar daha çabuk erginlik çağına ulaşırlar Erginlik çağının alt ve üst sınırlan arasında bulunan çocuğa "mürahık" denir
Akıllı ve ergin olan kimse, mâlî tasarruflar dışında iman, ibadet, ictimâî ve hukukî nizamın bütün vecibelerini yüklenir; namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerle yükümlü olduğu gibi, başkalarının malına veya canına verdiği zararlardan da malen ve bedenen sorumlu olur Ancak malıyla ilgili tasarruflarda bulunabilmesi için erginliğe ek olarak reşid olması da gereklidir
Rüşdle büluğ aynı şey değildir Rüşd; kişinin malını idare edebilecek bir tecrübe ve olgunluğa ulaşmasıdır Bu durum, şahsî eğitim, çevre şartları veya yetenek durumuna göre erginlik çağından önce veya sonra yahut her ikisi birlikte bulunabilir
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Yetimleri nikâh çağına ulaştıklarında deneyin; eğer kendilerinde akılca olgunluk görürseniz, mallarını onlara verin " (en-Nisâ, 4/6) Bu âyete göre, çocuk erginlik yaşına ulaşınca hemen malı kendisine teslim edilmez ve reşid olup olmadığı araştırılır
Ebû Hanîfe'ye göre, kişi erginlik yaşına ulaşınca, sefih ve israfçı bile olsa, üzerinden malî velâyet kalkar ve tasarruf hürriyetine kavuşur Ancak malı bir ihtiyat ve tedbir olarak reşid oluncaya veya 25 yaşını dolduruncaya kadar kendisine teslim edilmez Çoğunluk İslâm hukukçularına göre ise, yaşa bakılmaksızın kişi reşid oluncaya kadar malı kendisine teslim edilmez
Osmanlı devleti döneminde 1288 tarihli bir fermanda, yirmi yaşını doldurmamış kişilerin rüşd davalarının reddedilmesi bildirilmiştir (Ali Haydar, Dürarul-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 989 mad şerhi)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
SİNN-İ İYÂS(KADIN İÇİN HAYIZDAN KESİLME DEVRESİ)

Kadın için çocuk doğurmaktan ve hayızdan kesilme devresi, İyâs kelimesi, ümidi kesilmek, ümidsiz olmak manâsına "E-ye-se" kökündendir
İyâs yaşına gelmiş kadına âyise* denir İyâs yaşına gelmiş bir kadından gelen kan istihaza (hastalık) kanı sayılır Böyle bir kadın, ibadetlerini özür sahibi kimseler gibi yapar
İyâs yaşı konusunda İslâm hukukçuları arasında görüş farklılıkları vardır Buna göre:
Hanefilerden bir kısmı elli yaşı sinni iyâs kabul ederler Bu, Hz Aişe (ranhâ) nın mezhebidir Bazı Hanefi alimleri bu yaşı elli beşile sınırlamışlardır Buhara, Harzem ve Merv uleması bununla fetva vermişlerdir
Bazıları da, "altmış yaştır" demiştir Bu söz, İmam Muhammed'den rivâyet edilmiştir Alimlerin çoğuna göre altmış yaş muteber sayılır (M Mevkûfatî, Mevkûfat Tercemesi, sadeleştiren, A Davudoğlu, I/79-80; Molla Hüsrev, Gurer ve Dürer, terc Arif Erkan, 1/82)
Malikilere göre, kadın elli yaşına gelince, bunun gördüğü kan için ihtisas sahibi kimselere başvurup onların görüşüne göre hareket edilir Bu durum yetmiş yaşına kadar devam eder Yetmiş yaşını aştıktan sonra görülen kan kesinlikle istihaza kanıdır
Şafiîler hayız görme müddetini sonsuz kabul ederler Yâni hayız görme için tayin edilmiş bir müddet yoktur Hayat devam ettikçe devam edebilir Ama genellikle hayız görme yaşı altmış ikidir Bir kadın altmış iki yaşından sonra da kan görürse, hayız görmüş kadın hükmüne girer
Şafiîler bu görüşleriyle diğer İslâm hukukçularından ayrılırlar
Hanbelilerde iyâs müddeti elli sene takdir edilmiştir Bundan sonra gelen kan, kuvvetli de olsa hayız değil, istihazadır (ÖN Bilmem, Büyük İslâm İlmihali, s 68; el-Cezerî, Dört Mezhebe göre İslâm Fıkhı, terc M Keskin, I, 161-166)
İyâs yaşına ulaşan bir kadının âyise olduğuna hükmedebilmek için onun aralıksız altı ay kadar hayız görmemesi lâzımdır Bu hüküm iyâs yaşını elli beş kabul edenlere göredir
Hiç hayız görmeden otuz yaşına giren bir kızın âyise kabul edilebileceği rivâyet edilmiştir
Sahih bir akidle nikahlı olup cinsel yakınlık veya halvetten sonra kocasından talak ile veya fesh ile ayrılan ve ayrılmadan önce iyâs yaşına girmiş bulunan hür kadınların iddet süreleri, ayrılış tarihinden itibaren üç aydır Aynı durumdaki cariyenin iddet süresi ise bir buçuk aydır (ÖN Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, II, 396)
 
Üst Alt