Yirmi Beşinci Söz

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Ve dikkatli bir hakîme, şu lâm'ı hem illet mânâsında, hem zarfiyet mânâsında tutturup şöyle ifham eder ki: Sâni-i Hakîm, işlerine esbâb-ı zâhiriyeyi perde ettiğinden, câzibe-i umumiye nâmında bir kanun-u İlâhîsiyle, sapan taşları gibi, seyyâreleri güneşle bağlamış; ve o câzibe ile muhtelif, fakat muntazam hareketle o seyyâreleri daire-i hikmetinde döndürüyor; ve o câzibeyi tevlid için, güneşin kendi merkezinde hareketini zâhirî bir sebep etmiş. Demek,
b1164.gif
mânâsı,
b1165.gif
-1- yani, kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizâmı için hareket ediyor. Çünkü, hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet câzibeyi zâhiren tevlid eder gibi bir âdet-i İlâhiye, bir kanun-u Rabbânîdir. İşte, şu hakîm, böyle bir hikmeti Kur'ân'ın bir harfinden fehmettiği zaman, "Elhamdülillâh, Kur'ân'dadır hak, hikmet; felsefeyi beş paraya saymam" der.
Ve şâirâne bir fikir ve kalb sahibine şu lâm'dan ve istikrardan şöyle bir mânâ fehmine gelir ki: Güneş nurânî bir ağaçtır, seyyâreler onun müteharrik meyveleri. Ağaçların hilâfına olarak, güneş silkinir, tâ o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse düşüp dağılacaklar. Hem tahayyül edebilir ki, şems meczub bir serzakirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir. Bir risâlede şu mânâya dâir şöyle demiştim:
Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri.
Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntazam meczubları.
• Hem meselâ,
b1166.gif
-2-'da bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tâyin etmemiş, tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünkü, bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cenneti düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rızâ-i İlâhîyi ricâ eder. Bir kısım, rü'yet-i İlâhiyeyi gâye-i emel bilir. Ve hâkezâ, bunun gibi pekçok yerlerde, Kur'ân sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok mânâları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun.
İşte,
b1167.gif
der, neye felâh bulacaklarını tâyin etmiyor. Güyâ o sükûtla der: "Ey Müslümanlar, müjde size! Ey müttakî, sen Cehennemden felâh bulursun. Ey sâlih, sen Cennete felâh bulursun. Ey ârif, sen rızâ-i İlâhîye nâil olursun. Ey âşık, sen rü'yete mazhar olursun." Ve hâkezâ.


1- Müellifin ifadesi; açıklaması hemen peşinde yapılmış.
2- Dünya ve âhirette saadet ve kurtuluşa erenler de onlardır. (Bakara Sûresi: 5.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, Kur'ân, câmiiyet-i lâfzıye cihetiyle, kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan herbirisinin binler misâllerinden yalnız numûne olarak birer misâl getirdik. Âyeti ve kıssâtı bunlara kıyas edersin.
Meselâ,

b1168.gif
-1-
âyeti, o kadar vücûhu var ve o derece merâtibi var ki, bütün tabakât-ı evliyâ, bütün sülûklarında ve mertebelerinde şu âyete ihtiyaçlarını görüp, ondan kendi mertebesine lâyık bir gıdâ-i mânevî, bir taze mânâ almışlar. Çünkü, "Allah" bir ism-i câmi' olduğundan, Esmâ-i Hüsnâ adedince tevhidler, içinde bulunur:

b1169.gif
-2-
ve hâkezâ.

Hem meselâ, kasas-ı Kur'âniyeden kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâm, âdetâ asâ-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi binler faydaları var. O kıssada, hem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı teskin ve teselli, hem küffârı tehdit, hem münâfıkları takbih, hem Yahudîleri tevbih gibi çok makâsıdı, pekçok vücûhu vardır. Onun için, sûrelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksadları ifade ile beraber, yalnız birisi maksûd-u bizzat olur, diğerleri ona tâbi kalırlar.
Eğer desen: "Geçmiş misâllerdeki bütün mânâları nasıl bileceğiz ki, Kur'ân onları irâde etmiş ve işaret ediyor?"
Elcevap: Mâdem Kur'ân bir hutbe-i ezeliyedir, hem muhtelif tabaka tabaka olarak asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benîâdem'e hitâb ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif ifhama göre müteaddit mânâları derc edip irâde edecektir ve irâdesine emâreleri vaz' edecektir.
Evet, İşârâtü'l-İ'câz'da şuradaki mânâlar misillü, kelimât-ı Kur'âniyenin müteaddit mânâlarını ilm-i sarf ve nahvin kaideleriyle ve ilm-i beyân ve fenn-i maânînin düsturlarıyla, fenn-i belâgatın kanunlarıyla ispat edilmiştir. Bununla beraber, ulûm-u Arabiyece sahih ve usûl-ü diniyece hak olmak şartıyla ve fenn-i maânîce makbul ve ilm-i beyânca münâsip ve belâgatça müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihat ve ehl-i tefsir ve ehl-i usûlü'd-din ve ehl-i usûlü'l-fıkhın icmâıyla ve ihtilâflarının şehâdetiyle, Kur'ân'ın mânâlarındandırlar. O mânâlara derecelerine göre birer emâre vaz' etmiştir; ya lâfzıyedir, ya mâneviyedir. O mâneviye ise, ya siyâk veya sibâk-ı kelâmdan veya başka âyetten birer emâre o mânâya işaret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cild olarak muhakkikler tarafından yazılan yüz binler tefsirler, Kur'ân'ın câmiiyet ve hârikıyet-i lâfzıyesine katî bir bürhan-ı bâhirdir. Her ne ise, biz şu sözde herbir mânâya delâlet eden emâreyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek, söz çok uzanır. Onun için kısa kesip, kısmen İşârâtü'l-İ'câz'a havale ederiz.


1- Bil ki Allah'tan başka ilâh yoktur. Kendi günahın için de af dile. (Muhammed Sûresi: 19.)
2- Yani, Ondan başka hiçbir rızık verici yoktur. • Ondan başka hiçbir yaratıcı yoktur. • Ondan başka Rahmân yoktur.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İkinci Lem'a: Mânâsındaki câmiiyet-i hârikadır.
Evet, Kur'ân, bütün müçtehidlerin mehazlarını, bütün âriflerin mezâklarını, bütün vâsılların meşreblerini, bütün kâmillerin mesleklerini, bütün muhakkiklerin mezheblerini, mânâsının hazînesinden ihsan etmekle beraber, dâimâ onlara rehber ve terakkiyâtlarında her vakit onlara mürşid olup, o tükenmez hazînesinden onların yollarına neşr-i envar ettiği, bütün onlarca musaddaktır ve müttefeku'n-aleyhtir.
Üçüncü Lem'a: İlmindeki câmiiyet-i hârikadır.
Evet, Kur'ân, şeriatın müteaddit ve çok ilimlerini, hakikatin mütenevvi' ve kesretli ilimlerini, tarîkatin muhtelif ve hadsiz ilimlerini kendi ilminin denizinden akıttığı gibi; daire-i mümkinâtın hakiki hikmetini ve daire-i vücûbun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i âhiretin maarif-i gâmızasını o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor. Şu lem'aya misâl getirilse, bir cild yazmak lâzım gelir. Öyle ise, yalnız numûne olarak şu yirmi beş adet Sözleri gösteriyoruz. Evet, bütün yirmi beş adet Sözlerin doğru hakikatleri, Kur'ân'ın bahr-i ilminden ancak yirmi beş katredir. O Sözlerde kusur varsa, benim fehm-i kâsırıma âittir.
Dördüncü Lem'a: Mebâhisindeki câmiiyet-i hârikadır.
Evet, insan ve insanın vazifesi, kâinat ve Hâlık-ı Kâinatın, arz ve semâvâtın, dünya ve âhiretin, mâzi ve müstakbelin, ezel ve ebedin mebâhis-i külliyelerini cem' etmekle beraber, nutfeden halk etmek, tâ kabre girinceye kadar; yemek, yatmak âdâbından tut, tâ kazâ ve kader mebhaslarına kadar; altı gün hilkat-i âlemden tut, tâ
b1170.gif
-1- kasemleriyle işaret olunan rüzgârların esmesindeki vazifelerine kadar;
b1171.gif
-2- işârâtıyla, insanın kalbine ve irâdesine müdâhalesinden tut, tâ
b1172.gif
-3-, yani bütün semâvâtı bir kabzasında tutmasına kadar;
b1173.gif
-4- zeminin çiçek ve üzüm ve hurmasından tut,


1- Yemin olsun. meleklere. (Mürselât Sûresi: 1.); Yemin olsun esip savuran rüzgâra. (Zâriyat Sûresi: 1.)
2- Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi isteyemezsiniz. (İnsan Sûresi: 30.) • Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer. (Enfâl Sûresi: 24.)
3- Gökler de Onun kudretiyle dürülmüştür. (Zâriyât Sûresi: 67.)
4- Biz o ölmüş yeryüzünde hurma ve üzüm bahçeleri yarattık. (Yâsin Sûresi: 34.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
b1174.gif
-1- ile ifade ettiği hakikat-i acîbeye kadar; ve semânın
b1175.gif
-2- hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhânla inşikakına ve yıldızlarının düşüp hadsiz fezâda dağılmasına kadar; ve dünyanın imtihan için açılmasından, tâ kapanmasına kadar; ve âhiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzahtan, haşirden, köprüden tut, tâ Cennete, tâ saadet-i ebediyeye kadar; mâzi zamanının vukuâtından, Hazret-i Âdem'in hilkat-i cesedinden, iki oğlunun kavgasından tâ tûfana, tâ kavm-i Firavunun garkına, tâ ekser enbiyânın mühim hâdisâtına kadar; ve
b1176.gif
-3- işaret ettiği hâdise-i ezeliyeden tut, tâ
b1177.gif
-4- ifade ettiği vâkıa-i ebediyeye kadar bütün mebâhis-i esâsiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda beyân eder ki, o beyân, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden ve dünyayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan ve zemin bir bahçe ve semâ misbahlarıyla süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden ve mâzi ve müstakbel bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sayfa hükmünde temâşâ eden ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuûnâtın iki tarafı birleşmiş, ittisâl peydâ etmiş bir sûrette bir zaman-ı hazır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâle yakışır bir tarz-ı beyândır.
Nasıl bir usta, binâ ettiği ve idare ettiği iki hâneden bahseder, programını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar; Kur'ân dahi şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini, tâbir câiz ise programını yazan, gösteren bir Zâtın beyânına yakışır bir tarzdadır. Hiçbir cihetle eser-i tasannu' ve tekellüf görünmüyor. Hiçbir şâibe-i taklid veya başkasının hesâbına ve onun yerinde kendini farz edip konuşmuş gibi bir hud'anın emâresi olmadığı gibi; bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulûsiyle sâfî, berrak, parlak beyânı, nasıl gündüzün ziyâsı "Güneşten geldim" der, Kur'ân dahi "Ben Hâlık-ı âlemin beyânıyım ve kelâmıyım" der.
Evet, şu dünyayı antika san'atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san'atperverâne ve nimetperverâne, şu derece san'atının acîbeleriyle, şu derece kıymettar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravârî tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni', bir Mün'im'den başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhâne, bir mescid, bir temâşâgâh-ı san'at-ı İlâhiyeye çeviren Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sahip çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziyâ, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşf edip âlemi ışıklandıran beyân-ı Kur'ân, Şems-i Ezelîden başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki, ona nazîre getirsin, onun taklidini yapsın?


1- Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. (Zilzâl Sûresi: 1.)
2- Sonra İlâhî irâdesini, buhar halindeki dünya semâsına yöneltti. (Fussilet Sûresi: 11.)
3- Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (A'râf Sûresi: 172.)
4- Yüzler var, o gün ışıl ışıldır, Rabbine bakar. (Kıyâmet Sûresi: 22-23.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Elhak, bu dünyayı san'atlarıyla zînetlendiren bir san'atkârın, san'atını istihsan eden insanla konuşmaması muhâldir. Mâdem ki yapar ve bilir; elbette konuşur. Mâdem konuşur; elbette konuşmasına yakışan, Kur'ân'dır. Bir çiçeğin tanziminden lâkayd kalmayan bir Mâlikü'l-Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayd kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi?
Beşinci Lem'a: Kur'ân'ın üslup ve îcâzındaki câmiiyet-i hârikadır.
Bunda Beş Işık var.
BİRİNCİ IŞIK: üslup-u Kur'ân'ın o kadar acîb bir cemiyeti var ki, birtek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhît-i Kur'ânîyi içine alır; birtek âyet, o sûrenin hazînesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur'ân'dır. İşte şu, i'câzkârâne îcâzdan büyük bir lûtf-u irşâddır ve güzel bir teshîldir. Çünkü herkes, her vakit Kur'ân'a muhtaç olduğu halde, ya gabâvetinden veya başka esbâba binâen, her vakit bütün Kur'ân'ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur'ân'dan mahrum kalmamak için, herbir sûre, birer küçük Kur'ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ, Kur'ân Fâtiha'da, Fâtiha dahi Besmele'de münderîc olduğuna, ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate bürhan ise, ehl-i tahkikin icmâıdır.
İKİNCİ IŞIK: Âyât-ı Kur'âniye, emir ve nehiy, vaad ve vaîd, terğib ve terhib, zecr ve irşâd, kasas ve emsâl, ahkâm ve maarif-i İlâhiye ve ulûm-u kevniye ve kavânîn ve şerâit-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimâiye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı mâneviye ve hayat-ı uhreviye gibi umum tabakât-ı kelâmiye ve maarif-i hakikiye ve hâcât-ı beşeriyeye delâlâtıyla, işârâtıyla câmi' olmakla beraber,
b1178.gif
yani, "İstediğin herşey için, Kur'ân'dan her ne istersen al" ifade ettiği mânâ o derece doğruluğuyla makbul olmuş ki, ehl-i hakikat mâbeyninde durûb-u emsâl sırasına geçmiştir. Âyât-ı Kur'âniyede öyle bir câmiiyet var ki, her derde devâ, her hâcete gıdâ olabilir. Evet, öyle olmak lâzım gelir. Çünkü dâimâ terakkiyâtta kat-ı merâtib eden bütün tabakât-ı ehl-i kemâlin rehber-i mutlakı elbette şu hâsiyete mâlik olması elzemdir.
ÜÇÜNCÜ IŞIK: Kur'ân'ın i'câzkârâne îcâzıdır. Kâh olur ki uzun bir silsilenin iki tarafını öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir. Hem, kâh olur ki bir kelimenin içine sarîhan, işareten, remzen, îmâen bir dâvânın çok bürhanlarını derc eder.
Meselâ,

b1179.gif
-1-
'de, âyât ve delâil-i Vahdâniyet silsilesini teşkil eden silsile-i hilkat-i kâinatın mebde' ve müntehâsını zikir ile, o ikinci silsileyi gösterir; birinci silsileyi okutturuyor.



1- Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir. (Rum Sûresi: 22.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Evet, bir Sâni-i Hakîme şehâdet eden sahâif-i âlemin birinci derecesi, semâvât ve arzın asl-ı hilkatleridir; sonra gökleri yıldızlarıyla tezyin ile zeminin zîhayatlarla şenlendirilmesi, sonra güneş ve ayın teshîriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilâf ve deverânı içindeki silsile-i şuûnâttır. Daha gele gele tâ kesretin en ziyâde intişâr ettiği mahâl olan sîmâların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar; mâdem ki, en ziyâde intizamdan uzak ve tesadüfün karışmasına mâruz olan ferdlerin sîmâlarındaki teşahhusâtta hayret verici bir intizam-ı hakîmâne bulunsa, üzerinde gayet san'atkâr bir Hakîmin kalemi işlediği gösterilse, elbette intizamları zâhir olan sâir sayfalar kendi kendine anlaşılır; Nakkaşını gösterir. Hem mâdem, koca semâvât ve arzın asl-ı hilkatinde eser-i san'at ve hikmet görünüyor; elbette kâinat sarayının binâsında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin sâir eczâlarında eser-i san'atı, nakş-ı hikmeti pekçok zâhirdir. İşte şu âyet, hafîyi izhâr, zâhirîyi ihfâ ederek, gayet güzel bir îcâz yapmış.
Elhak
b1180.gif
-1-'den tut, tâ
b1181.gif
-2-'e kadar altı defa
b1182.gif
-3- ile başlayan silsile-i berâhin, bir silsile-i cevâhirdir, bir silsile-i nurdur, bir silsile-i i'câzdır, bir silsile-i îcâz-ı i'câzîdir. Kalb istiyor ki, şu defînelerde gizli olan elmasları göstereyim; fakat, ne yapayım makam kaldırmıyor. Başka vakte ta'lik edip, o kapıyı şimdi açmıyorum.
Hem meselâ,
b1183.gif
-4-
b1184.gif
-5- kelâmıyla
b1185.gif
-6- kelimesi ortalarında şunlar var:


1- Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah'ı tesbih edin. (Rum Sûresi: 17.)
2- Göklerde ve yerde tecellî eden en yüce sıfatlar Onundur. Onun kudreti her şeye gâliptir; O her şeyi hikmetle yapar. (Rum Sûresi: 27.)
3- Onun âyetlerindendir. • Onun âyetlerindendir. (Rum Sûresi: 20, 21, 22, 23, 24, 25.)
4- ... beni zindana gönderin. • Ey Yûsuf, ey doğru sözlü kişi. (Yûsuf Sûresi: 45-46.)
5- Beni gönderin. (Yûsuf Sûresi: 45.)
6- Ey Yûsuf (Yûsuf Sûresi: 46.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
b1186.gif
-1-
Demek beş cümleyi bir cümlede icmâl edip îcâz ettiği halde vuzuhu ihlâl etmemiş, fehmi işkâl etmemiş.
Hem meselâ,
b1187.gif
-2- İnsan-ı âsi, "Çürümüş kemikleri kim diriltecek" diye, meydan okur gibi inkârına karşı, Kur'ân der: "Kim bidâyeten yaratmış ise, o diriltecek. O yaratan Zât ise herbir şeyi herbir keyfiyette bilir. Hem, size yeşil ağaçtan ateş çıkaran bir Zât, çürümüş kemiğe hayat verebilir. İşte şu kelâm, diriltmek dâvâsına müteaddit cihetlerle bakar, ispat eder.
• Evvelâ, insana karşı ettiği silsile-i ihsanâtı şu kelâmıyla başlar, tahrik eder, hatıra getirir, başka âyetlerde tafsil ettiği için kısa keser, akla havale eder. Yani, "Size ağaçtan meyveyi ve ateşi ve ottan erzakı ve hubûbu ve topraktan hubûbâtı ve nebâtâtı verdiği gibi, zemini size hoş-herbir erzakınız içinde konulmuş-bir beşik ve âlemi güzel ve bütün levâzımâtınız içinde bulunur bir saray yapan bir Zâttan kaçıp, başıboş kalıp, ademe gidip, saklanılmaz; vazifesiz olup, kabre girip, uyandırılmamak üzere rahat yatamazsınız."
• Sonra, o dâvânın bir deliline işaret eder,
b1188.gif
-3- kelimesiyle remzen der: "Ey haşri inkâr eden adam! Ağaçlara bak; kışta ölmüş, kemikler gibi hadsiz ağaçları baharda dirilten, yeşillendiren, hattâ herbir ağaçta yaprak ve çiçek ve meyve cihetiyle üç haşrin numûnelerini gösteren bir Zâta karşı inkâr ile, istib'âd ile kudretine meydan okunmaz."
• Sonra, bir delile daha işaret eder, der: "Size ağaç gibi kesif, sakîl, karanlıklı bir maddeden ateş gibi latîf, hafif, nurânî bir maddeyi çıkaran bir Zâttan, odun gibi kemiklere ateş gibi bir hayat ve nur gibi bir şuur vermeyi nasıl istib'âd ediyorsunuz?"
• Sonra, bir delile daha tasrih eder, der ki: "Bedevîler için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın, yeşil iken iki dalı birbirine sürüldüğü vakit ateşi yaratan ve rutûbetiyle yeşil ve hararetiyle kuru gibi iki zıd tabiatı cem' edip, onu buna menşe' etmekle, herbir şey, hattâ anâsır-ı asliye ve tabâyî-i esâsiye Onun emrine bakar, Onun kuvvetiyle hareket eder. Hiçbirisi, başıboş olup tabiatıyla hareket etmediğini gösteren bir Zâttan, topraktan yapılan ve sonra toprağa dönen insanı topraktan yeniden çıkarması istib'âd edilmez, isyan ile Ona meydan okunmaz."
• Sonra, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın şecere-i meşhuresini hatıra getirmekle (şu dâvâ-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Mûsâ Aleyhisselâmın dahi dâvâsıdır) enbiyânın ittifakına hafî bir îmâ edip, şu kelimenin îcâzına bir letâfet daha katar.


1- Beni gönderin Yûsuf'a, tâ ki ondan rüyâyı tâbir etmesini isteyeyim. Onlar da onu gönderdiler. O, zindana gitti ve "Ey Yûsuf!" dedi.
2- Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ateş çıkarır. (Yâsin Sûresi: 80.)
3- Yem yeşil ağaç. (Yâsin Sûresi: 80.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
DÖRDÜNCÜ IŞIK: Îcâz-ı Kur'ânî o derece câmi' ve hârıktır; dikkat edilse görünüyor ki, bâzan bir denizi bir ibrikte gösteriyor gibi pek geniş ve çok uzun ve küllî düsturları ve umumi kanunları, basit ve âmî fehimlere merhameten basit bir cüz'üyle, hususi bir hâdise ile gösteriyor. Binler misâllerinden yalnız iki misâline işaret ederiz.
• Birinci misâl: Yirminci Sözün Birinci Makamında tafsîlen beyân olunan üç âyettir ki, şahs-ı Âdem'e tâlim-i esmâ ünvânıyla, nev-i benîâdem'e ilham olunan bütün ulûm ve fünûnun tâlimini ifade eder. Ve Âdem'e melâikenin secde etmesi ve şeytanın etmemesi hâdisesiyle, nev-i insana semekten meleğe kadar ekser mevcudât musahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır mahlûkatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor.
Hem, kavm-i Mûsâ (a.s.), bir bakarayı, bir ineği kesmekle Mısır bakarperestliğinden alınan ve "icl" hâdisesinde tesirini gösteren bir bakarperestlik mefkûresinin Mûsâ Aleyhisselâmın bıçağıyla kesildiğini ifade ediyor.
Hem taştan su çıkması, çay akması ve dağılıp yuvarlanması ünvânıyla tabaka-i türâbiye altında olan taş tabakası, su damarlarına hazînedarlık ve toprağa analık ettiğini ifade ediyor.
• İkinci misâl: Kur'ân'da çok tekrar edilen kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâmın cümleleri ve cüz'leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz'ü bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor.
Meselâ,
b1189.gif
-1- Firavun vezirine emreder ki, "Bana yüksek bir kule yap; semâvâtın halini rasat edip bakacağım: Semânın gidişâtından, acaba Mûsâ'nın (a.s.) dâvâ ettiği gibi semâda tasarruf eden bir İlâh var mıdır?" İşte,
b1190.gif
-2- kelimesiyle ve şu cüz'î hâdiseyle, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlıkı tanımadığından tabiatperest olup rubûbiyet dâvâ eden ve âsâr-ı ceberûtlarını göstermekle ibkâ-i nâm eden, şöhretperest olup dağ-misâl meşhur ehramları binâ eden ve sihir ve tenâsuha kâil olup cenazelerini mumya edip dağ misillü mezarlarda muhâfaza eden Mısır Firavunlarının ananesinde hükümfermâ bir düstur-u acîbi ifade eder.
Meselâ,
b1191.gif
-3- gark olan Firavun'a der: "Bugün senin gark olan cesedine necât vereceğim" ünvânıyla, umum Firavunların tenâsuh fikrine binâen cenazelerini mumyalamakla mâziden alıp müstakbeldeki ensâl-i âtiyenin temâşâgâhına göndermek olan mevtâlûd, ibretnümâ bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sâhile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sâhiline atılacağını, mu'cizâne bir işaret-i gaybiye ifade eder.


1- Ey Hâmân, bana bir kule yap! (Mü'min Sûresi: 36.)
2- Kule.
3- Bugün senin cesedini kurtaracağız. (Yûnus Sûresi: 92.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Meselâ,
b1192.gif
-1- Benî İsrâil'in oğullarının kesilip, kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir Firavun zamanında yapılan bir hâdise ünvânıyla, Yahudî milletinin ekser memleketlerde her asırda mâruz olduğu müteaddit katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefîhânede oynadıkları rolü ifade eder.

b1193.gif
-2-
Yahudîlere müteveccih şu iki hükm-ü Kur'ânî, o milletin hayat-ı içtimâiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumiyi tazammun eder ki: Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa'y ü ameli, sermâye ile mübâreze ettirip, fukarâyı zenginlerle çarpıştıran muzaaf ribâ yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud'a ile cem-i mâl eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve dâimâ zulmünü gördükleri hükümetlerden ve gâliplerden intikamlarını almak için her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.
Meselâ,
b1194.gif
-3- "Eğer doğru iseniz, mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksiniz." İşte meclis-i Nebevîde küçük bir cemaatin cüz'î bir hâdise ünvânıyla, milel-i insaniye içinde hırs-ı hayat ve havf-ı memâtla en meşhur olan millet-i Yehûdun tâ kıyâmete kadar lisân-ı halleri, mevti istemeyeceğini ve hayat hırsını bırakmayacağını ifade eder.


1- Kızlarınızı sağ bırakıp yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlardı. (Bakara Sûresi: 49.)
2- Sen Yahudîleri, hayata karşı insanların en hırslısı olarak bulursun. (Bakara Sûresi: 96.)
Onların çoğunun günaha, zulme ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Ne kötü bir şeydir o yaptıkları! (Mâide Sûresi: 62.)
Onlar yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez. (Mâide Sûresi: 64.)
İsrâiloğullarına Tevrat'ta şöyle bildirdik: "Siz yeryüzünde iki kere fesad çıkaracaksınız. (İsrâ Sûresi: 4.)
Bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin. (Bakara Sûresi: 60; A'râf Sûresi: 7.)
3- (Bakara Sûresi: 94.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Meselâ
b424.gif
-1- , şu ünvanla o milletin mukadderât-ı istikbâliyesini umumi bir sûrette ifade eder. İşte şu milletin seciyelerinde ve mukadderâtında münderîc olan şöyle müthiş desâtir içindir ki, Kur'ân, onlara karşı pek şiddetli davranıyor. Dehşetli sille-i te'dib vuruyor.

İşte şu misâllerden kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâm ve benî İsrâil'in sâir cüz'lerini ve sâir kıssalarını bu kıssaya kıyas et. Şimdi, şu Dördüncü Işıktaki i'câzî lem'a-i îcâz gibi Kur'ân'ın basit kelimâtlarının ve cüz'î mebhaslarının arkalarında pekçok lemeât-ı i'câziye vardır; ârife işaret yeter.

BEŞİNCİ IŞIK: Kur'ân'ın makâsıd ve mesâil, maânî ve esâlîb ve letâif ve mehâsin cihetiyle câmiiyet-i hârikasıdır.

Evet, Kur'ânı Mu'cizü'l-Beyânın sûrelerine ve âyetlerine ve hususan sûrelerin fâtihalarına; âyetlerin mebde' ve makta'larına dikkat edilse, görünüyor ki, belâgatların bütün envaını, fezâil-i kelâmiyenin bütün aksâmını, ulvî üslupların bütün esnâfını, mehâsin-i ahlâkiyenin bütün efrâdını, ulûm-u kevniyenin bütün fezlekelerini, maarif-i İlâhiyenin bütün fihristelerini, hayat-ı şahsiye ve içtimâiye-i beşeriyenin bütün nâfi düsturlarını ve hikmet-i âliye-i kâinatın bütün nurânî kanunlarını cem' etmekle beraber, hiçbir müşevveşiyet eseri görünmüyor. Elhak, o kadar ecnâs-ı muhtelifeyi bir yerde toplayıp bir münâkaşa, bir karışık çıkmamak, kahhâr bir nizâm-ı i'câzînin işi olabilir.

Elhak, bütün bu câmiiyet içinde şu intizam ile beraber geçmiş yirmi dört Sözlerde izah ve ispat edildiği gibi, cehl-i mürekkebin menşei olan âdiyât perdelerini keskin beyânâtıyla yırtmak, âdet perdeleri altında gizli olan hârikulâdeleri çıkarıp göstermek ve dalâletin menbaı olan tabiat tâğutunu, bürhanın elmas kılıncıyla parçalamak ve gaflet uykusunun kalın tabakalarını ra'd-misâl sayhalarıyla dağıtmak ve felsefe-i beşeriyeyi ve hikmet-i insaniyeyi âciz bırakan kâinatın tılsım-ı muğlâkını ve hilkat-i âlemin muammâ-i acîbesini feth ve keşf etmek, elbette hakikatbîn ve gaybâşinâ ve hidâyetbahş ve haknümâ olan Kur'ân gibi bir mu'cizekârın hârikulâde işleridir.

Evet, Kur'ân'ın âyetlerine insaf ile dikkat edilse görünüyor ki, sâir kitaplar gibi bir iki maksadı tâkip eden tedricî bir fikrin silsilesine benzemiyor; belki, def'î ve âni bir tavrı var ve ilkâ olunuyor bir gidişâtı var ve beraber gelen herbir tâifesi müstakil olarak uzak bir yerden ve gayet ciddî ve ehemmiyetli bir muhâberenin tek tek, kısa kısa bir sûrette geldiğinin nişanı var. Evet, kâinatın Hâlıkından başka kim var ki, bu derece kâinat ve Hâlık-ı kâinatla ciddî alâkadar bir muhâbereyi yapabilsin, hadsiz derece haddinden çıkıp Hâlık-ı Zülcelâli kendi keyfiyle söyleştirsin, kâinatı doğru olarak konuştursun.

Evet, Kur'ân'da Kâinat Sâniinin pek ciddî ve hakiki ve ulvî ve hak olarak konuşması ve konuşturması görünüyor; taklidi îmâ edecek hiçbir emâre bulunmuyor. O söyler ve söylettirir. Farz-ı muhâl olarak, Müseylime gibi hadsiz derece haddinden çıkıp taklidkârâne o izzet ve ceberût sahibi olan Hâlık-ı Zülcelâlini kendi fikriyle konuşturup ve kâinatı onunla konuştursa, elbette binler taklid emâreleri ve binler sahtekârlık alâmetleri bulunacaktır. Çünkü, en pest bir halinde, en yüksek tavrı takınanların her hâleti taklidçiliğini gösterir. İşte şu hakikati kasem ile ilân eden,

b425.gif
-2-
'ya bak, dikkat et.


1- Onların üzerine bir zillet ve yoksulluk damgası vuruldu. (Bakara Sûresi: 61.)
2- Kayan yıldıza yemin olsun • ki, Peygamberiniz ne şaştı, ne de bâtıla inandı. • O kendi keyfine göre de konuşmaz. • O ancak kendisine vahyolunanı söyler. (Necm Sûresi: 1-4.)
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt