Yirmi Beşinci Söz

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
ÜÇÜNCÜ ŞUA

Kur'ânı Mu'cizü'l-Beyânın ihbarât-ı gaybiyesi ve her asırda şebâbiyetini muhafaza etmesi ve her tabaka insana muvâfık gelmesiyle hâsıl olan i'câzdır.

Şu Şuâ-ın Üç Cilvesi var.
BİRİNCİ CİLVE: İhbarât-ı gaybiyesidir. Şu cilvenin Üç Şavkı var.

BİRİNCİ ŞAVK: Mâziye âit ihbarât-ı gaybiyesidir.

Evet, Kur'ân-ı Hakîm, bilittifak ümmî ve emîn bir zâtın lisâniyle zaman-ı Âdem'den tâ Asr-ı Saadete kadar, enbiyâların mühim hâlâtını ve ehemmiyetli vukuâtını öyle bir tarzda zikrediyor ki, Tevrat ve İncil gibi kitapların tasdiki altında gayet kuvvet ve ciddiyetle ihbar ediyor. Kütüb-ü sâlifenin ittifak ettikleri noktalarda muvâfakat etmiştir. İhtilâf ettikleri bahislerde, musahhihâne hakikat-i vâkıayı faslediyor. Demek, Kur'ân'ın nazar-ı gaybbînîsi, o kütüb-ü sâlifenin umumunun fevkınde, ahvâl-i mâziyeyi görüyor ki, ittifakî meselelerde musaddıkâne onları tezkiye ediyor, ihtilâfî meselelerde musahhihâne onlara faysâl oluyor. Halbuki, Kur'ân'ın vukuât ve ahvâl-i mâziyeye dâir ihbarâtı aklî bir iş değil ki, akıl ile ihbar edilsin; belki, semâa mütevakkıf nakildir. Nakil ise, kıraat ve kitâbet ehline mahsustur. Dost ve düşmanın ittifakıyla, kıraatsiz, kitâbetsiz, emânetle mâruf, ümmî lâkabıyla mevsuf bir zâta nüzûl ediyor.

Hem o ahvâl-i mâziyeyi öyle bir sûrette ihbar eder ki, bütün o ahvâli görür gibi bahseder. Çünkü, uzun bir hâdisenin ukde-i hayatiyesini ve ruhunu alır, maksadına mukaddeme yapar. Demek, Kur'ân'daki fezlekeler, hulâsalar gösteriyor ki, bu hulâsa ve fezlekeyi gösteren, bütün mâziyi bütün ahvâli ile görüyor. Zîrâ, bir zâtın bir fende veya bir san'atta mütehassıs olduğu, hulâsalı bir sözle, fezlekeli bir san'atçıkla, o şahısların maharet ve melekelerini gösterdiği gibi; Kur'ân'da zikrolunan vukuâtın hulâsaları ve ruhları gösteriyor ki, onları söyleyen, bütün vukuâtı ihâta etmiş, görüyor (tâbir câiz ise) bir maharet-i fevkalâde ile ihbar ediyor.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İKİNCİ ŞAVK: İstikbâle âit ihbarât-ı gaybiyesidir.
Şu kısım ihbarâtın çok envaı var. Birinci kısım hususidir, bir kısım ehl-i keşif ve velâyete mahsustur. Meselâ Muhyiddin-i Arabî,
b426.gif
-1- sûresinde pekçok ihbarât-ı gaybiyeyi bulmuştur. İmâm-ı Rabbânî, sûrelerin başındaki mukattaât-ı huruf ile çok muâmelât-ı gaybiyenin işaretlerini ve ihbarâtını görmüştür ve hâkezâ. Ulemâ-i bâtın için Kur'ân, baştan başa ihbarât-ı gaybiye nevindendir. Biz ise, umuma âit olacak bir kısmına işaret edeceğiz. Bunun da pekçok tabakâtı var; yalnız bir tabakadan bahsedeceğiz.
İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma der: Haşiye
b427.gif

b428.gif

b429.gif

b430.gif

b431.gif

b432.gif

b433.gif

-2-


gibi çok âyâtın ifade ettiği ihbarât-ı gaybiyedir ki, aynen doğru olarak çıkmıştır.



Haşiye: Bu gaybdan haber veren âyetler pek çok tefsirlerde izah edilmesinden ve eski harfle tâb etmek niyeti müellifine verdiği acelelik hatâsından, burada izahsız ve o kıymettar hazîneler kapalı kaldılar.



1- Elif lâm mim. • Rumlar mağlûp düştüler. (Rum Sûresi: 1-2.)
2- Sabret, şüphesiz Allah'ın vaadi haktır. (Rum Sûresi: 60; Mü'min Sûresi: 55, 77.)
İnşaallah hepiniz emniyet içinde ve saçlarınızı tıraş etmiş veya kısaltmış olarak Mescid-i Harâma gireceksiniz. (Fetih Sûresi: 27.) Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resûlünü hidâyet ve hak din ile gönderen Odur.(Fetih Sûresi: 28.)
Fakat bu mağlûbiyetlerinden sonra, birkaç yıl içinde gâlip geleceklerdir. Hüküm Allah'ındır. (Rum Sûresi: 3-4.)
Yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler: • Hanginiz cinnete uğramış? (Kalem Sûresi: 5-6.)
Yoksa onlar "O bir şâirdir; biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz" mu diyorlar? • Sen "Bekleye durun," de. "Ben de sizinle bekliyorum." (Tûr Sûresi: 30-31.) Allah seni insanlardan korur. (Mâide Sûresi: 67.)
Eğer bunu yapamazsanız - ki aslâ yapamayacaksınız. (Bakara Sûresi: 24.) Ölümü aslâ isteyemezler. (Cum'a Sûresi: 7.)
Onlara gerek içinde yaşadıkları âlemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz-tâ ki Kur'ân'ın hak olduğu onlara iyice açıklanmış olsun. (Fussilet Sûresi: 53.)
De ki: And olsun, eğer bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler. (İsrâ Sûresi: 88.)
Allah öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler; Allah yolunda cihad ederler ve dil uzatanların kınamasından da korkmazlar. (Mâide Sûresi: 54.) De ki: Hamd Allah'a mahsustur; O size delillerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız. (Neml Sûresi: 93.)
De ki: O Rahmân'dır; Ona inandık ve Ona güvendik. Kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu yakında bileceksiniz. (Mülk Sûresi: 29.)
Sizden İmân edip güzel işler yapanlara Allah vaad etmiştir ki, kendilerinden önceki müminleri nasıl kâfirlerin yerine getirdiyse, onları da şimdiki kâfirlerin yerine, yeryüzünde hâkim kılacak, onlar için râzı olduğu İslâm dinini onların kalplerinde sağlamlaştıracak ve korkularını emniyete çevirecektir. (Nur Sûresi: 55.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte pekçok îtirâzât ve tenkidâta mâruz ve en küçük bir hatâsından dolayı dâvâsını kaybedecek bir zâtın lisânından böyle tereddütsüz, kemâl-i ciddiyet ve emniyetle ve kuvvetli bir vüsûku ihsâs eden bir tarzda, böyle ihbarât-ı gaybiye katiyen gösterir ki, o zât, Üstad-ı Ezelîsinden ders alıyor, sonra söylüyor.
ÜÇÜNCÜ ŞAVK: Hakâik-ı İlâhiyeye ve hakâik-ı kevniyeye ve umûr-u uhreviyeye dâir ihbarât-ı gaybiyesidir.
Evet, Kur'ân'ın hakâik-ı İlâhiyeye dâir beyânâtı ve tılsım-ı kâinatı feth edip ve hilkat-i âlemin muammâsını açan beyânât-ı kevniyesi, ihbarât-ı gaybiyenin en mühimmidir. Çünkü, o hakâik-ı gaybiyeyi, hadsiz dalâlet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhî hükemâları o mesâilin en küçüğüne akıllarıyla yetişmediği mâlûmdur. Hem, Kur'ân, gösterdiği o hakâik-ı İlâhiye ve o hakâik-ı kevniyeyi beyândan sonra ve safâ-i kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyâtından ve aklın tekemmülünden sonra, beşerin ukûlü, "Sadakte" deyip o hakâikı kabul eder. Kur'ân'a, "Barekallah" der. Bu kısmın kısmen On Birinci Sözde izah ve ispatı geçmiştir, tekrara hâcet kalmamıştır. Ammâ ahvâl-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor, göremiyor; fakat, Kur'ân'ın gösterdiği yollar ile onları görmek derecesinde ispat ediyor. Onuncu Sözde, Kur'ân'ın şu ihbarât-ı gaybiyesi ne derece doğru ve hak olduğu izah ve ispat edilmiştir; ona mürâcaat et.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İkinci Cilve: Kur'ân'ın şebâbetidir; her asırda taze nâzil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhâfaza ediyor. Evet, Kur'ân, bir hutbe-i ezeliye olarak umum asırlardaki umum tabakât-ı beşeriyeye birden hitâb ettiği için, öyle dâimî bir şebâbeti bulunmak lâzımdır. Hem de, öyle görülmüş ve görünüyor. Hattâ, efkârca muhtelif ve istidadca mütebâyin asırlardan her asra göre, güyâ o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir.
Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat, Kur'ân'ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve râsihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyâde kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyâde kendine güvenen ve Kur'ân'ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kur'ân'ın
b434.gif
hitâb-ı mürşidânesine o kadar muhtaçtır ki, güyâ o hitâb, doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve
b435.gif
-1- lâfzı,
b436.gif

-2- mânâsını dahi tazammun eder. Bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebâbetiyle,
b437.gif
-3- sayhasını âlemin aktârına savuruyor.


1- Ey ehl-i kitap! (âl-i İmrân Sûresi: 64, 65, 70, 71, 98, 99; Nisâ Sûresi: 171; Mâide Sûresi: 15, 19; v.d.)
2- Ey mektepliler!
3- De ki: Ey kitap ehli olan Hıristiyanlar ve Yahudîler! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin. (âl-i İmrân Sûresi: 64.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Meselâ şahıslar, cemaatler, muârazasından âciz kaldıkları Kur'ân'a karşı, bütün nev-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hâzıra, Kur'ân'a karşı muâraza vaziyetini almıştır. İ'câz-ı Kur'ân'a karşı sihirleriyle muâraza ediyor. Şimdi, şu müthiş yeni muârazacıya karşı, i'câz-ı Kur'ân'ı,
b438.gif
-1- âyetinin dâvâsını ispat etmek için, medeniyetin muâraza sûretiyle vaz' ettiği esâsâtı ve desâtirini esâsât-ı Kur'âniye ile karşılaştıracağız.
Birinci derecede: Birinci Sözden tâ Yirmi Beşinci Söze kadar olan muvâzeneler ve mîzanlar ve o Sözlerin hakikatleri ve başları olan âyetler, iki kere iki dört eder derecesinde medeniyete karşı Kur'ân'ın i'câzını ve galebesini ispat eder.
İkinci derecede: On İkinci Sözde ispat edildiği gibi, bir kısım düsturlarını hulâsa etmektir.
İşte, medeniyet-i hâzıra, felsefesiyle hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede nokta-i istinâdı kuvvet kabul eder. Hedefi menfaat bilir. Düstur-u hayatı cidâl tanır. Cemaatlerin râbıtasını unsuriyet ve menfî milliyet bilir. Gâyesi hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bâzı lehviyâttır.
Halbuki, kuvvetin şe'ni, tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe'ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte, şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehâsiniyle beraber, beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi sûrî saadet verip, seksenini rahatsızlığa, sefâlete atmıştır.
Ammâ hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinâdı kuvvet yerine hak'kı kabul eder. Gâyede, menfaat yerine fazîlet ve rızâ-i İlâhî'yi kabul eder. Hayatta, düstur-u cidâl yerine düstur-u teâvün'ü esas tutar. Cemaatlerin râbıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî kabul eder. Gâyâtı, hevesât-ı nefsâniyenin nâmeşrû tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyât-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir. Hakkın şe'ni ise, ittifaktır. Fazîletin şe'ni, tesânüddür. Teâvünün şe'ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe'ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefs-i emmâreyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni, saadet-i dâreyndir.
İşte, medeniyet-i hâzıra, edyân-ı sâbıka-i semâviyeden, bâhusus Kur'ân'ın irşâdâtından aldığı mehâsinle beraber, Kur'ân'a karşı, böyle hakikat nazarında mağlûp düşmüştür.
Üçüncü derece: Binler mesâilinden, yalnız numûne olarak üç dört meseleyi göstereceğiz.
Evet, Kur'ân'ın düsturları, kanunları ezelden geldiğinden, ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir; dâimâ gençtir, kuvvetlidir.
Meselâ, medeniyetin bütün cem'iyât-ı hayriyeleri ile, bütün cebbârâne şedid inzibat ve nizâmâtlarıyla, bütün ahlâkî terbiyegâhlarıyla, Kur'ân-ı Hakîmin iki meselesine karşı muâraza edemeyip mağlûp düşmüşlerdir.


1- De ki: And olsun, insanlar ve cinler bir araya toplansalar. (İsrâ Sûresi: 88.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Meselâ,
b439.gif
-1-
Kur'ân'ın bu galebe-i i'câzkârânesini bir Mukaddeme ile beyân edeceğiz. Şöyle ki:

• İşârâtü'l-İ'câz'da ispat edildiği gibi, bütün ihtilâlât-ı beşeriyenin mâdeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir.
Birinci Kelime: "Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse, bana ne."
İkinci Kelime: "Sen çalış, ben yiyeyim."
Evet, hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede havâs ve avâm, yani zenginler ve fakirler, muvâzeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvâzenenin esâsı ise, havâs tabakasında merhamet ve şefkat; aşağısında, hürmet ve itaattir. Şimdi, birinci kelime havâs tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir; ikinci kelime avâmı kine, hasede, mübârezeye sevk edip, rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selb ettiği gibi; şu asırda, sa'y, sermâye ile mübâreze neticesi, herkesçe mâlûm olan Avrupa hâdisât-ı azîmesi meydana geldi.
İşte, medeniyet, bütün cemiyât-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedid inzibat ve nizâmâtıyla, beşerin o iki tabakasını musâlâha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedâvi edememiştir. Kur'ân, birinci kelimeyi esâsından vücûb-u zekât ile kal' eder, tedâvi eder; ikinci kelimenin esâsını hurmet-i ribâ ile kal' edip, tedâvi eder. Evet, âyet-i Kur'âniye, âlem kapısında durup, ribâya "Yasaktır!" der. "Kavga kapısını kapamak için, ribâ kapısını kapayınız!" diyerek, insanlara ferman eder. Şâkirdlerine, "Girmeyiniz!" emreder.
• İkinci esas: Medeniyet, taaddüd-ü ezvâcı kabul etmiyor. Kur'ân'ın o hükmünü, kendine muhâlif-i hikmet ve maslahat-ı beşeriyeye münâfi telâkkî eder.
Evet, eğer izdivaçtaki hikmet, yalnız kazâ-i şehvet olsa, taaddüd bilakis olmalı. Halbuki, hattâ bütün hayvanâtın şehâdetiyle ve izdivaç eden nebâtâtın tasdikiyle sabittir ki, izdivâcın hikmeti ve gâyesi, tenâsüldür. Kazâ-i şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz'iyedir. Mâdem, hikmeten, hakikaten, izdivaç nesil içindir, nevin bekâsı içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde kâbil ve ayın yalnız yarısında kâbil-i telâkkuh olan ve elli senede ye'se düşen bir kadın, ekserî vakitte, tâ yüz seneye kadar kâbil-i telkıh bir erkeğe kâfi gelmediğinden, medeniyet pekçok fâhişehâneleri kabul etmeye mecburdur.
• Üçüncü esas: Muhâkemesiz medeniyet, Kur'ân kadına sülüs verdiği için âyeti tenkid eder. Halbuki, hayat-ı içtimâiyede ekser ahkâm, ekseriyet itibâriyle olduğundan; ekseriyet itibâriyle bir kadın kendini himâye edecek birisini bulur, erkek ise ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesâi etmeye mecbur olur.


1- Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. (Bakara Sûresi: 43.)
Allah alışverişi helâl, fâizi ise haram kıldı. (Bakara Sûresi: 275.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, bu sûrette bir kadın, pederinden yarısını alsa, kocası noksaniyetini temin eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüc ettiği kadının idaresine verecek; kızkardeşine müsâvi gelir. İşte, adâlet-i Kur'âniye böyle iktizâ eder, böyle hükmetmiştir. Haşiye 1
• Dördüncü esas: Sanemperstliği şiddetle, Kur'ân, men ettiği gibi; sanemperestliğin bir nevi taklidi olan sûretperestliği de men eder. Medeniyet ise, sûretleri kendi mehâsininden sayıp, Kur'ân'a muâraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli, gölgesiz sûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-i mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. Hem Kur'ân, merhameten, kadınların hürmetini muhâfaza için, hayâ perdesini takmasını emreder; tâ hevesât-ı rezîlenin ayağı altında o şefkat mâdenleri zillet çekmesinler, âlet-i hevesât, ehemmiyetsiz bir metâ hükmüne geçmesinler. Haşiye 2
Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki, âile hayatı, kadın-erkek mâbeyninde mütekâbil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık samimi hürmet ve muhabbeti izâle edip, âilevî hayatı zehirlemiştir. Hususan, sûretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukût-u ruha sebebiyet verdiği, şununla anlaşılır: Nasıl ki, merhûme ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder; öyle de, ölmüş kadınların sûretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan sûretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine, hissiyât-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.
İşte şu üç misâl gibi binler mesâil-i Kur'âniyenin herbirisi saadet-i beşeriyeyi dünyada temine hizmet etmekle beraber, hayat-ı ebediyesine de hizmet eder. Sâir meseleleri mezkûr meselelere kıyas edebilirsin.
Nasıl, medeniyet-i hâzıra, Kur'ân'ın hayat-ı içtimâiye-i beşere âit olan düsturlarına karşı mağlûp olup Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsine karşı hakikat noktasında iflâs eder; öyle de, medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hikmet-i beşeriyeyi hikmet-i Kur'ân'la, yirmi beş adet Sözlerde, mîzanlarla iki hikmetin muvâzenesinde, hikmet-i felsefiye âcize ve hikmet-i Kur'âniyenin mu'cize olduğu katiyetle ispat edilmiştir. Nasıl ki, On Birinci ve On İkinci Sözlerde, hikmet-i felsefiyenin aczi ve iflâsı; ve hikmet-i Kur'âniyenin i'câzı ve gınâsı ispat edilmiştir; mürâcaat edebilirsin.
Hem, nasıl medeniyet-i hâzıra, hikmet-i Kur'ân'ın ilmî ve amelî i'câzına karşı mağlûp oluyor; öyle de, medeniyetin edebiyat ve belâğatı da Kur'ân'ın edeb ve belâgatına karşı nisbeti, öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümitsiz ağlayışı; hem süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınâsının (şarkı demektir) nisbeti ile ulvî bir âşığın muvakkat bir iftiraktan müştâkâne, ümitkârâne bir hüzün ile gınâsı (şarkısı); hem, zafer veya harbe ve ulvî fedâkârlıklara sevk etmek için teşvikkârâne kasâid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünkü, edeb ve belâgat, tesir-i üslup itibâriyle ya hüzün verir, ya neşe verir.


Haşiye 1: Mahkemeye karşı ve mahkemeyi susturan lâyiha-i temyizin müdâfaâtından bir parçadır; bu makama Haşiye olmuş.
"Ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon insanların hayat-ı içtimâiyesinde en kudsî ve hakikatli bir düstur-u İlâhîyi, üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinâden ve bin üç yüz elli sene zarfında geçmiş ecdâdımızın îtikadlarına iktidâen tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette, rûy-i zeminde adâlet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir."
Haşiye 2: Tesettür-ü nisvan hakkında Otuz Birinci Mektubun Yirmi Dördüncü Lem'ası gayet katî bir sûrette ispat etmiştir ki, "Tesettür, kadınlar için fıtrîdir; ref-i tesettür, fıtrata münâfidir."
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakdü'l-ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâletâlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firâkü'l-ahbabdan gelir. Yani ahbab var; firâkında müştâkâne bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidâyetedâ, nurefşân Kur'ân'ın verdiği hüzündür.
Ammâ neşe ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesâtına teşvik eder; o da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe'nidir. İkinci neş'e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı, maâliyâta, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latîf ve edebli mâsumâne bir teşviktir ki; o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü'yet-i Cemâlullâha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın verdiği neşedir. İşte,

b440.gif
-1-
ifade ettiği azîm mânâ ve büyük hakikat, kâsırü'l-fehm olanlarca ve dikkatsizlikle, mübâlâğalı bir belâgat için muhâl bir sûret zannediliyor. Hâşâ, mübâlâğa değil, muhâl bir sûret değil, ayn-ı hakikat bir belâgat ve mümkün ve vâki' bir sûrettir.

O sûretin bir vechi şudur ki: Yani, Kur'ân'dan tereşşuh etmeyen ve Kur'ân'ın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur'ân'ı tanzîr edemez, demektir. Hem, edememiş ki, gösterilmiyor.
İkinci vecih şudur ki: Cin ve insin hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesâileri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur'ân'ın ahkâm ve hikmet ve belâgatına karşı âciz derekesindedirler, demektir; nasıl da, numûnesini gösterdik.
Üçüncü Cilve: Kur'ân-ı Hakîm, her asırdaki tabakât-ı beşerin herbir tabakasına, güyâ doğrudan doğruya o tabakaya hususi müteveccihtir, hitâb ediyor. Evet, bütün benî Âdem'e bütün tabakâtıyla en yüksek ve en dakîk ilim olan imâna ve en geniş ve nurânî fen olan mârifetullâha ve en ehemmiyetli ve mütenevvi' maarif olan ahkâm-ı İslâmiyeye dâvet eden, ders veren Kur'ân ise, her neve, her tâifeye muvâfık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki, ders birdir, ayrı ayrı değil. Öyle ise, aynı derste tabakât bulunmak lâzımdır. Derecâta göre, herbiri, Kur'ân'ın perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini alır. Şu hakikatin çok numûnelerini zikretmişiz; onlara mürâcaat edilebilir. Yalnız, burada bir iki cüz'ünün, hem yalnız bir iki tabakasının hisse-i fehmine işaret ederiz.


1- De ki: And olsun, eğer bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler. (İsrâ Sûresi: 88.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Meselâ,
b441.gif
-1- Kesretli tabaka olan avâm tabakasının şundan hisse-i fehmi: "Cenâb-ı Hak, peder ve veledden ve akrandan ve zevceden münezzehtir."
Daha mutavassıt bir tabaka şundan, "Îsâ Aleyhisselâmın ve melâikelerin ve tevellüde mazhar şeylerin ulûhiyetini nefyetmektir." Çünkü, muhâl birşeyi nefyetmek, zâhiren faydasız olduğundan, belâgatta medâr-ı fayda olacak bir lâzım-ı hüküm murad olunur. İşte cismâniyete mahsus veled ve vâlidi nefyetmekten murad ise, veled ve vâlidi ve küfüvü bulunanların nefy-i ulûhiyetleridir ve ma'bud olmaya lâyık olmadıklarını göstermektir. Şu sırdandır ki, Sûre-i İhlâs, herkese, hem her vakit fayda verebilir.
Daha bir parça ileri bir tabakanın hisse-i fehmi: "Cenâb-ı Hak mevcudâta karşı tevlid ve tevellüdü işmâm edecek bütün râbıtalardan münezzehtir. Şerik ve muînden ve hemcinsten müberrâdır. Belki mevcudâta karşı nisbeti, hallâkıyettir. Emr-i
b473.gif
-2- ile, irâde-i ezeliyesiyle, ihtiyâriyle icad eder. İcâbî ve ıztırârî ve sudûr-u gayr-i ihtiyârî gibi münâfi-i kemâl herbir râbıtadan münezzehtir."
Daha yüksek bir tabakanın hisse-i fehmi: "Cenâb-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, Evvel ve âhir'dir. Hiçbir cihette ne Zâtında, ne sıfâtında, ne ef'âlinde nazîri, küfüvü, şebîhi, misli, misâli, mesîli yoktur. Yalnız, ef'âlinde, şuûnunda teşbihi ifade eden mesel var.
b438.gif
-3- Bu tabakâta, ârifîn tabakası, ehl-i aşk tabakası, sıddîkîn tabakası gibi ayrı ayrı hisse sahiplerini kıyas edebilirsin.
İkinci misâl:
Meselâ,
b444.gif
-4- Tabaka-i ûlânın şundan hisse-i fehmi şudur ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hizmetkârı veya "veledim" hitâbına mazhar olan Zeyd, izzetli zevcesini kendine küfüv bulmadığı için tatlîk etmiş; Allah'ın emriyle Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm almış. Âyet der: "Peygamber size evlâdım dese, risâlet cihetiyle söyler. Şahsiyet itibâriyle pederiniz değil ki, aldığı kadınlar ona münâsip düşmesin."
İkinci tabakanın hisse-i fehmi şudur ki: Bir büyük âmir, raiyyetine pederâne şefkatle bakar. Eğer o âmir, zâhir ve bâtın bir padişah-ı ruhânî olsa, o vakit merhameti pederin yüz defa şefkatinden ileri gittiğinden, o raiyyetin efrâdı, onun hakiki evlâdı gibi ona peder nazarıyla bakarlar. Peder nazarı, zevc nazarına inkılâb edemediğinden, kız nazarı da zevce nazarına kolayca değişmediğinden, efkâr-ı âmmede Peygamber (a.s.m.), mü'minlerin kızlarını alması şu sırra uygun gelmediğinden, Kur'ân der: "Peygamber (a.s.m.), merhamet-i İlâhiye nazarıyla size şefkat eder, pederâne muâmele yapar. Risâlet nâmına siz onun evlâdı gibisiniz; fakat şahsiyet-i insaniyet itibâriyle pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münâsip düşmesin."


1- Doğurmamış ve doğrulmamıştır. • Hiçbir şey de Onun dengi değildir. (İhlâs Sûresi: 3-4.)
2- "Ol!" der; oluverir. (Yâsin Sûresi: 82.)
3- En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl Sûresi: 60.)
4- Muhammed erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. (Ahzâb Sûresi: 40.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Üçüncü kısım şöyle fehmeder ki: "Peygambere (a.s.m.) intisab edip onun kemâlâtına istinad ederek, onun pederâne şefkatine itimad edip kusur ve hatîât etmemelisiniz," demektir. Evet, çoklar var ki, büyüklerine ve mürşidlerine itimad edip, tembellik eder. Hattâ, bâzan, "Namazımız kılınmış" der, bir kısım Alevîler gibi.
Dördüncü nükte: Bir kısım, şu âyetten şöyle bir işaret-i gaybiye fehmeder ki, "Peygamberin (a.s.m.) evlâd-ı zükûru, ricâl derecesinde kalmayıp, ricâl olarak nesli bir hikmete binâen kalmayacaktır. Yalnız, ricâl tâbirinin ifadesiyle, nisânın pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisâ olarak nesli devam edecektir. Felillâhilhamd, Hazret-i Fâtıma'nın nesl-i mübâreki, Hasan ve Hüseyin gibi iki nurânî silsilenin bedr-i münevveri, şems-i Nübüvvetin mânevî ve maddî neslini idâme ediyorlar.

b445.gif
-1-
Birinci Şûle Üç Şuâ ile hitâma erdi.


1- Allah'ım, ona ve onun Ehl-i Beytine rahmet eyle.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt