NuSReT
Aktif Üyemiz
Doğru yerde ölürseniz, doğa cesedinizi doğal bir mumya olarak saklıyor… Kalıntıları görmek pek hoş bir şey olmasa da, doğanın müthiş bir biyolojik zaman kapsülü yaratması herkesi şaşırtıyor.
Ölüm geldiğinde, bırakın itibarı, bakışları bile korumak mümkün değil. Vücut birkaç saat içinde katılaşmaya başlıyor, yüz hatları bozuluyor, uzuvlar sertleşiyor. Birkaç gün sonra da bağırsaklardaki bakteriler kontrolsüz olarak çoğalmaya başlıyorlar; zararlı gazlar çıkıyor, vücut şişiyor ve çürüme başlıyor. Sıra böceklere gelince… Onlar ölü bedene hücum ettiklerinde, ceset hemen dağılmaya başlıyor. Tüm bunlar düşünüldüğünde, atalarımızın, liderlerinin ya da sevdiklerinin cesetlerini canlıyken göründüğü gibi tutmak için harcadıkları zaman ve çabaya şaşmamak gerek…
Antik kültürlerin çoğunda, ölü bedenlere, bu ve öteki dünya arasında bulunan kutsal bir köprü olarak bakılıyordu. Antik Mısır’ın geleneksel, karmaşık ve son derece pahalı olan mumyalama işleminde, iç organların dikkatle dışarı alınıp tuzla kurutulması 70 gün kadar sürüyordu. İşin tuhafı, çöl kumuna gömülen Mısırlı fakirlerin cesetleri bile en zengin firavunlardan daha iyi korunuyordu…
Kurumanın çürümeden önce başladığı durumlarda meydana gelen doğal mumyalama, ilk suni mumyalamadan daha eskilerde de biliniyor ve sırf insanlarda değil, diğer canlılarda da görülüyordu. 1992 yılında Antarktika’nın kuru kutup çöllerinde 100 bin yıllık ayı balığı mumyaları bulunmuştu…
Kalıntıları Güney Amerika’da Peru-Şili sınırı çevresinde bulunmuş olan Chinchorro antik kültürü, ölülerini mumyalamaya 7000 yıl önce başlamıştı. Biri öldüğünde bu kişinin hükümdar ya da din adamı olması gerekmiyordu cesedi sıkıştırılmış kül çamuru ya da toprak ile doldurulurdu. Daha sonraki yıllarda ise, cesetlerin üzeri yapışkan bir çamurla sıvanarak mumyalandı. Bu çamur sertleştiğinde, cesedin çevresinde koruyucu bir kabuk oluşuyordu. Sonuçta, X ışınları altında incelenen bu sert mumyaların bugün bile sağlamlığını koruduğu anlaşılıyor.
Çünkü, dünyanın en kuru bölgelerinden biri olan bu yörede cesetler kendi kendilerine korunuyorlardı. Günümüze kadar bulunmuş olan 282 Chinchorro mumyasından 133’ü doğanın eseriydi. Bu doğal mumyalar da, çamurla kaplanmış olan diğerleri gibi, sağlam kalmış uzuvlara, kemiklere ve dokulara sahiplerdi… Bu durum, arkeologların, eski insanların sağlıkları, alışkanlıkları, hayat beklentileri ve yeme alışkanlıkları hakkında pek çok bilgi toplamalarını sağladı. Dehşet verici bir diğer buluş da bunların yüzde 40’ında, kemiklerin zarar görmesine neden olacak kadar mikroplu yaralar görülmüş olmasıydı…
Doğal mumyaların, bir çeşit biyolojik zaman kapsülü içinde oluştuğu da söylenebilir. Güney Peru’nun eski insanları olan Chiribayalılar’ın korunmuş kalıntıları, Güney Amerika’ya kızamık ve çiçek gibi salgın hastalıkları getiren Avrupalı akınından önce, onların hangi hastalıkları geçirip hangilerini geçirmedikleri hakkında bilgi edinmemizi sağlıyor. 1000 yaşındaki mumyalardan birinin eski sahibi yaşarken tüberküloza yakalanmıştı. Bu da gösteriyor ki, bu hastalık için en azından Colomb’u suçlamamak gerekiyor. Araştırmacılar, bu mumyaları başka hastalıklar açısından da incelemeye alıyorlar. Hatta, mumyalarda HIV bile aranıyor… Böylece, AiDS’in gerçekten modern çağın bir hastalığı olup olmadığı gün ışığına çıkarılacak…
Orta Asya’da, Tiyenşan Dağları’nın eteklerinde bulunmuş olan şaşırtıcı derecede iyi korunmuş mumyalar, erken tarihimizin kabul edilen versiyonuna gölge düşürüyor. Çin’in Xinjiang bölgesinde bulunan 4000 yıllık 100’den fazla mumyanın hepsi Avrupa’dan gelmiş gibi görünüyor. Çöl sıcağı; uzun burun, çukur gözler ve sarı saç gibi belirgin beyaz ırk özelliklerinin korunmasını sağlamış… Üstelik, bu mumyaların üzerindeki giysiler de Almanya, Avusturya ve İskandinavya’da bulunan dokuma parçalarına çok benzeyen bir şekilde işlenmiş… Bu da demek oluyor ki eski Çin, düşünüldüğünün aksine dış dünya ile çok daha yoğun bir ilişki içindeydi. Belki de ata binmeyi ve tekerleği bu sarışın yabancılardan öğrenmişlerdi. Bilimadamları mumyaların DNA’larını bugünkü yerlilerle karşılaştırarak bu gizemli insanların Çin halkına karışıp karışmadığını bulmaya çalışıyorlar. Daha kuzeye doğru, Ukok Platosu üzerindeki Rus sınırının ötesinde bulunmuş olan Demir Çağı’na ait mezarlar, dövmeli erkek ve kadınların donmuş mumyaları, dokuma ürünleri, deri eşyalar ve hatta koyun ve at eti parçalarıyla dolu…
Tüm zamanların en ünlü doğal mumyası, hiç kuşkusuz, 1991 yılında Avusturya’nın Otztaler Alpleri’nde bulunan “Buzadam Ötzi” ninki… 5000 yıl öncesine ait olan Ötzi’nin cesedinin iyi korunmasındaki en önemli etken rüzgar… Ölümünden sonra, ılık sonbahar rüzgarları cesedin kurumasına neden olmuş, daha sonra ceset bir buzla kaplanmış. Ardından gelen müthiş bir fırtına, Sahra kumunu buzun üzerine yapıştırmış, daha soma güneşle birlikte buzlar çözülmüş…
İnsan çürümeden önce toprakta ne kadar yatabilir? Bunun yanıtı, cesedin ne kadar derine gömüldüğüne bağlı… Ceset, yüzey ile 1 metre derinlik arasına gömülürse kurtlara ve solucanlara yem olur. Bu yaratıklar, cesedi bir yıldan daha az bir sürede iskelete dönüştürürler. Ceset iki metre derine gömülürse, 10 yıl sonra bile hâlâ üzerinde et olduğu görülür.
Cesedin ilk günkü halini koruması için yapılması gereken, onu dondurmak ya da mumyalamaktır. Ukok Platosu’ndaki mezarlarda bulunan Rus atlıları, korunmalarını, içlerine kadar sızan suyun toprak altındaki ısı nedeniyle donmasına borçlular. Mumyaların çoğu, ılık ya da soğuk kuru havanın ölümden hemen sonra cesedi kurutmasıyla oluşmuş…
Her ne şekilde oluşmuş olursa olsun, doğal bir mumya ortaya çıkarılır çıkarılmaz çabuk davranmak gerekiyor. Onların korunmasını sağlayan kurutma işlemi, ortamdaki en ufacık değişikliğe karşı çok hassas olmalarına yol açıyor.
İdeali, onların ısısı, ışığı ve nemliliği ayarlanmış ve mühürlenmiş sandıklara konulması… Alpler’de bulunan “Buzadam” saklandığı yerden iki haftada bir sadece 20 dakika çıkarılabiliyor. Herhangi bir şekilde sergilenmesi ise şimdilik mümkün değil… Öte yandan Rus atlıları, doğal olarak mumyalanan “Buzadam”ın aksine donmuşlar. Bu nedenle, onların çözülmesi çürüme riskini arttırıyor. Bu nedenle, Lenin’in cesedini korumakla yükümlü aynı eski Sovyet enstitüsü, çürüme işlemini önlemek için kimyasal bir banyo geliştirmiş…
Tatilde bir cesetle karşılaşmak her insana nasip olmaz… Helmut Simon ve karısı Erika da 1991’in 19 Eylülünde Ötzi’yi bulduklarında tatildeydiler. Otztaler Alpleri’nde, 3200 metre yükseklikte buldukları şeyi önce bir oyuncak bebek başı sanmışlardı. Ancak, bunun bir insan kafası ve vücudu olduğunu anlamakta gecikmediler. Ceset, İtalya ve Avusturya sınırında yatıyordu, İtalyan polisi ilgilenmezken, Avusturya makamları onu bir plastiğe sararak Innsbruck’a götürdüler. Ceset değeri anlaşıldıktan sonra eksi 6 derece ve nemlilik oranı yüzde 98 olan bir odaya alındı. Ötzi’nin buradaki aylık masrafı 10 bin dolar…
Üzerindeki ilkel aletlerden Ötzi’nin çok eski çağlardan kalma çok değerli bir ceset olduğu anlaşılınca, Avusturya ve İtalya, cesedi sahiplenme konusunda tartışmaya girdiler. Gazeteler günlerce Ötzi’den bahsetti.
—Gazetelerde onun resmini gören İsveçli bir kadın, cesedin 1970’lerde buzullarda kaybolan babasına ait olduğunu ileri sürdü.
—Daha sonra bazı kadınlar, Ötzi’nin donmuş spermlerinden hamile kalıp, kalamayacaklarını araştırmaya başladılar.
—Kimileri Ötzi’nin ruhuyla iletişim kurmayı denedi.
—Dahası, bazı eşcinsel yayınlarında, cesedin anal kanalında sperm bulunduğu bile ileri sürüldü.
Tüm bu spekülasyonlar sona erdikten sonra, Ötzi bilimadamlarıyla başbaşa kaldı. Ancak, yine de bazı incelemeler ve radyokarbon tarihlendirmesi dışında bir şey yapılmadı. Daha çok cesetle birlikte bulunan eşyalar incelemeye alındı.
Yapılan incelemelere göre Ötzi,
—Esmer tenli, 25 ile 40 yaş arasında, 1.60 m. boyunda bir erkekti. Cesedinin ağırlığı 48 kilogramdı.
—Cesedin özellikle ön dişlerinin yıpranmış olması, sert yer tohumu yediğini ya da dişlerini alet olarak kullandığını gösteriyordu.
—Ağızda yirmi yaş dişlerinin olmaması yaşadığı zamana göre normaldi.
—Gözleri mavi,
—Yüzünün traşlı ve tırnaklarının kesilmiş olduğu,
—Birkaç kemiğinin kırılmış, ciğerlerin de duman bulunduğu gözleniyordu.
—Üstelik, hayattayken artrit ve damar sertliği problemleri de çekmişti…
—Kulağına süs için bir taş takmış ve vücudunun çeşitli yerlerine de dövmeler yaptırmıştı…
İngiliz donanması, 16. yüzyıldan itibaren İngiltere ile Hindistan arasında yeni bir yol arayışına girmişti. Hedef, aşırı soğuğa karşın Kuzey Denizi’nden ilerlemek ve Kanada’nın kuzeyinden geçerek Pasifik Okyanusu’na ulaşmaktı. Kraliyet Donanması’nın en yetenekli amirallerinden Lord John Franklin, 1845 yılının Mayıs ayında ‘Terror” ve “Erebus” adındaki iki yelkenli ile “Franklin Projesi” denilen bu yolculuğu gerçekleştirmek için İngiltere’nin Sheerness Limanı’ndan 134 denizciyle birlikte demir aldı.
Her şey 1847 yılının kışına kadar çok iyi gitmişti. İki yelkenli Kanada’nın kuzey sahillerine kadar en küçük bir problemle karşılaşmadan vardı. Ancak, 11 Temmuz 1847 yılında Amiral Lord John Franklin’in ani ölümünden sonra işler tam bir felakete dönüştü, izleyen kış aylarında patlayan korkunç bir fırtınada denizin soğuk suları gemilerden birini yutarken, diğer gemi rüzgarın şiddetiyle kayalara çarpıp parçalandı. Yüzbaşı Crozier, sağ kalan 105 denizciyle birlikte “Büyük Balık Nehri”ni yürüyerek geçip Hudson Koyu’na varmayı planlamıştı. Bu kilometrelerce yoldu ve üstelik eksi 50 gibi çok elverişsiz koşullarda yapılması gerekiyordu. Ayrıca, yiyecek sıkıntısı had düzeydeydi. Nitekim, bu ekipten bir tek kişi bile Hudson Koyu’na varamadı.
Ancak, bir kişi hikayenin peşindeydi ve Eskimolar’ın ‘Beyaz insanların uzun yolculuğu” diye adlandırdıkları bu olayın bazı kahramanlarının cesetlerini bulmayı umuyordu. Doktor Owen Beatty, 1894 yılında Beechey Adası’nda yaptığı kazılarda makinist John Torrington’un hemen hemen hiç bozulmamış cesediyle karşılaştı. 1 metre 78 santim boyunda ve 80 kilo ağırlığındaki makinistin giydiği pantalon bile sapasağlamdı. Ceset, sanki bir gün önce ölmüşçesine mükemmel bir şekilde korunmuştu.
Ceset üzerinde yapılan araştırmalar sonucu, Torrington büyük bir olasılıkla 12 Eylül 1846 tarihinde ölmüştü. Torrington’un arkadaşları onu okyanusun derin sularına terketmek yerine, büyük bir olasılıkla hemen yakındaki Beechey Adası’nın buzulları arasına gömmeyi tercih etmişlerdi. Tabutun içinden çıkan su, tabutun tahtasının parçalanmasını önlemişti. Eriyen buzlardan tabutun içine sızan su, erime çok yavaş olduğu için, uzun bir süre içinde tabutun içini doldurmuş ve donduğu için de cesedi ve tabutu korumuştu.
Ancak, yine de açıklanması gereken bir durum vardı… Cesedin ellerinin ve ayaklarının bağlı olması kolay yanıtlanamayan bir soruydu. Doktor Owen Beatt’ye göre, John Torrington kesinlikle bir tutuklu değildi ve ceset üzerinde yapılan otopsi, makinistin infaz edildiğine dair hiç bir belirti taşımıyordu.
Makinist, arkadaşları tarafından önce denizcilik kurallarına göre elleri ve ayakları bağlanarak denizin derinliklerine salınmak istenmiş, ancak daha sonra bundan vazgeçilip buz kaplı kara parçasına gömülmüştü. Böylece, John Torrington, buzullar tarafından korunan el değmemiş cesediyle, hazin bir sonla biten “Franklin Projesi”nin sanki tek canlı tanığı…
Doğa koşullarının mumyalaştırıp koruduğu cesetlere en son örnek ise, geçen yıl Peru’nun Ampato Dağı’nda bulunan genç İnka kadınının cesedi… 6300 metre yükseklikteki soğuk ve kuru havanın koruduğu sanılan ceset, geçen yıl yine bu dağdaki bir volkanın patlamasıyla ortaya çıktı. Tanrılara kurban edilen genç bir kadına ait olduğu sanılan bu ceset üzerinde, Ötzi’yi inceleyen Profesör Konrad Spindler ve ekibi çalışıyor. Otopsi sonucu ortaya çıkarılacak bulgularla, İnka kurban törenlerinin aydınlatılacağı belirtiliyor.
Çünkü, salgın hastalıklar döneminde ölen kişilerin cesetlerinin mumyalanması ve korunması aşamasında, sağlık nedeniyle arsenik ve kireç kullandıklarını görüyoruz. Ancak, papazların salgın dönemleri dışında klasik mumyalama yöntemlerine pek rağbet etmedikleri biliniyor. Bunun yerine elverişli doğal koşullardan yararlanıyorlar. Örneğin, cesetler 8 ay boyunca tüf açısından zengin toprağın üstüne yatırılarak kurutuluyor. Daha sonra, kuruyan cesetler birkaç gün güneşin altında tutuluyor ve ardından sirke ile iyice yıkanıyor. Peşinden elbiseleri giydiriliyor ve yeraltı mezarındaki kükürtlü atmosfere sahip odaların duvarlarına boyunlarından sabitlenerek yerleştiriliyor.
Bu yeraltı mezarındaki ilginç bir mumya da, 1920 yılında dört yaşındayken ölen Lombardo isimli küçük kıza ait… Doktor Solafia tarafından hazırlanan bira ağırlıklı bir sıvının içinde korunan bu ceset, cam bir tabutun içinde sergileniyor ve bu sıvının içeriği henüz tam olarak bilinmiyor. Genç kızın uzak akrabaları, bugün cesedin kendilerine verilmesini istiyorlar. Ancak, mumyalama tekniğinin sırrının çözüleceği endişesiyle, Fransisken papazlar bu cesedi aileye vermeyi reddediyorlar.
Mumyalama fikri nasıl doğmuş olabilir?
Ölüm geldiğinde, bırakın itibarı, bakışları bile korumak mümkün değil. Vücut birkaç saat içinde katılaşmaya başlıyor, yüz hatları bozuluyor, uzuvlar sertleşiyor. Birkaç gün sonra da bağırsaklardaki bakteriler kontrolsüz olarak çoğalmaya başlıyorlar; zararlı gazlar çıkıyor, vücut şişiyor ve çürüme başlıyor. Sıra böceklere gelince… Onlar ölü bedene hücum ettiklerinde, ceset hemen dağılmaya başlıyor. Tüm bunlar düşünüldüğünde, atalarımızın, liderlerinin ya da sevdiklerinin cesetlerini canlıyken göründüğü gibi tutmak için harcadıkları zaman ve çabaya şaşmamak gerek…
Firavun mumyaları pahalıya mal oluyordu, ama çöl bu işi fakirler için yapıyordu
Antik kültürlerin çoğunda, ölü bedenlere, bu ve öteki dünya arasında bulunan kutsal bir köprü olarak bakılıyordu. Antik Mısır’ın geleneksel, karmaşık ve son derece pahalı olan mumyalama işleminde, iç organların dikkatle dışarı alınıp tuzla kurutulması 70 gün kadar sürüyordu. İşin tuhafı, çöl kumuna gömülen Mısırlı fakirlerin cesetleri bile en zengin firavunlardan daha iyi korunuyordu…
Kurumanın çürümeden önce başladığı durumlarda meydana gelen doğal mumyalama, ilk suni mumyalamadan daha eskilerde de biliniyor ve sırf insanlarda değil, diğer canlılarda da görülüyordu. 1992 yılında Antarktika’nın kuru kutup çöllerinde 100 bin yıllık ayı balığı mumyaları bulunmuştu…
Güney Amerika mumyalamaya 7000 yıl önce başlamıştı
Kalıntıları Güney Amerika’da Peru-Şili sınırı çevresinde bulunmuş olan Chinchorro antik kültürü, ölülerini mumyalamaya 7000 yıl önce başlamıştı. Biri öldüğünde bu kişinin hükümdar ya da din adamı olması gerekmiyordu cesedi sıkıştırılmış kül çamuru ya da toprak ile doldurulurdu. Daha sonraki yıllarda ise, cesetlerin üzeri yapışkan bir çamurla sıvanarak mumyalandı. Bu çamur sertleştiğinde, cesedin çevresinde koruyucu bir kabuk oluşuyordu. Sonuçta, X ışınları altında incelenen bu sert mumyaların bugün bile sağlamlığını koruduğu anlaşılıyor.
Chinchorrolular’ın, M.Ö. 1500 dolaylarında mumya yapmayı bıraktıkları görülüyor…
Çünkü, dünyanın en kuru bölgelerinden biri olan bu yörede cesetler kendi kendilerine korunuyorlardı. Günümüze kadar bulunmuş olan 282 Chinchorro mumyasından 133’ü doğanın eseriydi. Bu doğal mumyalar da, çamurla kaplanmış olan diğerleri gibi, sağlam kalmış uzuvlara, kemiklere ve dokulara sahiplerdi… Bu durum, arkeologların, eski insanların sağlıkları, alışkanlıkları, hayat beklentileri ve yeme alışkanlıkları hakkında pek çok bilgi toplamalarını sağladı. Dehşet verici bir diğer buluş da bunların yüzde 40’ında, kemiklerin zarar görmesine neden olacak kadar mikroplu yaralar görülmüş olmasıydı…
Araştırmacılar mumyaları hastalıklar açısından da incelemeye alıyorlar Hatta, mumyalarda HIV bile aranıyor…
Doğal mumyaların, bir çeşit biyolojik zaman kapsülü içinde oluştuğu da söylenebilir. Güney Peru’nun eski insanları olan Chiribayalılar’ın korunmuş kalıntıları, Güney Amerika’ya kızamık ve çiçek gibi salgın hastalıkları getiren Avrupalı akınından önce, onların hangi hastalıkları geçirip hangilerini geçirmedikleri hakkında bilgi edinmemizi sağlıyor. 1000 yaşındaki mumyalardan birinin eski sahibi yaşarken tüberküloza yakalanmıştı. Bu da gösteriyor ki, bu hastalık için en azından Colomb’u suçlamamak gerekiyor. Araştırmacılar, bu mumyaları başka hastalıklar açısından da incelemeye alıyorlar. Hatta, mumyalarda HIV bile aranıyor… Böylece, AiDS’in gerçekten modern çağın bir hastalığı olup olmadığı gün ışığına çıkarılacak…
Çin’de ki mumyalar tip ve giysileri ile Avrupa’dan gelmiş gibi
Orta Asya’da, Tiyenşan Dağları’nın eteklerinde bulunmuş olan şaşırtıcı derecede iyi korunmuş mumyalar, erken tarihimizin kabul edilen versiyonuna gölge düşürüyor. Çin’in Xinjiang bölgesinde bulunan 4000 yıllık 100’den fazla mumyanın hepsi Avrupa’dan gelmiş gibi görünüyor. Çöl sıcağı; uzun burun, çukur gözler ve sarı saç gibi belirgin beyaz ırk özelliklerinin korunmasını sağlamış… Üstelik, bu mumyaların üzerindeki giysiler de Almanya, Avusturya ve İskandinavya’da bulunan dokuma parçalarına çok benzeyen bir şekilde işlenmiş… Bu da demek oluyor ki eski Çin, düşünüldüğünün aksine dış dünya ile çok daha yoğun bir ilişki içindeydi. Belki de ata binmeyi ve tekerleği bu sarışın yabancılardan öğrenmişlerdi. Bilimadamları mumyaların DNA’larını bugünkü yerlilerle karşılaştırarak bu gizemli insanların Çin halkına karışıp karışmadığını bulmaya çalışıyorlar. Daha kuzeye doğru, Ukok Platosu üzerindeki Rus sınırının ötesinde bulunmuş olan Demir Çağı’na ait mezarlar, dövmeli erkek ve kadınların donmuş mumyaları, dokuma ürünleri, deri eşyalar ve hatta koyun ve at eti parçalarıyla dolu…
En ünlü doğal mumya “Buzadam Ötzi”
Bu anlatımla ilgili bazı polemikler de yok değil. En önemlisi, cesedin kendisiyle ilgili… En yavaş buzullar bile 500-600 yıl içinde yenileniyorlar ve içlerindeki her şeyi boşaltıyorlar. Bu aşamada, buzulların arasında kalmış cesetlerin tek kelime ile paramparça olacakları ileri sürülüyor. Çünkü, bu aşamada bir buzulun ortalama statik basıncı metrekare başına 14-20 ton… Bu basınç altındaki cesedin tahribata uğramadan kalabilmesi hemen hemen olanaksız… Oysa “Buzadam”ın dudak ve burun dışında fazla zarara uğramadığı görülüyor. Bu noktadan hareket eden Ramer Henn, Ötzi’nin buzullar tarafından doğal biçimde de korunmuş bir ceset olmadığını, bir mumya olduğunu iddia ediyor… Doğanın başardığı en eski mumya Ötzi’nin ki ama her an her yerde bir ölüyle karşılaşmanız mümkün… Orta Meksika’da, Guanajauto’daki “Mumyalar Müzesi”nde yüzlerce mumya sergileniyor. 150 pesoya, tarih öğrencilerinden videolu Alman turistlere kadar binlerce kişi bu müzeye akın ediyor. Onlara karşı ilgimiz sadece bilimsel olamaz… Ya günün birinde hepimizi bekleyen ölümü merak ediyoruz ya da ölüleri, hâlâ öteki dünya ile aramızda kutsal bir köprü olarak görüyoruz… Cevap her neyse, açık olan tek şey, ölülerin de bir hikâyeleri olduğu…
İyi bir mumya nasıl olur?
İnsan çürümeden önce toprakta ne kadar yatabilir? Bunun yanıtı, cesedin ne kadar derine gömüldüğüne bağlı… Ceset, yüzey ile 1 metre derinlik arasına gömülürse kurtlara ve solucanlara yem olur. Bu yaratıklar, cesedi bir yıldan daha az bir sürede iskelete dönüştürürler. Ceset iki metre derine gömülürse, 10 yıl sonra bile hâlâ üzerinde et olduğu görülür.
Cesedin ilk günkü halini koruması için yapılması gereken, onu dondurmak ya da mumyalamaktır. Ukok Platosu’ndaki mezarlarda bulunan Rus atlıları, korunmalarını, içlerine kadar sızan suyun toprak altındaki ısı nedeniyle donmasına borçlular. Mumyaların çoğu, ılık ya da soğuk kuru havanın ölümden hemen sonra cesedi kurutmasıyla oluşmuş…
Her ne şekilde oluşmuş olursa olsun, doğal bir mumya ortaya çıkarılır çıkarılmaz çabuk davranmak gerekiyor. Onların korunmasını sağlayan kurutma işlemi, ortamdaki en ufacık değişikliğe karşı çok hassas olmalarına yol açıyor.
İdeali, onların ısısı, ışığı ve nemliliği ayarlanmış ve mühürlenmiş sandıklara konulması… Alpler’de bulunan “Buzadam” saklandığı yerden iki haftada bir sadece 20 dakika çıkarılabiliyor. Herhangi bir şekilde sergilenmesi ise şimdilik mümkün değil… Öte yandan Rus atlıları, doğal olarak mumyalanan “Buzadam”ın aksine donmuşlar. Bu nedenle, onların çözülmesi çürüme riskini arttırıyor. Bu nedenle, Lenin’in cesedini korumakla yükümlü aynı eski Sovyet enstitüsü, çürüme işlemini önlemek için kimyasal bir banyo geliştirmiş…
Mumyaların en eskisi: Ötzi
Tatilde bir cesetle karşılaşmak her insana nasip olmaz… Helmut Simon ve karısı Erika da 1991’in 19 Eylülünde Ötzi’yi bulduklarında tatildeydiler. Otztaler Alpleri’nde, 3200 metre yükseklikte buldukları şeyi önce bir oyuncak bebek başı sanmışlardı. Ancak, bunun bir insan kafası ve vücudu olduğunu anlamakta gecikmediler. Ceset, İtalya ve Avusturya sınırında yatıyordu, İtalyan polisi ilgilenmezken, Avusturya makamları onu bir plastiğe sararak Innsbruck’a götürdüler. Ceset değeri anlaşıldıktan sonra eksi 6 derece ve nemlilik oranı yüzde 98 olan bir odaya alındı. Ötzi’nin buradaki aylık masrafı 10 bin dolar…
Ötzi’ye kimler sahiplenmedi ki?…
Üzerindeki ilkel aletlerden Ötzi’nin çok eski çağlardan kalma çok değerli bir ceset olduğu anlaşılınca, Avusturya ve İtalya, cesedi sahiplenme konusunda tartışmaya girdiler. Gazeteler günlerce Ötzi’den bahsetti.
—Gazetelerde onun resmini gören İsveçli bir kadın, cesedin 1970’lerde buzullarda kaybolan babasına ait olduğunu ileri sürdü.
—Daha sonra bazı kadınlar, Ötzi’nin donmuş spermlerinden hamile kalıp, kalamayacaklarını araştırmaya başladılar.
—Kimileri Ötzi’nin ruhuyla iletişim kurmayı denedi.
—Dahası, bazı eşcinsel yayınlarında, cesedin anal kanalında sperm bulunduğu bile ileri sürüldü.
Ötzi bilimadamlarıyla başbaşa kaldı
Tüm bu spekülasyonlar sona erdikten sonra, Ötzi bilimadamlarıyla başbaşa kaldı. Ancak, yine de bazı incelemeler ve radyokarbon tarihlendirmesi dışında bir şey yapılmadı. Daha çok cesetle birlikte bulunan eşyalar incelemeye alındı.
Yapılan incelemelere göre Ötzi,
—Cesedin özellikle ön dişlerinin yıpranmış olması, sert yer tohumu yediğini ya da dişlerini alet olarak kullandığını gösteriyordu.
—Ağızda yirmi yaş dişlerinin olmaması yaşadığı zamana göre normaldi.
—Gözleri mavi,
—Yüzünün traşlı ve tırnaklarının kesilmiş olduğu,
—Birkaç kemiğinin kırılmış, ciğerlerin de duman bulunduğu gözleniyordu.
—Üstelik, hayattayken artrit ve damar sertliği problemleri de çekmişti…
—Kulağına süs için bir taş takmış ve vücudunun çeşitli yerlerine de dövmeler yaptırmıştı…
John Torrington’un uzun uykusu…
İngiliz donanması, 16. yüzyıldan itibaren İngiltere ile Hindistan arasında yeni bir yol arayışına girmişti. Hedef, aşırı soğuğa karşın Kuzey Denizi’nden ilerlemek ve Kanada’nın kuzeyinden geçerek Pasifik Okyanusu’na ulaşmaktı. Kraliyet Donanması’nın en yetenekli amirallerinden Lord John Franklin, 1845 yılının Mayıs ayında ‘Terror” ve “Erebus” adındaki iki yelkenli ile “Franklin Projesi” denilen bu yolculuğu gerçekleştirmek için İngiltere’nin Sheerness Limanı’ndan 134 denizciyle birlikte demir aldı.
Her şey 1847 yılının kışına kadar çok iyi gitmişti. İki yelkenli Kanada’nın kuzey sahillerine kadar en küçük bir problemle karşılaşmadan vardı. Ancak, 11 Temmuz 1847 yılında Amiral Lord John Franklin’in ani ölümünden sonra işler tam bir felakete dönüştü, izleyen kış aylarında patlayan korkunç bir fırtınada denizin soğuk suları gemilerden birini yutarken, diğer gemi rüzgarın şiddetiyle kayalara çarpıp parçalandı. Yüzbaşı Crozier, sağ kalan 105 denizciyle birlikte “Büyük Balık Nehri”ni yürüyerek geçip Hudson Koyu’na varmayı planlamıştı. Bu kilometrelerce yoldu ve üstelik eksi 50 gibi çok elverişsiz koşullarda yapılması gerekiyordu. Ayrıca, yiyecek sıkıntısı had düzeydeydi. Nitekim, bu ekipten bir tek kişi bile Hudson Koyu’na varamadı.
Olay, denizcilik ve keşifler tarihinin acı bir anısı olarak unutulup gitmişti
Ancak, bir kişi hikayenin peşindeydi ve Eskimolar’ın ‘Beyaz insanların uzun yolculuğu” diye adlandırdıkları bu olayın bazı kahramanlarının cesetlerini bulmayı umuyordu. Doktor Owen Beatty, 1894 yılında Beechey Adası’nda yaptığı kazılarda makinist John Torrington’un hemen hemen hiç bozulmamış cesediyle karşılaştı. 1 metre 78 santim boyunda ve 80 kilo ağırlığındaki makinistin giydiği pantalon bile sapasağlamdı. Ceset, sanki bir gün önce ölmüşçesine mükemmel bir şekilde korunmuştu.
Ceset üzerinde yapılan araştırmalar sonucu, Torrington büyük bir olasılıkla 12 Eylül 1846 tarihinde ölmüştü. Torrington’un arkadaşları onu okyanusun derin sularına terketmek yerine, büyük bir olasılıkla hemen yakındaki Beechey Adası’nın buzulları arasına gömmeyi tercih etmişlerdi. Tabutun içinden çıkan su, tabutun tahtasının parçalanmasını önlemişti. Eriyen buzlardan tabutun içine sızan su, erime çok yavaş olduğu için, uzun bir süre içinde tabutun içini doldurmuş ve donduğu için de cesedi ve tabutu korumuştu.
Cesedin ellerinin ve ayaklarının bağlı olması kolay yanıtlanamayan bir soruydu
Ancak, yine de açıklanması gereken bir durum vardı… Cesedin ellerinin ve ayaklarının bağlı olması kolay yanıtlanamayan bir soruydu. Doktor Owen Beatt’ye göre, John Torrington kesinlikle bir tutuklu değildi ve ceset üzerinde yapılan otopsi, makinistin infaz edildiğine dair hiç bir belirti taşımıyordu.
Makinist, arkadaşları tarafından önce denizcilik kurallarına göre elleri ve ayakları bağlanarak denizin derinliklerine salınmak istenmiş, ancak daha sonra bundan vazgeçilip buz kaplı kara parçasına gömülmüştü. Böylece, John Torrington, buzullar tarafından korunan el değmemiş cesediyle, hazin bir sonla biten “Franklin Projesi”nin sanki tek canlı tanığı…
Tanrılara adanan genç kız…
Doğa koşullarının mumyalaştırıp koruduğu cesetlere en son örnek ise, geçen yıl Peru’nun Ampato Dağı’nda bulunan genç İnka kadınının cesedi… 6300 metre yükseklikteki soğuk ve kuru havanın koruduğu sanılan ceset, geçen yıl yine bu dağdaki bir volkanın patlamasıyla ortaya çıktı. Tanrılara kurban edilen genç bir kadına ait olduğu sanılan bu ceset üzerinde, Ötzi’yi inceleyen Profesör Konrad Spindler ve ekibi çalışıyor. Otopsi sonucu ortaya çıkarılacak bulgularla, İnka kurban törenlerinin aydınlatılacağı belirtiliyor.
Palermo’da aile saadeti…
Palermo, Mafya’nın anavatanı Sicilya’nın başkenti… Mafya’nın, cinayetlerin ve ölümün kol gezdiği bu topraklarda, “ölüm”ün uğramadığı bir tek yer var; Paler
mo’daki “Capucine” yeraltı mezarları… Bugün Fransisken papazlar tarafından korunan bu mezarlarda mükemmel bir biçimde korunmuş çok sayıda mumya bulunuyor. Son günlerde halkın ziyaretine de açılan bu mezarlardaki mumyalarda, hem doğanın hem de insanoğlunun ustalığının katkısı var. Mezarlarda ilk dikkati çeken şey, yoğun bir pas ve kükürt kokusu… Bazı bilimadamları, geçen yüzyıla ait cesetlerin böylesine mükemmel bir şekilde korunmuş olmalarının sırrını, bu yeraltı mezarının yoğun kükürtlü havasına bağlıyorlar…
mo’daki “Capucine” yeraltı mezarları… Bugün Fransisken papazlar tarafından korunan bu mezarlarda mükemmel bir biçimde korunmuş çok sayıda mumya bulunuyor. Son günlerde halkın ziyaretine de açılan bu mezarlardaki mumyalarda, hem doğanın hem de insanoğlunun ustalığının katkısı var. Mezarlarda ilk dikkati çeken şey, yoğun bir pas ve kükürt kokusu… Bazı bilimadamları, geçen yüzyıla ait cesetlerin böylesine mükemmel bir şekilde korunmuş olmalarının sırrını, bu yeraltı mezarının yoğun kükürtlü havasına bağlıyorlar…
O tarihlerde Fransisken papazların mumyalama tekniklerini çok iyi bildikleri bir gerçek…
Çünkü, salgın hastalıklar döneminde ölen kişilerin cesetlerinin mumyalanması ve korunması aşamasında, sağlık nedeniyle arsenik ve kireç kullandıklarını görüyoruz. Ancak, papazların salgın dönemleri dışında klasik mumyalama yöntemlerine pek rağbet etmedikleri biliniyor. Bunun yerine elverişli doğal koşullardan yararlanıyorlar. Örneğin, cesetler 8 ay boyunca tüf açısından zengin toprağın üstüne yatırılarak kurutuluyor. Daha sonra, kuruyan cesetler birkaç gün güneşin altında tutuluyor ve ardından sirke ile iyice yıkanıyor. Peşinden elbiseleri giydiriliyor ve yeraltı mezarındaki kükürtlü atmosfere sahip odaların duvarlarına boyunlarından sabitlenerek yerleştiriliyor.
Bu yeraltı mezarındaki ilginç bir mumya da, 1920 yılında dört yaşındayken ölen Lombardo isimli küçük kıza ait… Doktor Solafia tarafından hazırlanan bira ağırlıklı bir sıvının içinde korunan bu ceset, cam bir tabutun içinde sergileniyor ve bu sıvının içeriği henüz tam olarak bilinmiyor. Genç kızın uzak akrabaları, bugün cesedin kendilerine verilmesini istiyorlar. Ancak, mumyalama tekniğinin sırrının çözüleceği endişesiyle, Fransisken papazlar bu cesedi aileye vermeyi reddediyorlar.