Kimlik Problemi ve Düşündürdükleri

ceylannur

Yeni Üyemiz
Kimlik Problemi ve Düşündürdükleri

Herkes er ya da geç bir gün kendisine "Ben kimim?" sorusunu sormaktadır. "Ben kimim?"le netleşen kimlik problemi fertlerin, grupların ve toplumların hayatına derinden tesir etmektedir. Hayatın anlamını ve değerini belirleyen bu soruya verilen cevaplar, insanların birbirleriyle olan ilişkileri ile gruplar, cemaatler, toplumlar ve kültürler arasındaki etkileşimin nasıl olacağını yönlendirir.

Kimlik oluşumu felsefi plânda evrenselci ve farkçı düşünce akımlarının tesirinde; sosyolojik plânda; gelenekçilik (modernlik) postmodernlik ve dünyanın kutsallaştırması veya kutsallığından arındırılması; mahremiyetin korunması veya mahremiyetin yok edilmesi tartışmalarının tesirinde kalırken; etnolojik plânda, batı kültürü ile mahallî kültür veya evrensel kültür ile cemaat kültürü çatışmasını doğurmaktadır. Antropolojik plânda ise, insan türü her yerde aynı mı yoksa farklı mı tartışmasıyla açığa çıkan kimlik problemi, tarihî ve siyasî plânda; evrenselcilik - farkçılık şeklinde gruplanabilen düşünce akımları ile bağlantılıdır. Benzer birimlerden oluşan sistemler ile standart tek tip dünya oluşturmaya yönelik evrenselci düşünce akımı, aydınlanma felsefesi, rasyonalizm, hümanizm, pozitivizm düşünce akımları, liberal ekonomi ve hayat tarzı, batılılaşma ve yeni dünya düzeni şeklinde kendini ortaya koyarken yerel kültürel faktörleri ve farklılıkları göz ardı eder.Farkçılıkakımı ise, global insanlıktan daha küçük gruplar oluşturma yönünde gelişirken, kozmopolitizme karşı milliyetçiliği, merkeziyetçiliğe karşı bölgeciliği, kitle kültürüne karşı, grupların ve fertlerin kültürünü, her türlü sömürgeciliğe karşı bağımsızlığı ön plâna çıkarır. Kontrata dayalı millet anlayışı vatandaşlığı, toprağı, kanunlar önünde eşit olmayı ve iradî katılımı savunurken, ırkçılığa dayalı millet anlayışı, kan bağı ve kültürü esas alıp bunun nesilden nesile soyla geçtiğine inanır.

Kimlik oluşumunu bir açıdan belirleyen, diğer yönden ise problemlere sebep olan bu birbirine zıt yaklaşımların günümüzün fert ve toplum hayatında birlikte, eş zamanlı olarak bulunabilmesi, oldukça rahatsızlık verici bir tablo ortaya çıkarmıştır. Bu şaşırtıcı durum ayrıca gelenekçi düşünce kategorilerini ve sosyal sınıflandırmaları (sağcı-solcu; ilerici-gerici; laik-antilaik; çağdaş-yobaz vb.) alt üst etmektedir. Meselâ günümüzde sağ-sol şeklindeki sınıflandırma geçerliliğini yitirmiş olup "sağcıyım" diyen kimsede sol düşünceye ait fikirler, "solcuyum" diyen kişide de sağ düşünceye ait fikirler bulunabilmektedir:

Birbiri içine girmiş zıt düşüncelerin ortaya çıkardığı kimlik problemi, aşağıdaki meselelere sağlıklı çözümler getirmeyi gerekli kılmaktadır.

- Evrensel kültürü geliştirirken yerel kültürleri yok etmeden, bilakis onu zenginleştirerek dünya ile bütünleşmenin nasıl olacağı;

- Toplumdaki azınlık ve ayrılıkçı hareketlere nasıl bir çözüm bulunacağı;

- Farklılığı tehlike yerine zenginlik olarak görmenin nasıl sağlanacağı;

- Toplumdaki ortak paydaların neler olduğu konusunda uzlaşmanın nasıl gerçekleştirileceği;

- Dinî inançlarını kaybetmeden yaşadığı çağ ile sağlıklı bir bütünleşmenin nasıl olacağı;

- Makinalaşan insan mı insanîleşen insan mı hedef alınacak? Ekonomik değerler ile insanî değerlerin çatışmasının nasıl bir kombinasyonla çözüleceği:

- Ne kadar geleneklere bağlı kalınıp ne kadar yenilikçi olunacağı;

- Biyolojik beden mi öncelikle ele alınacak, yoksa ruh asaleti ve karakter zenginliğinden oluşan mânevî gövde mi?

- Mahremiyeti yok ederek mi kamu hayatı ve sosyal ilişkiler düzenlenecek yoksa mahremiyeti koruyarak mı? Kişinin mahrem saydığı şeylere saygı ve hoşgörü derecesi ne olacak ve bu nasıl düzenlenecek?

Çok boyutlu ve çok yönlü hâdiselerin tesirinde gelişen kimlik oluşumu veya probleminin basite ve klişeleşmiş cümlelere indirgenerek çözülemeyeceğine inanıyoruz. Bu problemin psiko-sosyal, tarihî, siyasî ve kültürel yaklaşımların ışığında heptenci bir bakış açısıyla analiz edilerek tanımlanmasının ve çözülmeye çalışılmasının daha doğru olacağı kanaatindeyiz.

PSİKO-SOSYAL SÜREÇLER AÇISINDAN KİMLİK OLUŞUMU VE PROBLEMLERİ

İnsanın bütün hayatı, farklı sosyal norm, referans sistemleri ve davranış modellerinin tesiri altında geçen bir sosyalleşme süreci olarak ele alınabilir. Doğduğumuz ortam kendine has sosyo-kültürel bir çevre olduğundan biz istemesek de belirli bir grubun üyesi olarak dünyaya geliriz. İçinde bulunduğumuz grup veya cemaatin, en üst seviyede toplumun, tutum ve davranışlarımızı, düşünce ve kanaatlerimizi yönlendirici bir tesirinin olduğu araştırmalarla doğrulanmıştır. Toplumdaki çeşitli gruplar, sosyal kimlik oluşumunu şekillendirirler. Pek çok insana "Siz kimsiniz?"'sorusu sorulduğunda, belirli grup ve cemaatlere atıfta bulunarak cevap vermişlerdir. Bu açıdan kimlik, çocuğun çeşitli kişileri model alarak kendi benliğini kurmasıyla başlar ve sosyalleşme sürecinde şekillenir.

Çocuk sosyalleşme sırasında aile, okul, yaşıtları, kitle iletişim araçları ve diğer kurumların tesiriyle toplumda var olan norm ve referans sistemlerine bağlanır. Başka bir ifadeyle, çocuk içinde doğduğu, çocukluğunu yaşadığı grupların veya girmek istediği grupların değer ve normlarını özümseyerek sosyalleşmektedir. Sosyalleşme bir açıdan da nesnel gerçekliğin sosyal olarak zihinlerde inşaallahâsıdır. Sosyalleşme belirli bir dünya görüşünün kişide gelişimi veya oluşum sürecidir. Bu görüş aile veya okul tarafından doğrudan ve aniden empoze edilme yerine, fert bunu yavaş yavaş inşaallahâ eder. Bazen hazır görüşleri alarak, bazen de yorumlayarak kendine has orijinal bir bütün oluşturur.

Dışarıdan alınan uyarıların insan zihninde nasıl düzenlendiği de kimlik oluşumunda önemli rol oynar. Uyaranları bir bütün halinde örgütleyip bir desen oluşturarak anlamlandırma işine algı (idrak) diyoruz. Anlamlandırma, eşya ve hâdiselerin bizatihi bir özelliği olmayıp insanın eşya ve hâdiselere yüklediği bir yapıdır. Bu açıdan bir eşya veya hâdise, çok farklı anlam ve anlamalara yol açabilir. Bu böyle ise, anlam, daima görülen eşyanın dışında bir referans noktası gerektirir. Eşya ve hâdiseleri bir çerçeveye sokmayı sağlar. Dış dünyayı tanımlarken dilin tasnif etme özelliğinden büyük ölçüde faydalanırız. Her yeni şey "Bu nedir?(kimdir?)" sorusunu sordurur ve bu sorular da bir tasnif gerektirir. Biz ilk adımda yeni şeyleri, eğitimimiz sırasında bize öğretilen sınıflandırmalardan birinin içine sokmaya çalışırız. Benzerlikleri öne çıkarıp farklılıkları dikkate almayız. İnsanları değerlendirirken onların tekil, şahsî özelliklerinden hareket etme yerine, onların ait oldukları grup veya cemaat hakkındaki bildiklerimizi kullanmayı tercih ederiz. Bu tip değerlendirmelerde hataya açık kabullenilmiş bir hüküm vardır: 'Eğer kişiler aynı gruba aitseler, hepsi de benzerdirler. Birini tanıdın mı hepsini tanırsın.' Bu ise çok önemli bir hataya işaret eder. Bu hata, aynı olmayan şeyleri aynıymış gibi kabullenme ve kişi veya eşyanın gruptan farklı olan yönlerini ihmal etmedir. Bu açıdan gruplama, dış dünyadan gelen algıları ve uyanları basitleştirdiği için, aynı zamanda bir çarpıtma kaynağı olarak da kullanılabilmektedir. Demek ki sınıflama, insanın çevresini gruplar halinde düzenlemeye yönelik psikolojik süreçler olup insanın kolayca illüzyonlar üretebilmesine imkân sağlar. İnsanların, etrafındaki insanları nasıl gruplandırdıklarına dair Türk toplumunda yapılan bir araştırmada en önemli bulunan gruplar öncelik sırasına göre; dürüst olanlar-dürüst olmayanlar; kültürlüler-kültürsüzler; yalan söyleyenler-yalan söylemeyenler şeklindeydi.

Sosyal hayata bağımlı olarak yaratılan insanın sosyalleşme sürecinden geçerken, karşısına kimliğiyle alâkalı iki problem ortaya çıkmaktadır:

Birincisi, kabiliyetleri, kanaatleri ve davranışları açısından kendisini diğer insanlarla karşılaştırarak benzerlikler kurma ve toplumdaki ortak paydalarını bulma gayreti. Çünkü insanlar, içinde bulundukları grup veya cemaatin referans noktalarına ve normlarına uyarak sosyal kimlik ve grup içinde bir statü kazanmaktadırlar.

İkincisi, fert olarak eşsizliğini ve farklılığını vurgulamak için diğerlerinden farklılaşma gayreti. Çünkü her insanın yapısında farklı olduğunu hissetme duygusu vardır. Çoğu insan, iş yapma ve bitirme noktasında kendisiyle aynı şahsî ve meslekî özelliklere sahip kişilerden rahatsızlık duyarken, kendininkini tamamlayıcı özelliklere sahip kişilerle dostluk kurmaya daha meyillidir. Çünkü insan, o şahsı, farklılığını, tekilliğini yok edici potansiyel bir tehlike olarak algılamaktadır. Rekabetin ve hırsın mantığı da kendisinin farklı ve eşsiz olduğunu öne çıkarma hissiyatından kaynaklanmaktadır.

Sosyal bütünleşme ve farklılaşma kimlik arayışının iki yüzü gibi düşünülebilir. Her ikisi de ferdin sosyal kimliğinin oluşmasında rol oynarlar. Çoğu insan kendinin diğerlerine benzemesinden ziyade, diğerlerinin ona benzediğini ve diğerlerinin ondan farklı olmasından ziyade kendisinin diğerlerinden farklı olduğunu düşünmektedir. Yani bir fert, diğerlerinden farklıIaşırken diğerleri ona benzemektedir. İnsanlardaki bu farklı olma eğilimi, sınırsız olmayıp toplumun değer hükümleri tarafından kontrol edilir. Sosyal kurallar benzerlik yönünde baskı uygular. İçinde yaşadığımız sosyal çevre genelde normlara bağlanmıştır. Yani neyin ne zaman ve nasıl yapılacağı hakkında birtakım kurallar yürürlükte olup hepimiz bu kaidelerin öngördüğü tutum ve davranışları sergilediğimiz ölçüde kabul görürüz. Ayrıca neyin norm olduğu ise gruplara göre değişebilir. Meselâ, lise sınıfında çalışkan ve iyi not almak, üniversitenin öğretim üyeleri grubunda araştırma ve yayın yapmak; iş adamları grubunda müteşebbis olmak bir norm olabilir.

İnsanlar kendi tutum ve davranışlarını veya kimliklerini tanımlarken, bazı grupları referans olarak kullanır. Ferdin kendi pozisyonuna ilişkin düşüncesi, dikkate aldığı, değer verdiği diğer kişilere bağlıdır. Bu kişiler onun referans grubunu oluşturur. Referans gruplarının iki fonksiyonu vardır:

1. Ferde normlar, modeller ve değerler sunarak ferdin davranışlarının normlara uygun olup olmadığını belirler.

2. Ferdin kendini ve diğerlerini değerlendirmede kullandığı bir kriter olarak mukayese etme fonksiyonuna sahiptir.

Bir yandan farklılığını koruduğu sürece, ait olduğu grup veya cemaate katkıda bulunup onu zenginleştirebileceği düşüncesi, diğer yandan içinde bulunduğu ailenin, grubun, toplumun normlarına uyarak benzeşim sağlama, kimlik probleminin ana kısmını oluşturmaktadır. İnsanın diğer insanlarla bütünleşme ihtiyacı ve diğerlerinden farklılaşması, birlikte var olan iki zıt eğilimdir. Ne ölçüde gruba ait ortak paydalarımızı ön plâna çıkaracağız ve ne ölçüde kendimize has farklılığımızı ve tekilliğimizi vurguluyarak grubun zenginliğini ve çeşitliliğini artıracağız? Diğer bir ifadeyle içinde bulunduğumuz grup, cemaat ve toplum ne seviyede insanları tek tip düşünme, davranma ve giyinme yönünde zorlayacak ve ne seviyede farklılıkları besleyip zenginleştirerek, birliği bozmadan toplumdaki çeşitliliğin artmasına müsaade edecektir? Ancak unutulmamalıdır ki grup ve cemaat halinde yaşama, ferdin kişiliğini terketmesini ve şahsiyetsiz olmasını gerektirmez. Fert grup içinde grubun ortak paydalarını muhafaza etme duyarlılığının yanında, kendisinde, diğerlerine kıyasla farklı ve özel olan yanlarını ister istemez sergilemeye çalışacaktır.

Sosyalleşme sürecinde ve gruba katılım sonucunda itaatin benimsenmesi ve üstlerimize itaatin meşrulaştırması oldukça hayatî öneme sahiptir. Ancak bu itaat duygusu geliştirilirken kişinin şahsiyeti yok edilmemeli, gruba hizmetçi kılınmalıdır. İtaat duygusu önlemler alınmadığı takdirde bazı problemlere de yol açabilmektedir. Meselâ otorite ilişkilerinin işlediği ve ferde saygının olmadığı hiyerarşik bir sisteme girildiğinde, bağımsız olmaktan çıkılıp görevli duruma geçilir. Bu durumda, davranışlarımızdan sorumlu olmadığımız ve sadece üstlerimizin emirlerini icra etmekle yükümlü olduğumuz yönünde bir anlayış geliştirilmektedir. Ne yapacağımıza, nasıl davranacağımıza karar verme hakkını istişareden öte tamamen yetkililere devretmeye meyilliyizdir. Kendi kendimizi sorgulamak, ahlâkî değerler açısından olaylara bakma yerine, "emir kuluna" dönüşüp, davranışlarımızın anlamını tayin hakkını tamamen otoriteye verme riski de söz konusu olmaktadır.

İnsan olmak, ancak belirli bir insanî çevre sayesinde mümkündür. Kişilerarası ilişki, insanın temel bir ihtiyacıdır. Bunun üç fonksiyonu vardır:

Birincisi, belirli bir gruba dahil olma ihtiyacı: Yani her insan yeni bir gruba girdiğinde, kendini diğer üyeler tarafından kabul edilmiş, aralarına alınmış, değerli bulunmuş hissetmek ister. Olgunluk ve sosyalleşme seviyesi düşük ve yetersiz olan kişilerde bu İhtiyaç bir tür bağımlılığa, yüksek olanlarda ise hür olmaya ve karşılıklı bağımlılığa yol açar. Bunu halk ifadesiyle insanın "adam yerine konma" ihtiyacı olarak tanımlayabiliriz.

İkincisi, grupta olan bitenlerden haberdar olmayı ifade eden kontrol ihtiyacı: Grup üyeleri bir yandan kendilerinin diğer yandan diğerlerinin sorumluluklarını bilme isteği duyarlar. Özellikle grubun hedefleri, faaliyetleri ve gelişimi gibi konularda karar alınırken kendi katkılarını hissettirme ihtiyacı duyarlar. Sosyalleşme seviyesi düşük olan kişilerde bu ihtiyaç, otokrat (grup içinde mutlak ve nihai sorumluluğu isteme) şeklinde yüksek olanlarda ise, demokrat (grup kontrolünü paylaşılmış yetki ve sorumluluk açısından isteme) tutumlara yol açar.

Üçüncüsü, grup tarafından sevilme ihtiyacı: Grubun yeni üyeleri diğerleri tarafından sevilme, yerlerinin doldurulamaz olduğu yönünde bir arzu taşırlar. Sosyalleşme seviyesi düşük kişilerde bu ihtiyaç çocukça sahiplenici, imtiyazlı ilişki arayışlarına kayarken, yüksek kişilerde, oldukları gibi kabul edilme gayretlerine dönüşür.

Özetlersek kimlik, insanın sosyalleşme sürecinin bir ürünüdür, insanların içinde yaşadıkları toplumun sosyal yaşantılarından hareketle, zihinlerinde ve iç dünyalarında inşa ettikleri bir temsildir. Çağımız insanı, ne kadar fert olarak farklılığını ve tekilliğini koruyarak kendine ait düşünce ve davranışlarını ortaya koyabileceğinin, ne ölçüde de grup ve kitle ruh haleti ile hareket edeceğinin zorluğunu yaşamaktadır. İslâm dini açısından kimlik probleminin bu yüzüne baktığımızda İslam'da hem fert hem de cemaat (toplum) kutsaldır. İkisinin de hakları birbirine devredilemez. Çünkü İslâm'da izafî adaletten üstün olan âdalet-i mahza esas olup, ferdin haklarını toplum için göz ardı etmeyi yasaklar. İslâm'ın bütün temel esasları, ferde iman kazandırarak olgunlaştırmayı, şahsiyetli ve faziletli kılmayı ön plânda tutar. Sağlam, şahsiyetli ve faziletli fertlerden oluşan bir toplum, gerçek manada İslâmî bir toplumdur.

Bu yazının, çok boyutlu kimlik probleminin ortaya çıkardığı meseleler hakkında insanımızı düşünmeye teşvik edeceğini ümit ediyoruz.

Dr. Selim ÇALDIRANLI
 
Üst Alt