Peygamber efendimizin güzel ahlaki

hüzün çiçegi

Aktif Üyemiz
PEYGAMBER EFENDİMİZİN GÜZEL AHLAKI 1

slaytlar_6940627BlxorVWVZF_ph.jpg

RASULLULAH (SAS)’IN GÜZEL AHLAKI

Rasûlulah (sas), bir ahlak abidesiydi. Onun ahlakı Kur’an ahlakı idi.[1] Çünkü onu terbiye eden Yüce Rabbimizdi. Şanı Yüce Rabbimiz, onun terbiyesini kendi üzerine almak için efendimizin babasını o, daha dünyaya gelmeden yanına aldı. Rasûlullah (sas) babasının yüzünü hiç ama hiç görmedi. Annesini görebildi mi ki?

Doğar doğmaz, Benî Sâd kabîlesine süt anneye verilmişti. O hep ağırbaşlıydı, hiç çocuk olmadı. O, hep büyüktü. Halime, onda bu büyüklüğü görmüş ve ona candan bağlanmıştı, kendi çocuklarından ayırmıyordu. Hatta bir defasında, onun farklı bir çocuk olduğunu ifade ederek eşine, bu çocuğun evlerine bereket getirdiğini söylemişti.[2] Onun terbiyesi Allah’a aitti.

Beş yaşına vardığında, ancak annesine kavuşmuştu. Ama bu da uzun sürmedi. Kavuşalı daha bir yıl olmamıştı ki, annesini de kaybedecekti. Vefakar annesi, oğlu için, göremediği babasının -hiç olmazsa kabrini görsün- diye onu Medine’ye götürmüştü. Daha altı yaşında mahzun bir halde babasının kabrinin başında idi. Acaba ne düşünüyordu o masum ne hisler yaşıyordu. Ölümün soğukluğunu anlayabiliyor muydu? Yüce Rabbimizin onu olgunlaştırması için tattırdığı acılar yetmiyordu, daha bir kabir ziyaretinin acısını üzeriden atamadan, annesinin de ölümünü gördü. Daha yeni kavuştuğu annesini de orada bıraktı. Annesi, dünyadan ayrılık vakti geldiğinde, altı yaşında yetim kalan bu yavrucağına sıkı sıkı sarılmışı. Ondaki büyüklüğü ve olgunluğu görüyordu:
Her yeni eskiyecek ve her şey nihayete erecektir. Ben de öleceğim, fakat gam yemem, temiz bir çocuk doğurdum, dünyaya bir büyük hayır bırakıyorum!”
Dizeleri ağzından dökülüyordu. Onu terbiye edenlerin en mükemmeli Rabbü’l-âlemîn terbiye ediyor ve ahlakını olgunlaştırıyordu.

Rasûlullah (sas)’in gençliği de tertemizdi. Yaşadığı toplum, onun büyük bir şahsiyet olacağını tahmin etmiş, ona her şeyiyle güvenmiş; “Muhammedü’l-Emîn” demişlerdi. Çünkü onu terbiye edicilerin en güzeli terbiye ediyordu. O, hiçbir zaman gençliğin verdiği çılgınlıkları yapmamıştı. Zira onu şımartacak, ne babası ne anası ne de zenginliği vardı. O yanına sığındığı amcasının fakir bütçesine daha fazla yük olmamak için çobanlık yapıyordu.[3] Onu Zü’l-Celâl, terbiye ediyordu...

Hatta, bir düğünün davetkar çalgılarını işittiğinde, merakını gizleyememiş, gençliğinin verdiği tecessüsle duvardan bakmak istemişti. Ama ne var ki, ona ağır bir uyku hali geldi de düğünde oynayanları bile seyredemedi. Çünkü onu terbiye eden ne güzel terbiye ediyordu...

Hele bir seferinde Kabe’yi inşa ediyorlardı. Çok ağır bir taşı sırtına almış yerine koyacakken o sırada üzerindeki elbise açılmıştı. Taşı yerine bırakmak gibi hafif bir ihmalkarlık gösterdiğinde, şiddetli bir tokadı yüzünde hissetmişti. O peygamber olacaktı diğer insanlardan farklı olmalıydı.[4] Çünkü onu alemleri terbiye eden, terbiye ediyordu. Zira o, emîn bir tüccar, vefalı bir eş, şefkatli bir baba, iyi bir öğretici, cesur bir komutan, adil bir hakim, ileriyi gören bir hükümdar, dahası ulul`azm bir peygamber olacaktı. Habibullah olacaktı. Kıyamete kadar baki kalacak, yüce bir din yayacaktı. Her ezayı göğüsleyebilecek güce erişmeliydi, her kabalığı affedecek olgunluğu gelmeliydi, Onu terbiye eden ne güzel terbiye etmişti...
“Allah’ın rahmeti sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer sen, kaba, katı yürekli olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları bağışla, Allah’tan aflarını dile. Dünyalık işlerde onlarla müşavere et, Bir karar verdiğin zamanda Allah’a güvenip sebat et. Çünkü Allah, kendisine güvenip dayananları sever.”[5]

Evet bizatihi Allah Teâlâ, âyetinde böyle diyordu, ona hiçbir insana nasip olmamış yoğunlukta merhamet duygusu vermişti. O öyle hoşgörülü idi ki, bir gün bir bedevi, “Rasûllullah (sas) ile bir sahabiyi birlikte giderken rastlamıştı. Rasûlullah’ın üzerinde, Necran dokumalarından kalın kenarlı bir gömlek bulunuyordu. Bedevi onlara yetişti de Rasûlullah (sas)’in gömleğini şiddetli bir şekilde çekti. Yanındaki sahabe, şaşkınlık içerisinde Rasûlullah’ın boynu ile omuzları arasına baktı bir de ne görsün, o kaba bedevi Rasûlullah’ın mübarek boynuna iz bırakacak kadar haşin çekmişti. Bu da yetmezmiş gibi: ‘Ey Muhammed! Yanında bulunan Allah malından bana bir şey verilmesini emret!’ demesin mi? Rasûlullah (sas), o kaba bedeviye (rahmetle) baktı, sonra güldü de azarlamadı, kızmadı, hatta ona ihsanda bulunulmasını emretmişti.”[6] İşte Rasûlullah’ın ahlakı, o bu ahlakıyla düşmanının kalbini fethetmişti. Allah’u Teâlâ, âyetinde bunu şöyle ifade ediyordu:
İyilik ile kötülük bir olmaz. (sen kötülüğü) en güzel olan şeyle sav. O zaman bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dosttur.”[7]
“Sen bağışlama yolunu tut, güzel olanı emret ve cahilerden yüz çevir.”[8]

Affetmeye nereden başlanacağını da şu hadisten öğreniyoruz:
“Mü’minlerin iman bakımından en kâmili, ahlaken en güzel olanıdır. Sizin en hayırlılarınız da, kadınlarınıza karşı ahlakça en hayırlı olanlardır.”[9] Demek ki, kişi kendi ailesine bunu tatbik ederek öğrenmeyi, alışkanlık haline getirmeye çalışacak. Evet insanoğlu, hangi huy üzere yaratılmışsa o huy değişmez, ama o huyunu terbiye edip, disipline edebilecek bir özelliğe sahip olarak yaratılmıştır. Bu sebepten ötürü, dünyada imtihan insanın olgunlaşmasından ibarettir.

Peygamber Efendimiz, hoş görülü idi, eşine, dostuna, ashabına da bunu öğütlerdi:
“Yâ Âişe! Şüphebsiz ki, Allah refiktir. Rıfkı sever. Rıfk karşılığında, şiddet ve başka bir şey için vermediğini verir.”[10] İnsanoğlu, çabuk öfkelenir, öfke ile kalkar zararla oturur. Öyle kolay değildir, toleranslı olmak, affetmek, hoşgörülü olmak, kızgınlığı yutmak. Bu sebeple o, insanın kızgınlığını nasıl yatıştıracağının reçetesini şu mübarek sözleri ile vermiştir:
Sizden biriniz ayakta iken öfkelenirse otursun. Eğer öfkesi giderse ne âlâ, değilse sırt üstü yatsın.”[11]

Peki, Rasûlullah (sas) hiç kızmaz mıydı? Kendisi için belki kızmazdı, ama dinini ihmal edenlere nasıl gazaplanmazdı? Elbet öfkelenirdi, ama o öfkesini yenerdi. Onun en kızgın anında söylediği söze bir bakın; “Ona ne oldu, alnı toprak olası[12]
İnsanlara da bunu öğütler şöyle derdi:
“Mizanda güzel huydan daha ağır basacak bir şey yoktur. Şüphesiz Allah da kaba ve ağzı bozuk kişiyi sevmez.”[13]
“Bir kimse yumuşak davranmaktan mahrum ise, hayırdan mahrum olur.”[14]
“Nerede olursan ol Allah’tan kork, kötülüğün arkasından iyilik işle ki onu silsin. İnsanlarla güzel geçin.”[15]
“Merhamet edenlere Rahman olan Allah merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökteki meleklerde size merhamet etsinler de affınız için Allah’a yalvarsınlar.[16] Onun merhameti bütün canlılara idi. Yaşayan her can sahibine acırdı, Oysa onun tebliğ ettiği insanlar, en barbar topluluğun mensuplarıydı. Birbirlerini boğazlayan, -bırakın birbirlerini- kendi yavrularını acımadan, gözlerini kırpmadan öldüren bu merhametten yoksun barbarlara; hayvanlara da acımayı öğretti.

Hani, Rasûlullah (sas), karnı sırtına yapışmış bir deveye rastlamıştı da: “Şu dilsiz hayvanlar hakkında Allah’tan korkun, ona uygun olarak binin (besili ise), uygun ise yiyiniz.” buyurmuştu.[17]

Bir de bugüne bakalım, insanlar dini nasıl anlıyorlar ve dini nasıl anlatıyorlar? Maalesef dini –takva adı altında- başkalarına çeşitli dayatmalar yaparak yaşanmaz bir hale getirmiş, insanları dinden kaçırır duruma getirmişiz. Ne yazık ki, rahmet olarak inen dini çok kolay bulmuş, onu zorlaştırmak için elimizden gelen ne varsa ardımıza koymamışız. Böylece dini, Yahudilerin yaptığı gibi zorlaştırmışız. Oysa örneğimiz Rasûlullah (sas); “iki şey arasında muhayyer bırakıldığında günah olmamak şartıyla onların en kolay olanını seçerdi. Şayet günah ise insanların ondan en uzak olanıydı.”[18]ve o şöyle derdi:
“Şüphesiz Allah (CC) beni zorlaştırıcı ve şaşırtıcı değil, öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi.”[19]Ümmetinden böyle olmalarını isterdi: “ashabından birini, herhangi bir şeyle görevlendirdiği zaman ona: Müjdeleyin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın güçleştirmeyin!” buyururdu.[20] kendisi takva sahibi idi, ferdi kıldığı namazlarda, topukları şişinceye kadar ayakta dururdu ama cemaatle kıldığında böyle yapmazdı. Derdi ki:
“Ben namazı uzatmak isteğiyle namaza giriyorum, derken bir çocuk ağlamasını işitiyorum, çocuğun ağlamasından anasının hissedeceği şiddetli üzüntüyü bilmekte olduğumdan, hemen namazımda hafifletme yapıyorum.”[21]

O bambaşka bir insandı, o bambaşka bir Rasuldü; “O, perdesi içindeki bakireden daha utangaçtı. Bir şeyden hoşlanmadı mı yüzünden anlaşılırdı.”[22]Hayasızlık her ne şeyde olursa onu kirletir ve haya her ne şeyde olursa onu süsler.”[23] derdi.

O, büyük bir hükümdardı, diğer hükümdarlara hiç benzemezdi, O mütevazi bir hayatı şaşaalı hayata tercih etmiş, ahiret yurdundan gayrısını düşünmemişti. Bakın bir sahâbi onun yaşantısını nasıl anlatıyor: “Rasûlullah (sas)i bir hasır üzerine yatmış buldum, hasır onun mübarek derisine iz yapmıştı. Bunun üzerine (benim gücüme gitti, doluktum) ve dedim ki, ‘Anam babam sana kurban olsun ya Rasûlalah, İsra kisraları yumuşak döşeklerde uyusun da sen ise bu hasırın üzerinde; keşke bize haber verseydin de, hasır üzerine bir şey atsaydık. Sen ki, Allah’ın elçisisin, Allah Teâla’dan dile de, nimetini artırsın Ya Rasûlallah.’ Rasûlullah ise şöyle buyurdu: ‘Benim dünya rahatlığı ile işim yok. Dünyada ben bir ağacın altında gölgelenen ve bir süre sonra oradan ayrılıp giden atlı gibiyim.”[24] “O, göçüp-gidinceye kadar üç gün arka arkaya buğday ekmeği ile doymamıştır.”[25] “Kendisi ve ailesi, akşam yiyeceği bulamayarak kaç gece birbiri peşine aç olarak gecelerlerdi. Çoğunlukla ekmekleri de arpa ekmeği idi.”[26]

 
Üst Alt