4-)ÜÇÜNCÜ RİSÂLE TEZKİYE-İ EHL-İ BEYT (1.ci kısm)

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Herşeyin Rabbi olan, ya’nî herşeyi yaratan ve yetişdiren Allahü teâlâya hamd olsun! Bizlere kurtuluş yolunu gösteren, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma iyilikler ve selâmetler olsun. Onun yakınlarına ve Ona inanıp, güzel, ışıklı yüzünü görmekle şereflenen Eshâbına da, hayrlı düâlar olsun!
İnsanlar için bir imtihân yeri olan ve iyi ile kötünün karışdığı bir meydân olan bu dünyâda, doğru yoldan sapmış, kötülüğe kaymış, yetmiş iki çeşid fırka arasında, şeytâna en çok uymuş ve nefsine aldanmış olan, hattâ şeytânı bile geride bırakmış olan sapık fırka, Eshâb-ı kirâmı sevmiyen kimselerdir. Bunlar, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” akrabâsını, evlâdını aşırı seviyor görünmekde, en büyük ibâdet, bunları sevmekdir demekdedirler. (Sizlere dîn-i islâmı getirdiğim için, bir karşılık istemiyorum. Yalnız bana yakın olan Ehl-i beytimi sevmenizi istiyorum) meâlindeki âyet-i kerîmeye yapışıyoruz diyorlar. Hâlbuki, yapışdıkları kötü yolun temeli, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbını “radıyallahü anhüm ecma’în” kötülemek, bu din büyüklerine söğmekdir. Bunlardan birçoğu taşkınlıkda dahâ ileri giderek, Resûlullah efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” ve hattâ, Allahü teâlâdan vahy getiren, emîn melek olan Cebrâîl aleyhisselâma da dil uzatmakdadır. Bu kötü hareketlerini ibâdet saymakdadırlar.
Tüccâr ismi altında Îrâna gelen yehûdî din adamları, müslimânları yoldan çıkarmak için, gece gündüz çalışmakda, herkesi kurtarmağa uğraşıyoruz diye övünmekdedirler. Çok kurnaz olanları hoca, şeyh şekline girip, köy köy dolaşıyor, gitdikleri yerlere bozuk zehrli sözler yayıyorlar. Zenginleri de, bütün mallarını, paralarını bu yolda dağıtmakdadırlar. Hattâ, müslimânların halîfesi, Osmânlı Türklerinin büyük pâdişâhı olan ikinci sultân Abdülhamîd hânın [1258 (1842)-1336 (1918) sultân Mahmûd türbesinde] “rahmetullahi aleyh” yâveri [müşir] mareşal Muhammed Nâmık pâşa hazretleri [1219-1310], bu kitâbı yazan fakîre dedi ki: (Bağdâd vâlîsi bulunduğum zemânlarda, yehûdî din adamlarının, bozuk düşüncelerini yaymak için, yüzbinlerce kitâb basdırıp, Îrân ve Irak köylerine, el altından yaydıklarını gördüm.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bunları toplatıp, nehre atdırdım. Böyle yehûdî bozuk kitâblarının yazılmasını, yayılmasını önledim). Önlemeğe çok uğraşıldığı hâlde, ortalığı karışdırmakdan, insanları bozmakdan geri kalmadılar. Bugüne kadar, bu yolda mal ve can fedâ etmekden çekinmediler.
[Müslimân ismi taşıyan islâm düşmanlarına (Zındık) denir. Zındıkların, binbir yalan ile yazdıkları ve herkesi aldatmak için, her yere yaydıkları zararlı kitâblarından biri ve belki en kötüsü (Hüsniyye) adındaki bir risâledir. Mürtedâ isminde bir yehûdî, şî’î din adamı şekline girerek, bu kitâbı arabî olarak yazmış, 436 [m. 1044] da ölmüşdür. İbrâhîm Esterâbâdî isminde bir hurûfî arabîden fârisîye terceme etmiş, 958 [m. 1551] de ölmüşdür. Sonra türkçeye çevrilmiş olup, İstanbulda ve Anadolunun hemen her yerinde el altından, gizlice yayılmakdadır. Taş basması ele geçirilip, göz gezdirildikde, içinde doğru bir yazı görülmedi. İmkân ve ihtimâli olmıyan vehm ve hayâl ile uydurulmuş aslsız astarsız düzme bir risâle olduğu anlaşıldı. Îrânda, hurûfî babalarının elinde dolaşan bu uydurma kitâbın 1958 de İstanbulda türkçe basdırılarak, açıkça satılmakda ve okuyan ba’zı zevallıları zehrlemekde, doğru yoldan kaydırmakda olduğu hayret ile görülmekdedir. Çok şükr ki, asîl ve temiz halkımızın bu uydurma yehûdî kitâbını almadığını, satılmadığını anlamış bulunuyoruz.
Ehl-i sünnet ve cemâ’atdan olan temiz müslimânların ve azıcık aklı ve ilmi olanların, böyle yazılara aldanmıyacağı meydânda ise de, bozuk şeylerin doğru, iyi maskesi altına bürünmeleri, yaldızlı, süslü yazılarla örtülmeleri, okuyanları her zemân, şaşırtabilir. Bu kitâbın baş tarafı da hîle ile, yaldızlı yazılarla donatılmışdır.]
Ehl-i sünnete göre, Ehl-i beyt-i Nebevîyi, ya’nî hazret-i Alîyi ve Onun evlâdını “radıyallahü anhüm ecma’în” çok sevmek lâzımdır. Bunları sevmek, son nefesde îmân ile gitmeğe sebeb olur. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları, bunların sevgisini öven yazılarla doludur. Hüsniyye kitâbını yazan Mürtezâ ismindeki Acem yehûdîsi de, bunu bildiği için, bir kurnazlık yaparak, kitâbının başına, Ehl-i beytin sevgisini, onları çok sevdiğini yazmış. Câhil halk, bu yaldızlı yazıları okuyunca, müslimânlık demek, Ehl-i beyti sevmek demek imiş. Bu ise, elbet güzel bir şeydir, diyerek, kitâbın hepsini doğru sanır. Kitâbın, Eshâb-ı kirâmı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve Ehl-i sünnet âlimlerini kötülemesini, bu din ulularına dil uzatılmasını da doğru sanarak, doğru yoldan kayar.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Müslimânları böyle büyük felâketden, sonsuz uçuruma sürüklenmekden korumak için, bu risâledeki ve buna benzer zehrli kitâblardaki yazıları akl ile, ilm ile çürütmek için, Hindistânda fârisî dil ile yazılmış ve basılmış olan (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) kitâbı, dîn-i islâmın koruyucusu, mü’minlerin imdâdlarına koşucu olan pâdişâhımız, efendimiz sultân ikinci Abdülhamîd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin emrleri ile türkçeye çevrilip yayılmakda ise de biz, (Hüsniyye) kitâbına ayrıca bir reddiyye yazmağı uygun gördük. Bu reddiyemize, (Tezkiye-i Ehl-i beyt) adını verdik. [(Hüsniyye) kitâbındaki bozuk yazılara, (Eshâb-ı Kirâm) kitâbımızda da, 81.ci sahîfeden i’tibâren, geniş cevâblar vardır.]
[Tuhfe-i isnâ aşeriyye kitâbı fârisî olup 1266 [m. 1850] da Hindistânda basılmışdır. İstanbulda, Üniversite kitâblığında mevcûddur. Hindistânda 1239 [m. 1823] da vefât eden, Gulâm Halîm şâh Abdül’azîz Dehlevî tarafından yazılmışdır. Şî’îleri anlatan bu kitâb, 1309 da bir dahâ basılmışdır. Abdül’azîz-i Dehlevî meşhûr âlim, Veliyyullah Ahmed bin Abdürrahîm-i Dehlevînin (1114-1180) oğludur].
Hüsniyye kitâbının tercemesine bakılınca, terceme edenin, Acem olmadığı, Ehl-i sünnet evlâdından olduğu hâlde, yolunu sapıtmış, İstanbulda, Osmânlı kâtiblerinden biri olduğu anlaşılmakdadır. Gerek bunu, gerekse bu kitâbı okumak tâli’sizliğine kapılan gençleri sonsuz felâkete düşmekden kurtarmak için, bu reddiyyeyi, Allahü teâlâya sığınarak kaleme alıyoruz. [Bu Tezkiye-i Ehl-i beyt reddiyyesi, 1295 [m. 1878] senesinde, İstanbulda basılmışdır. Bunu, İstanbulda Yeni kapı mevlevî hânesi şeyhi Salâhüddîn Osmân bin Nâsır Sanduklu efendi yazmışdır. 1301 [m. 1884] de vefât etmişdir. Babası Nâsır efendinin 1236 [m. 1821] da vefât etdiği (Kâmûs-ül-a’lâm)da yazılıdır.]
1—Hüsniyye kitâbının başında diyor ki, (İmâm-ı Ca’fer Sâdık [83-148 Medînede] “radıyallahü anh” hazretlerini çok seven bir tüccârın Hüsniyye adında gâyet güzel bir câriyesi varmış. Bu câriye, yirmi yaşına gelinciye kadar, İmâmın yanında kalarak bütün ilmleri öğrenmiş, İmâmın vefâtından sonra, tüccâr iflâs edip, câriyesini halîfe Hârûnürreşîde satmak istemiş. [Hârûnürreşîd, beşinci Abbâsî halîfesidir. 148 de tevellüd, 193 de Tus şehrinde vefât etmişdir. 170 de halîfe oldu.] Halîfe, kızın güzelliği karşısında donakalıp, değerini sorar. Elli bin altın denir. Bu câriyenin ne ma’rifeti var ki, bu kadar istiyorsun, deyince tüccâr halîfeye bunun ilmini, üstünlüklerini sayar. Âlimler karşısında imtihân edilmiş.Âlimlerden üstün çıkmışdır. Hepsini susdurmuşdur. İçlerinde, İmâm-ı Ebû Yûsüf Ya’kûb bin İbrâhîm [113-182 Bağdâdda] ve İmâm-ı Muhammed bin İdrîs Şâfi’î [150-204 Mısrda] olduğu hâlde, hâzır bulunan âlimler ve müctehidler buna cevâb verememiş.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Basrada İbrâhîm Hâlid adındaki âlim hepimizden üstündür, çok kitâb yazmışdır. Buna ancak o cevâb verebilir, demişler. İbrâhîm getirilmiş. Uzun konuşma sonunda, o da rezîl olmuş.) diyor.
Bu câriye, tüccârın olduğu hâlde, başka bir erkeğin yanında yıllarca yalnız kalması, ba’zı mezheblerde câiz değildir. Hanefî mezhebinde de hiç câiz olmaz. (İbni Âbidîn) beşinci cild, ikiyüzotuzbeşinci sahîfede yazılıdır. İmâm-ı Ca’fer Sâdık “radıyallahü anh” gibi vera’ ve takvâsı meşhûr olan sâlih bir zâtın, başka bir adamın böyle genç ve güzel bir câriyesini yıllarca yanında bulundurduğunu, ona ders verdiğini, böylece harâm bir işe devâm etdiğini söylemek, O büyük imâma iftirâ etmek olur. Kendisi müctehid olduğu için, câiz olmasını ictihâd buyurmuş olabilir denilirse, senelerle hizmetinde ve terbiyesinde bulunarak, ilm, fadl ve kemâl sâhibi olmuş bir câriyenin hürriyyete kavuşmakdan mahrûm kalmasına ve sonunda satışa çıkarılmasına mâni’ olmamak bu büyük imâma nasıl yakışdırılabilir? Bütün din âlimlerine ve müctehidlere, üstün gelecek, hepsini susduracak kadar, bütün ilmleri öğrenmek, derin bir akl, zekâ ve kâbiliyyet bulunduğunu gösterir. İmâm hazretlerinin, böyle bir câriyenin kıymetini bilmiyerek, bunun esîr, köle olarak ellerde dolaşmasını önlememesini yazmak, bu yüce imâmı lekelemek, mürüvvetsiz demek olur. Böyle yazmak, Ehl-i beyti sevmek değil, Ehl-i beyte düşmanlık etmekdir. Hüsniyye kitâbını yazan yehûdînin bu yazısı, Celâleddîn-i Rûmînin “kaddesallahü sirrehül’azîz” Mesnevîsinde yazılı (alnındaki sineği koğmak için, adamın başına koca taş atıp onu öldürmek) gibi ahmakça bir buluşdur. Bundan başka, kadınların seslerini erkeklere duyurması harâmdır. Ba’zı âlimler, ihtiyâc zemânında, ihtiyâc olduğu kadar ve sert, ağır konuşmaları câiz olup fazlası yine câiz olmaz, dedi. Nitekim (Dürrülmuhtâr)da ve şerhinde ikiyüzyetmişikinci sahîfede uzun yazılıdır. Böyle iken ve yazılı anlaşmak mümkin iken, bir kadının yüzlerce erkek karşısında yükseğe çıkıp sâatlerce konuşmaları, bunun iffet ve ismetinde şübhe uyandırır. Bu hâl, yüzlerce din âliminin ve müctehidlerin fâsık olmasını da gösterir. Bu ise, hiç bir müslimânın inanacağı bir şey değildir. Hüsniyye kitâbının yazarının islâmiyyeti bilmediğini göstermekdedir.
2—(Hüsniyye, Kur’ân-ı kerîmden âyetler okuyup, hadîs-i şerîflerle îzâh ederek, öyle cevâblar verdi ki, huzûrundaki âlimler cevâbdan âciz kaldılar, susdular. Bu hâl, Hârûnürreşîdi hiddetden deliye çevirdi. Hüsniyyenin Bağdâd âlimlerini susduruşu, şehrde günlerce çalkandı) diyor. Kitâbın bu yazısında süâllerin, cevâbların hiçbiri bildirilmemiş ki, müctehidlerin cevâb veremiyeceği, derin ve güç sorular olup olmadığı anlaşılsın.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hâlbuki, sapıkların nice sözlerine, her iftirâlarına Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yalnız kendileri değil, yetişdirdikleri binlerle talebeden herbiri çeşidli cevâblar vererek, hepsini rezîl etdikleri, eldeki sayısız kitâblardan güneş gibi meydâna çıkmakdadır. Bunu herkes görmekdedir. Talebelerinin üstünlüğü böyle iken, îmân ve ibâdetler üzerinde temel bilgileri koymuş, üsûller, metodlar kurmuş, din problemlerini sağlam, sarsılmaz temeller üzerine oturtmak kudretini göstermiş bulunan derin âlimlerin, bir câriyenin süâllerine hiç cevâb veremeyip, rezîl, aşağı duruma düşeceklerine, aklı başında olan kimsenin inanamıyacağı meydândadır. Müctehidlerin üstünde, dahâ yüksek âlimin bulunmadığı ise, her fırkadaki bütün müslimânların bildiği bir gerçekdir. Basrada İbrâhîm Hâlid adında yüksek bir âlimin bulunduğu ise, hiçbir kitâbda görülmemişdir. Hüsniyye kitâbını yazan yehûdî, Ebû Sevr İbrâhîm bin Hâlidi işiterek bu hikâyeyi uydurmuşdur. Fekat Ebû Sevr, Bağdâdda doğup, Bağdâdda yaşamış, Bağdâdda 240 da vefât etmişdir. Basrada beşyüz âlime ders okutması şöyle dursun, önce İmâm-ı a’zamın talebesinden, sonra imâm-ı Şâfi’îden Bağdâdda ders almışdır.
3—Câriye gûyâ demiş ki, (Resûlullahın vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâm, Ebû Bekri halîfe yapdıkları için kâfir oldular. Bunun için Eshâbı söğmek, kötülemek lâzımdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, Eshâbım, benden sonra, çok hadîs bildirecekdir. Bu hadîslerin çoğu uydurma olacakdır. Ehl-i beytimden olmıyan Eshâbımın sözlerine güvenmeyiniz!) (Benden sonra ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacakdır. Bunlardan biri kurtulacakdır. Kalan yetmişikisi Cehenneme gidecekdir. Bu bir fırka, benim ve eshâbımın yolunda gidenlerdir) hadîs-i şerîfini değişdirerek, benim ve Ehl-i beytimin yolunda gidenlerdir şeklinde bildiriyor. Bu câriye, Mu’tezile bozuk fırkasına kayarak:
(İnsanların istekli hareketlerinde ve Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olup, sonsuz olmadığında çeşidli şeyler sorup, müctehidlerin cevâb veremediklerini, orada bulunan binlerle dinleyici, Ehl-i sünnet oldukları hâlde, bunların yüzüne tükürdükleri, bütün Bağdâdlıların câriyeyi alkışladıkları ve halîfe de dinlerken, halîfe olmak yalnız Ehl-i beytden oniki imâmın hakkıdır. Bunlardan başka kimsenin halîfe olması doğru değildir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Ehl-i sünnet ise, her fâsık ve kötü kimseyi halîfe yapıyor diyerek oradaki binlerle Ehl-i sünnetden dinleyiciye la’net etdiği ve hazret-i Ebû Bekrin halîfe olmasını, hazret-i Alî ile altı aded Sahâbenin kabûl etmeyip, bu yolda çarpışma olduğunu ve Alî tarafındakilerin yirmiikiye çıkdığını, bu yirmiiki kişiden başka Eshâbın hepsine ve Onları sevenlere ve Onların yolunda giden müctehidlere ve âlimlere ve bütün Ehl-i sünnete, herkesin önünde kâfirdirler ve kâfirlerden de dahâ kötüdürler diyerek bunlara la’net etmenin en kıymetli ibâdet olduğunu bildirirken, halîfe Hârûnürreşîdin neş’elendiği, keyflendiği, arasıra câriyenin üzerine altın saçarak ona kıymet verdiğini böylece gösterdiği, alçak ve gülünç kelimelerle ballandıra ballandıra yazılıdır.)
Tevbe sûresi, yüzüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ Onlardan râzıdır. Onlar da, Ondan râzıdırlar) buyuruldu. Burada, Eshâb-ı kirâmın hepsini, ya’nî Muhâcirlerin ve Ensârın hepsini sevdiğini, beğendiğini bildiriyor. Ahzâb sûresinin altıncı âyetinde meâlen, (Onun zevceleri, mü’minlerin analarıdır) buyuruldu. Burada, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek zevcelerini “radıyallahü teâlâ aleyhinne ecma’în” medh ve senâ ediyor. Bu âyet-i kerîmelere karşı gelerek, bu din büyüklerine yalancı demek, bunların bildirdiği hadîs-i şerîflere güvenilmiyeceğini söylemek, aklı olan kimsenin inanacağı bir söz değildir. Bu sözleri, ancak dîn-i islâmı lekelemek, yıkmak istiyen sinsi düşmanlar, yehûdîler söyliyebilir.
Mu’tezile fırkasından işiterek, Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olduğunu, insanların işlerinin mahlûk olmadığını isbât etmek için sorduğu bildirilen süâllere, müctehidlerin yetişdirdiği talebenin herbiri tarafından çok güzel ve şübhe bırakmıyan cevâblar verilmiş, bu yolda binlerce kıymetli kitâb yazılmış, çoğu yabancı dillere çevrilerek, dünyâ bilginlerini hayrân bırakmışlardır. Böyle olunca, câriyenin bu süâllerine müctehidler cevâb veremedi, şeklindeki yaldızlı yuvarlak sözlerle, ancak ahmaklar aldatılabilir. Aklı olan, bu yazıların yalan ve iftirâ olduğunu, islâmiyyeti yıkmak için, din düşmanının, yehûdîlerin perde arkasından yapdığı hücûmlar olduğunu hemen anlar.
Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olduğunu ve insanların kötü işlerini Allahü teâlâ yaratmayıp, insanların her istediğini kendi yaratdığını göstermek için, Mu’tezilenin Ehl-i sünnete karşı olan süâllerini yazıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi aleyhim” bunlara verdikleri kesin ve susdurucu cevâbları yazmamış, gizlemişdir. Hâlbuki, Ehl-i sünnetin cevâbları, kelâm kitâblarımızda uzun yazılıdır. [Adı geçen (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) kitâbında da yazılı olduğu gibi, (Eshâb-ı Kirâm) ve (Mektûbât Tercemesi) kitâblarında da yazılmış olduğundan, burada tekrâr etmemeği uygun gördük.]
Hârûnürreşîd, Abbâsî halîfelerinin en âlimi, en cesûru ve en âdili idi.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Böyle bir halîfenin huzûrunda ve âlimlerin ve devlet adamlarının karşısında, bir câriyenin halîfeye, hak üzere halîfe olmadığını söylemesi ve orada bulunan binlerle seçme kimseye, siz bir fâsıkı, fâciri halîfe yapmışsınız, diyerek, halîfeyi kötülemesi aklın kabûl edeceği birşey değildir. Halîfenin bu sözleri gülerek, seve seve dinlediğini ve câriyenin başına altın saçacak kadar keyflendiğini yazması ise, o kadar saçma ve uydurmadır ki, buna çocuklar bile inanmaz, ancak gülerler. Câriyenin bu sözlerle âlimleri susdurduğuna, kimsenin cevâb veremediğine, orada bulunanların ve bütün Bağdâddaki Ehl-i sünnet halkın sevindiğini ve müctehidleri tartakladıklarını yazması da, müctehidlerin ve halîfenin ve bütün ehâlinin Mu’tezile mezhebini kabûl etdiğini, Ehl-i sünnet mezhebini beğenmediklerini göstermekdedir. Hâlbuki Hârûnürreşîdin ölünceye kadar Ehl-i sünnet mezhebinde bulunduğunu, Ehl-i sünnet âlimlerine son derece saygı gösterdiğini, her işini onlara danışarak yapdığını bütün kitâblar, târîhler sözbirliği ile bildiriyor. Onun zemânında Bağdâd halkının Mu’tezile mezhebine sapdığını bildiren hiçbir yazı, hiçbir alâmet ortada yokdur. Evet Hârûndan çok sonra gelen bir iki halîfenin, halkı Mu’tezile mezhebine sokmak istediği bildirilmekde ise de, bu işi başaramadıkları, bütün Irak ve Îrân halkının, şâh İsmâ’il zemânına kadar, Ehl-i sünnet mezhebinde bulundukları meydândadır. Şâh İsmâ’îl-i Safevînin [892 de tevellüd, 930 [m. 1524] da öldü], Osmânlı devletine karşı durabilmek için, müslimânları parçalamak gâyesi ile, yeniden meydâna çıkardığı şî’îlik mezhebi ise, Hârûnürreşîdden yüzlerce sene sonra ortaya çıkmışdır. Görülüyor ki, Hârûnun ve ehâlinin, câriyeyi alkışlaması, büsbütün yalan ve iftirâdır.
4- Câriye (Önce, müt’a nikâhı yapılmakda idi. Sonra hazret-i Ömer bunu yasak etdi) diyor. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mekkeyi aldığı gün, müt’a nikâhını yasak eyledi. Müt’a nikâhı demek, bir kadının belli bir zemân için istediği bir erkekle bir arada kalmak için sözleşmesi demekdir. Binlerle erkek arasında, değil fazîletli bir kadının, aşağı kadınların bile üzerinde konuşamıyacağı böyle bir sözü, İmâm-ı Ca’fer Sâdık hazretlerinin terbiye etdiği, kâmil, iffetli, genç ve çok güzel bir kadının açık açık konuşduğunu söylemek, çok çirkin bir iftirâdır. [Müt’a nikâhının yasak edilmesi hakkında, (Eshâb-ı Kirâm) kitâbımızda ve bu kitâbın 5. ci kısmında geniş bilgi verilmişdir.]
5- Câriye demiş ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz Mekkeden Medîneye hicret buyuracağı gece, Eshâbdan hiç kimse, bu gece evinden çıkmasın demiş.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullahın emrini dinlemeyip, evinden çıkıp, Resûlullahın arkasından gitmiş. Resûlullah, bunun arkadan gelmesini istemiyerek geri döndürmeği düşünürken, Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Ebû Bekrin, fesâd çıkarmak için geldiğini, eğer geri dönerse, Kureyş kâfirlerine haber vermek ihtimâli olduğunu bildirerek, Resûlullahı uyarmış. Tevbe sûresinin kırkıncı âyetindeki (Korkma! Allah bizimle berâberdir) denilmesi, Ebû Bekrin [hâşâ] kâfir olduğunu gösteriyormuş).
Şu yehûdînin sözlerine bakınız! Hâlbuki, târîh kitâbları sözbirliği ile diyor ki, Kureyş kâfirleri Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize ve Eshâb-ı kirâma “aleyhimürrıdvân” karşı olan düşmanlıklarını günden güne artdırarak müslimânları muhâsara etdiler. Muhâsara üç sene sürünce, Eshâb-ı kirâmın ba’zısı, Medîne-i münevvereye, kimisi de Habeşistâna hicret etdi. Meselâ Kur’ân-ı kerîmin toplayıcısı olan Osman “radıyallahü anh” hazretleri [seksen iki yaşında iken otuzbeş yılında Medînede şehîd edildi] muhterem zevcesi hazret-i Rukayye [hicretin ikinci yılında Medînede vefât etdi] ile Habeşistâna giderken, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bunları görerek, (Peygamberlerden “aleyhimüsselâm” zevcesi ile birlikde ilk hicret eden Lût aleyhisselâm idi. Benim Eshâbım içinde zevcesi ile ilk hicret eden de, sensin. Allahü teâlâ, seni Cennetde Lût aleyhisselâma arkadaş edecekdir) buyurmuşdu. Rukayye “radıyallahü anhâ” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ikinci kızı idi. Böylece, Mekke-i mükerremede, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Alîden başka kimse kalmamışdı “radıyallahü anhümâ”. Ebû Bekr de “radıyallahü anh” hicret etmek için birkaç kerre izn istemişdi. Fekat, (Sen benimle berâber hicret edersin) buyurularak izn verilmemişdi. Allahü teâlâdan, hicret için, izn bekliyordu. Kureyşin reîsi ve en azılı islâm düşmanı olan Ebû Cehlin teklifi üzerine Resûlullahı öldürmeğe karâr verdiler. [Ebû Cehlin asl adı Amr bin Hişâm bin Mugîredir. Kureyşin, Benî Mahzûm kabîlesindendir. Mahzûm bin Yaknata bin Mürrenin soyundandır. Kureyş, Resûlullahın onbirinci babası olan Fihrin ismidir. Mürre, Resûlullahın yedinci babasıdır. Ebû Cehl, Hicretin ikinci yılında Bedr gazâsında öldürüldü.] Kâtilin belli olmaması için her kabîleden oniki kadar sapık toplıyarak çarşambayı perşembeye bağlıyan gece, Resûlullahın evinin etrâfını kuşatdılar. Resûlullahı öldürmek için saldıracaklardı. O anda Allahü teâlâ hicret etmesi için emr verdi. Hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” kendi mubârek yatağına yatırıp, kendisi Yasîn sûresinin sekizinci âyet-i kerîmesini okuyarak, sabâh olmadan çıkıp, kâfirlerin arasından geçip gitdi. Kâfirler, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” çıkıp gitdiğini göremedi.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Öğleye kadar, anlaşılamıyan bir yerde kalıp, öğle vakti, Ebû Bekr-i Sıddîkın evine geldi. Ebû Bekrin oğlu Abdüllaha [birçok gazâlarda bulundu. Onbirinci yılda vefât etdi] tenbîh edip, hergün kâfirlerin arasında dolaşıp topladığı haberleri ve yiyecek içecek alarak, her gece mağaraya getirmesini emr buyurdu. O gece, Ebû Bekr-i Sıddîk ile birlikde evden çıkarak, Sevr dağındaki mağaraya gitdiler. Mağara içinde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek başını Ebû Bekrin dizine koyup uyudu. Mağaradaki deliklerden zehrli hayvan çıkıp da, Resûlullahı incitmemesi için, Ebû Bekr-i Sıddîk arkasındaki gömleği çıkarıp, parçalayarak, her parçası ile bir deliği tıkadı. Parça yetişmediği için, bir delik açık kaldı. Bu delikden bir yılan başını çıkarıp göründü. Ebû Bekr-i Sıddîk, yılanın dışarı çıkarak Resûlullahı incitmesini önlemek için, mubârek ayağını deliğe koydu. Yılan, mubârek ayağını ısırdı. Ayağını çekmedi. Fekat, acısından mubârek gözlerinden yaş akdı ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek parlak yüzüne damlayınca uyandı. Olanları anlayınca ısırılan yere mubârek tükürüğünü sürdü. Acısı hemen geçdi. Mağarada üç gece kaldıkdan sonra, Rebî’ul evvel ayının ilk pazartesi günü çıkıp, denize yakın yoldan deve ile Medîneye doğru yolcu oldular. Kudeyd denilen yerde bir çadıra rastladılar. Çadırdaki Âtike adındaki kadından birşey satın almak istediler. Za’îf, sütsüz bir koyundan başka yiyeceği olmadığını söyledi. (İzn verirsen onu sağalım) buyurdu. Mubârek eli ile koyunun sırtını okşayıp besmele ile sağdı. O kadar çok süt çıkdı ki, bulunanların hepsi bol bol içdi ve kapları da doldurdu. Sonra kadının zevci gelip bu mu’cizeyi işitince, zevcesi ile birlikde müslimân oldu.
Bütün kitâblar hicreti böyle anlatıyor. Mekke şehrinde Ebû Bekr ile Alîden “radıyallahü anhümâ” başka hiçbir müslimân bulunmadığına göre, Resûlullah Eshâbına evden çıkmayınız diye emr etdi sözünün doğru olmadığı açıkça anlaşılmakdadır. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” iki yaş kadar küçükdü. Gençliklerinde arkadaş idiler. Çok sevişirlerdi. Bu sevgileri ölünciye kadar sürmüş ve hep artmışdır. Gece gündüz birbirlerinden ayrılmazlardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” iki def’a Şâm tarafına teşrîf etdiği zemânlarda da birlikde bulunmuş idi. Bu kadar sevgiye, bağlılığa, fedakârlığa karşı Resûlullahın buna güvenmediğini yazmak, apaçık bir yalan ve iğrenç bir iftirâdır. Resûlullah, hicret edeceğini Ebû Bekre haber vermedi, diyor. Evi kuşatan kâfirler, Resûlullahın evden çıkdığını anlıyamadı.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Ebû Bekr anlayıp arkasına düşdü ise, bunu keşf ve kerâmet ile anlamış olması lâzım gelir. Hüsniyyenin sözü, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” keşf ve kerâmet sâhibi olduğunu göstermekdedir. Böylece keşf ve kerâmet sâhibi olan bir zâtın, Resûlullaha hiyânet ve ihânet edeceğini söylemek, akla uygun söz olur mu? Eğer hiyânet etmek isteseydi, ertesi Cum’a günü, kâfirler mağara kapısına geldikleri, mağara ağzındaki örümcek yuvasını görüp dünyâ yaratıldığından beri buraya adam girmişe benzemiyor, diyerek, içeriye girmek istemedikleri zemân, kâfirlere haber vermek fırsatı tam eline geçmemiş mi idi ve bu fırsatı kaçırır mı idi?
(Üzülme, Allahü teâlâ bizimledir) meâlindeki âyet-i kerîmenin ma’nâsını değişdirerek, çok alçak bir davranışla, Ebû Bekr-i Sıddîkı “radıyallahü teâlâ anh” kötülemeğe âlet etmeğe kalkışmak, câhilliğin ve İslâm düşmanlığının en çirkef şeklidir. Buna cevâb bile vermeğe değmez.
6—(Hüsniyye, İbrâhim Hâlid ile uzun uzun konuşmuş. Ona birçok ince bilgilerden sormuş. O da, öteki müctehidler gibi, hiçbirine cevâb verememiş. Çok sıkışınca, Hüsniyyeye, halîfe olmak kimin hakkı idi demiş. O da ilk müslimân olanın hakkı idi deyince, ilk müslimân olan kimdi demiş. Hüsniyye, hazret-i Alîdir deyince, hazret-i Alî müslimân olurken çocuk idi. Çocuğun müslimân olması sahîh olmaz. Onun için ilk müslimân olan Ebû Bekr-i Sıddîkdır, demiş. Fekat Hüsniyye, hazret-i Îsâyı ve Mûsâyı ve İbrâhîmi anlatan âyet-i kerîmeleri okuyup, bunlar da çocuk iken müslimân olmuşlardı diyerek İbrâhîm Hâlidi ve Ehl-i sünnet âlimlerini çirkin kelimelerle söğmüş. Orada bulunanlardan imâm-ı Şâfi’î hazretleri bu câriyenin cezâlandırılmasını halîfeden istemiş. Halîfe bunun dileğine kulak bile asmayıp, onu ilm yolu ile mağlûb etmelerini emr etmiş).
Hâlbuki (Her çocuk, müslimân olmağa elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra, anaları, babaları yehûdî veyâ hıristiyân veyâ kitâbsız kâfir olmağa çevirir) hadîs-i şerîfi Ehl-i sünnet arasında yayılmış, hemen herkes işitmişdir. Bu hadîs-i şerîf var iken, İbrâhîm Hâlidin veyâ herhangi bir din adamının (hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” müslimân iken çocuk idi. Onun için bunun müslimânlığı doğru olmaz) diyeceğine ve bu çılgınca sözü yüzlerce âlimin işiterek kabûl edip susduklarına inanmak, beyâza kara diyene inanmak gibi çocukların bile güleceği birşeydir. Bu yazı da, kitâbın hadîs-i şerîfden ve islâmiyyetden haberi olmıyan bir Acem yehûdîsi tarafından yazıldığını göstermekdedir.
7- Câriye, âlimleri rezîl ederek demiş ki, (Halîfe olmak hazret-i Alînin hakkı iken, üç halîfe, Onun hakkını elinden zor ile aldı.
 
Üst Alt