4-)ÜÇÜNCÜ RİSÂLE TEZKİYE-İ EHL-İ BEYT (1.ci kısm)

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Selmân Fârisî ile Eshâb-ı kirâmdan beş altı kişi hazret-i Alî tarafında kalıp, üç halîfeye oy vermediler. Bu zâlimlerle yirmibeş sene uğraşdılar. Bu yüzden üç halîfe ve [Cennet ile müjdelenmiş olan] on kişi ve bunlara oy veren binlerce Sahâbî [hâşâ] kâfir oldular) demiş, bu din büyüklerine söğmüş, kaba, çirkin küfrler söylemiş.
Hurûfîler, hazret-i Alîyi aşırı sevdiklerini göstermek için, halîfeliği de araya karışdırıyor. Burada da, islâmiyyetin dışına taşarak, bozuk düşüncelere saplanıyorlar. Dikkat edilirse bunlar, islâmiyyetin emr etdiği hilâfeti, dünyâ saltanatı sanıyorlar. Saltanat sürmek, devlet reîsi olmak için, babası oğlunu, oğlu babasını öldüren kralların kurduğu tuzakları, çevirdikleri fırıldakları târîhlerde okuyup, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dört halîfesini de bunlara benzetiyorlar. Dört halîfenin, insanlara nasıl hizmet etdikleri târîhlerde geniş yazılıdır. Hilâfet de, bu demekdir.
Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” efendimizin halîfe iken, arkasına bir çuval un alarak götürdüğünü, hazret-i Ömer görüp sebebini sormuşdu. Yâ Ömer! Çoluk çocuğumun ihtiyâçlarını kazanmak lâzım değil mi buyurdu. Hazret-i Ömer, halîfenin bu cevâbını son derece beğenmekle berâber hayretle karşıladı. Resûlullahın halîfesinin bütün insanlara hizmet etmesi lâzımdır. Bu hizmeti yapabilmesi için beytülmâldan, ya’nî devlet kasasından halîfeye ma’âş verelim dedi. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu sözü uygun görüp halîfeye beytülmâldan lâzım olan malın verilmesi kararlaşdırıldı. Ebû Bekr hazretleri, herkes gibi yaşayacak kadar alır, artarsa, geri verirdi. İkinci halîfe Ömer “radıyallahü anh” da böyle idi. İslâm orduları Kudüs-i şerîfi ve etrâfını aldıkları zemân Avrupa devletleri tarafından, Kudüse gönderilen çok bilgili ve tecribeli bir sefîr, halîfe ile konuşup, dilekleri kabûl edilmemiş olduğu hâlde, kendi hükûmetine, hazret-i Ömerin ahlâkını, adâletini övmekden kendini alamamış ve (öyle bir pâdişâh ki, yüksek ilmi ile ve dehşeti ile birlikde, ne bir serâyı, ne de süslü elbiseleri yokdur. Elbisesine dikkat etdim. Onsekiz yerinde yama vardı. Böyle zînetsiz, gösterişsiz, hep harbe, gazâya hâzırlanan bir kahramâna karşı koyulmaz) dediği, Avrupanın teassub gütmeyen târîhlerinde yazılıdır. Celâleddîn-i rûmînin [604 hicrî yılında Belh şehrinde doğmuş, 672 [m. 1273] de Konyada vefât etmişdir] kırkyedibinden çok beyti bulunan (Mesnevî) kitâbı bütün yabancı dillere çevrilmişdir. Burada diyor ki, Rum imperatorunun gönderdiği sefîri, Medîneye gelince, halîfenin serâyını sorar. Bir kulübeyi gösterirler. Oraya gidince, halîfeyi bağçede, kuru toprak üstünde, bir taş parçasını yasdık yapmış yatıyor görür.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hazret-i Ömer Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” uyanıp ilk bakışının dehşet ve şiddetinden sefîr titremeğe başlamışdır. Kendine gelip, konuşup, halîfeden ayrılırken, halîfenin muhterem zevcesi, bir yerden onsekiz dirhem gümüş para ödünç alıp, yapdığı bir hediyyeyi kendi tarafından sefîre verip imperatorun zevcesine göndermiş, imperatorun zevcesi buna karşılık, kıymetli ve mücevherlerle süslü hediyye göndermiş. Her işinde hak yoldan ayrılmayan halîfe, gelen bu hediyyeden yalnız onsekiz dirhem gümüş değerindeki parçasını zevcesine ayırıp, geri kalanını beyt-ül-mâla göndermişdir.
Ömer “radıyallahü anh” her yemeğini toprakdan çanak içerisinde yirdi. Birgün, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” halîfenin kızı hazret-i Hafsaya yalvararak, babasına şu haberi yolladılar: (Ey, mü’minlerin emîri olan babacığım! Birinci halîfe olan hazret-i Ebû Bekr, ölünciye kadar münâfıklarla uğraşdı. Râhat bir nefes alamadı. Siz ise, şark ve garbda sayısız memleketler ele geçirdiniz. Ayağınıza, cihân pâdişâhlarından sefîrler gelerek sofralarınızda doymakdadır. Bunlara karşı, toprak çanakları bırakıp, bakır, metal takımlar kullanılsa uygun olmaz mı?). Eshâb-ı kirâmın böyle düşündüklerini arz eyledi. Halîfe hazretleri buna karşı (Ey kızım Hafsa “radıyallahü anhâ”! Bu sözü başkası söyleseydi, onu paylardım. Senden işitdiğime göre, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin içi ot dolu bir yatağı vardı. Mubârek vücûdu bu yatakda râhatsız olduğundan, bir gece yumuşak bir yatak döşediniz. Resûlullahı bu râhat döşek içinde yatırdınız. O gece kalkıp ibâdet etmekden mahrûm bırakdınız. (Bir dahâ böyle yapmayınız!) diyerek sizlere karşı üzüldüler. Feth sûresinin ikinci âyetinde meâlen, (Senin geçmiş ve gelecek kusûrlarını örtmek için...) buyuruldu. Afv ve mağfiret ile müjdelenmiş olan, şanlı bir Peygamberin hayâtı böyle olunca, sonunun nasıl olacağı belli olmıyan zevallı bir Ömer, Resûlullahın yaşadığı yoldan ayrılıp bakır kablardan yiyip içerek saltanat sürebilir mi?) buyurdu.
Ömer Fârûk “radıyallahü anh” Medînede, gündüzleri Asyadaki ve Avrupadaki ordularını idâre ve harb ihtiyâçlarını bulup göndermekle uğraşıp, geceleri de müslimânların malını, canını, ırzlarını korumak için sabâha kadar gezer, dolaşırdı. Bir gece, dolaşırken ağlayan bir ses işitdi. Oraya gidip sebebini sordu. Bir fakîr kadın (Ben kimsesizim. Buraya geleli iki gün oldu. Çocuklarım açlıkdan iki günden beri ağlıyor. Ateş yakdım. Çömleğe yalnız su koyup, size mama pişiriyorum, diyerek onları uyutuyorum!) dedi. Halîfe, üzüntüden ağlamağa başladı ve (Ömer helâk oldu! Ömer mahv oldu) diyerek kendini aybladı.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Gitdi. Et getirdi. Ateşi alevlendirmek için üflerken mubârek sakalı tutuşdu. Bunlar, masal değildir. Târîh kitâblarında yazılı olan vak’a ve olaylardır. Şimdi ba’zı kimseler sinema rejisörlerinin çevirdiği yapma filmleri, tabî’î vak’a imiş gibi seyr edip, İslâm târîhlerine mitoloji, hurâfe, hikâye diyor.
Dördüncü İslâm halîfesi olan hazret-i Alî “radıyallahü anh” da böyle idi. Vefât ederken, dünyâ malı olarak, geride Düldül adındaki, Resûlullahdan kalan katırı ile, Zülfikâr adındaki kılıncı ve mubârek gömleği kalmışdı. Bunlar da, bir yehûdîde rehn, ya’nî ipotek idi. Peygamberlerin sonuncusu ve âlemlerin efendisi olan Muhammed aleyhisselâm vefât ederken de, sac ağacından bir karyola, bir gömlek ve bir elbise bırakmışdı. Yirmi deve, yüz koyun ve yedi keçisinin sütlerini, Eshâb-ı kirâmın fakîrlerine verirdi. Kendi için bir evi dahî yok idi. Dört halîfe, hep Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” gibi yaşadı. Onun yolundan hiç ayrılmadı. Dördü de, İslâmiyyetin emri olan halîfeliği, yük altına girer gibi kabûl eylemişdi ve ümmet, sözbirliği ile seçdiği ve istediği için halîfe olmuşlardı. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin hadîs-i şerîflerinde, (Ümmetimin oyları dalâlet üzerinde toplanmaz) ve (Mü’minlerin güzel dediği şeyi, Allahü teâlâ da güzel kabûl eder) buyurulmuşdur. Ümmetin seçdiği dört halîfeye, zor ile güç kullanarak halîfe oldular demek, çok büyük bir şaşkınlık, iğrenç bir iftirâdır. Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerinin halîfeliğe hevesli olmadığını, şu hâdise de açıkça gösteriyor. Şöyle ki, kâfirleri müslimânlara yaklaşdırmak, onların gönlünü kazanmak için, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bunlardan ba’zısına, beytülmâldan mal verirdi. Kendilerine mal verilen kâfirlere (Müellefe-i kulûb) denirdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” halîfe olunca, müellefe-i kulûbdan birisine, evvelce verildiği gibi, beytülmâldan bir mikdâr erâzî vermişdi. Bu kimse, Eshâb-ı kirâmın Ömeri çok sevdiğini görerek, bunu ileride halîfe seçeceklerini düşünerek aldığı tapu senedini buna da imzâlatmak ister. Senedi gösterince, hazret-i Ömer senedi alıp doğru halîfeye gelir ve beytülmâldan buna niçin toprak verdiğini sorar. Halîfe beytülmâldan müellefe-i kulûbe Resûlullah zemânında da erâzî verildiğini söyleyince, hazret-i Ömer, (O zemân müslimânlar za’îf olduğu için veriliyordu. Şimdi ise, o za’îflik ve mecbûriyyet kalmadı. Şimdi böyle birşey lâzım olsa bile, Eshâbdan altı-yedi kişi ile görüşüp danışdıkdan sonra verilebilir) dedi. Halîfe, bu sözü yerinde görüp, (Yâ Ömer! Halîfeliğe seçildiğim zemân, bu işe lâyık olmadığımı söylemiş ve kaçınmışdım ve senin dahâ uygun olduğunu bildirmişdim.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Fekat, Eshâb-ı kirâma dinletememişdim. Bu mes’elede de, benden üstün olduğun yine meydâna çıkdı. Halîfelikden çekilmek istiyorum. Bu hizmeti senin kabûl etmeni diliyorum) buyurdu. Ömer “radıyallahü anh” kendisinin üstün olmadığını, halîfe olmağı düşünmediğini, yalnız bildiğini hâtırlatmak istemiş olduğunu arz eyledi. Halîfe hazretleri, ondan sonra, beytülmâl işlerinde danışmadan birşey yapılmamasını emr buyurdu.
Ömer “radıyallahü anh” halîfe iken, Eshâb-ı kirâmdan birkaç kimse gelip oğlu Abdüllah bin Ömerin, Eshâbın âlimlerinin ikincisi olduğunu söylediler ve Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Onu çok severdi, dediler. Kendinden sonra Onun halîfe yapılması için vasıyyet etmesini dilediler. Ömer “radıyallahü anh” bunlara, (Halîfelik ağır bir yükdür. Oğlumu bunun altına sokamam) buyurdu. Ömer “radıyallahü anh”, hicretin yirmi üçüncü yılında, Eshâb-ı kirâmdan Mugîrenin kölesi Ebû Lü’lü adındaki bir kâfir tarafından kılınçla şehîd edildi. Yaralanınca, halîfe ta’yîn etmesi istenildikde, Eshâb-ı kirâmdan Osmân, Alî, Talha, Zübeyr, Abdürrahmân bin Avf ve Sa’d ibni Ebî Vakkâs “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” herkesden dahâ çok Resûlullahın sevgisini kazanmışlardır, buyurdu. Bunlar kendi aralarından Osmânı “radıyallahü anh” halîfe seçdiler. Üçüncü halîfe Osmân bin Affân oldu. Bunun zemânında ba’zı münâfıkların tahrik etmesi ile yer yer fitne ve ayaklanmalar oldu. Câhillerden, soysuzlardan bir grup Medîneye kadar gelince, Eshâb-ı kirâmdan ba’zısı halîfeye isti’fâ etmesini söyledi. (Kur’ân-ı kerîm okurken şehîd olacağımı, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bana haber vermişdi) buyurarak, kazâya rızâ, belâya sabr gibi meziyyetleri göstermişlerdi. Hicretin otuzbeşinci yılında, ba’zı kötü kimselerin halîfenin evine saldırdığını, imâm-ı Alî “radıyallahü anhümâ” işiterek yardımcı olmak ve korumak için iki oğlu Hasen ve Hüseyni birer arslan gibi halîfenin evine gönderdi. Her ikisi kılınçlarını çekerek kapıdan kuş uçurmadılar ise de eşkiyâdan beş-altı alçak arka tarafdan merdiven koyup içeri girdi. Resûlullahın haber verdiği gibi halîfe şehîd edildi. Alî “radıyallahü anh” bu acı haberi işitince, halîfeyi iyi koruyamadıkları için, iki oğlunu tekdîr ve hattâ mubârek eli ile vurmak istedi ise de, muhâfazada kusûr etmediklerini, azgınların başka tarafdan girdiklerini anlıyarak afv buyurdu.
Yehûdî kitâbı diyor ki, (Eshâb-ı kirâm, bu acı üzerine toplanarak hazret-i Alîyi “radıyallahü anhüm” sözbirliği ile halîfe seçdiler.) Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Talha ve Zübeyr ve dahâ birçok kimse, halîfeden kâtilleri yakalamasını ve islâmiyyetin emr etdiği cezâyı vermesini istedi.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hazret-i Alî, ortalığın karışık olduğunu, bu karışıklıkda kâtillerin bulunamıyacağını, aranınca ikinci bir isyân çıkacağını, islâmiyyetin bu emrini, ancak ortalığın düzelmesinden sonra yapabileceğini bildirdi. Bunlar da, islâmiyyetin emrini yapmıyan halîfeye itâ’at olunmaz, dedi. İmâm-ı Alînin ictihâdı doğru idi. Karşı tarafda olanların da ictihâdlarına göre hareket etmesi lâzım geliyordu. Halîfenin, kendine uymıyanları zor ile itâ’ate getirmesi lâzım idi. Bu yüzden Cemel vak’ası, ya’nî deve muhârebesi oldu. Çok müslimân kanı döküldü. Bu zemân hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anhüm”, Şâmda vâlî idi. Deve vak’asına karışmadı. Şâmlıların kanının bu işe bulaşmasını önledi. Hazret-i Alî gâlib gelip, Şâmlıların da itâ’at etmesini isteyince, hazret-i Mu’âviye de ictihâd ederek, kâtillerin yakalanmasını ve cezâlarının verilmesini istediğinden ikinci olarak Sıffîn muhârebesi yapıldı.
Görülüyor ki, dört halîfeden hiçbiri hattâ Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri “radıyallahü anhüm”, halîfe seçiminde, aslâ dünyâ menfe’ati düşünmemiş, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için çalışmışlardır. Dört halîfe hiç râhatlarını düşünmeyip, gece gündüz islâmiyyete ve müslimânlara hizmet etmeğe uğraşmışlar, bu hizmeti Allah rızâsı için ve mecbûr kalarak kabûl etmişlerdir.
Hurûfîler, halîfeliği sultânlığa, krallığa benzetiyor. Böyle sandıkları için, hazret-i Alî, üç halîfenin hilâfetlerini kabûl etmedi. Yirmi beş sene, hiç durmadan bunlarla çarpışdı, diyorlar. Devlet başkanı olmak için yıllarca uğraşdı. Bunu istemedikleri için, Eshâb-ı kirâma karşı senelerce kin ve düşmanlık besledi sanıyorlar. Bunun için üç halîfeye ve bunlara oy veren binlerce Eshâba, kıyâmete kadar la’net etmelidir, diyorlar. Kendilerini doğru tanıtabilmek için, islâmiyyete ve akla uymayan ve hazret-i Alînin yüce şânına yakışmıyan şeyler uyduruyorlar.
8—Câriye demiş ki, (Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” halîfe olunca, hazret-i Fâtıma-tüzzehrânın hurma bağçesini zor ile elinden almış, hazret-i Fâtıma, buna gücenip ölünciye kadar Ebû Bekre düşman olmuş. Hattâ, öleceği zemân Ebû Bekr ile Ömerin cenâzede bulunmamaları için, kendisinin gece defn edilmesini vasıyyet eylemiş).
Bu bağçede sayılı birkaç ağaç vardı. Büyük bir orman olsaydı dahî, böyle birşey için, dünyânın malına, mülküne zerre kadar dönüp bakmadığı için, kendisine (Betûl) denilen Resûlullahın kızı, kadınların en şereflisi Fâtıma-tüzzehrânın “radıyallahü anhâ” babasının Cennet ile müjdelediği üç halîfeye düşmanlık etmesi, afv ve ihsânda bulunmaması, bunlara [hâşâ] la’net etmesi ve müslimânlara da böyle olmalarını tavsiye eylemesi çok büyük bir yehûdî iftirâsı ve pek derin bir gaflet uykusudur.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hazret-i Alî ile hazret-i Fâtımanın, bütün dünyâya yayılmış olan yüce şânlarını küçülten böyle iftirâları bu iki din büyüğüne yakışdırmak, bunları sevmek değil, belki düşmanlık etmekdir. Ancak yehûdîlerin yapacağı şeydir.
1238 senesinde tevellüd ve 1312 [m. 1894] de İstanbulda vefât edip Fâtih câmi’i şerîfi kıblesindeki kabristânda medfûn bulunan Lofcalı Ahmed Cevdet pâşanın “rahmetullahi aleyh” büyük (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbı, 1331 de İstanbulda basılmışdır. 369. cu sahîfesinde diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Hayberde bulunan (Fedek) adındaki hurma bağçesini vakf edip, ne yapılacağını da ta’yîn buyurmuşdu. Bunun vâridâtının yabancı elçilere, müsâfirlere, yolculara verilmesini vasiyyet eylemişdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” halîfe olunca, bu vasıyyeti yerine getirdi. Fâtıma “radıyallahü anhâ” mîrâsını isteyince: Ben Resûlullahdan işitdim. (Bize [ya’nî peygamberlere] kimse vâris olamaz. Bizim bırakdığımız şey sadakadır) buyurdu. Resûlullahın yapdığını ben aslâ değişdirmem. Zîrâ, bir yanlış yola sapmakdan korkarım, dedi. Hazret-i Fâtıma (sana kim vâris olur?) dedi. Halîfe, çoluk çocuğum dedi. (Yâ ben, niçin babama vâris olmuyorum?) dedi. Halîfe de, (Ben senin baban olan Resûlullahdan işitdim. (Bize, kimse vâris olamaz) buyurdu. Onun için, sen de vâris olamazsın. Fekat ben, Onun halîfesiyim, Onun hayâtda iken verdiği kimselere ben de veririm. Senin her ihtiyâcını vermek, işlerini idâre ve hizmet etmek, benim vazîfemdir) dedi. Bunun üzerine hazret-i Fâtıma susdu. Bir dahâ, mîrâs lafı etmedi). (Kısas-ı Enbiyâ)nın yazısı temâm oldu.
Yeryüzünde bulunan Ehl-i sünnetin sayısı, her asrda, mezhebsizlerden katkat çokdur. Hurûfîler, kendilerinden katkat çok sayıda olan Ehl-i sünnete la’net ediyor, kâfir diyor. Onların bu cesâretine ve haksız sözlerine karşı, Ehl-i sünnet de, bunların mezhebsiz olduğunu söylerse, çok olan tarafın sözü doğru olmak uygun olur.
Hazret-i Alînin üç halîfeye “radıyallahü anhüm ecma’în” düşman olduğunu ve bir bağçe için hazret-i Fâtımanın Eshâb-ı kirâma la’net etdiğini söylemek, Kur’ân-ı kerîme de hiç uymamakdadır. Mâide sûresinin ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlâ, kullarını birr ve takvâda, birbirlerine yardım etmeğe, birbirleri ile iyi geçinmeğe çağırıyor. Günâhda ve düşmanlıkda yardım etmeyiniz) buyuruldu. Eshâb-ı kirâmın birbirini sevmemesi, milyonlarla müslimânın birbirine kâfir demesi, la’net etmeleri, birr ve takvâ olmayıp günâh olur.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hazret-i Alînin ve hazret-i Fâtımanın “radıyallahü anhümâ” bu âyet-i kerîmeye uymadıkları söylenmiş olur. Bunlar, hazret-i Ebû Bekrin hilâfetini kabûl etmemekle ve Eshâb-ı kirâma düşman olmakla, sonra gelen müslimânların birbirlerine kâfir diyeceklerine sebeb olacaklarını, böylece bu âyet-i kerîmeye uymıyan bir çığır açılacağını bilmiyorlardı. Eğer bilselerdi vazgeçerlerdi denirse, bunların üstünlüğü keşf ve kerâmetleri inkâr edilmiş olur.
Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” evlâdından ve Evliyânın büyüklerinden olan seyyid Abdülkâdir-i Geylânî [471 de tevellüd ve 561 [m. 1166] de Bağdâdda vefât eyledi] “rahmetullahi aleyh”, (Gunyet-üt-tâlibîn) adındaki kitâbında buyuruyor ki, (Şî’îlere göre hilâfet oniki imâma mahsûsdur. Bunlar ma’sûmdur. Günâh işlemezler. Keşf ve kerâmet yalnız kendilerinde görülür. Dünyâda, olmuş ve olacak herşeyi bilirler, derler). Kumların sayısına varıncaya kadar herşeyi bilen hazret-i Alînin, hazret-i Ebû Bekre oy vermediği için, milyonlarca ümmetin yoldan çıkacağını bilmediğini söylemek, bu inanışlarına uymaz. Böyle söylemek, zâten doğru da değildir.
Yukarıda, Ömer “radıyallahü anh” hazretlerinin halîfeliğini anlatırken, halîfeliğin ağır bir yük olduğu bildirilmişdi. Bir mü’minin, başka mü’minler, beni niçin seçmediler diye üzülerek, onlara düşmanlık etmesi mi, yoksa bu ağır yükü çok şükr bana vermediler diye sevinmesi mi doğrudur? Hele, onun düşmanlığından, müslimânlar arasında, kıyâmete kadar fitne ve fesâd çıkacağını biliyor ise, elbette, seve seve oy verip halîfeyi desteklemesi lâzım olur.
Âl-i İmrân sûresi yüzseksenbeşinci âyetinde ve Hadîd sûresinin yirminci âyetinde meâlen, (Dünyâ hayâtı, ancak insanları aldatıcı şeylerdir) buyuruldu. En’am sûresinin otuzikinci âyetinde meâlen, (Dünyâ hayâtı oyun ve boş şeylerdir. Allahdan korkanlar için, âhıret hayâtı elbette hayrlıdır. Böyle olduğunu niçin anlamıyorsunuz?) buyuruluyor. Enfâl sûresinin yirmisekizinci âyetinde ve Tegâbün sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız sizi imtihân etmek için verildi. Allahü teâlâ, iyiliklerinize karşılık, size çok büyük ecr verecekdir) ve Tevbe sûresinin otuzsekizinci âyetinde meâlen, (Dünyâ hayâtını âhıretden dahâ çok mu beğeniyorsunuz? Dünyâ hayâtında ele geçenler, âhıretdekilerden çok azdır) ve Kehf sûresinin kırkaltıncı âyetinde meâlen, (Mâl ve çocuklar, dünyâ hayâtının süsleridir. Sonsuz kalıcı olan iyi işlerin sevâbları, Rabbinin yanında dahâ iyidir) buyurulmuşdur. Dahâ böyle altmışaltı kadar âyet-i kerîmeler, dünyâ malına, mevkı’ine gönül bağlamamağı tenbîh buyuruyor.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bu yolda sayısız hadîs-i şerîfler de bildirilmişdir. Meselâ bir hadîs-i kudsîde, (Ey Âdem oğlu! Ömrünü dünyâyı toplamakda harcetdin. Cenneti hiç istemedin) buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmeleri, ilm şehrinin kapısı olan hazret-i Alî ile kadınların en üstünü olan Fâtımatüz-Zehrâ “radıyallahü anhümâ” elbette herkesden dahâ iyi biliyorlardı. Bunların dünyâ mevkı’i için ve hurma bağçesi için üzülerek didişmeleri, kakışmaları hiç düşünülebilir mi?
Süâl: Bunların üzülmesi, didişmesi dünyâya düşkün olduklarından değildi. Hazret-i Ebû Bekrin ve Ömerin hilâfeti zor ile ele geçirdiklerini, böylece günâha girdiklerini görüp, bunları günâhdan kurtarmak için idi, denilirse:
Cevâb: En’am sûresinin yüzaltmış dördüncü ve İsrâ sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Hiç bir günâhkâr kimse, başkasının günâhını da yüklenmiyecekdir) buyuruldu. Hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” ve Resûlullahın “aleyhisselâm” Eshâbının çoğu, [hiç olmıyacak şey ise de] bu işde bir günâh işlemiş olsalar bile, bu âyet-i kerîmeye göre, bundan hazret-i Alîye birşey dokunmayacakdır. Yine döğüşmesi, kakışması lâzım gelmez. Hele yüzmilyonlarla insanın Cehennemde sonsuz kalmasına sebeb olacak bir döğüşmeyi yapması, olacak şey midir?
Bu fakîr, [ya’nî Osmân efendi], şî’î âlimlerinden birine sordum ve Fâtıma “radıyallahü anhâ” hazretlerinin, hurma bağçesini vermedikleri için Eshâb-ı kirâma gücenmesi, dünyâyı sevmek demek olup câiz değildir, dedim. (Onun gücenmesi dünyâya düşkün olmasından değildi. Çirkin bir işin yapılmasını beğenmedikleri için idi) dedi. Bu kaçamak cevâbı ile, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” tertemiz kerîmesini lekelemiş oluyordu. Çünki islâmiyyete uygun olarak yapılan bir işi, ancak nefs-i emmâre çirkin sanır. Bunu hâtırlatdım ve aşağıdaki açıklamayı yapdım. Şaşkına döndü. Diyecek söz bulamadı. Şöyle ki: Târîh okuyan iyi bilir ki, bir gazâda İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” hazretleri, bir kâfiri yere yıkıp öldüreceği sırada, canından ümmîdini kesen bu adam, ağzında olan bütün pislikleri, İmâmın yüzüne püskürtmüşdü. Yüzü gözü pislik içinde kalan İmâm, kâfiri öldürmekden vazgeçmişdi. Gözleri dönmüş, aklı gitmiş olan kâfir, dahâ şaşırıp; niye durdun, korkdun mu, dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” kâfiri bırakıp, (Seni önce müslimân olmadığın için, Allahü teâlânın emri ile öldürecekdim. Şimdi ise, yapdığın bu pislikden dolayı nefsim sana karşı düşman oldu. Şimdi öldürürsem, nefsim için öldürmüş olurum. Allahü teâlânın emrini değil, nefsimin isteğini yapmış olurum.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Böylece, seni öldürmekle sevâb kazanacağım yerde, günâh işlemiş olurum) buyurdu. Kâfir, bu sözleri işitince, imâm-ı Alînin vicdânının dayanmış olduğu İslâm dîninin üstünlüğüne hayran kalarak, bütün kalbi ile Kelime-i şehâdet getirdi. Seve seve müslimân oldu. Birkaç dakîka önce, can düşmanları iken, şimdi kucaklaşarak kardeş oldular.
Evliyânın büyüklerinden olan İbrâhîm bin Edhem “rahimehullahü teâlâ”, doksanaltı yılında Belhde doğup, 162 [m. 779] de Şâmda vefât etdi. Önce Belh pâdişâhı idi. Saltanatı bırakıp, Mekke-i mükerremeye geldi. Sırtında odun taşıyarak ekmek parasını kazanırdı. Ölünciye kadar nefsi ile pençeleşdi.
Osmânlı pâdişâhlarının yedincisi olan Fâtih Sultân Muhammed hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” sekizyüzotuzüç hicrî yılında doğdu. 857 [m. 1453] de İstanbulu Bizansdan alarak târîhde yeni bir çağ açdı. Sekizyüzseksenaltıda vefât etdi. Bunun babası, altıncı Osmânlı pâdişâhı olan Sultân ikinci Murâd hân sekizyüzaltı yılında tevellüd ve sekizyüzellibeş 855 [1451] de vefât etmişdir. Bursada medfûndur. Sekizyüzyirmidörtde pâdişâh oldu. Sekizyüzkırkyedi yılında, kendi arzûsu ile, saltanatı oğluna bırakarak kendisi Mağnisaya çekildi. Bir köşede ibâdet ile meşgûl oldu.
Hazret-i Alînin ve Fâtıma-tüz-Zehrânın, dünyânın vefâsızlığını anlamakda ve nefsle mücâhedede, adı geçen sultânlardan aşağı olmadıkları gün gibi meydânda iken, bunların dünyâ malı ve mevkı’i için üzüldüklerini ve hele kin beslediklerini, bir müslimânın söylemesine imkân yokdur. Bu iftirâların, Abdüllah bin Sebe’ adındaki münâfık bir yehûdî tarafından çıkarıldığına şübhe yokdur. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” zemânında Yemenden Mısra ve oradan Medîneye gelip müslimân olduğunu söyledi. İslâmiyyete, başkalarının yapamadığı zararı yapdı.
Âl-i İmrân sûresi yüzotuzüçüncü âyetinde meâlen, (Rabbinizden mağfiret istemeğe ve Cennete girmeğe koşunuz. Bunun için çalışınız! Cennetin büyüklüğü gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için hâzırlandı. Bunlar, az bulunsa da, çok bulunsa da, mallarını Allah yolunda verirler. Öfkelerini belli etmezler. Herkesi afv ederler. Allahü teâlâ, ihsân edenleri sever) ve Hucurât sûresinin onuncu âyetinde meâlen, (Mü’minler, birbirleri ile kardeşdir. Kardeşleriniz arasında sulh yapınız!) buyuruldu. Bunlar gibi dahâ otuza yakın âyet-i kerîmelerde, mü’minlerin birbirlerine öfkelenmemesi, birbirlerine iyilik ve ihsân yapmaları, afv etmeleri emr olunmakdadır. Hadîs-i şerîfde, (Birbirlerine merhamet edenlere, Allahü teâlâ merhamet eder. O, merhamet edicidir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Yer yüzünde olanlara merhamet ediniz ki, gökde olan melekler de, size merhamet etsin) buyuruldu. Buna benzer dahâ elli kadar hadîs-i şerîfde öfkeyi yenmek, iyilik ve ihsân etmek emr edilmekde, insanlık vazîfeleri öğretilmekdedir.
İşte, hazret-i Alî ve Fâtıma-tüz-Zehrâ “radıyallahü anhümâ”, mevkı’ için ve birkaç hurma ağacı için öfkelenip, iyilik ve ihsân etmeyip, ölünceye kadar Eshâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” düşmanlık etselerdi, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymamış olurlardı. Buna hiç ihtimâl var mıdır? Böyle yapdıklarını söyliyen bir kimse, her ikisinin yüksek şanlarını lekelemiş olur.
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bu iki göz bebeğine hiçbir kusûr gelmemesi için, böyle saçma şeyler söylememiş, bu büyükleri sevmek, son nefesde îmân ile gitmeğe sebeb olur, diyerek çok sevilmelerini teşvîk buyurmuşlardır. Bu büyükleri Ehl-i sünnet mi, yoksa şî’îler mi doğru sevmekdedir? Akl ve insâf sâhibi olan herkes, bunu pek kolay anlıyabilir.
Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin kardeşler oldukları, birbirlerini ne kadar çok sevdikleri herkesçe bilinmekdedir. Meselâ Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anhümâ” bir gün Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîfine gelmişdi. Buna çok iltifât buyurdu ve (Kıyâmet günü herkesin berâtı, ya’nî kurtuluş vesîkası, her işi ölçüldükden sonra verilir. Abdüllahın berâtı ise, dünyâda verilmişdir) hadîs-i şerîfi ile bunu medh ve senâ buyurdu. Sebebi soruldukda, (Kendisi vera’ ve takvâ sâhibi olduğu gibi, düâ ederken “Yâ Rabbî! Benim vücûdümü, kıyâmet günü o kadar büyük eyle ki, Cehennemi yalnız ben doldurayım. Cehennemi insanla dolduracağım diye verdiğin sözün böylece yerine gelmiş olsun da, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden hiç kimse Cehennemde yanmasın” diyerek din kardeşlerini kendi canından dahâ çok sevdiğini göstermişdir) buyurdu. Ebû Bekr-i Sıddîkın da böyle düâ etdiği (Menâkıb-i çihâr yâr-ı güzîn) kitâbında yazılıdır. Hazret-i Alînin, müslimânları sevmesi, Abdüllah ibni Ömerin “radıyallahü teâlâ anhüm” sevmesinden katkat fazla olduğu şübhesizdir. Halîfe yapılmadığı için, milyonlarca müslimânın Cehennemde sonsuz yanmasına sebeb olacak bir sevgisizlik göstermesi imkânsızdır.
Tebük gazâsında ağır yaralanan Eshâb-ı kirâmdan birkaçı çok susamışdı. Bir müslimânın getirdiği bir bardak su, hangi yaralıya verildi ise, (önce, su istediğini işitdiğim din kardeşime ver) diyerek birbirlerine gönderdikleri ve suyu içmeğe sıra gelmeden herbirinin şehîd olduğu, İmâm-ı Gazâlînin (Kimyâ-yı se’âdet) kitâbında ve diğer kitâblarda yazılıdır.
 
Üst Alt