A.B > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
ALLAH`IN VARLIĞINA AKLÎ DELİLLER

1-Hudûs (sonradan varolma) delilleriyle Allah'ın varlığını ispat
Bu âlem, yok iken sonradan var olmuştur O halde, başlangıcı olmayan bir var ediciye muhtaçtır Varlığı ve yokluğu kendinden olmayan bu âlemin, varlığını yokluğuna tercih eden bir mucide ihtiyacı vardır O mucidin de varlığının kendinden olması; Vâcibu'l-vücud olması gerekir Bir başka yaratıcıya muhtaç olmadan varlığı kendinden olan tek varlık ise Allah Teâlâ'dır bu halde bu âlem vâcibu'l vücud olan bir yaratıcıya muhtaçtır Bu delîli de iki maddede inceleyebiliriz:
a) Cisimlerin sonradan yaratılması esasına dayanan delil Kelâm âlimleri bu delîli şöyle açıklarlar: Bu âlem, suretiyle ve maddesiyle hâdistir (sonradan varolmuştur) Her hâdis (sonradan varolan) mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtır O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır O da yüce Allah'tır Bu âlemin sonradan yaratıldığı gözlem ve aklî delillerle ispat edilmiştir Şöyle ki: Âlem; (Evren) cevher ve arazlardan meydana gelmiştir Ârâz, cisimlere ârız olan hareket, sükûn, ictima (birleşme), iftirâk (ayrılma) hâlleridir Bu hâllere "ekvân-ı erbaa (dört oluş) denir Ekvân-ı erbaa, cisimlere değişik hâl ve şekiller veren sıfatlardır Bu sıfatların hepsi sonradan varolmuştur Sükûndan sonra hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık hâllerinin oluştuğu gibi Bu ârâzlar yok olduktan sonra görülmezler Görülmemeleri hâdis olduklarının, yani sonradan yaratıldıklarının delilidir Hâdis olmasaydılar, vacip (varlığı kendinden) olmaları gerekirdi Vacip olsaydılar bu defa da, zıdlarının gelmesiyle yok olmamaları gerekirdi Halbuki zıdları gelince yok oluyorlar O halde vacip değil, hâdistirler Hâdis oldukları sabit olan ârâzlar, kendileriyle birleştikleri cevherlerin de hâdis olduklarının delilidir Çünkü hâdis, ancak kendisi gibi hâdis olan cisimle birlikte olur Cevherler (cisimler) de mutlaka bu dört durumdan birisiyle birliktedirler O halde cevher ve ârâzlardan ibaret olan bu evren hâdistir sonradan yaratılmıştır Her hadisin de bir muhdise ihtiyacı vardır O muhdis ise; bu âlem cinsinden olmayan varlığı zatının icabı, yani Vâcibu'l-Vücud olan mutlak kemâl sahibi Allah Tebârek ve Teâlâ'dır
Bu âlemi yaratan varlık; Vâcibu'l Vücud değilse Mümkiniu'l-Vücud'tur Yani vücudu sonradan yaratılmıştır O hâlde o da, varlığında başka bir yaratıcıya muhtaçtır Şayet o yaratıcı da bu mucit gibi başka bir yaratıcıya muhtaç ise; yaratıcılar zincirinin böylece sonsuzluğa doğru silsile hâlinde devam edip gitmesi gerekir Böyle bir teselsül ise batıldır, mümkün değildir Varlığı farzedilen bu yaratıcılar silsilesinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan, her bakımdan mükemmel, varlığı zâtının gereği olan bir yaratıcıya dayanması şarttır Bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allah'tır
b) İhtirâ (İcat Etme) delîli Gökler ve yer, bitki ve hayvanlar yoktan var edilmiştir Her yoktan var olunana da bir var edici gerekir Bu âlemin de bir var edicisi vardır O da Allah'tır Âlemde gördüğümüz herhangi bir bitki veya hayvan sonradan varolmuştur Her birinin varlığının bir başlangıcı vardır Cisimlerde zamanla hayat idrak, akıl gibi hâller icat olunuyor İlliyet kanununa göre her icat olunan şeye bir icat eden gerekir Çünkü hayat, idrawek ve akıl gibi durumlar kendiliğinden var olmazlar Mutlaka bir yaratıcıya muhtaçtırlar O da, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, herşeyi bilen ve herşeye güç yetiren Allah 'tır
c) Terkip delili Bu âlem mürekkep (parçaları bir araya getirilmiş olan) bir varlıktır Terkip olunan her varlık, kendinden önce varolan bir terkip ediciye muhtaçtır Terkip olunan varlık, parçalardan meydana gelir Parçalar, bütününden önce vardır ve ondan ayrı şeylerdir O halde, terkip bulunan varlık yok iken, daha sonra parçalarının birleştirilmesiyle sonradan yaratılmıştır Her sonradan yaratılan gibi o da bir yaratıcıya muhtaçtır Bu yaratıcı, terkip edilen ve kendinden başkasına muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz Aksi halde yaratıcıların teselsülü gerekir Teselsül ise batıldır O hâlde bu yaratıcı, varlığında başkasına muhtaç olmayan ezelî bir varlıktır O da, Vâcibu'l-Vücud olan Allah'tır

2-İmkân Delîli

a) Bu âlem, varlığı da, yokluğu da mümkün olan bir varlıktır Her mümkün, varlığını yokluğuna tercih eden bir kuvvete muhtaçtır Bu âlem de, var olabilmek için böyle bir müessir kuvvete muhtaçtır O kuvvet de bu âlemin dışında, vücudu zatından olan bir varlıktır O da Allah'tır
b) Hakîkatta bir mevcut vardır Bu mevcut, ya varlığı zatındandır ya da varlığı ve yokluğu mümkün olandır Varlığı zatından ise; bu özelliğe sahip olan yalnız Allah'tır Bu mevcut, varlığı mümkün olan ise; mümkün olan varlığın mevcûdiyeti zatının icabı olmadığından, var olabilmesi için, varlığını yokluğuna tercih eden bir müreccihe-yaratıcıya ihtiyaç vardır O yaratıcı-müreccih ise Allah'tır
c) Âlemde görülen madde daima hareket hâlindedir Maddenin hareket hâlinde olması ilmen ispat edilmiştir Madde ve maddedeki hareketin mucidi kimdir? Maddeciler, madde ve ondaki hareketin ezelî olduğunu söylerler Oysa maddedeki bu hareket, bir evvelki hareketin neticesidir O da bir evvelkinin Bu hareketler silsilesi sonsuzluğa doğru devam edip gidemez Bu hareket silsileşinin bir noktada durması ve ilk hareketin, vücûdu vâcip olan bir illete, bir hareket ettiriciye dayanması zarûrîdir O da herşeyin yaratıcısı olan Allah'tır
3- İbdâ' ve İllet-i Gâiyye Delîli içinde bulunduğumuz âleme dikkatle bakacak olursak, onun çok güzel ve çok mükemmel olarak ve daha önce bir benzeri olmadan vücuda getirildiğini görürüz Gökyüzü, güneş, ay, hülâsa canlı-cansız her varlık bir amaç için yaratılmıştır Âlemde varolan hiçbir eşya faydasız, maksatsız ve boş yere yaratılmamıştır Bu âlem bir güzellik, gaye ve vesîleler toplumudur Âlemde en değerli varlık olan insan, rastgele vücuda gelmiş, sebepsiz ve gayesiz bir varlık değildir Her azasıyla güzel, mükemmel, faydalı ve maksatlıdır İnsanın yaratılışı güzel ve mükemmel olduğu gibi, yaratılış gayesi de Allah'ı bilmek, tanımak ve O'na ibadet etmektir İnsanın olduğu gibi, canlı-cansız her mevcudun da varlığının bir gayesi, hikmet ve faydası vardır İşte âlemde görülen canlı ve cansız varlıklardaki ibdâ ve gayeler manzumesi; bütün bunları icat edip yaratan bir yaratıcının varlığını, aynı zamanda o varlığın ilim ve kudret sahibi bir ilâh olduğunu isbat eder Her şeyi bir maksada göre yaratan bu varlık, Vâcibu'l-Vücud olan Yüce Allah'tır Kur'an-ı Kerîm'de bu delîli dile getiren bir çok ayet vardır (Bakara, 2/22, Nebe', 78/6-16, )
Netice olarak diyebiliriz ki; inat ve garazdan uzak her sâlim akıl sahibi, Allah'ın kendisine lûtfettiği aklı kullanarak esere bakıp müessiri, binaya bakıp bânîsini, yaratılmışlara bakıp yaratıcısını keşfedebilir Bunun için Allah, Kur'an'ın bir çok yerinde, zatının varlığına delil olabilecek eserlere bakmalarını, onun üzerinde düşünmelerini, akletmelerini istemektedir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ALLAH'IN (CC) KONUŞMASI Imam Gazalının bir eserinde Allah'ın , konuştuğunu okudum, bu doğru mudur?
Elbette doğrudur Çünkü Allah'ın (cc} sıfatlarından biri de "Kelâm" yani, konuşmadır Zaten O kendisi Kur'ân-ı Kerimde'de peygamberlerle konuştugunu bildirmektedir Ancak O, yaratıklara ve bu arada insanlara hiçbir konuda benzemediği gibi, konuşmada da benzemez O Kur'ân-ı Kerim'de kendisinin hiçbir şeye benzemediğini bildirdikten sonra, bizim O'nun, meselâ konuşmasını insanın konuşmasına benzetmemiz O'nu yalanlamak olur ki, bu küfürdür O konuşur, ancak konuşmasının niteliğini biz anlayamayız, konuşma özelliğinin (sıfatını) olduğuna inanırız, o kadar Nitekim indirdiği kitaplar ve bu arada Kur'ân-ı Kerîm onun kelamı, yani konuşmasıdır Zaten onun bir adı da "Kelâmullah"dır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ALLAH'TAN BAŞKALARI ADINA EDİLEN YEMİNLER Allah'tan başkaları adına edilen yeminler iki kısımdır:
a- Babalar, anneler, melekler vs gibi Allah'tan başka varlıklar adına edilen yeminler: Bu şekilde yemin etmenin caiz olmadığını, Hz Peygamber'in böyle yemin etmeyi men ettiğini yukarıda belirtmiştik Böyle sözlerle yemin etmek caiz olmadığına göre, buna yemin demek de doğru değildir
b- Bir şarta bağlanarak edilen yeminler: Bu gruptaki yeminleri de iki kısımda ele almak mümkündür:
ba- Ibadet ve taat cinsinden bir şeye bağlananlar: Meselâ bir kimse "şu işi yaparsam üç gün oruç tutayım" dese, bu bir bakıma yemindir Çünkü o işi yapmaktan nefsini menetmek maksadıyla o sözü söylemiştir Bir başka açıdan da nezir (adak)tır Çünkü bir ibadeti yapmayı, bir şarta bağlamıştır Bu târz bir ifadenin nezir olarak değerlendirilmesi daha isabettir (Kasânî, III, 21)
bb- Ibadet ve taate bağlanmayıp, talak veya köle azadına bağlanan yeminler: Bir kimse karısının boş olmasını veya kölesinin hür olmasını bir şartın tahukkukuna bağlarsa, talakla veya köle azadı ile yemin etmiş sayılır Böyle yeminlere tâliki talak da denir Böyle sözlerin yemin olarak değerlendirilmesi kişiyi bir fiili yapmaya teşvik veya yapmaktan men etme konusunda kuvvet vermesinden dolayıdır (Ö Nasuhi Bilmen, Hukukî Islâmiyye ve Istıhâhâtı Fıkhıyye Kamusu, II, 232)
Bu maddede söz konusu edilen şartın tahukkuku halinde şayet adamın maksadı kendisini bir işi yapmaya teşvik veya yapmaktan menetmek değil de karısını boşamak veya kölesini azad etmekse, şartın vukuu halinde karısı boş veya kölesi azad olmuş olur Bu konuda ulema arasında her hangi bir görüş ayrılığı tesbit edilmemiştir Çünkü bu yemin değil, talakı veya itakı şarta bağlamaktır Ama eğer kişinin maksadı, karısını boşamak değil de, kendisini bir işi yapmaya veya yapmamaya zorlamak ise hüküm nedir? Işte bu konuda bazı değişik görüşler vardır Konuyu bir örnekle anlatalım: Içki müptelası olan bir kimse içkiyi bırakmak ve nefsini bu işe mecbur etmek maksadıyla "Bir daha içki içersem karım boş olsun" veya "bir daha içersem şart olsun" dese ve daha sonra yeminini bozsa yani içki içse bu durumda ne uygulanacaktır? Bu konuda üç görüş vardır:
1- Bu söz tamamen geçersizdir; ne talaktır ne de yemindir Çünkü ne Allah'ın istediği bir şekilde karı boşama, ne de bir yemin etmedir O halde böyle bir söz söyleyen ve sonra bozan kişinin karısı boş olmaz, kendisine yemin keffareti de gerekmez Bu görüş Hz Ali'ye nisbet edilmektedir Zahirîler ve bazı Mâlikîler de bu görüştedir
2- Böyle bir söz söyleyen kişi yemin etmiş ve yeminini bozmuştur Çünkü adamın maksadı karısını boşamak değil, kendisini içki içmekten men etmektir Dolayısıyla kişi ettiği yemini bozduğu için kendisine yemin keffareti icabeder; karısı boş olmaz Hanbelîlerden Ibn Teymiye ve Ibn Kayyim el-Cevziyye bu görüştedir (Ibn Teymiye el-Fetava'l-Kübra, 1-5, Beyrut, II, 110; Ibn Kayyim el-Cevziyye, Ilâmu'l-Muvakkîn, IV, 17 vd)
3- Talak veya köle azadının bir şarta bağlanması ve şartın tahakkuku halinde, karı boş veya köle hür olur Yukarıdaki misalımizde, adam içki içtiği zaman karısı boş olmuş olur Dört mezhebin görüşü bu istikamettedir (Kâsânî, age, III, 21 vd; Merginânî, age, II, 250 vd; Mevsılî, age, III,140 vd; Ibn Kudâme, age, VIII, 335, 336; Ö Nasuhî Bilmen, age, II, 232; vd; Zühaylî, age, III, 388 vd)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ALT MUDARABE Mudaribin sermayeyi bizzat işletmesi şart değildir Işleri yürütürken başkalarını çalıştırması mümkün olduğu gibi, sermayeyi çalıştıracak başka birisine vermesi de mümkündür Böylece alt mudârebe meydana gelmiş olur Sermaye sahibine karşı ilk mudârib muhatap olacağı için onun menfaatı haleldar olmaz Belki daha iyi işletme yüzünden kâr marjı artabilir (es-Serâhsî, age, XXII, 98; el-Kâsânî, age, VI, 96; Ibnü'l-Hümâm, age, V, 70 vd)
Mudâribin yaptığı işi daha düzenli ve geniş ölçüde bir girişimci işletme yapabilir Bu işletme birçok kimsenin tasarruflarını mudarabe yönetimiyle işletmek üzere teslim alırsa vadelerine göre ayrı fonlarda toplar Bunları ticaret işlerinde bizzat işletebileceği gibi Mudârabe akitleriyle piyasada dürüst iş yapan yetenekli işletmecilere de aktarabilir Böylece; mevduata daha fazla devir sağlayarak kâr marjını yükseltebilir
Kısaca, kâr-zarar ortaklığı biçiminde çalışan bir finans kurumuna yatırılan tüm vadeli mevdûat, vadelerine göre kâr-zarar katılma hesaplarında işletilir Bu, ya murâbaha (peşin alıp vadeli, satmak) veya mudârebe (bir taraf emeğini, diğer taraf sermayesini koyduğu ortaklık) yahut muşâreke (sermaye ortaklığı) yönetimleriyle işletme şekillerinde olur
Mudarabede, mudaribin iyi niyetten ayrılmadığı sürece rizikosu bulunmadığı ve tüm risk, sermaye sahibine ait olduğu için, mudarabe sermayesine "risk sermayesi" denilebilir Risk sermayesi (mudârabe) uygulaması 1970'li yıllardan bu yana özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde çok büyük boyutlara ulaşan ve en son teknolojik yeniliklere yönelip bu tip projelerin finansmanını sağlayan bir finansman yöntemi olmuştur Az ihtimalle büyük kâr büyük ihtimalle küçük zararın sentez edildiği bir finansman türü olarak tarif edilir Risk sermayesi ABD, Ingiltere, Japonya, Kanada ve Almanya gibi ülkelerde ileri teknolojiyi gelıştıren itici bir güç olmuştur Büyük kâr marjı olan uzun vadeli projelerin faizli kredilerle desteklenmesi halinde henüz proje sonuçlanmadan kredilerin vadeşinin dolması, girişimcileri çekingenliğe itmiştir Risk sermayesinde ise, girişimci (mudârib)nin rizikosunun bulunmaması, onu uıun vadeli projelerin finansmanı olarak kullanılır hale getirmiştir Proje sahibi bilim adamı girişimci, projesini sermaye sahibine para karşılığında satmak yerine projenin uygulanmasıyla elde edilecek gelirden sürekli olarak kâr payı almakta, başka bir deyimle mudarabede mudarib olarak fonksiyonunu ifa etmektedir
Sonuç olarak, ileri ekonomilerde geniş uygulama alanı olan risk sermayesi şirketleriyle mudarabe arasında büyük bir benzerlik vardır Risk sermayesi şirketi kamu veya özel sektörden sağladığı sermayeyi titizlikle seçeceği projelere yatırır Buna göre, risk sermayesi şirketi mudârib; proje sahibi girişimci şirket, mudareb; finansman sağlayan kamu kuruluşu veya özel sektör de rabbül-mal (sermayedar) durumundadır Buna göre, Islâmi mudarabenin Avrupa'ya 10 yy dan itibaren "Commenda" adı altında adapte edilmesinin ardından, mudarabenin Avrupa ticaret hukukuna (Lex mercatoria) girdiği, buradan tüm Avrupa'ya yayılıp standardıze edildiği bilinmektedir Bunun sonucunda iş ortaklıkları daha çok girişimci ve tasarrufçuyu bünyesinde toplamıştır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ALTIN VE GÜMÜŞ KABLAR KULLANMAK CAİZ MİDİR? Altın ve gümüş kablar kullanmak caiz değildir Peygamber (sav): "Altın ve gümüş kabda yemek yiyen veya su içen kimse karnına Cehennem ateşi dökmüş olur” buyurmuştur
Cumhur ulemaya göre kadının altın ve gümüş ile süslenmesi caiz ise de altın ve gümüş kablar kullanması caiz değildir Kaşık, kalem, bıçak, makas ve benzeri şeyler de kab hükmündedir Hem erkek, hem kadın için haramdır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ALTIN VE GÜMÜŞ PARALARIN DEĞİŞMESİ

Eğer zimmette sabit olan borç altın, gümüş cinsinden belirli ve sözleşmede söylenen bir para olup, ödeme zamanı geldiğinde değer kazanmış ya da kaybetmiş ise, borçlunun, zimmetinde sabit olandan başkasını ödemesi gerekmez Çünkü bunlar (altın ve gümüş) -fakihlerin tabiriyle- "yaratılıştan para"dırlar Değerlerindeki bu değişikliğin borca kesinlikle etkisi olamaz Ibni Abidîn "Tenbîhu'r-rukud'alâ-mesâili'n-nukûd" adlı risâlesinde der ki : Zamanımızdaki Frenk Riyali ve eski altın böyledir Binaenaleyh, taraflar bunlardan biriyle alış veriş yapsalar, sonra da değeri artsa, ya da eksilse, meselâ 20 Riyale bir elbise satsa, ya da bu meblaği borç olarak alsa, değeri artsin veya eksilsin, ne kadar almışsa onu ödemesi gerekir" O yine der ki:Sakın ola, Ebu Yusuf'un - Şerifi, Bundukî, Muhammedî, Küleb (?) ve Riyal gibi paralar hakkındaki -farklı görüşü, altında ve gümüşte de geçerlidir sanmayın Çünkü bunlardan herhangi biriyle borçlananın, başkasını vermesi gerekmediği ittifakla kabul edilen bir husustur" Kadri Paşa'nın "Mürsid'ül-hayrân" adlı eserının 805 maddesi de bunu açıklamakta ve şöyle denilmektedir :"Mekîlât (ölçüyle muamele gören), mevzunât (tartıyla muamele gören) ya da altın ve gümüş cinsinden olan meskukât (para olarak basılan)'tan bir şeyi borç alanın, aldığı şeyin değeri artsa da eksilse de buna itibar etmeksizin, aldığını misliyle ödemesi gerekir" Hattâ bu parayı piyasaya süren kaynak, çıkardığı paranın değerini kendisi ararsa veya eksiltse, borçlunun yine sadece üzerinde akit yapılan miktarı vermesi gerekir
Ibn Abidîn der ki :
"Bilinmesi gereken bir husus da şudur: Günümüzde devlet otoritesi, zaman zaman, bazı geçerli paraların değerini azaltma yönünde değiştirme emirleri veriyor ve bu konuda fetvalar da farklı oluyor Ama şu anda kesinlik kazanan durum: Üzerinde akit yapılan paranın cinsi belirli ise, onun ödenmesidir Meselâ herhangi bir malı Yüz Frenk Riyali'ne, ya da yüz eski altın'a satınalması gibi"
Bu parayı piyasaya süren idare, bununla muameleyi iptal etmiş olsa bile, borçlunun, yapılan akde vefa için, başkasını ödemesi gerekmez Çünkü üzerine akid yapılan para, bu paradır, başkası değildir Mâlikîler de kendilerince meşhur tutulan görüş olarak bunu beyan etmişlerdir Şâfiî, el-Ümm adlı kitabında şöyle der : "Birisi Felsler (altın ve gümüş dışındaki madeni paralar) ya da dirhemlerle borç verse veya satış yapsa, sonra da idare onları iptal etse, borç olarak verdiği veya kendileri, karşılığında sattığı felsleri ve dirhemlerin mislinden başkasını alma hakkı yoktur " Ibnu Rüşd'ün Nevâzil'inde şu açıklamaya rastlıyoruz : Kendisinden (ra) sordular: Dinar ve dirhemler halindeki paralar piyasadan kaldınlip, başka sikkelerle değiştirilirse, geçmiş borçlar, muameleler ve benzeri konularda ne yapmak gerekir ? Cevap verdi: Bizim âlimlerimizin ve diğer ilim ehlinin ifadeleri; neyle muamele yapmışsa, ondan başkasını ödeme zorunluluğu olmadığı yolundadır Soru soran şöyle dedi: Fakat bazı fıkıhçılar derler ki, ancak son basılan parayla ödeyebilir Çünkü devlet başkanı öbür parayla muameleyi kesmiş ve onu yürürlükten kaldırmıştır Böylece o, sanki hiç yokmuş hükmünü almıştır O da buna şöyle cevap verdi : Bu söze itibar edilmez, ilim ehlinden birisinin sözü değildir Islâm ahkâmını bozmaktır "Malın batıl yollarla yenmesi" yasağı konusundaki Kur'ân-ı Kerim âyetlerine ve Rasûlüllah'ın sünnetine muhaliftir" Sonra da şöyle dedi:"Bunu söyleyenin şöyle demiş olması gerekir: " Otoritenin, ölçü birimlerini daha küçük, ya da daha büyükleriyle, tartı birimlerini de daha hafif, ya da daha ağırlarıyla değiştirmesi durumunda, taraflar arasındaki muamele, ilk ölçü ve tartı birimleriyle de olmuş olsa, müşteri ancak son kabul edilen birimleriyle teslim eder"Bunun batıl olduğunda ise şüphe yoktur"
Bir kısım Mâlikîler de şu görüştedir: Bu para iptal edilir, ya da başkasıyla değiştirilirse, kaldırılan paranın altın cinsinden kıymetine dönülür ve alacaklı, bu değeri altın olarak alır" Ama bu para yok olacak ve piyasadan kalkacak, ya da akdi yapanlann ülkesinde bulunmayacak olursa, o takdirde kıymeti gerekir"Muhtaşar'u-Halil" ve Alis'in buna yaptığı şerhte şu ifadeler vardır:"Felsler (altın ve gümüş dışında bir madenden basılan paralar) iptal edilse, misli gerekir Bir satış veya istikraz sebebiyle herhangi bir şahsın zimmetine borç olarak geçtikten sonra felsler, dinarlar (altın paralar) veya dirhemler (gümüş paralar) akdi yapanların memleketinde piyasadan kalkacak olsa, başka ülkede bulunsa bile, zimmetinde borç olanın, yeni piyasaya sürülen parayla değerini ödemesi gerekir ve bunda istihkak ile -ki, ödeme vadesinin geldiği zamandır - paranın bulunmamasının birleştiği ana itibar edilir Bunlar da ancak ikisinden daha sonra olanın zamanında birleşirler Hak doğsa da, piyasada bulunmama ondan sonra ortaya çıksa, o takdirde değerlendirme, bulunmadığı güne göredir Önce bulunmama, sonra istihkak olsa, o zaman da istihkak günündeki değeriyle hesaplanır" "Tamamen ortadan kalkma değil de, azalsa veya insanların elinde nadir bir varlık haline gelse; piyasadan çekilmesi, yok olması ve bulunmamasının aksine, nadirliğine rağmen elde edilmesi mümkün olduğundan, başkasını ödemesi gerekmez" Heysemî'nin Tuhfetü'1-muhtâc'inda şu malümât vardır: "Peşin olan dirhem veya dinarla satsa ve mevcut bir şeyi de (satılan eşya olarak) belirlese, artık nadir bulunur olsa dahi, buna uyulması gerekir" ay Bu arada şu noktaya da işaret yerinde olur: Hanbelîler bu görüşü; alacaklının, borçlu zimmetinde sabit olan nakdin mislini kabul zorunlulugu, borçlunun da devlet tarafından muamelesine müsaade edilmekle, bu nakdin bulunur olması halinde, onu ödemesi zorunlulugu ile kayıtlarlar Ama devlet halka onunla muameleyi yasaklarsa, artık alacaklı onu kabule zorlanamaz; o takdirde borcun sabit olduğu andaki değerini değer kendi cinsinden olması halinde riba'1-fadl cereyan edecekse - kendi cinsi dışındaki nakitlerle alır Halk, ister bu nakitle muameleyi bırakmada ittifak etsin, ister etmesin, değişmez E1-Buhûtî'nin "Müntehe'1-irâdât" adlı eserinde de su satırlar mevcuttur: "Borç, devletin yasakladığı, yani onunla muameleyi menettiği fulûs, ya da kırık dirhemler olmadıkça, halk onunla muameleyi bırakmakta anlaşmasalar bile, bu durumda alacaklı için, borç verdiği anda açıklanan borcun kıymeti vardır Çünkü bu, onun mülkünde kusurlanmıştır Kıymetinin az veya çok eksiltmesi de bir şey değiştirmez Bunda -yani değerini kendi cinsinden almakta- riba'1-fadl cereyan ederse; kıymet, onun -yani karzın- cinsinden başka cinsten olur Meselâ kırık dirhemlerle borç alması ve bunların muameleden kaldırılması oluşumunda, borç aldığı gündeki değerleri, ağırlıklarından eksik ise, bunun değerini altın olarak öder"
Birinci görüş: Ebû Hanîfenin görüşü:
Tedavülden kalkan para, herhangi bir alım satımda fiyat (semen) olmuşsa, akd fasid olur ve mümkün olduğu sürece feshi gerekir Çünkü tedavülden kalkmakla, bu para;değer (semen) olmaktan çıkmıştır Zira değer oluşu (semeniyyeti), para tabir etmekle (istilahla) sabit olmuştu Dolayısıyle, insanlar onunla muameleyi bırakınca değer oluş vasfı gider, böylece satılan eşya da değersiz (semensiz) kalmış olacağından, satış fasit hale gelirAncak bu karzdan ötürü borç, ya da müeccel mehir ise tedavülden kalksa bile, misliyle ödenmesi gerekir Çünkü zimmette geçerli felsler ik (tabii) paranın -altın ve gümüş- dışında edinilen ve kullanmada aynen bniki para gibi itibar edilip işlemi gören paralardır Iste sözü edilen kagit banknotlar da bu kabıldendir "Geçerli fels" diye, sadece diğer madenlerden yapılanlara denecegi iddia edenler delil getirmelidirler "Kesat" sözlükte, ragbet görmediğinden revaç bulmamak demektir Kesâdin aslı "Fesad"dir da denmiştir (el Misbâh'ül-Münîr N/644) Faki'hlerin terimi olarak ise "Kesâd", herhangi bir paranın tedavülden kaldırılması ve bütün ülkelerde geçerliliğinin düşmesi demektir (Ali Haydar, Serhu Mecelle I / 108, Zeylaî Tebyinü'l-hakayık IV/143 Ibn Abidin, Tenbihu'r-rukud N/60) Zeyla'î'nin "Tebyinül-hakâyik"tan naklettiğine göre, Ebû Hanife'nin delili sudur : "Karz iaredir Gereğiise (iare verilen) ayn'i, ma'nen iade etmektir Bu da, -tedavülden kalkmis olsa bile- ancak mislini geri vermekle gerçekleşir Çünkü "semeniyyet" (değer oluş), karzın sahih olmasının "semeniyyete" dayanmayıp, bilakis "misl"e dayanması itibariyle, onda ilave bir unsurdur ve tedavülden kalkmakla da misl olmaktan çıkmış değildir Bundandır ki tedavülden kalktıktan sonra bile, istikrazı sahihtir Ceviz, yumurta ve ölçü, tartı ile işlem gören şeyler gibi semen olmayanların da - semen olmasalar bile- istikrazı sahihtir Eğer bu, manen iare olmasaydı sahih olmazdı Çiinkü cinsin cinsiyle, vadeli mübadelesi olurdu ki, bu haramdır Binaenaleyh, iade edilen, alınanın hülanen aynısıdır ve artık bunda tıpkı gasbedilen aynın iadesi gibi revaç şart değildir Karz da gasb gibidir, çünkü misliyletazmin edilir" Bedâyi'u's sanâyi'de şöyle denir "Geçerli felslerle satın alınip ta bu felsler tesellümden önce tedavülden kalkacak olursa, Ebu Hanife'ye göre akd münfesih olur, müşterinin, eğer duruyorsa satın aldığı eşyayı, harcamışsa kıymetini, ya da mislini geri vermesi gerekir" Aynı yerde şunlar da vardır "Geçerli felslerle borç alıp tesellüm etse, arkasından bunlar tedavülden kalksa, Ebû Hanife'nin görüşüne göre, tesellüm ettiği felslerin sayısal olarak mislini geri vemiesi gerekir" Ikinci göiüs: Ebû Yûsufun görüşü, Hanbelîler'de tercih edilen, Malıkîlerde de meşhur olmayan göiüs : Tedavülden kalkmasından sonra mislini iade etmek yeterli değildir: Borçlunun; akde konu olan nakdin değerini, muamelenin yapıldığı gün itibariyle, bir başka para ile ödemesi gerekir Mürsidül hayrân in 805 maddesi bu görüşü almıştır ki, şöyle dir: "Rayıç felslerden veya karışımı galip paralardan belli bir miktar borç alsa, arkasından bu para tedavülden kaldırılsa ve onunla işlem geçersiz sayılsa, ödeme günündeki değil, teslim aldığı gündeki değerini vermesi gerekir " Bu görüşe şunlar delil gösterilir:
1- Çıkaran merci tarafından bu parayla muamelenin durdurulması, geçerliliğine engel olmak ve maliyetini iptal etmektir Çünkü bunlar, itîbari paradırlar, yaradılış olarak değil Binaenaleyh bu, onun itlafi demekti Böylece de "telâfiler" (el-cevâbir) kaidesine göre bedeli gerekir ki, bu da kıymetidir
2 - Alacaklı, faydalanılabilen bir karşılık almak için faydalanılabilen bir şey vermiştir Öyleyse kendisine faydalanılamayan birşey verilmekle haksızlığa uğratılmamalıdır

Ibn Kudame "el-Mugni"de sunlan söyler:
"Karz, felsler ya da ufaklık paralar olup, otoritenin bunları yasaklaması ve bunlarla muamelenin terkedilmesi halinde, ödünç verenin bunların değerini almak hakkıdır Ister borç alanın elinde bulunuyor olsun, ister harcamış olsun alacaklı onu kabule zorlanamaz Çünkü onlar onun (borçlunun) mülkünde iken kusurlanmıştır Ahmet b Hanbel ufaklık dirhemlerde bunu tasrih etmiş ve şöyle demiştir: Bunlara değer tespiti yapar ve aldığı gün yeni paradan ne kadara eşit olduklarını bulur Sonra onu verir Değerlerindeki düşüşün az ya da çok olması farketmez " Bazı Mâlikîler de satılan malın fiyati konusunda, satılan eşyanın tesellüm edildiği gündeki değerinin rayıç (geçerli) para ile ödeneceği görüşündedirler Üçüncü görüş: Imam Muhammed ve bazı Hanbelilerin görüşü: Akd hangi parayla yapılmışsa borçlunun, onun tedavülden kalktığı; yani son revaçta olduğu gündeki değerini, diğer paradan vermesi gerekir ki, bu da halkın onunla son işlem yaptığı gündür Zira bu onun, o gün yeni kıymete geçis zamanıdır Öyle ya, geçerli olduğu sürece mislının iadesi gerekirdi Tedavülden kaldırılınca, o zaman yeni paradan kıymetine intikal etti
"Cevâhiru'1-Fetâvâ"da su bilgiler vardır:
Kâdi ez-Zâhidî demiştir ki: Belli bir nakitle bir şey satsa, sonra fiyatını (semenini) almadan bu nakd tedavülden kalksa, satış fâsid olur Sonra da bakılir: Eğer satılan şey müşterinin elinde ise, onu geri vermesi gerekir Herhangi bir yolla elinden çıkmışsa veya onda müşterinin müdahelesiyle bir artis meydana gelmişse,ya da onda, meselâ elbise olması halinde dikmek gibi, değer biçilebilecek bir sa'nat yapmışsa veya meselâ buğday olup ta öğütülmesi, susam olup ta sıkılması, nil yapragi olup ta nil yapılması gibi, istihlak yerine geçip, cinsi değişmişse (hukuken tagyire uğramışsa) misliyattan olması durumunda -ki, keylî, veznî ve ceviz, yumurta gibi farklılık arzetmeyen adedî mislîdir - mislini iade etmesi, kiyemiyyattan olması durumunda da -elbise ve hayvan gibi - satılan eşyanın kabz günündeki değerini, satış anında mevcut olup tedavülden kalkmayan bir paradan vermesi gerekir Satış değil de kira akdi yapılmışsa, akd batıl olur ve kiralayanın ecr-i misli vermesi gerekir Bütün bunlar Ebû Hanife'nin görüşüdür
Ebû Yûsuf ise: "Hangi para ile akd yapılmışsa, onun muamele günündeki değerini, başka bir parayla vermesi gerekir" der Imam Muhammed ise: "Halkın elinden son kalktığı günkü değeriyle vermesi" görüşündedir
Dördüncü görüş: Şâfiîlerin ve kendilerince meşhur olana göre Mâlikîlerin görüşü ara zimmette sabit olduktan sonra, ödemeden önce tedavülden kalkarsa, alacaklının ondan başkasını alma hakkı yoktur Onun tedavülden kalkması, alacaklının başına, elde olmadan gelmiş bir âfet olarak değerlendirilir Bu konuda borcun bir karz, ya da satılan bir şeyin değeri veya başka bir şey olması arasında fark yoktur
Er-Ramlî'nin "Nihâyetü'l-muhtâc'inda su bilgiler vardır"Şayet devlet kendisiyle satış yaptığı ya da borç verdiği parayı iptal etse, hiçbir surette ondan başkasını almaya hakkı yoktur Aynı yerde şunlar da söylenir : Mislî olan borcun karşılığında misil verilir Çünkü bu, hakkına daha yakındır Bu durumda borç, para (nakd ise, onunla yapılan muamele batıl olur Bu, günümüzde Mısır'da, yeni çıkan paralarla borç vemie, sonra da onları tedavülden kaldırıp, para olmasa bile, başkasını çıkarma şeklindeki kamuyu ilgilendiren problemi de kapsar" Nevevî el-Mecmû'da sunlan söyler: "Belli bir para ile satsa veya mutlak bir para ile satsa da, biz onu o bölgenin parasına hamletsek, sonra da tesellümden önce idare o parayla işlemi durdursa, bu konuda imamlarımız şöyle der: Akid münfesih olmaz, satıcının muhayyerliği yoktur Akdin kendisiyle yapıldığı paradan başkasını alma hakkıda yoktur Tıpkı bir buğday satın alıp ta, tesellümden önce buğdayın ucuzlaması, ya da buğdayda selam akdi yapıp ta, vade gelmeden önce buğdayın ucuzlama durumunda, başkasının alma hakkıolmadığı gibi; Cumhûr burda böylece kesindirBagavî ve Râfiî, satıcının muhayyer olduğu yolunda bir göiüs naklederler: Tesellümden önce malın kusurlanmasında olduğu gibi, dilerse o parayla satışı onaylar, dilerse fesheder Arria mezhebin görüşü birinci görüştürMütevelli ve başkaları da şöyle demiştir: Müşterinin, idarenin çıkardığı parayı getirmesi halinde satıcı, onu kabule zorlanamaz Onda anlaşmaya varırlarsa o (semenin) bedeli olur ve (semenin değil), semenin bedelının hükmünü alırBizim birincisinde ona karşı delilimiz şudur : O, müşterinin kabullendigi (iltizam ettiği)nden başka bir paradır Dolayısı' ile tıpkı dirhemle satın alıp ta dinar getirmesinde olduğu gibi, kabulü şart değildirIkincisinde ona karşı delilimiz sudur : Akde konu olan şey ortadadır ve teslimi mümkündür Öyle ise onun üzerindeki akid de münfesih olmaz Tıpkı bir malı pahalılıkta satın alıp sonra fiyatların düşmesi gibi "
Alis'in "Minahul-Celil"inde şöyle denir :
"Bir para (nakd) ile satın alırya da ödünç alırda, sonra o para iptal edilirse, onun bulunması halinde başkasını verme mecburiyeti yoktur Kişi altın ve güinüsten, ya da başka madenlerden belli ölçülerde basılan paralarla (felslerle) ödünç alsa veya bunlarla alım satım yapsa, sonra da devlet bu birimi değiştirip, yerine başka para bassa, bu kişinin borcu ancak, aldığı ve akd günü zimmetine geçen birimdirOrada -yani el-Müdevvene'de- denir ki: Birisine altın ve gümüş dışındaki paralarla ödünç verip, karşılığında bir rehin alsan ve bu paralar da tedavülden kalksa, senin onda, verdiğin paraların mislinden başka hakkın olamaz O bunu verdiği takdirde rehinini alır Böyle bir parayla bir şeyi vadeli olarak satsan, senin hakkın ancak satım günündeki bu paranın mislidir Tedavülden kalkmasına itibar edilmez"
Ikinci Durum: "Bölgesel Tedavülden Kalkma "
Paranın bütün bölgelerde değil, bir kısmında tedavülden kalkması duiumudur Devletlerin çıkardığı ve kendi topraklarının dışında tedavülüne engel olduğu paralar, bunun günümüzdeki örneğidirBu durumdaki kişi, rayıç bir parayla alım satım akdi yapsa, sonra alım satımın gerçekleştigi bölgede ve ödeme yapılmadan önce bu para tedavülden kalksa, akd fasid olmaz Satıcı, alım satımın gerçekleştigi parayı istemekle, onun kıymetini rayıç bir para ile istemek arasında muhayyerdir Hanefi mezhebindeki "mutemet" görüş budur "Uyunu'1-mesâil"de şöyle denir: "Paranın tedavülden kalkması" bütün bölgelerde olursa bu, akdin fesadıni gerektirir Çünkü o takdirde para helâk olmuş ve satılan şey bedelsiz (semensiz) kalmıştır Ama sırf o bölgede tedavül edilmez de başka bölgelerde edilirse, satım akdi fasid olmaz Çünkü para helâk olmamış, fakat kusurlanmıştır Binaenaleyh, satıcı muhayyerdir; dilerse, "Bana alım-satımın yapıldığı parayı ver der, dilerse o paranın değerini altın olarak alır" Ibn Abidin diyor ki: "Bazı bölgelerde tedavülde bulunursa akd bâtıl olmaz; ama alımsatım yapanların bölgesinde tedavülden kalkmasıyla para kusurlanır ve satıcı da muhayyer olur ister onu alır, ister (altına endeksli gibi) değerini alır"
Ebu Hanîfe ve Ebu Yusuftan; para tek bir bölgede tedavülden kalkarsa o bölge insanlarının terminolojisine (paradaki itibar ölçülerine, istilahlarına) bakarak, orada paraya sair ülklerdeki "genel iptal" hükmü verilir, dedikleri nakledilmiştir
Üçüncü Durum "Paranın Piyasadan Kalkması"
Bu, paranın halkın elinde olmaması ve arayanın piyasada bulamaması şeklinde olur Bu durumda: "Kişi belli bir para ile bir eşya satın alsa, sonra bedelini ödemeden önce para piyasadan Üçüncü Görüş: Ebu Hanife'nin göriisüdür: Piyasadan çekilme de tedavülden kalkma gibidir, alımsatım akdinin fesadıni gerektirir (Tebyînü'l-hakaik, N/142; el-Fetava'l-Hindiyye, NI/225 )
Timurtâsî "Bezlü'l-mechud fi-mes'eleti-tegayyuri'n-nukud" adlı risalesinde şunları söyler: "Paranın halkın elinde bulunmaması da, tedavülden kalkması gibidir Dirhemlerin hükmü de böyledir; dirhemlerle satın alsa, sonra bu dirhemler tedavülden kalksa, ya da piyasadan çekilse, alımsatım bâtıl olur ve eğer duruyorsa, satılan şeyi geri vermesi gerekir Mislî olup tüketilmiş ise, durum yine aynıdır Değilse kıymetini öder Eğer teslim alınmamissa, bu alım-satımın zaten hükmü yoktur Bu, Imâm A'zam'a göredir
Talebeleri olan iki Imâm ise su görüştedirler: Alım-satım bâtıl olmaz, çünkü imkânsiz olan, paranın tedavülden kalkmasından sonra onu teslnn etmektir Bu ise; paranın yeniden geçerlilik kazanmakla o vasfınin yok olması mümkün olduğundan ötürü, fesadı gerektirmez" (Tenbihu'r-rukud, N/59)
Dördüncü Görüş: Şâfiîlerin ve Mâlikîlerin görüşüdür:
Bulunmaması ve piyasadan çekilmesine rağmen, bu para elde edilebilirse ödenmenin onunla yapılması, aksi halde kıymeti gerekir Ödünç alınan paradan dolayı borç, satım eşyası bedeli, ya da bir başka borç olması durumları eşittirFakat bu görüşün sahipleri, kıymetin ödenmesine gidildiğinde, hangi zamandaki kıymetin ödeneceği konusunda görüş ayrılığı içindedirlerŞâfiîler, alacaklının talebi anındaki değerinin gerekeceğini söylerler (Haysemî, Tuhfetu'l muhtâc N/258) Mâlikîler kendilerince meşhur sayılan görüşlerinde; (Minahu'l-Celîl) ki sürenin hakedilme zamanına (istihkak) en uzak olanındaki değer gerekir, derler Bu iki süre; borcun vadeşinin hulûlü ve paranın piyasadan çekilmesi demek olan yokluk anidir (Minahu'l-Celîl, N/535; Serhu'z-Zurkâni ‚alâ-Halil, V/6O)Mâlikîlerin bazıları da, kıymetin hüküm zamanına göre belirleneceği görüşündedirler (Nihâyetü'l-Muhtac, NI/399)Ramlî ise "Nihayetü'l-muhtâc'da şöyle der: "Para bulunmaz olsa fakat misli bulunursa, o gerekir Aksi halde alacaklının talebi günündeki değeri gerekir Bu mesele günümüzde Mısır'daki paralar konusunda zaruri bir hal almıştır (Umumi belvâ) (Nihâyetü'l-Muhtac, NI/399) Karafi de der ki: Bu nakit piyasadan çekilse ve nihayet bulunmaz hale gelse, peşin olması halinde alacaklının piyasadan çekilme günündeki kıymetini alma hakkıvardır Peşin değilse vadenin girdiği gündeki değerini alır Çünkü ondan önce talep hakkıyoktur" (Minahü'l-Celîl, N/534)"Serhu'l-Hurasî alâ-Muntaşar'i Halîl'de sunlar vardır: (Para) yok olursa, borçlu olan sahsa gereken; onun kıymetini, yeni basılip piyasaya çıkan parayla vermesidir Paranın kesâdi ve hak edilmesi zamanlarının farkı olması halinde, bu iki sürenin en uzagi zamanındaki kıymetine itibar edilir" (el-Hurasi, V/55) 1) Borçlu bunu ister geciktirsin, ister geciktirmesin Nitekim Halil'in sözünden ve el-Müdevvene'den anlaşılan da budur Hurasî ve başkaları bunun borç'lunun geciktirmediği zamanla kayıtlı oldugu görüşündedirler Aksi halde varılan son durum- Yani kıymet değil, yeni uygulama gerekli olnr - Yani eskisine artık olarak basılan yeni para konusunda ki son durum gerekli olnr Çünkü o haksızlık etmiştir "Tekmîlü'l-Minhâc" sahibi der ki; durumun daha iyiye gitmesi halinde bu açıktır Daha kötüye giderse zimmeti de sabit olan ne ise onu verir (bk El-Hurasî V/55; Serhuz:-Zürkânî V/60; Minahu'l-Celil N/535; Hâsiyetü'r-Rahvanî V/12l
Dördüncü Durum: "Para Değerinin Artması veya Düşmesi"Bu, altına ve gümüşe nisbetle paranın değerinin artması, ya da eksilmesidir Fıkıhçılar bunu "gala" ve "ruhs" terimleriyle anlatırlar Bu duruma göre borç; ödünç alınan bir paradan, bir mehir borçlanmasından, satınalınan bir eşya bedelinden ötürü zimmette sabit olup, ödemeden önce paranın değeri artma, ya da düsme şeklinde değiştiginde, borçlunun ödeme zorunda olduğu şey konusunda fıkıhçılar üç ayn görüştedirler : Birinci Göiüs : Ebu Hanîfe, (Tenbîu'r-rukûd N/60; Hâsiyetü's-Selebî ‚alâ-Tebyîni'l-Hakâik IV/142-143) kendilerince meşhur olan görüşe göre Mâlikîler, (ez-Zürkânî âlâ-Halil V/60; Hasiyetü'r-Rahvânî V/121) Şâfiîler (Suyûtî, Kat'u'l-Mücadele ‚inde-tagyiri'l-muâmele, I/97-99) ve Hanbelîlerin görüşüdür: Borçlunun ödemesi gerektiği şey, ne eksik ne fazla, aynı akidde belirlenen ve borç olarak zimmete geçen paradır Alacaklının başkasını alma hakkıyoktur Kadı Ebû Yûsuf da bu görüşte idi; ama sonra bundan dönmüştür"Bedâyiu's-sanâyî"de paranın (semen) değişmesinden söz edilirken: "Tedavülden kalkmasa, fakat değeri artsa, ya da düşse, ittifakla alım-satım akdi fesholmuş olmaz Müşterinin sayı olarak onun mislini vermesi gerekir Burada kıymete itibar edilmez, Çünkü değer artışı, ya da düşüşü semen olmayı ortadan kaldırmaz Öyle ya, dirhemlerin semen olma özellikleri değişmeden değerleri artıp eksilebilir " denmektedir Aynı yerde, ödünç alınan paranın değerinin değişmesinden söz edilirken de şöyle denir: "Tedavülden kalkmasa, fakat değeri düşse, ya da artsa, borçlu, aldığının mislini (rakam olarak aynısını) vermekle mükelleftir" Ibn Kudâme "el-Mugni"de şunları söyler: "Paranın değerinin düşmesine gelince: Bu ister; -bir danik'a on (birim) iken, bir danik'a yirmi (birim) olması gibi- çok olsun, ister az olsun, onun iadesine engel değildir Çünkü onda bir şey meydana gelmemiş, sadece fiat değişmiştir Dolayısıyla pahalanan, ya da ucuzlayan buğday gibi olmuştur" (el-Mugnî IV/365) el-Buhûtî, "Kessâfu'1-kinâ" adlı eserinde: "Felsler eğer yasaklanmazsa" yani devlet otoritesi ile tedavülüne engel olunmazsa, misliyle (rakam olarak eşit değerle) ödenmeleri gerekir Değerlerinin artmış veya eksilmiş olması ya da tedavülden kalkmis bulunmalan eşittir" (Kessâfu'l-kinâ NI/301) derSuyutî de "Kat'u'l-mücâdele'inde tagyiri'l-mu'âmele" adlı risalesinde şöyle der: "Sahih istikraz yoluyla olan borçlanmada, her hâlükârda mislin ödeneceği sabit olmuştur Binaenaleyh, diğerinden bir ritl (birim) fels (altın ve gümüş dışında bir para) ödünç alanın ödemesi gereken - değeri ister artmış, ister eksilmiş olsun- aynı cinsten bir ritl'dir Artmış olması halinde, karzın selem olmasından ötürü böyledir Eksilmiş olması halinde ise "er-Ravda" adlı eserde şöyle denmektedir: "Bir nakitle borç verse, devlet otoritesi de o nakitle tedavülü yasaklasa, alacaklı ancak, ödünç verdiği alır Imâm Şâfiî (ra) bunu tasrih etmiştir Tedavülden kalkması durumunda böyle olursa, değerinin düşmesi durumunda öncelikle böyle olur" (Kat'u'l-Mücâdele, I/97) Sonra selemdeki borçlanmayı ele alırve der ki : "Selem de bu kabıldendir En sahih görüş', selem'in, şartı bulunması halinde, dirhem, dinar ve felslerde de caiz olacağıdir Süresi dolunca "müslemün fih" olmak üzere tartı olarak belirlenen miktarı vermesi gerekir Selem akdinin yapıldığı zamandaki değeri ister artmış, ister eksilmiş olsun, farketmez Değeri neye baliğ olmuş olursa olsun, onun tahsili gerekir "Muhtaşar'u-Halil" ve Alîs Serhinde sunlar vardır: Fels cinsinden paralar tedavülden kalksa, bunlarla zimmetine borç geçmiş olan, bunların mislini vermekle yükümlüdür: Tedavülü sürmekle beraber değeri değişenler, öncelikle böyledir" "el-Müdevvene"de de şöyle denir: "Keza birisine fels olarak bir kaç dirhern borç versen, verdiği gün bir dirhem yüz felse eşit olsa, sonra bir dirhem ikiyüz fels olsa, o sana ancak aldığının mislini verir, başkasını değil" (Minahu'l-Celîl, N/535)Hanbelî mezhebine göre hazırlanan "Mecelletü'l-ahkâmi'sşer'iyye" de bu görüşü almıştır Meselâ 750 maddesi şöyle dir :"Karz; felslerle, veya ufaklık dirhemlerle, ya da kagit (banknot)larla olsa, sonra değerleri artsa, ya da eksilse veya tedavülden kalksa, ama bunlarla işlem yasaklanmamış olsa, misillerini ödemek gerekir Keza diğer borçlarda, tesellüm olunmayan fiyatlar (semen)da, ücrette, hul' bedelinde, telef edilen şeylerle, tesellüm edilen ve satıcının geri vermesi gereken fiyatta (semen) hüküm aynıdır" Ikinci görüş: Ebu Yûsufun görüşüdür ve Hanefi mezhebinde fetvâ da buna göredir: (Tenbîhu'r-rukud N/60, 6l ) Borçlu; değer artışına, ya da düşüşüne maruz kalan paranın, zimmetinde sabit olduğu gündeki değerini, tedavül eden bir parayla vermek zorundadır Buna göre; alım satım akdinde, akd günündeki değer; istikrazda da, tesellüm (kabz) günündeki değer esas alınır (Tenbîhu'r-rukûd N/60-63)Üçüncü Görüş: Mâlikî mezhebi içerisindeki tâlî bir görüştür: Değiştirme aşırı ise, artış ya da düsüse maruz kalan paranın kıymetini, aşırı değilse mislini vermek gerekirEr-Rahvâni, Mâlikîlerde, paranın değeri, yükselme veya düsme ile değişse dahi mislının gerekeceği şeklindeki meşhur görüşe yorum sadedinde sunlan söyler: "Buna göre bunu: bu (değişme)'nun çok fazla olmadığı zaman, diye kayıtlamak gerekir Tâ ki, tesellüm (kabz) eden, karşıt görüştekilerin gerekçe olarak gösterdikleri sebebin bulunmasından ötürü, büyük bir menfaat bu Paranın tedavülden kalkması konusunda meşhur görüşe karşıt görüş sahiplerinin delil olarak tutundukları sebebi (illeti) kastediyor ki, şudur: Alacaklı faydalanılan birşey alabilmek için faydalanılan birşey vermiştir Binaenaleyh, ona faydalanılmayan birşey vermekle haksızlık edilemez (bk Hasiyetü'r-Rahvânî,1/120; Hâs'iyetü Ibni'l-Medenî V/118)
Bu üç görüşe ve delillerine bakarak vardığım sonuç sudur: a- Fiyat artışına ya da düşüşüne maruz kalan paranın, zimmette sabit olduğu gündeki değerinin ödenmesi gerektiğini söyleyen fıkhı kabulleniş, cumhurun; borçlunun ödemek zorunda olduğu, akidde belirlenen ve zimmette sabit olan paranın eksigi, ya da fazlası olmayıp, bizzat kendisidir, şeklindeki görüşünden itibara daha layıktir, çünkü : Bir: Bu görüş adalet ve insafa daha yakındır Çünkü iki mal, ancak kıymetleri eşit olursa birbirinin dengi olurlar Kıymetler farklı olursa, denklik de yoktur Halbuki, Allah adaleti emreder Iki: Bunda borçludan da, alacaklıdan da zararı giderme vardır Mesela karz olarak bir para verse, arkasından bu paranın değeri düşse, biz de karz vereni, verdiğin rakam olarak mislini kabule zorlasak, o bundan zarara uğramış olur Zira ona verilmesi hükmedilen bu parâ, onun hakettiği para değildir Çünkü değeri düştükten sonra o, belirli ayn'in kusuruna benzeyen, nevinin kusuruyla kusurlu hale gelmiştir (Su bakımdan ki, belirli ayn'in kusuru, mükemmellikten eksiklige geçisidir, nevilerin kusuru ise, değerlerinin eksilmesidir) Bir malı karz olarak verse, arkasından bunun değeri artsa, biz de karz olanın aldığını rakam olarak ödemesini hükmetsek bu defa da borçlu zarar görür Çünkü bu onu, aldığından fazlasını ödemeye zorlamadır Halbuki, "Zarar ve zarara mukabıl zarar yoktur" esası, şeriatın genel bir kaidesidir b- Rahvânî'nin Mâlikîlerde zahir gördüğü; paranın değer artışına, ya da düşüşüne maruz kalması halinde bu fark basitse, (sayısal olarak) misli gerekir, değişme asin ise değeri gerekir, şeklindeki görüş, bana göre Ebu Yûsufun her halükârda değeri gerekir, şeklindeki Hanefi mezhebinde tek fetva olan görüşünden daha evlâdir Çünkü : Bir: Karşılıklı işlemlerde büsbütün yok edilmelerindeki zorluga bakarak, insanlardan sıkıntıyi giderme gayesiyle, mal mubadele akidlerinden şer'an bağışlanan az hile ve aldatmaya kıyasla, az farklılaşma da bağışlanmış olmalıdır Bunda önemli bir tesri (yaşama) esasını da gerçekleştirme anlamı vardır ki, o da teamülün insanlar arasında istikrar bulmasıdır Fâhis aldatma ve hile ise, böyle değildir Bunlar her çeşit alımsatım ve işlemlerde yasaktırlar Iki: Az farklılaşma, "Bir şeye yakın olan o şeyin hükmünü alır" (x) şeklindeki genel fıkıh kuralının teferruatından sayılarak bağışlanmış olmalıdır Fâhis farklılaşma ise böyle değildir Zira ondaki zarar açıktır, zulüm muhakkaktır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ALTIN VE GÜMÜŞ YÜZÜK TAKMAK CAİZ MİDİR? Gümüş yüzük takmak, erkek ve kadın için mübah ise de, altın yüzük takmak erkek için haram, kadın için helaldır Peygamber (sav) buyuruyor: Altın ve ipek ümmetimin kadınlarına helal, erkeklerine haram kılınmıştır” Sahabelerden Sa'd bin Ebi Vakkas, Talha bin Abdullah, Süheyb, Huzeyfe ve Cabir bin Semure, altın yüzük takmanın tahrimen değiil, tenzihen mekruh olduğuna kanaat getirdikleri için takmışlar ise de sahabe ve ulemanın cumhuruna göre haramdır
Abdullah bin Abbas'tan rivayet edilmiştir: "Peygamber (sav) birisinin elinde (parmağında) altın yüzük gördü Hemen elinden çıkarıp attı Ve dedi ki nasıl olur da sizden biriniz bir ateş parçasını alıp eline sokar? Peygamber(sav) gittikten sonra adama: Yüzüğünü al ondan faydalan, denildiğinde "Hayır Allah'a yemin ederim madem ki Peygamber (sav) atmıştır asla almam” dedi Hülasa dört mezheb ile sahabenin cumhuruna göre erkek için altın yüzük takmak haramdır Cevazı için fetva vermek doğru değildir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ALTIN VE GÜMÜŞTEN BAŞKA MA'DENİ VE KAĞIT PARA ZEKATA TABİİ MİDİR? Altın ve gümüşten başka ma'deni ve kağıt para, ticaret yoluyla elde edilmiş ise sene sonunda normal olarak ticaret eşyası ile birlikte hesaplanarak zekatı verilecektir Bu hususta şüphe yoktur Ayrıca miras ve vasiyet gibi bir yolla veya ticaret eşyası olmayan başka bir şey satmak suretiyle elde edilmiş ise üzerinden bir yıl geçtiği takdirde altın ve gümüş yerine ka'im olduğu için, Hanefi ulemasına göre yine zekatı verilecektir Amma Şafii ulemasının görüşüne göre zekata tabii değildir Çünkü altın ve gümüş olmayan madeni ve kağıt para hakkında zekat vermek hususunda hadis varid olmamıştır Hanefi ulemasının görüşü bu hususta daha güzeldir Çünkü zekatın farz kılınışından maksat malı durumu müsaid olan kimsenin malından mu'ayyen bir miktarı muhtaç kimselere verdirip ihtiyaçlarını gidermektir Binaenaleyh geçmiş asırlarda alışverişde te'amül, altın ve gümüş ile olduğundan ma'deni şeylerden yalnız altın ve gümüş zekata tabiidir demek yerinde idi Fakat şimdi şartlar değişmiş te'amül onlara, değil madeni ve kağıt paralarla olduğundan, bunları zekattan mu'af tutmak zekatın farz kılınış gayesine ters düşer
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ALTININ NİSABI YIRMİ MİSKAL GÜMÜŞÜN NİSABI İSE 200 DİRHEMDİR, DENİLİYOR 20 MİSKAL İLE 200 DİRHEM BUGÜNKÜ ÖLÇÜLERE GÖRE NE KADARDIR? Bu hususta çelişkili sözler söylenmektedir, bir kaçını nümüne olarak zikredilip, sonra kanaatımı beyan edeceğim
Yusuf al-Kardavi, Fıkh al-Zekat adlı kitabında diyor ki:
"20 miskal altın 85 gram
200 dirhem gümüş 595 gramdır"
Menhel al-Azb al-Mevrüd da şöyle diyor:
"20 miskal altın 93 gram
200 dirhem gümüş 624 gramdır"
Teshil al-Meram da şöyle diyor:
"20 miskal altın 100 gram
200 dirhem gümüş 700 gramdır"
Çünkü bir miskal-i şer'i yüz tane arpa ağırlığındadı, yüz tane arpa da beş gramdır Böylece 5*20=100 gram olur
Şafii, Hanbeli ve Malıki mezheplerine göre ise:
"20 miskal altın 72 gram
200 dirhem gümüş 504 gramdır”
Hanefi mezhebinde bu ihtilaf var iken, altında yüz ile seksen arasındaki rakam olan doksanı gümüşte de beşyüz ile yediyüz arasındaki rakam olan altıyüzü kabul etmek daha uygun olur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
AMCA-DAYI HANIMLARI VE KAYINVALİDENİN MAHREMLİĞİ 1 Eşimin amca ve dayı hanımları ve kızları, hala ve teyze karşısında tutumu ne olmalı? Hangi ölçülerde oturup yiyip-içebilir?
2 Kayınvalidenin damadına göre tesettürü nasıl olmalı?
l Eşiniz de beraber oturduğu diğerleri de kadın olduğuna göre kadının müslüman kadına göre avreti olan göbekle diz kapağı arası kapalı olduktan sonra beraber oturmalarında bir mahzur yok oturmanın; dedikodu yapmamak, kendi kocaları ile olan ilişkilerini anlatmamak gibi adabı ise, sanırım sorulmuyor
2 Kayınvalide damada ebediyyen haram olduğu için, onun yanında, saçını, başını, kollarını, böğrünü açarak oturabilir Ancak kapalı bulunup fitneye açık kapı bırakmaması daha güzel olur
3 Diğer sorularınız, herhangi bir ilmihalden kolaylıkla bulunabileceği için onları cevaplamıyor ve hiç olmazsa ilmihallerle ilişkinizi kesmek istemiyoruz
 
Üst Alt