A.B > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
AMEL DEFTERİ Insanın dünya hayatında yaptığı iyi ve kötü bütün işlerin sözlerin kayıt edildiği defter Bu defter sesli bir film misali insanın her türlü hâl ve hareketini, konuşmalarını zapt eden bir defterdir Bu kayıt ve zabıtlarla insan ahirette hesaba çekilecek, bu defter insanın leh veya aleyhinde bir şahid olacaktır Kur'an'da "kitab" olarak zikredilmektedir
Dünya hayatında devamlı olarak insanla beraber bulunan ve onun yaptıklarını kaydeden melekler vardır Kur'an-ı Kerîm bu melekler hakkında şöyle buyurur:
"Halbuki üzerinizde gözetleyici melekler var, şerefli yazıcı (melekler) Her ne yaparsanız bilirler" (el-Infitâr, 82/10-12) "O, (Insan) her ne söz söylerse muhakkak yanında hazır bir gözcü vardır" (Kaf, 50/18)
Amel defterine insanın yaptıklarını yazan meleklere Hafaza* (Hâfıza) melekleri veya Kirâmen Kâtibîn * (Şerefli Yazıcılar) yahut "Rakîb Atîd" denmiştir
Her insana, kendi amel defteri, Ahiret gününde verilecek ve insan kendi yaptıklarını orada bizzat görüp okuyacaktır Defterleri sağl tarafından verilen kimseler Cennetlik bahtiyarlar, sol tarafından veya arkasından verilen kimseler ise Cehennemlik bedbahtlar olacaklardır Bahtiyarların hesabı ya çok basit geçecek veya onlar hiç hesaba çekilmeyecek; bedbahtlar ise çok çetin bir hesapla karşılaşacaklardır Kur'an-ı Kerîm bu hususta da şöyle buyurur:
"Işte o vakit kitabı (amel defteri sağl eline verilmiş olan kimse der ki: ‚Gelin kitabımı okuyun Çünkü ben hesabıma ulaşacağımı (hesaba çekileceğimi) zannetmiştim! Artık o hoşnut bir hayatta yüksek bir Cennet'tedir " (el-Hâkka, 69/19-22) "Kitabı sol eline verilmiş olan ise, der ki: ‚Eyvah, keşke kitabım bana verilmeseydi Hesabının da ne olduğunu bilmeseydim! Tutun onu hemen bağlayın onu, sonra Cehennem'e atın onu"(el-Hâkka, 69/25-27, 30-31)
Insan, kendi amel defterinde hayatının bütün teferruatını görünce hayret edecek ve Kur'an'ın tabiriyle şöyle diyecek "Eyvah bize, bu deftere ne olmuş, küçük büyük bırakmayıp hepsini toplamış " (el-Kehf, 18/49)
Amel defteri insanın dünya hayatındaki kendi yaptıkları ameller doğrultusunda doldurulduğuna, insan da iradeye sahip olduğuna göre amel defterının iyi veya kötü şeyleri ihtiva etmesinde insanın kendisi etkilidir "Iman edecek salih amel işleyenlerin amelleri zâyi' olmaz Biz onu yazmaktayız " (el-Enbiyâ, 21/94) Bu hususta başkasını suçlamasına mahâl yoktur Arzu edilir ki o defter yüz ağartıcı sahifelerle dolu olsun Yüzümüzün akı olacak salih ameller, o defteri süsleyecek olanlardır Bu da ancak Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak, bu dini yaşamak ve Allah Resulu'nün gösterdiği yoldan gitmekle elde edilir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
AMELİYATLI İKEN GUSÜL Âdetli iken ameliyat olan bir kadın, ameliyattan bir iki gün sonra âdeti biterse namaz kılabilmek için gusül yapmalı mıdır? Halbuki doktor buna müsaade etmiyor Teyemmüm yapsa yeterli olur mu?
Bu tür konularda karar verecek olan doktorun hem hâzik (bıranjında yetkili) hem de Müslümân (farzlara ve haramlara riayet eden) olması gerekir Böyle bir doktorun ameliyatta ya da herhangi bir hastalıkta, yakınması zararlıdır, dediği organ veya bölge yıkanmaz Diğer yerler yıkanır; o bölge sargı üzerinden meshedilir, zarar veriyorsa mesh de bırakılır Ameliyatlı namaz ve ibadetlerini böylece eda eder Doktor, yıkamak vücudunun her yerine zararlıdır, derse hiçbir yerini yıkamaz, teyemmümle ibadet yapar Bu durumda teyemmüm hem gusül hemde abdest yerine geçtiğinden, namaz için ayrıca abdest almaya da gerek yoktur Eğer abdest azalarm yıkaması zarar vermiyorsa oralarm ve suyun zarar vermediği diğer yerlerini zaten yıkamalıdır Dediğimiz geri kalan yerlerini de meshetmelidir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ANA-BABA VE DIĞER USULÜN GEÇİM MASRAFLARIAna-baba yoksul düşer veya yaşlanıp çalışamaz olursa, ilgi ve bakım yükümlülüğü çocuklara aittir
Ayet-i kerimelerde şöyle buyurulur:
"Rabbin ancak kendisine ibadet etmenizi, bir de ana-babaya ihsanda bulunmanızı emretti" (el-Isrâ, 17/23) "Bana ve ana-babana şükret" (Lokmân, 31/14) "Ana-babana Islâm'a aykırı emirlerinde itaat etme Onlara dünyada ma'ruf şekilde dostluk göster" (Lokmân, 31/15)
Cabir b Abdullah'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Hz Peygamber (sas)'e babası ile birlikte bir adam geldi ve şöyle dedi:
"Ey Allah'ın elçisi! Benim kendime ait malım var; bir de malı olan babam var Babam benim malımı almak istiyor" Rasûl-i Ekrem (sas) şöyle buyurdu: "Sen ve malın babana aittir" (es-Serahsî, el-Mebsût, V, 222-229; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, IV, 30; Ibnül-Hümam, Fethul Kadir, III, 349 vd)
Ancak, ana-babaların çocukların malı üzerindeki bu mülkiyet hakkı, yorumlanarak, onların fakîr ve muhtaç olmalarıyla sınırlandırılmıştır Çünkü miras ayetleri nâzil olunca ana ve babanın, ölen çocuklarının malı üzerindeki hakları belirlenmiştir
Ana-babanın çocuktan nafaka almalarının şartları şunlardır: Bunların yoksul olması gerekir Aksi halde ihtiyaçları kendi mallarından karşılanır Nafaka yükümlüsü olan çocuk veya torunun, bunu vermeğe muktedir olması gerekir Bu kudret ya zengin olmakla, ya da çalışıp kazanmaya gücü yetmekle gerçekleşir
Yakınlara nafakanın gerekli olması için şartlar şunlardır:

1 Hısımın yoksul olması gerekir Bu da ya malı olmamakla veya çalışmaya gücü yetmemekle meydana gelir Çalışmaya gücün yetmemesi yaş küçüklüğü, yaşlılık, akıl hastalığı veya müzmin hastalık gibi nedenlerle olur Ancak ana-baba bundan müstesnadır Çünkü bunlar sağlıklı ve güçlü olup çalışmaya güçleri yetse de kendilerine nafaka desteği sağlanır Bu duruma göre, ana-baba ve eş dışındaki hısımlar zengin olur veya çalışmaya gücü yeterse kendilerine nafaka gerekmez Mâlikîlerce tercih edilen görüşe göre ana-baba çalışmaya gücü yetince çocuklarından nafaka talep edemez (el-Kâsânî, age, IV, 36, 37; Ibn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, II, 923; eş-Şîrâzî, el-Muhezzeb, II, 167; eş-Şirbînî, Muğnîl-muhtaç, III, 448; Ibn Kudâme, el-Muğnî, VII, 595; Ibnül-Hümâm, age, III, 347)
2 Nafaka yükümlüsünün gerek zenginlik ve gerekse çalışıp kazanmaya güç yetirmesi bakımından yoksul hısımının geçimini sağlayacak durumda olması gerekir Ancak baba ve eş, bunun istisnasıdır Bir erkek yoksul da olsa ebeveynine ve eşine bakmakla yükümlüdür Mâlikîlere göre yoksul çocuk, çalışıp kazanmaya gücü yetse bile ana babasına nafaka vermesi gerekmez
Câbir (ra)'in naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: "Sizden biriniz yoksul düşerse, önce kendi ihtiyaçlarını karşılasın Bundan artarsa aile fertlerinin ihtiyacına sarfetsin, yine artarsa diğer hısımlarına harcasın" (Ebû Dâvud, Itâk, 9; Nesâî, Büyû', 84; Ahmed b Hanbel, III, 205)
3 Geçimi sağlanacak kimsenin nesep hısımı olması gerekir Ancak karı ve mülk ilişkisine dayanan câriye bu kuralın dışındadır
Hanefilere göre nafaka yükümlüsünün, nafaka vereceği kimseye mirasçı olacak derecede nesep hısımı olması gerekir Delil şu âyettir:" Ne bir anne çocuğu yüzünden, ne de çocuk kendisinin olan bir baba çocuğu sebebiyle zarara sokulmasın Mirasçıya düşen de bunun gibidir" (el-Bakara, 2/233) Bu âyete göre, ana-baba ile çocuklar arasındaki bir takım hak ve yükümlülükler diğer mirasçılar arasında da söz konusu olur Bu, gerektiğinde geçim masraflarını da kapsamına alır
Din Ayrılığının Nafakaya Etkisi: Kadın itaatsiz veya mürted olmadığı sürece eşler arasındaki din ayrılığı kadının nafaka alma hakkına engel olmaz Diğer hısımlar arasındaki nafaka yükümlülüğüne gelince;
Hanefilere göre, usûlün, fürûun ve eşin nafakasında din birliği şart değildir Bu üç sınıfın dışındakiler için ise din birliği şarttır Çünkü müslümanla gayrı müslim arasında miras cereyan etmez (bk "Miras" mad) Buna göre, karı, ana, baba, dedeler, nineler, çocuk ve torunlar dışındaki hısımlara din ayrılığı bulununca nafaka gerekmez Karının nafakası onu evde hapsetme karşılığıdır Bunun dışındaki usûl ve fürûun nafakası ise "biri diğerinin cüz'ü olması" esasına dayanır Bir kimsenin parçası kendisi gibidir Küfrü sebebiyle kendi geçimini sağlamaktan kaçınamadığı gibi, kendi parçası olan usûl ve fürûunun geçimini sağlamaktan da kaçınamaz Ancak bu hısımlar harbi durumda olurlarsa pasaportlu yabancı bile olsalar, bunların nafakası müslümana vacib olmaz Çünkü müminler, din konusunda kendileriyle savaş halinde olanlara iyilik yapmaktan nehyolunmuşlardır
Başkasının geçimini sağlamanın sebebi, ihtiyaçtır Ihtiyacı olmayanın geçimini sağlamak gerekmez Malı olanın geçim masrafları kendi malından karşılanır Yaşı küçük veya büyük olsun hüküm değişmez Ancak hanım bundan müstesnadır Eş, zengin de olsa geçim masrafları kocasına aittir Çünkü karıya nafaka vermenin sebebi "ihtiyaç" değil, onun kocanın bir hakkı olarak evde "tutulması"dır
Nafaka için hâkim kararı gerekir mi? :
Usûl ve fürûun nafakası hâkimin kararına bağlı olmaksızın vacib olur Ancak küçüğe ait gaib bir mal olur ve babası geçim masrafları için bu mala rücû etmek isterse bunun için hâkim kararı veya iki kişiyi şahit tutması gerekir Eğer hâkimin izni olmadan veya şahit de tutmadan masraf yapsa küçüğün malına kazâen rücû edemez Allah ile kendi arasında olmak üzere "diyâneten" rücû edebilir
Usûl ve fürû dışındaki hısımların nafakası ancak hâkim kararı veya karşılıklı rıza ile sabit olur Bunun sebebi, bu hısımların nafakası konusunda müctehidler arasında görüş ayrılığının bulunmasıdır (el-Kâsânî, age, IV, 22, 25; Ibnül-Hümâm, age, III, 238; Ibn Âbidîn, age, II, 906)
Karının Nafakasını Düşüren Haller: 1 Nafaka vacib olup, hâkimin kararı veya karşılıklı rıza ile zimmette borç halini almadıkça geçen süreye ait nafaka düşer Mâlikîlere göre geçen süreye ait nafaka düşmez Kadın kocasına geçmiş günlere ait nafaka için de rücû edebilir
2 Geçmiş günlere ait ibra, nafakayı düşürür Ancak Hanefîlere göre geleceğe ait nafakadan ibra veya hibe geçerli değildir Çünkü kadının nafakası evde tutulma karşılığı olarak zaman geçtikçe parça parça gerekli olur Geleceğe ait ibra, henüz vacib olmadan düşürme anlamına gelir ki geçerli olmaz
3 Eşlerden Birisinin Ölümü: Koca nafakayı vermeden ölse, kadın bunu onun malından alamaz Kadın ölürse, mirasçılar da bunu talep edemez 4 Kadının itaatsızlığı Kadının kocasının meşrû isteklerine itaat etmemesi ve özürsüz yere evi terketmesi halinde kocanın nafaka yükümlülüğü düşer
5 Kadının dinden çıkması Kadın irtidâd edince kocasının nafaka yükümlülüğü düşer Çünkü bu durumda kadının cinsel yönlerinden yararlanmak da caiz olmaz Yeniden Islâm'a dönünce nafaka hakkıda doğar
6 Kadının ma'siyet yoluyla sebep olduğu ayrılık nafaka hakkını düşürür Meselâ; onun irtidadı veya kocası Islâm'a girdiği halde onun küfürde devam etmesi veya üvey oğlu ile cinsel ilişki kurması gibi Bütün bu durumlarda onun nafaka hakkıdüşer; çünkü günah işleme yoluyla evlilikteki "cinsel yararlanma" esasını kaldırmıştır Bu yüzden "itaatsiz (nâşize)" durumuna düşer Ancak onun sadece evde oturma hakkıdevam eder Çünkü bu hak günah işlemekle düşmez
Ayrılık günah işleme yoluyla olmamışsa nafaka hakkıdüşmez Büluğ muhayyerliği, kefâetin yokluğu ve üvey oğlu ile zorlama sonucu cinsel ilişki kurma gibi Çünkü o, bu konularda şer'an özürlü sayılır
Koca tarafından meydana getirilen ayrılık, ma'siyet yoluyla olsun veya olmasın nafaka hakkını düşürmez (bk el-Kâsânî, IV, 22, 29 vd; Ibnül-Hümâm, age, III, 322 vd; Ibn Âbidîn, age, II, 889-892; Ibn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, II, 54; eŞ-Şîrâzî, age, II, 160)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ANNE BEDDUASI Bir kız Islâmî konularda annesini uyarsa, annesi de ona beddua etse durum ne olur? Annesinin bedduası tutar mı Uyarmasına hoşnutsuzluk göstermiyorsa, uyarılarına; daha okşayıcı, sevdirici, ve etkili yöntemlerle devam etmelidir Allah (cc) tebligde en güzel yöntemin kullanılmasını (KK Isrâ 17/125), yumuşak söz söylenmesini (K K Tâ-hâ 20/44) emreder ve Rasûlüne de "Eğer sen sert ve kaba davransaydın etrafından dağılıp giderlerdi" (KK Âli-Imrân 3/159) buyurur Onun Rasûlü de: "Müjdeleyin, nefret ettirmeyin" (Buhârî, Megâzî 60, ahkâm 23; Müslim, esribe 71; Dârimî, mukaddime 24) buyurur Dâvet yapılan Ebeveyn olunca, durum elbette daha çok nezâket ister, Çünkü onlar hakkında Allah (cc) "Dünyada onlarla iyi geçin" (KK Lokman 31/15) buyurmuştur Uyarısından hoşlanmıyorsa, bir defa uyarır, kabul etmezlerse artık uyarmaz ve onlar için dua ve istigfar eder (Ibn Âbidîn VI/78) Beddua etmelerine gelince; Allah-hâşâ- kimsenin emir kulu değildir Rasûlullah (sas) Efendimiz, haksız yere yapılan bir bedduanın (lânetin) onu yapana döneceğini haber vermiştir (Tirmizî, birr 48; Ebû Dâvûd, edep 45) Dolayısıyle haksız beddualardan endîşe etmemek gerekir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ANNE RIZASI VE UMRE Annemin bir milyon lira civarında parası var Hacca gitmek istiyor, ama babam götürmüyor Hiç olmazsa umre yapayım diyor Ben de o parayı Islâm için harcamasının çok daha fazla sevap olacağını söylüyorum, o da bana itimat ediyor Bu durumda ne yapmalıyız? Bir de bir "alt üst" inancı var Önce altımı üstümü ver Sonra infak et diyor Bunun aslı nedir?
Anlaşılan annenize hac farzolmuş değil Çünkü bilindiği gibi, hacca gidecek kadının, refakatçi mahreminin masraflarını da kendisi ödemesi gerekir Buna göre bir milyon lira, değil iki kişiyi, bir kişiyi dahi hacca götürmez O parayı dediğiniz şekilde harcamakla daha çok sevap alacağı kanaatiniz; hele de inancın boğulmak istendigi ve her yani küfür ateşinin sardığı günümüzde, Allah'u a'lem, doğrudur Ama ortada bir anne evlat münasebeti vardır Evladına olan şefkat dolu sevgisi onun kalbine galip geldiğinden böyle söylemiş olabilir Günümüz Anadolu kadını bir umreden çok daha fazla şeyler haketmiştir Genellikle ezilmiştir Erkeğin yapacağı işleri yapmıştır Bunları hesaba katarak, anne bulunduğunu ve diğer mezheplerde umrenin de hac gibi bir defa farz olduğunu düşünerek, sanırım genel bir fetva değil ama, böyle özel bir durumda onu umreye götürmeniz de çok güzel olur Haccını yapmış olanların ve bir defadan sonra umreye gideceklerin yapacağı umre için sizin söylediğiniz doğru olur ve daha rahat uygulanır (Allah'u alem)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ANNE VE BABAYA ZEKAT VERİLİR Mİ? Zekat, ancak Kur'an-ı Kerim'de belirtilmiş olan kimselere verilir Binaenaleyh anne ile babanın maddi durumları müsait olsa tabi'atıyla onlara zekat verilmez Maddi durumları müsait olmasa nafakaları zengin evladına aittir Hanefi mezhebinde ise evlatları zengin iseler onların zekatını alamazlarsa da başkasının zekatını alabilirler Hülasa: Hiç bir surette ne fürü usulüne Ne de usul füru'una zekat verebilir Ancak Şafii mezhebinde sırf borcu kapatmak için usul ve füru birbirine zekat verebilir Damad kayın babasına, kayın baba damadına zekat verebilir Bu hususta bir beis yoktur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ANNENİN ÇOCUĞUNU EMZİRME ZORUNLULUĞUKadının hak ve görevleri açıklandığında, Çocuk emzirme ve ev süpürme ile dahî görevli olmadığı söylenir Peki süt annelerin hem kendi çocuklarını, hem de başkalarınkini emzirmeleri nasıl mümkün olacaktır?
Meselenin esasını anlamak için, Bakara Sûresindeki konuyla ilgili âyet-i kerimenin mealine bir göz atalım: "Anneler çocuklarını emzirmeyi tamamlamak isteyenler için iki bütün yıl emzirirler Evlât kendisine ait olan babaya da, emzirenlerin yiyecekleri, giyecekleri uygun ölçüde bir borçtur Gerçi herkes gücüne göre sorumlu tutulur Ne bir anaya yavrusu ile, ne de bir babaya yavrusu ile zarar verilmemelidir Vârise düşen de aynı borçtur Eğer baba ve ana karşılıklı rıza ve müsavere ile çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine bir günah yoktur Eğer çocuklarınızı başkasına emzirtmek isterseniz, vereceğinizi güzel güzel verdikten sonra yine size günah yoktur Allah'dan da korkun ve bilin ki, Allah ne yaparsanız görür, basîr'dir" (2/233)
Bu âyet, emzirme ile alâkalı olarak bir çok hüküm ihtiva eder: a Emzirmenin en uzun müddeti iki yıldır Ondan sonraki emzirme ile süt akrabalığı oluşmaz b Hâmileligin en az süresi altı aydır (Çünkü bir başka âyette de "Gebelik ve sütten ayırma otuz aydır" buyruluyor (46/15) emzirme süresi olan yirmidört ayı bundan çıktığımızda altı ay kalır) c Çocuk babaya nisbet edilir d Emzirme ücreti babanın üzerinedir Demek ki, anne, çocuğu baba adına emzirir, yani emzirme zorunlulugu yoktur e Baba bu konuda anneye baskı yapamayacağı gibi, anne de babanın çâresiz kalması halinde ona kazan kaldıramaz f Babanın ölmesi halinde varisleri, onun çocuğunu emzirene karşı aynı nafaka borcu ile mükelleftirler g Anne çocuğunu emzirmek isterse, baba onu ayırıp süt anneye vermez h Iki yıldan önce de çocuk, anne babanın karşılıklı anlaşma ve kararlan ile sütten kesilebilir Yani emzirmenin zorunlu en az süresi yoktur Daha bir çok ahkâm ve faydalı bilgi, bu ilginç üslup ve muhtevali âyet-i kerimeden çıkarılmıştır Imdi Hanefiler derler ki: Bir başka âyette de: "Eğer zorlanırsanız onu bir başkası emzirir, eğer sizin için emzirirlerse, emzirenlerin ücretlerini verin" (Talak 65/6) buyurulduğuna göre, annelerin emzirme zorunluluğu yoktur ( Cessâs, N/104) Anne emzirmek isterse, babanın buna mani olup, başka anne bulması câiz değildir (Cessâs, N/105,106) Çünkü bunda anneye çocuğuyla zarar verme vardır Halbuki bu, âyetle yasaklanmıştır Emzirme süresi içerisinde çocuğun, annesinden, başkasının memesini almaması, babanın ve çocuğun malı bulunmaması, babanın süt anne bulamaması gibi durumlarla emzirici olarak annenin belirlenmiş olması dışında, babanın onu zorlama hakkı, hukuken (kazaen) yoktur (ibn Âbidîn NI/212, 559, 618; Kasânî, Bedâyî IV/40) Yalnız babanın süt anne bulamaması halinde bile, havyan sütü, yag, mama vs ile bakabileceği için anne yine mecbur edilemez diyenler de vardır ( ibn Âbidîn NI/618) Ancak mezkur âyet-i kerimenin üslûbu ve bu konunun çeşitli yönlerini örfe bırakması göz önünde bulundurulduğunda, hukuken olmasa dahî, annenin çocuğunu diyaneten (Allah indinde) emzirme zorunluluğu vardır denmiştir (Âbidîn NI/211) Çünkü evin her türlü ihtiyacı ve dış yükü erkeğin omuzları üzerindedir Kadının emzirmek istememesi, olsa olsa sıkıntı çekmemek ve fizikî formasyonunu bozulmaktan korumak için olabilir Bu ise, daha çok kocasını ilgilendirir Eğer o da böyle istiyorsa, zaten anlaşılır ve süt anneyi beraberce bulurlar Istemiyorsa, anne için pek mazeret kalmamıştır Ama yine de kanun onu buna zorlayamazBu konudaki Hanefî görüşü, aynı zamanda cumhûrun (fıkıhçılar çoğunluğunun) da görüşüdür (Sabûnî Âyâtü'l-ahkâm I/353) Mâliki'lerde kadın eş olduğu sürece ve başkasının kabul etmemesi halinde, emzirme annenin görevidir (Ibnü'I-Arabi, Ayâtü'I-ahkâm I/204) Ama bâin talakla ayrılan kadının görevi değildir Bu durumda babanın görevidir Ancak kadın kendisi emzirmek isterse, o bu iş için önceliklidir ve emzirmesi karşılığında ecr-i misil hak eder (Sabûnî, age I/353) Keza kadın kocanın nikâhında olduğu sürece, baba onun sadece kendisine ait kalması için, çocuğu başka bir anneye emzirtmek isterse bu câizdir Çocuk da süt anneyi kabul ediyorsa (emiyorsa) annenin onu kendi emzirmekte israr etmesi câiz olmaz Çünkü bunda babaya zarar vardır Özellikle de kadın tekrar hâmile kalmışsa bu böyledir Bu iki sebep, annenin çocuğunu süt anneye teslim etmesini gerektirir Çünkü âyetin emzirmeyi kadına hak olarak da görev olarak da vermiş olması muhtemeldir (Ibnü'I-Arabî age 4/204) Ancak Imam Mâlik, soylu kadınların emzirmek istememeleri halinde, maslahata binaen emzirme zorunlulukları yoktur, der Babanın süt anne tutmaya maddî gücü yeterli değilse; emzirme masraflarını devlet hazînesi (beytü'l-mâl) karşılar, diyenler de vardır (Kurtubî, IV/161)
Şâfiîler de, çocuğu babanın başkasına emzirtmek istemesi halinde, kadının buna karşı çıkamayacağını çünkü bunun erkeğin kadından yararlanma hakkına kısmen engel olacağını söylerler Hanbelîler ise, Hanefiler ile hemen hemen aynı görüştedirler (ibn Kudâme, el-Mugnî VN/627-28)
Bu konuda ayrıca şunları da söylemek, ya da söylendiğini duyurmak gerekir:
Hangi görüşte olunursa olunsun, anne, ilk ağız sütünü çocuğa vermemezlik edemez Bu süt çocuk için hayatı önem taşır Ondan sonra emzirmeyi reddebilir(ibn Kesîr I/418)
Âyette: "Ne bir anaya yavrusu ile, ne de bir babaya yavrusu ile zarar verilsin" deniyor Babaya zarar verilmesi, annenin ona serkeşlik etmesi, siddet kullanması, nafaka ve giyim konusunda haksız isteklerde bulunması, çocuk konusunda ihmalkârlık yaparak onu sıkıntıya sokması, çocuk kendisine alistiktan sonra gidip süt anne bulmasm istemesi vBulletin şeylerle olur Anneye zarar verilmesi ise, onun nafaka ve elbisesi konusunda babanın üzerine düşenden kişinti yapması, onu emzirmeye zorlaması, kendi emzirmek istiyorsa alıp başkasına vermek istemesi gibi şeylerle olur (ZeMahşerî, Kessâf I/370; Ayrıca bk Suyûtî, iklîl 57; Venhe ez Zuhaylî VN/733 vd) Âyetin muhtevasina göre bunların yapılmaması gerekir
Süt annelere gelince, karşılıklı :rızaya dayanan bir ücret akdi ile emzirecekleri için, herhangi bir zorunlulukları yoktur Istemezlerse emzirmezler Sütleri kendi çocuklarına fazla geldiği, kendi çocuklarını sütten erken kestikleri, ölmüş olabilecekleri ihtimalleri düşünürsek, süt annelik yapmanın o kadar zor olmadığını görürüz Ayrıca günümüzde bu uygulamanın hemen hemen hiç yapılmadığını da hesaba katarsak, günümüz örfüne göre annelerin çocuklarını diyaneten (Allah indinde) emzirmek zorunda olduklarını söyleyebilirizAncak bu müessesenin çok faydalı yönlerinin olduğunu da bilmemiz gerekir Süt emmenin de Islâmda bir akrabalık sebebi olduğunu düşünürsek, bu yolla akrabalık çemberi genişlemis ve sosyal dayanışmaya katkıda bulunulmus olur Fakir anneler için hem güzel bir is sahası açılmış hem de istikbalının garantisi olacak akrabaları çogalmış olur Fizikî formasyonuna önem veren kadınlar, onu bozmadan, yıpranmadan hem çocuk sahibi olmuş, hem de başkasına iş temin etmiş olurlar Bunu, bir kadının (ya da erkeğin) keyfi için diğerinin sömürülmesi gibi gayr-i insanî bir uygulama olarak görmek isabetsiz olur Çünkü bir defa bu fitrî ve en iyi olan uygulama değildir Annelerin çocuklarını bizzat kendilerinin emzirmeleri menduptur Çünkü çocuğun, gıda kadar anne şefkatine de ihtiyacı vardır (Sabûnî age I/353) Sonra bunu gayr-i insanî görüp uygulamamanın hiç bir insanî sonucu yoktur Anne istediği formasyonunu kaybedecek, süt anne de alacağı ücreti kaçıracaktır Belki de bunun onur kırıcı olmaması için, Islâm ona da aynı zamanda bir annelik pâyesi vermektedir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ARÂZÎİslam'ın çıkışından bu yana, değişik dönemlerde araziler için farklı uygulamalar görülmüş ve bunlar hukukî statülerine göre çeşitli isimler almıştır Mülk, mîrî, haraç, öşür, vakıf, metrûk, mevat (ölü) arazi bunlar arasındadır Yine mîrî arazinın kullanım şekillerinden olan tımar, zeâmet ve has daha sonraki devirlerin arazi çeşitlerindendir Islâm'da arazi uygulamasının menşe ve delillerine göz attıktan sonra bu arazi çeşitlerini açıklayacağız Bir belde arazilerinin statüsü, başlangıçta fethedilme şekline göre belirlenir
Kendileriyle savaş yapılan düşman Islâm'ı kabul ederse mallarını ve canlarını korumuş olur Savaş yapılmaksızın müslüman olan toplumlar hakkında da hüküm böyledir Hadis-i Şeriflerde şöyle buyurulur: "Bir kavim, bir topluluk müslüman oldukları zaman canlarını ve mallarını korumuş olurlar " "Bir mala sahip olan kimse müslüman olduktan sonra da onun malikidir" (Ebû Ubeyd, Kitâbü'l Emvâl, Kahire 1968, s 397; Ebû Dâvud, Bâbu Iktaı'l-Ardıyn, III, 234, No: 1067) Bu hüküm menkul ve gayrı menkul bütün mallar hakkında geçerlidir Imam Ebû Yusuf bu çeşit toprakların, Islâm'a giren Medineli müslümanların toprakları gibi öşür arazisi olacağı kânaatindedir (Kitabü'l-Harâc, s 74, 75)
Düşman, Islâm'a girmeyip de toprakları sulh yoluyla fethedilmişse, anlaşma şartlarına uyulur Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: "Ileride siz bir toplulukla savaşacaksınız, savaştığınız bu kimseler, bazı durumlarda mallarını kalkan yapmak suretiyle canlarını ve ailelerini koruyacaklar ve sizinle sulh anlaşması yapacaklardır Bu takdirde onlardan, yaptığınız anlaşma hükümleri dışında birşey istemeyiniz, almayınız Çünkü; bu sizin için helal olmaz" (Ebû Dâvud, ibn Mâce, Ebû Uheyd, age, s 210) Bu şekilde gayrı müslim malıklerinin elinde kalacak olan araziler "Harac arazisi" olur Hz Peygamber Necran, Eyle, Ezriat, Hecer ve diğer yerler halkından anlaşma yaptığı kabileleri mülklerinde serbest bırakmış, sadece bunlarla yapılan anlaşmada kararlaştırılan cizye ve harac vergisini almakla yetinmiştir Hz Ömer devrinde Necran halkı, Irak ve Suriye'ye nakledilirken, bunların herbirine Necran'da sahip oldukları arazi ve meskenlerin yerine, buradan boş araziler verilmesi ve kendilerine kolaylık gösterilmesi valilerden istenmiştir (Kitabü'lEmvâl, s 274; Kitâbü'l-Harâc, s 75)
Düşman toprakları zorla fethedilmişse, Islâm devlet başkanı bu topraklar ile ilgili olarak üç çeşit yetkiye sahiptir:

a) Topraklar eski sahiplerinin ellerinde bırakılır ve halk Islâm'a girince bunlar öşür arazisi olur Hz Peygamber'in Mekke arazileri için uygulaması bu yolda olmuştur
b) Bu araziler ganimet sayılarak, beşte dördü gazılere, beşte biri beytü'l mâle* bırakılır (el-Enfal, 8/41) Böylece bu topraklar onların mülkü ve öşür arazisi olur Hz Peygamber zorla fethedilen Hayber arazisini eski sahiplerinin ellerinde bırakmamış, beşte dördünü bu gazveye katılan gazılere, beşte birini ise beytü'l-mâl'e tahsis etmiştir
c) Hz Ömer'in ilk olarak Suriye ve Irak toprakları için tuttuğu yol, daha sonra fethedilen ülkelerin toprakları hakkında uygulanan genel kaide olmuştur Irak, Suriye ve Mısır toprakları fethedilince Zübeyr, Abdurrahman b Avf ve Bilal ile aynı görüşü paylaşan bir grup sahabi, bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Resulullah (sas)'ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi dağıtılmasını istediler Halife Hz Ömer bu teklifi kabul etmedi Muaz b Cebel ve Hz Ali gibi sahabe büyükleri de Hz Ömer'i destekledi

Hz Muaz şöyle diyordu "Müminlerin emiri! Bu toprakları gazılere dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar Toprakların büyük kısmı müslümanların eline geçer Sonra, bu toprak sahipleri zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır Onun için bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da faydalanmasını sağlayacak bir statü ver" Hz Ali de şöyle diyordu: "Bu toprakların sahiplerini topraklarında bırak ki, müslümanlara yardımcı olsunlar" (Kitâbü'l-Emvâl, s 83-85, No: 152-153) Hz Ömer de, "Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır? Sonra, taksim edersem sular yüzünden aranızın bozulmasından da korkarım" demiştir (Kitâbü'l-Emvâl, s 85) Müzakereler sonucunda Ensar'ın ileri gelenlerinden on kişi şûrâ için çağrıldı Şûrâ, Hz Ömer'i dinledikten ve işi müzâkere ettikten sonra, Hz Ömer'in ictihadına uydu Yani bu bölgelerin arazileri, gayr-i müslim olan eski malıklerinin elinde bırakıldı Kendilerine arazileri için haraç vergisi, şahısları için de cizye bağlandı Böylece bu topraklar haraç arazisi statüsüne girdi (M el-Hudarî, Târihu't-Tesrîi'l-Islâmî;, Mısır 1964, s 124-126) Hz Ömer'in bu uygulamasıyla arazilerin geliri müslümanlar için harcanacak şekilde bir statüye kavuşturuldu Islam devlet başkanı artık bu nitelikteki toprakları zımmîlerin elinden geri alamaz, kendilerine haracın dışında topraktan dolayı güçlerinin yetmeyeceği bir mükellefiyet yükleyemez (Kitabü'l-Harâc, s 75)
Osmanlılarda araziler, İslam'ın ilk yıllarındaki bu uygulamaların ışığında: Mülk, mîrî, vakıf, metrûk ve mevat (ölü) kısımlarına ayrılmış ayrıca mîri arazi üzerinde hâs, tımar ve zeâmet uygulamaları olmuştur Şimdi bunları kısaca açıklayalım:
Mülk arazi (arazi-i memlûke):
Bu kısım araziler ferâiz hükümlerine tabidir Şu araziler bu kabıldendir:
Kõy ve kasaba içlerinde bulunan arsalarla, köy ve kasabaların kenarlarında bulunup da meskenlerin mütemmimi sayılan en çok yarım dönüm yerler
Mîrî araziden ifraz edilerek, şer'i müsaadeye mebnî, mülk olarak tasarruf olunmak üzere temlik edilen araziler
Öşür arazisi:
fetih sırasında, gazılere ganîmet olarak dağıtılıp temlik olunan arazilerdir
Haraç arazisi:
fetih sırasında gayrı müslim olan yerlilerin ellerinde bırakılan arazilerdir (Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, V, 389; H 1274 Tarihli Arazi Kanunu, madde 2)
Mîrî arazi:
Kuru mülkiyeti (rakabesi) beytülmâle ait olup, ihale ve tefvîzi devlet tarafından yürütülen tarla, çayır, yayla, kışlak ve korularla, bağ, bahçe, değirmen, ağıl, çiftlik ve mandıra zeminleri gibi yerlerdir Bu çeşit araziye arz-ı memleket de denir Bunların ortaya çıkışı şöyle olur: Bir ülke müslümanlar tarafından fethedilince arazileri kimseye verilmeyip beytü'l-mâl için alıkonulan veya fetih zamanında ne şekilde işlem yapıldığı bilinmeyen, yahut mülk araziden yani öşür ve haraç arazisi iken malıklerinin mirasçı bırakmaksızın ölümüyle devlete geçen ve yine mülk arazi iken zamanın geçmeşiyle malıkleri meçhul kalan, yahut rakabe (kuru mülkiyeti) ve mülkiyeti devlette kalmak üzere ihya olunan araziler miri arazidır Yine tımar ve zeâmet sahiplerinin ve bir aralık mültezim ve muhassılların izin ve tefviziyle tasarruf olunurken, tımar ve zeâmetlerin hicri 1255 tarihinde lağvedilmesi üzerine devlet tarafından, bu iş için yetkili kılınan kimselerin izin ve tefvizleriyle tasarruf olunup, mutaşarrıflarının ellerine tapu senedi verilen araziler de bu statüye bağlıdır Bu çeşit arazilerin varislere intikali devletin çıkaracağı arazi kanunlarına göre olur (Bilmen, age, V, 389; AH Berkî;, Miras ve Tatbikat, Istanbul 1947, s 107; Ali Şafak, Islâm Arazi Hukuku, Istanbul 1977)
Vakıf arazisi:
Islâm'da gayrı menkuller, geliri Islâm'a uygun bir amaç için sarfedilmek üzere vakfedilebilir Iki kısma ayrılır: Sahih ve gayr-i sahih vakıf Birincisi önce mülk arazi iken Islâm hukuku esaslarına uygun olarak vakfedilen arazidır Bu çeşit vakfın rakabe ve diğer bütün tasarruf hakları, vakfedenin koyduğu şartlara göre kullanılır Gayr-i sahih vakıf ise önce mirî arazi iken ifraz sûretiyle bizzat devlet başkanı veya onun yetkili kıldığı kimseler tarafından vakfedilmiş arazidır Bunlara, "irsâd ve tahsisat kabılinden vakıf" da denilir
Metrûk (terkedilmiş) arazi:
Bu arazi türü de iki kısımdır Birincisi, herkesin yararlanması için terkedilen yerler Umuma açık meralar, yaylak ve kışlaklar gibi Ikincisi bir köy, kasaba veya komşu köy ve kasabaların halkına terk ve tahsis edilen yerler, yollar, pazarlar, panayır ve namazgahlar gibi Bunlara âmme hukuku taalluk ettiğinden şahıslara intikal etmezler Bu gibi yerlerde ne feraiz ve ne de intikal kanunları uygulanmaz
Mevât (ölü) arazi:
Hiç kimsenin mülk ve tasarrufunda bulunmayan, hiç kimseye tahsis edilmemiş olan, kendi hâline terkedilmiş ve bir şehrin en son banliyösündeki evden yüksek sesli bir kimsenin sesinin bağırmasıyla sesinin işitilemediği noktadan itibaren başlayan arazilerdir Bu mesafe genellikle bir insanın normal bir yürüyüşü ile şehirden yarım saat sonra başlayan noktadır Bu noktadan sonraki yerler de mevât arazî olarak kabul edilmiştir Bu arazîleri mulk edinebilmek için dört şart gerekir:
1-Arâzî hiç kimsenin mülkiyetinde olmamalı,
2-Arâzî bir köy veya kaŞabanın meralığı veya baltalığı olmamalı,
3-Arazî tamamen boş yani hiç işlenmemiş olmalı,
4-Arazî şehirden uzak olmalıdır Bu uzaklık miktarı da yukarıdaki tarifte açıklandığı gibidir
Şer'i müsaadeye dayanılarak bir kimseye temlik edilen ölü arazi hakkında, Islâm miras hukuku hükümleri uygulanır Bir kimse böyle bir araziyi ihya edip mülkiyetine geçirmiş, hakkında İslam'ın genel arazi kanunu hükümleri geçerlidir
1274 Hicrî; Tarihli Arazi Kanunu 103'ncü madde
"Tapu ile kimsenin tasarrufunda olmayan, eskiden beri köy ve kasabalar halkına tahsis kılınmayan ve yerleşme merkezinin en kenar yerinden (aksâ-yı umrân), yüksek sesli bir kimsenin, sesi işitilmeyecek derecede kõy ve kasabalara uzak bulunan kûhi, taşlık, kıraç, pınarlık ve otlak gibi hâli yerler ölü arazi olup, bu gibi yerlerden birini zarureti olan kimse, rakabesi beytü'l-mâl'e ait olmak üzere, meccânen, yetkili memurun izniyle yeniden yer açıp tarla edinebilir Diğer ekilip biçilen araziler hakkında şer'i olan kanun hükümleri bu gibi yerlerde de caridir"
Yukarıdaki arazi çeşitlerinden öşür ve haraç arazileri, sahiplerinin mülkü olup; bunlarda tasarruf, tevarüs, intikal ve diğer hükümler fıkıh kitaplarına göre cereyan eder Miras konusunda ferâiz hükümleri uygulanır Ayrıca bir arazi kanunu çıkarılmasına ihtiyaç görülmez Fakat rakabesi (kuru mülkiyeti) beytü'l-mâl'de alıkonulan mîrî arazinın tasarrufu ve intikal durumu ile diğer hükümleri, beytü'l-mâl için görülecek menfaat ve maslahata göre devlet başkanı tarafından tanzim edilmesi gerektiğinden, bu çeşit araziler hakkında uygulanmak üzere zaman zaman arazi kanunları çıkartılmıştır Ilk arazi kanunu 761 Hicrî tarihinde Osmanlı hükümdarı 1 Murat dâvendigâr tarafından çıkarılmış, bunu diğer arazi mevzuatı izlemiştir Nihayet 1331/1913 tarihli Arazi Intikal Kararnâmesi yürürlükte iken bütün diğer Islâmî kanunlar ve hükümler gibi geçersiz kılınıp Cumhuriyet dönemine geçilmiştir
1913 Tarihli Arazi Intikal
Kararnâmesi:
Sultan Reşat tarafından çıkarılan bu kanunla, farklı intikal kanunlarına bağlı bulunan mîrî ve mevkûf arazilerin intikal hükümleri birleştirilmiş, intikal sınırı daha da genişletilmiş, zevi'l-erhâm * denilen hısımlar da intikal ashabı arasına girmiştir Bu kanun, 1926 tarihinde Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girinceye kadar devam etmiştir Bu tarihten sonra da, Türk Medeni Kanunu'ndan önce doğan haklar bakımından yürürlüğünü korumaya devam etmiştir Arazi intikal kararnâmesi 12 madde olup, şöyledir:

1) "Bir kimse vefat edince, uhdesinde bulunan mîrî ve mevkuf (vakfedilmiş) arâzi, aşağıda zikredilecek dereceler üzere bir veya daha fazla şahıslara intikal eder ve bunlara (ashab-ı intikal) denir"
2) "Ashâb-ı intikalın birinci derecesi müteveffânın fürûu yani çocukları ve torunlarıdır Bu derecede intikal hakkı, evvel emirde çocuklara ve ondan sonra onlara halef olmak üzere ahfâda yani torunlara ve çocukların torunlarına aittir Binâenaleyh müteveffânın vefatı sırasında hayatta bulunan her fürüu, kendi vâsıtasiyle müteveffâya bağlanan fer'ileri intikal hakkından düşürür Müteveffâdan önce vefat etmiş olan fer'in fürûu kendi makamına kâim olurlar Yani ona intikal edecek hisseyi alırlar
Müteveffânın müteaddid çocukları olup da hepsi daha önceden vefat etmiş bulunursa, herbirinin hissesi kendi vasıtasiyle müteveffaya bağlanan fürûa intikal eder Çocuklardan bazısı fer'i bırakmaksızın vefat ettiği takdirde intikal hakkımünhasıran diğer çocuklara veya onların fürûuna kalır Batınlar taaddüd ettikçe hep bu ûsül üzere muâmele olunur Çocukların ve torunların erkeği ve kızı, intikal hakkında müsâvidir"
3) "Intikal ashabının ikinci derecesi, müteveffânın ana-babası ile onların fürûudur
Ana-babanın ikisi de hayatta ise eşit olarak intikal hakkına nail olurlar Bunlardan birisi, daha önceden vefat etmiş bulunursa, onun fürüu birinci derecede yazılı olan hükümlere uygun olarak, derecelerine göre makamına kâim olurlar Fürûu bulunmadığı takdirde hayatta bulunan baba veya ana münhasıran intikal hakkına nail olur
Ana-babanın ikisi de daha önceden vefat etmiş bulunursa, babanın hissesi kendi fürûuna ve annenin hissesi de kendi fürûuna dereceleri üzere intikal eder Şayet birinin fürûu yoksa, onun hissesi de diğerinin fürûuna kalır"
4) "Ashab-ı intikalın üçüncü derecesi, müteveffânın büyük anne ve büyük babalarıyla, bunların fürûudur
Ana ve baba tarafından, büyük ana ve büyük babalar hayatta iseler müsâvat üzere intikal hakkına nail olurlar
Bunlardan birisi evvelce vefat etmiş bulunursa fürûu derecelerine göre onun makamına kâim olur Fürûu yoksa ona isabet edecek hisse, hayatta bulunup onun kan veya kocası olan büyük ana veya büyük babaya intikal eder Bu da hayatta değilse onun fürûuna intikal eder
Ana veya baba tarafından olan büyük ana ve büyük batalar hayatta olmadıkları gibi fürûuları dahi mevcut değilse, diğer cihetteki büyük ana ve büyük babalar veya fürûuları münhasıran intikal hakkına nail olurlar
Bu madde gereğince, ana-baba veya büyük ana ve büyük babalara halef olan fer'iler, birinci derecenin intikalınde belirtilen hükümlere tabi olurlar "
5) "Birinci, ikinci ve üçüncü derecedeki fürûudan hangisi müteaddid cihetlerden intikal hakkına nail olursa cümlesini alır"
6) "Yukarıdaki maddelerde zikredilen derecelerden mukaddemi mevcut iken muahharı intikal hakkına nail olamaz
Şu kadar ki: Müteveffânın çocukları ve torunları olduğu hâlde anası ve babası veya bunlardan birisi mevcut ise altıda bir hisse bunlara intikal eder "
7) "Müteveffânın kan ve kocası birinci derecedeki hakk-ı intikal ashabıyle birlikte bulununca ¼ hisşeye ve ikinci derecedeki hakk-ı intikal ashabıyle veya büyük ana ve büyük baba ile birlikte bulununca ½ hisşeye nail olur
Eğer dördüncü madde gereğince büyük ona ve büyük baba ile beraber onların fürûu da intikal hakkına nail olmak icap ediyorsa işbu fürûua isabet edecek hisseyi de karı veya koca alır
Birinci ve ikinci derecedeki ashab-ı intikalden veya büyük ana ve büyük babadan hiçbiri bulunmazsa karı veya koca münhasıran intikal hakkına nail olur"
8) "Yukarıda geçen maddelerin hükümleri, icâreteyn ve icâre-i vahîde-i kadîmeli müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyye ile mukâtaa-i kadîmeli müstegallât hakkında dahi câridir"
9) Intikal sınırlarının yukarıda geçen maddeler mûcibince genişlemesinden dolayı müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyenin icârât-ı hâliyye ve mukâtaat-ı kadîmeleriyle mevkûf arazinın öşür bedeli mukâtaaları vergi kıymetlerine nisbetle binde yüz paradan az ise, o miktara iblağ olunacaktır
Mevkûf arazi için, yeniden tahsis olunacak mukataalar da bu nisbette uygulanacaktır Bundan başka yukarıda geçen usûle uygun olarak intikal haddi genişletilmemiş olan müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyye için vergi kıymetleri üzerinden binde otuz kuruş hesabıyle ifası lâzım gelen resmî tevsî altmış yıla taksim olunarak yıllık binde yarım hesabıyle ifa kılınacaktır "
10) "Vakfedenin şartı gereğince intikal hudutları daha geniş olan vakıflarda kemakân şarta riayet olunacak ve icârât-ı muhassasa hâliyle ibka edilecektir "
II) "Işbu kanun neşri tarihinden itibaren mer'î olacaktır "
12) "Işbu kanun hükümlerinin icrasına malıye ve vakıflar nezaretleri memurdur "
Mîrî ve vakıf arazi ile ilgili bu intikal kanunlarında dereceleri gösterilen intikal hakkı sahiplerinden hiçbiri bulunmazsa gayrı menkul hazıneye döner (mahlûl olur) ve diğer mirasçılara intikal etmez Artık hazıne bunu başkasına usulüne göre yeniden verebilir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ARÂZÎ İslam'ın çıkışından bu yana, değişik dönemlerde araziler için farklı uygulamalar görülmüş ve bunlar hukukî statülerine göre çeşitli isimler almıştır Mülk, mîrî, haraç, öşür, vakıf, metrûk, mevat (ölü) arazi bunlar arasındadır Yine mîrî arazinın kullanım şekillerinden olan tımar, zeâmet ve has daha sonraki devirlerin arazi çeşitlerindendir Islâm'da arazi uygulamasının menşe ve delillerine göz attıktan sonra bu arazi çeşitlerini açıklayacağız Bir belde arazilerinin statüsü, başlangıçta fethedilme şekline göre belirlenir
Kendileriyle savaş yapılan düşman Islâm'ı kabul ederse mallarını ve canlarını korumuş olur Savaş yapılmaksızın müslüman olan toplumlar hakkında da hüküm böyledir Hadis-i Şeriflerde şöyle buyurulur: "Bir kavim, bir topluluk müslüman oldukları zaman canlarını ve mallarını korumuş olurlar " "Bir mala sahip olan kimse müslüman olduktan sonra da onun malikidir" (Ebû Ubeyd, Kitâbü'l Emvâl, Kahire 1968, s 397; Ebû Dâvud, Bâbu Iktaı'l-Ardıyn, III, 234, No: 1067) Bu hüküm menkul ve gayrı menkul bütün mallar hakkında geçerlidir Imam Ebû Yusuf bu çeşit toprakların, Islâm'a giren Medineli müslümanların toprakları gibi öşür arazisi olacağı kânaatindedir (Kitabü'l-Harâc, s 74, 75)
Düşman, Islâm'a girmeyip de toprakları sulh yoluyla fethedilmişse, anlaşma şartlarına uyulur Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: "Ileride siz bir toplulukla savaşacaksınız, savaştığınız bu kimseler, bazı durumlarda mallarını kalkan yapmak suretiyle canlarını ve ailelerini koruyacaklar ve sizinle sulh anlaşması yapacaklardır Bu takdirde onlardan, yaptığınız anlaşma hükümleri dışında birşey istemeyiniz, almayınız Çünkü; bu sizin için helal olmaz" (Ebû Dâvud, ibn Mâce, Ebû Uheyd, age, s 210) Bu şekilde gayrı müslim malıklerinin elinde kalacak olan araziler "Harac arazisi" olur Hz Peygamber Necran, Eyle, Ezriat, Hecer ve diğer yerler halkından anlaşma yaptığı kabileleri mülklerinde serbest bırakmış, sadece bunlarla yapılan anlaşmada kararlaştırılan cizye ve harac vergisini almakla yetinmiştir Hz Ömer devrinde Necran halkı, Irak ve Suriye'ye nakledilirken, bunların herbirine Necran'da sahip oldukları arazi ve meskenlerin yerine, buradan boş araziler verilmesi ve kendilerine kolaylık gösterilmesi valilerden istenmiştir (Kitabü'lEmvâl, s 274; Kitâbü'l-Harâc, s 75)
Düşman toprakları zorla fethedilmişse, Islâm devlet başkanı bu topraklar ile ilgili olarak üç çeşit yetkiye sahiptir:

a) Topraklar eski sahiplerinin ellerinde bırakılır ve halk Islâm'a girince bunlar öşür arazisi olur Hz Peygamber'in Mekke arazileri için uygulaması bu yolda olmuştur
b) Bu araziler ganimet sayılarak, beşte dördü gazılere, beşte biri beytü'l mâle* bırakılır (el-Enfal, 8/41) Böylece bu topraklar onların mülkü ve öşür arazisi olur Hz Peygamber zorla fethedilen Hayber arazisini eski sahiplerinin ellerinde bırakmamış, beşte dördünü bu gazveye katılan gazılere, beşte birini ise beytü'l-mâl'e tahsis etmiştir
c) Hz Ömer'in ilk olarak Suriye ve Irak toprakları için tuttuğu yol, daha sonra fethedilen ülkelerin toprakları hakkında uygulanan genel kaide olmuştur Irak, Suriye ve Mısır toprakları fethedilince Zübeyr, Abdurrahman b Avf ve Bilal ile aynı görüşü paylaşan bir grup sahabi, bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Resulullah (sas)'ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi dağıtılmasını istediler Halife Hz Ömer bu teklifi kabul etmedi Muaz b Cebel ve Hz Ali gibi sahabe büyükleri de Hz Ömer'i destekledi

Hz Muaz şöyle diyordu "Müminlerin emiri! Bu toprakları gazılere dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar Toprakların büyük kısmı müslümanların eline geçer Sonra, bu toprak sahipleri zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır Onun için bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da faydalanmasını sağlayacak bir statü ver" Hz Ali de şöyle diyordu: "Bu toprakların sahiplerini topraklarında bırak ki, müslümanlara yardımcı olsunlar" (Kitâbü'l-Emvâl, s 83-85, No: 152-153) Hz Ömer de, "Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır? Sonra, taksim edersem sular yüzünden aranızın bozulmasından da korkarım" demiştir (Kitâbü'l-Emvâl, s 85) Müzakereler sonucunda Ensar'ın ileri gelenlerinden on kişi şûrâ için çağrıldı Şûrâ, Hz Ömer'i dinledikten ve işi müzâkere ettikten sonra, Hz Ömer'in ictihadına uydu Yani bu bölgelerin arazileri, gayr-i müslim olan eski malıklerinin elinde bırakıldı Kendilerine arazileri için haraç vergisi, şahısları için de cizye bağlandı Böylece bu topraklar haraç arazisi statüsüne girdi (M el-Hudarî, Târihu't-Tesrîi'l-Islâmî;, Mısır 1964, s 124-126) Hz Ömer'in bu uygulamasıyla arazilerin geliri müslümanlar için harcanacak şekilde bir statüye kavuşturuldu Islam devlet başkanı artık bu nitelikteki toprakları zımmîlerin elinden geri alamaz, kendilerine haracın dışında topraktan dolayı güçlerinin yetmeyeceği bir mükellefiyet yükleyemez (Kitabü'l-Harâc, s 75)
Osmanlılarda araziler, İslam'ın ilk yıllarındaki bu uygulamaların ışığında: Mülk, mîrî, vakıf, metrûk ve mevat (ölü) kısımlarına ayrılmış ayrıca mîri arazi üzerinde hâs, tımar ve zeâmet uygulamaları olmuştur Şimdi bunları kısaca açıklayalım:
Mülk arazi (arazi-i memlûke):
Bu kısım araziler ferâiz hükümlerine tabidir Şu araziler bu kabıldendir:
Kõy ve kasaba içlerinde bulunan arsalarla, köy ve kasabaların kenarlarında bulunup da meskenlerin mütemmimi sayılan en çok yarım dönüm yerler
Mîrî araziden ifraz edilerek, şer'i müsaadeye mebnî, mülk olarak tasarruf olunmak üzere temlik edilen araziler
Öşür arazisi:
fetih sırasında, gazılere ganîmet olarak dağıtılıp temlik olunan arazilerdir
Haraç arazisi:
fetih sırasında gayrı müslim olan yerlilerin ellerinde bırakılan arazilerdir (Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, V, 389; H 1274 Tarihli Arazi Kanunu, madde 2)
Mîrî arazi:
Kuru mülkiyeti (rakabesi) beytülmâle ait olup, ihale ve tefvîzi devlet tarafından yürütülen tarla, çayır, yayla, kışlak ve korularla, bağ, bahçe, değirmen, ağıl, çiftlik ve mandıra zeminleri gibi yerlerdir Bu çeşit araziye arz-ı memleket de denir Bunların ortaya çıkışı şöyle olur: Bir ülke müslümanlar tarafından fethedilince arazileri kimseye verilmeyip beytü'l-mâl için alıkonulan veya fetih zamanında ne şekilde işlem yapıldığı bilinmeyen, yahut mülk araziden yani öşür ve haraç arazisi iken malıklerinin mirasçı bırakmaksızın ölümüyle devlete geçen ve yine mülk arazi iken zamanın geçmeşiyle malıkleri meçhul kalan, yahut rakabe (kuru mülkiyeti) ve mülkiyeti devlette kalmak üzere ihya olunan araziler miri arazidır Yine tımar ve zeâmet sahiplerinin ve bir aralık mültezim ve muhassılların izin ve tefviziyle tasarruf olunurken, tımar ve zeâmetlerin hicri 1255 tarihinde lağvedilmesi üzerine devlet tarafından, bu iş için yetkili kılınan kimselerin izin ve tefvizleriyle tasarruf olunup, mutaşarrıflarının ellerine tapu senedi verilen araziler de bu statüye bağlıdır Bu çeşit arazilerin varislere intikali devletin çıkaracağı arazi kanunlarına göre olur (Bilmen, age, V, 389; AH Berkî;, Miras ve Tatbikat, Istanbul 1947, s 107; Ali Şafak, Islâm Arazi Hukuku, Istanbul 1977)
Vakıf arazisi:
Islâm'da gayrı menkuller, geliri Islâm'a uygun bir amaç için sarfedilmek üzere vakfedilebilir Iki kısma ayrılır: Sahih ve gayr-i sahih vakıf Birincisi önce mülk arazi iken Islâm hukuku esaslarına uygun olarak vakfedilen arazidır Bu çeşit vakfın rakabe ve diğer bütün tasarruf hakları, vakfedenin koyduğu şartlara göre kullanılır Gayr-i sahih vakıf ise önce mirî arazi iken ifraz sûretiyle bizzat devlet başkanı veya onun yetkili kıldığı kimseler tarafından vakfedilmiş arazidır Bunlara, "irsâd ve tahsisat kabılinden vakıf" da denilir
Metrûk (terkedilmiş) arazi:
Bu arazi türü de iki kısımdır Birincisi, herkesin yararlanması için terkedilen yerler Umuma açık meralar, yaylak ve kışlaklar gibi Ikincisi bir köy, kasaba veya komşu köy ve kasabaların halkına terk ve tahsis edilen yerler, yollar, pazarlar, panayır ve namazgahlar gibi Bunlara âmme hukuku taalluk ettiğinden şahıslara intikal etmezler Bu gibi yerlerde ne feraiz ve ne de intikal kanunları uygulanmaz
Mevât (ölü) arazi:
Hiç kimsenin mülk ve tasarrufunda bulunmayan, hiç kimseye tahsis edilmemiş olan, kendi hâline terkedilmiş ve bir şehrin en son banliyösündeki evden yüksek sesli bir kimsenin sesinin bağırmasıyla sesinin işitilemediği noktadan itibaren başlayan arazilerdir Bu mesafe genellikle bir insanın normal bir yürüyüşü ile şehirden yarım saat sonra başlayan noktadır Bu noktadan sonraki yerler de mevât arazî olarak kabul edilmiştir Bu arazîleri mulk edinebilmek için dört şart gerekir:
1-Arâzî hiç kimsenin mülkiyetinde olmamalı,
2-Arâzî bir köy veya kaŞabanın meralığı veya baltalığı olmamalı,
3-Arazî tamamen boş yani hiç işlenmemiş olmalı,
4-Arazî şehirden uzak olmalıdır Bu uzaklık miktarı da yukarıdaki tarifte açıklandığı gibidir
Şer'i müsaadeye dayanılarak bir kimseye temlik edilen ölü arazi hakkında, Islâm miras hukuku hükümleri uygulanır Bir kimse böyle bir araziyi ihya edip mülkiyetine geçirmiş, hakkında İslam'ın genel arazi kanunu hükümleri geçerlidir
1274 Hicrî; Tarihli Arazi Kanunu 103'ncü madde
"Tapu ile kimsenin tasarrufunda olmayan, eskiden beri köy ve kasabalar halkına tahsis kılınmayan ve yerleşme merkezinin en kenar yerinden (aksâ-yı umrân), yüksek sesli bir kimsenin, sesi işitilmeyecek derecede kõy ve kasabalara uzak bulunan kûhi, taşlık, kıraç, pınarlık ve otlak gibi hâli yerler ölü arazi olup, bu gibi yerlerden birini zarureti olan kimse, rakabesi beytü'l-mâl'e ait olmak üzere, meccânen, yetkili memurun izniyle yeniden yer açıp tarla edinebilir Diğer ekilip biçilen araziler hakkında şer'i olan kanun hükümleri bu gibi yerlerde de caridir"
Yukarıdaki arazi çeşitlerinden öşür ve haraç arazileri, sahiplerinin mülkü olup; bunlarda tasarruf, tevarüs, intikal ve diğer hükümler fıkıh kitaplarına göre cereyan eder Miras konusunda ferâiz hükümleri uygulanır Ayrıca bir arazi kanunu çıkarılmasına ihtiyaç görülmez Fakat rakabesi (kuru mülkiyeti) beytü'l-mâl'de alıkonulan mîrî arazinın tasarrufu ve intikal durumu ile diğer hükümleri, beytü'l-mâl için görülecek menfaat ve maslahata göre devlet başkanı tarafından tanzim edilmesi gerektiğinden, bu çeşit araziler hakkında uygulanmak üzere zaman zaman arazi kanunları çıkartılmıştır Ilk arazi kanunu 761 Hicrî tarihinde Osmanlı hükümdarı 1 Murat dâvendigâr tarafından çıkarılmış, bunu diğer arazi mevzuatı izlemiştir Nihayet 1331/1913 tarihli Arazi Intikal Kararnâmesi yürürlükte iken bütün diğer Islâmî kanunlar ve hükümler gibi geçersiz kılınıp Cumhuriyet dönemine geçilmiştir
1913 Tarihli Arazi Intikal
Kararnâmesi:
Sultan Reşat tarafından çıkarılan bu kanunla, farklı intikal kanunlarına bağlı bulunan mîrî ve mevkûf arazilerin intikal hükümleri birleştirilmiş, intikal sınırı daha da genişletilmiş, zevi'l-erhâm * denilen hısımlar da intikal ashabı arasına girmiştir Bu kanun, 1926 tarihinde Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girinceye kadar devam etmiştir Bu tarihten sonra da, Türk Medeni Kanunu'ndan önce doğan haklar bakımından yürürlüğünü korumaya devam etmiştir Arazi intikal kararnâmesi 12 madde olup, şöyledir:

1) "Bir kimse vefat edince, uhdesinde bulunan mîrî ve mevkuf (vakfedilmiş) arâzi, aşağıda zikredilecek dereceler üzere bir veya daha fazla şahıslara intikal eder ve bunlara (ashab-ı intikal) denir"
2) "Ashâb-ı intikalın birinci derecesi müteveffânın fürûu yani çocukları ve torunlarıdır Bu derecede intikal hakkı, evvel emirde çocuklara ve ondan sonra onlara halef olmak üzere ahfâda yani torunlara ve çocukların torunlarına aittir Binâenaleyh müteveffânın vefatı sırasında hayatta bulunan her fürüu, kendi vâsıtasiyle müteveffâya bağlanan fer'ileri intikal hakkından düşürür Müteveffâdan önce vefat etmiş olan fer'in fürûu kendi makamına kâim olurlar Yani ona intikal edecek hisseyi alırlar
Müteveffânın müteaddid çocukları olup da hepsi daha önceden vefat etmiş bulunursa, herbirinin hissesi kendi vasıtasiyle müteveffaya bağlanan fürûa intikal eder Çocuklardan bazısı fer'i bırakmaksızın vefat ettiği takdirde intikal hakkımünhasıran diğer çocuklara veya onların fürûuna kalır Batınlar taaddüd ettikçe hep bu ûsül üzere muâmele olunur Çocukların ve torunların erkeği ve kızı, intikal hakkında müsâvidir"
3) "Intikal ashabının ikinci derecesi, müteveffânın ana-babası ile onların fürûudur
Ana-babanın ikisi de hayatta ise eşit olarak intikal hakkına nail olurlar Bunlardan birisi, daha önceden vefat etmiş bulunursa, onun fürüu birinci derecede yazılı olan hükümlere uygun olarak, derecelerine göre makamına kâim olurlar Fürûu bulunmadığı takdirde hayatta bulunan baba veya ana münhasıran intikal hakkına nail olur
Ana-babanın ikisi de daha önceden vefat etmiş bulunursa, babanın hissesi kendi fürûuna ve annenin hissesi de kendi fürûuna dereceleri üzere intikal eder Şayet birinin fürûu yoksa, onun hissesi de diğerinin fürûuna kalır"
4) "Ashab-ı intikalın üçüncü derecesi, müteveffânın büyük anne ve büyük babalarıyla, bunların fürûudur
Ana ve baba tarafından, büyük ana ve büyük babalar hayatta iseler müsâvat üzere intikal hakkına nail olurlar
Bunlardan birisi evvelce vefat etmiş bulunursa fürûu derecelerine göre onun makamına kâim olur Fürûu yoksa ona isabet edecek hisse, hayatta bulunup onun kan veya kocası olan büyük ana veya büyük babaya intikal eder Bu da hayatta değilse onun fürûuna intikal eder
Ana veya baba tarafından olan büyük ana ve büyük batalar hayatta olmadıkları gibi fürûuları dahi mevcut değilse, diğer cihetteki büyük ana ve büyük babalar veya fürûuları münhasıran intikal hakkına nail olurlar
Bu madde gereğince, ana-baba veya büyük ana ve büyük babalara halef olan fer'iler, birinci derecenin intikalınde belirtilen hükümlere tabi olurlar "
5) "Birinci, ikinci ve üçüncü derecedeki fürûudan hangisi müteaddid cihetlerden intikal hakkına nail olursa cümlesini alır"
6) "Yukarıdaki maddelerde zikredilen derecelerden mukaddemi mevcut iken muahharı intikal hakkına nail olamaz
Şu kadar ki: Müteveffânın çocukları ve torunları olduğu hâlde anası ve babası veya bunlardan birisi mevcut ise altıda bir hisse bunlara intikal eder "
7) "Müteveffânın kan ve kocası birinci derecedeki hakk-ı intikal ashabıyle birlikte bulununca ¼ hisşeye ve ikinci derecedeki hakk-ı intikal ashabıyle veya büyük ana ve büyük baba ile birlikte bulununca ½ hisşeye nail olur
Eğer dördüncü madde gereğince büyük ona ve büyük baba ile beraber onların fürûu da intikal hakkına nail olmak icap ediyorsa işbu fürûua isabet edecek hisseyi de karı veya koca alır
Birinci ve ikinci derecedeki ashab-ı intikalden veya büyük ana ve büyük babadan hiçbiri bulunmazsa karı veya koca münhasıran intikal hakkına nail olur"
8) "Yukarıda geçen maddelerin hükümleri, icâreteyn ve icâre-i vahîde-i kadîmeli müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyye ile mukâtaa-i kadîmeli müstegallât hakkında dahi câridir"
9) Intikal sınırlarının yukarıda geçen maddeler mûcibince genişlemesinden dolayı müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyenin icârât-ı hâliyye ve mukâtaat-ı kadîmeleriyle mevkûf arazinın öşür bedeli mukâtaaları vergi kıymetlerine nisbetle binde yüz paradan az ise, o miktara iblağ olunacaktır
Mevkûf arazi için, yeniden tahsis olunacak mukataalar da bu nisbette uygulanacaktır Bundan başka yukarıda geçen usûle uygun olarak intikal haddi genişletilmemiş olan müsakkafât ve müstegallâtı vakfıyye için vergi kıymetleri üzerinden binde otuz kuruş hesabıyle ifası lâzım gelen resmî tevsî altmış yıla taksim olunarak yıllık binde yarım hesabıyle ifa kılınacaktır "
10) "Vakfedenin şartı gereğince intikal hudutları daha geniş olan vakıflarda kemakân şarta riayet olunacak ve icârât-ı muhassasa hâliyle ibka edilecektir "
II) "Işbu kanun neşri tarihinden itibaren mer'î olacaktır "
12) "Işbu kanun hükümlerinin icrasına malıye ve vakıflar nezaretleri memurdur "
Mîrî ve vakıf arazi ile ilgili bu intikal kanunlarında dereceleri gösterilen intikal hakkı sahiplerinden hiçbiri bulunmazsa gayrı menkul hazıneye döner (mahlûl olur) ve diğer mirasçılara intikal etmez Artık hazıne bunu başkasına usulüne göre yeniden verebilir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BİR KADINA AŞIK OLUPTA İFFETİNİ KORUYAN VE BU AŞK ÜZERE ÖLEN SEHİD OLARAK ÖLÜR" DİYE BİR SÖZ NAKLEDİLİYOR BU SÂHÎH HADÎS MİDİR YOKSA UYDURMA BİR SÖZ MÜDÜR? Bazı zayıf kaynaklarda, bu şekilde, bazılarında da biraz farklı olarak: "Her kim âşık olur ve askını gizler de iffet ve sabır gösterirse, Allah onu bağışlar ve Cennete koyar"(Hadîsin bütün kaynakları için bk Muhammed Abdülkâdir Atâ, el-Gummâ'ale-llümmâz üzerine tahkîk 216) şeklinde rivayet edilen ve hadis zannedilen bir söz vardır Ancak bu hem rivâyet, hem de dirâyet (yani manası) yönünden sağlam görülmemiş ve Rasûlüllah'a yakıştırılamamıştır Çünkü erkeğin bir kadına, ya da kadının bir erkeğe âşık olması mecaz anlamda bir aşktır ve bir bakıma marazî bir haldır Zîrâ bu, kalbi Allah'tan boşaltıp, sevdiğine kaptırma, teslim etme ve ona kayıtsız şartsız boyun eğme (ta'abbüd) anlamını taşır Hal böyle iken nasıl olur da Allah'ın hükmünü yüceltmek için savaşırken şehid olanlara denk olabilir! Kaldı ki, aşkın helâl olanı bulunduğu gibi, haram olanı da olur Böyle olunca, Rasulüllah Efendimizin ayırım yapmadan, her âşık olup askını gizleyen ve iffetli olanı şehîd sayması nasıl düşünülebilir(Ibn Kayyim, Zâdü'1 me'âd IV/2,76) Ayrıcâ Rasulüllah'tan bize sahîh olarak ulaşan hiç bir hadîste "aşk" sözü geçmemektedirSahîh hadîs kitaplarının dışında kalan çok değişik kaynaklarda Süveyd b Saîd'den rivâyet edilen bu sözü Ibnü'I-Cevzî uydurma hadîsler (mevzûât) arasında zikreder,(bk Ebu'1-Hasen el-Kinânî, Tenzûhu's-Seri'a N/364) Ibnü'1-Kayyim de aslâ hadîs olamayacağını anlatırIbnü'1-Kayyim agk) Genellikle "mevzûât" kitaplarında bulunan bu söz için en iyimser olanlar, bunu en fazla"'zayıf hadîs" derecesine çıkarabilmişlerdir Hattâ meşhur Muhaddis Yahyâ b Ma'în, bunu rivâyet eden Süveyd için: "Eğer atım ve okum olsaydı, gider onunla çarpışırdım" bile demiştir (Aclûnî, Kesfu'1-hafâ N/363)
Sonra çeşitli hadîslerde dünya ve âhiret şehitleri sayılmış ve âşık, bunlardan birisi olarak zikredilmemiştir
 
Üst Alt