C.D > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
CİN,VE CİNLER

Cinlerin bir tek ferdine "cinnî" denir "cânn" kelimesi cin ile eşanlamdır Ğûl ve ifrit cinlerin değişik türleridir

İslâm'dan önce Arabistan'da cinler, çölün "satyre" ve "nymphe"leri idi Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş ve düşman kalmış tarafını temsil ediyorlardı Fakat Hz Peygamber (sas)'in bey'ati esnasında cinler önemli ve bilinmeyen ilâhlar arasına girmekte idiler Mekke Arapları cinler ile Allah arasında bir nesep yakınlığı bulunduğunu söylerler (es-Saffât, 37/158), onları Allah'ın ortakları mertebesine çıkarırlar (el-En'âm, 6/128) ve onlardan yardım dilerlerdi (el-Cumua, 62/6)
Cinin varlığı Kur'an ve sünnet ile sabittir Hayat sahibi yaratıklar yalnız şu madde dünyasındaki insanlarla, çeşitlerini bilemediğimiz hayvanlardan ibaret değildir Bir de ancak peygamberlerin ve asfiyâ (dinde yüksek mertebe sahibi kimseler)'nın gördüğü varlıklar vardır ki, bunlar melekler ile cinlerdir Bunlar çeşitli şekillere girecek vaziyette yaratılmışlardır Melekler Allah'a itaattan asla ayrılmazlar Göklerde bulunurlar, ancak Allahu Teâlâ'nın emriyle yeryüzüne iner, tekrar göklere yükselirler Cinler ise, insanlar gibi yeryüzünde bulunurlar Müminleri ve kâfirleri vardır Meleklerin ve cinlerin varlığı, Kur'an ve sünnetle sabit olduğundan, bunları inkâr etmek, İslâm akîdesini zedeler
Cinler de insanlar gibi mükellef olup onlara da peygamberler gönderilmiştir: "Ey cin ve insan topluluğu; size, içinizden, ayetlerimi anlatan ve şu (korkunç haşr) gününüzün geleceğini haber verip sizi korkutan peygamberler gelmedi mi?" (el-En'âm, 6/130)
"Doğrusu biz (cinler) o hidayet rehberi (olan Allah'ın Peygamberini) dinlediğimizde hemen O'na inandık Her kim bu suretle Rabbi'ne iman ederse o, ne hakkı eksilmekten, ne de zulme uğramaktan korkmaz " (el-Cinn, 72/13)
"Şu vakti de hatırla ki, cinlerden bir kısmını Kur'an dinlesinler diye sana sevketmiştik Onlar (Peygamber'in huzurunda) Kur'an dinlemeye hazır olunca (birbirlerine): "Susunuz (dinleyiniz)"dediler Kur'an okunması bitirilince de döndüler ve inzâr etmek üzere kavimlerine gittiler Ey kavmimiz dediler: Biz bir kitap dinledik Musa'dan sonra indirilmiş O, kendisinden öncekini tasdik ile hakka ve doğru bir yola hidâyet ediyor Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisine icabet ve ona iman edin ki, Allah günahlarınızdan bir kısmını mağfiret etsin ve sizi elem verici bir azaptan korusun; ve her kim Allah'ın davetçisi (Peygamberi)ne icabet eylemezse arzda aciz bırakacak değildir Ve ona ondan başka sahip olacak veliler de yoktur Öyleleri açık bir dalâlet içindedirler" (el-Ahkâf, 46/29-32)
Hadis râvileri Rasûlullah (sas)'ın, cin'i görüp görmediği konusunda farklı görüştedirler Müslim'de, Abdullah İbn Mes'ud (ra)'dan rivayete göre, Peygamber Efendimiz cinni'lerin davetine icabet buyurmuş, onları görmüş ve irşad etmiştir Buhârî ve Müslim'in, İbn Abbas'tan rivayetlerine göre ise, Hz Peygamber ashabıyla "Ukaz" panayırına giderken "Nahle"de sabah namazını kıldırmış, bir grup cin gelip Kur'an dinlemiş ve müslüman olmuştur Bu durumu Cenâb-ı Hakk, Hz Peygamber Efendimize Cin sûresinin ilk ayetlerinde haber vermiştir (el-Cin, 72/1-3)
Müfessir İmam Kurtubî, bu iki rivayeti şu şekilde yorumlar: İbn Abbas'ın rivayetine göre, Hz Peygamber o olayda, cinni görmemiş; onların Kur'an dinleyip müslüman olduklarını, Cenâb-ı Hakk daha sonra haber vermiştir Fakat bu olayla İbn Mes'ud'un rivayet ettiği olay farklıdır Nitekim İbn Mes'ud (ra) şöyle demiştir: "Bir gece Hz Peygamber (sas) ile beraberdik Derken aramızdan kayboldu Vadilerde, dağlarda aradık bulamadık O geceyi hep endişe içinde geçirdik Nihayet sabah olunca bir baktık ki Hîra* tarafından geliyor "Ya Rasûlallah dedik, sizi kaybettik Aradık bulamadık Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti" şöyle buyurdu: "Bana cin(ler)den bir davetçi geldi Onunla beraber gittim Onlara Kur'an okudum" (Kurtubî, el-Camî'li-Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1967, XIX, 2 vd)
Cinler gaybı bilemezler (Sebe, 34/14) Allah'ın peygamberlerine bildirdiği şeyleri öğrenemezler: "Şüphe yok ki onlar (meleklerin sözünü) işitmekten kat'i surette azledilmişlerdir " (eş-Şuarâ, 26/212)
Cinler insanlardan önce yaratılmışlardır, Kur'an-ı Kerîm'de çok zehirli bir ateşten yaratıldıkları haber verilir:
"Cânnı da, daha önce çok zehirli ateşten yarattık " (el-Hicr, 15/27)
Cinlerin erkek ve dişi olanları vardır Evlenirler, çoğalırlar, yerler, içerler İhtiyarı, genci vardır Cinler de mükellef olup insanlar gibi Allah'ın emir ve yasaklarına uymak zorundadırlar: "Ben cinleri ve insanları ancak ibadet etsinler diye yarattım " (ez-Zariyat, 51/56)
Cinlerin yaratılışlarıß türlü şekillere girmeye, ağır işler görmeye elverişlidir Nitekim Kur'an'da ifade olunduğuna göre (en-Neml, 27/39), Hz Süleyman Belkıs'ın tahtını Yemen'den getirmek isteyince, bir cin, daha sen makamından kalkmadan ben sana onu getiririm, benim herhalde buna yetecek gücüm var demiştir Süleyman (as) Kudüs'te, getirilecek taht Yemen'deydi Onu bir saniyede getirmek büyük bir hız ve güce sahip olmak demekti Süleyman peygamber, cinleri ağır ve güç işlerde çalıştırmıştır
"Süleyman (as)'ın önünde, Rabbı'nın izniyle iş gören bazı cinler de vardı İçlerinden kim bizim emrimizden ayrılıp saparsa ona çılgın azabdan tattırdık " (Sebe, 34/12)
Şeytan da cinlerdendir Allahu Teâlâ kendisini Hz Adem (as)'e secde etmekle mükellef tutmuş; şeytan ise, kendisinin ateşten, Adem'in topraktan yaratıldığını ileri sürerek secde etmemiştir Bunun üzerine Allahu Teâlâ onu rahmetinden kovmuş o da kâfir olmuştur (el-Bakara, 2/24) Şeytanların amiri durumundaki şeytana İblis denir Şeytan, insanları azdırmak için çeşitli yollara başvurur Ondan sakınmak gerekir:
"Ey Ademoğulları, Şeytana tapmayın Çünkü o sizi Rabbınız'dan ayıran bir düşmandır, diye size emretmedim mi?" (Yasin, 36/60)
"Şeytan sizin için yaman bir düşmandır Bu sebeple siz de onu düşman edinin " (el-Fatır, 35/6)
Hz Peygamber (sas) de şöyle buyurmuşlardır:
"Allah sizden her biri için, bir cinni arkadaş kılmıştır " Ashab: "Size de mi yâ Rasûlallah?" diye sorduklarında, Rasûlullah: "Bana da ancak Allah ona karşı bana yardım etti de, o (cin) müslüman oldu, artık o, bana ancak hayır emrediyor " buyurdu (et-Tâc, V, 233)
Bu hadisten anlaşılıyor ki, şeytan insanı saptırır E l-i Sünnet inancına göre, şeytan, insanın vücuduna da, aklına da zarar verir
Felsefecilerin çoğu, özellikle İbn Sina ve Farabî cinlerin varlığını kabul etmezken; bazıları bunu kabul etmişlerdir Bunlar cinlere süflî ruhlar adını vermektedirler Bunların ervâh-ı felekiyyeden daha süratli cevap verdiklerini fakat onlardan daha zayıf olduklarını iddia etmişlerdir
Buna karşılık peygamberlere inanan ve belli şerîatlara sahip olan milletler, cinlerin varlığını tereddütsüz kabul etmişler; ancak mahiyetleri hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir Kimileri; cinler, havâî, yani rüzgârdan yaratılmış, çeşitli şekillere girebilen canlılardır, demişlerdir Bazıları ise bunların, cevher olduklarını; â'râz* ve ecsâm olmadıklarını söylemişlerdir Bu cevherleri de mahiyetleri muhtelif bazı kısımlara ayırmışlardır: Bazıları iyi, salih ve hayırseverdirler Bazıları ise kötü, aşağılık ve kötülükseverdirler Sayılarını ancak Allah bilir
Bazı fırkalar da cinlerin cisim olmakla beraber, mahiyetlerinin farklı, sıfatlarının bir olduğunu söylemişlerdir Sıfatları ise uzayda yer kaplamaları; uzunluk, genişlik ve derinlik gibi üç boyutlu olmalarıdır Cinler; latif, keşif, ulvî ve süflî kısımlara ayrılırlar Hevâî cism-i latîflerin, mahiyet itibariyle, diğer cisim türlerine benzemesi imkânsız bir olay değildir Binaenaleyh bunların, kendilerine özgü ilimleri vardır, insanların yapamayacakları acaip ve zor işleri yapabilir, çeşitli şekillere girebilirler Bu da Cenâbı Allah'ın onlara bu gücü vermesi sayesinde olur Bazı fırkalar da, cisimlerin mahiyet itibariyle birbirine eşit olduğunu, hayat için bünyenin şart olmadığını söylemişlerdir İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'arî ile izleyicileri bu görüştedirler
Mu'tezile ise bu görüşü ve buna paralel olarak cinlerin varlığını kabul etmemiştir Bunlar, hayat için bünyenin şart olduğunu, zor işler yapabilmek için bünyenin katı olmasını bir şart olarak ileri sürmüşlerdir Bu görüş, çoğunluk tarafından reddedilmiştir Çünkü bu görüşte olanlar, harikulâde olayları inkâr, varlığı kitap ve sünnet ile sabit olan şeyleri reddetmiş oluyorlar
Cinler de, İslâm dini açısından iki kısımda incelenirler: Mümin olanlar, kâfir olanlar İnsanlar gibi cinler de, Peygamberimize iman ile mükelleftirler Çünkü Peygamberimiz onlara da gönderilmiştir Binaenaleyh ona iman eden, müminler grubuna dahil olur; müminlerle birlikte Cennet'e girer Ona iman etmeyenler ise şeytanlarla beraber olur; Cehennem'i boylar
Cinler islâm dini ile mükellef oldukları için, onların da bundan haberleri olması ve İslâm dininin onlara da tebliğ edilmesi lâzımdır İşte burada cinlerle peygamberimizin temas şekli ortaya çıkıyor
Cinler henüz peygamberimizin bi'setinden haberdar değillerken göğe çıkar, mele-i âlâ'da konuşulan şeyleri kulak hırsızlığı ederek çalarlardı Buna bir çok şey ilâve eder, insanlara aktarırlardı Peygamberimizin bi'setinden cinlerin haberi yoktu Her zamanki gibi gökten bir şeyler öğrenmeye kalkıştılar; fakat yakıcı ateşlerle, şiddetli bekçilerle karşılaştılar Bundan irkilerek sebebini araştırmaya başladılar Yeryüzüne akın ettiler İçlerinden bir grup, Peygamberimiz'i ashabı ile birlikte Nahle'de namaz kılarken buldu Okuduğu Kur'an'ı dinlediler; güzelliği ve mükemmelliği karşısında hayret ettiler Bunların üç ilâ on veya dokuz nefer oldukları ifade edilmektedir
Peygamberimiz (sas) onlara İslâm'ı öğretti (Müslim, 1, 332; Kitabu's-Salat, hadis no: 150-153; Ebû Davûd, 1,10, hadis no: 39) Şurasını hemen hatırlatmak gerekir ki cinler, bize tamamen aykırı yaratıklardır Onların İslam ile mükellef olmalarının şekli nedir; bunu ancak Allah ve Rasûlü bilirler Bize sadece buna inanıp iman etmek gerekir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
CİNSEL İLİŞKİDE HARAMLAR - HELÂLLER : Bu konu başlıbaşına bir kitap ve araştırma konusu olduğundan, biz bu mevzuda söylenmesi gerekenlerin tümünü söylemeye çalışmayacak, bazı tereddütlü ya da önemli noktalara deginmekle yetinecegiz
Bu konuda hiç unutulmaması gereken en önemli nokta, insanın yaradılış gayesidir Insan Allah'ın yüceligi karşısında kendi güçsüzlügünü kabullenmesi ve her hareketini Allah'a kulluk olarak yapması için yaratılmış bir varlıktır Öyleyse yemesi, giymesi yatması ve kalkması gibi, cinsel ilişkisi de ibâdet olarak yapılmalıdır Haramdan sakınmak, Allah'ın nimetinden helâl olarak yararlanmak, yapacağı hayırlı işler için fikrini meşgul eden cinsel arzuyu, sağlam düşünebilmek için gidermek, koca karının, karı da kocanın hakkını ödemek ve en önemlisi müslüman nesli yetiştirmek amacıyla yapılan meşru bir cinsel ilişki ibâdettir ve insana aldığı zevkler yanında sevap da kazandırır "Kişinin zevkini yaşamasında hiç sevap olur mu ?" diye soran sahabiye Allah Rasûlü Efendimiz; "O suyu haram bir yere akıtsaydı, günah olmayacak mı idi? Öyleyse helâlından akıtması da sevaptır" buyurmuştur(Müslim, zekât 52; Ebû Dâvûd, tatavvu' 12; edep 160; Müsned V/167,168)
Öbür yönüyle insan, arzu ve şehvetinin esiri olup, sırf zevki için yaşar hale gelmemelidir Bu, ondaki hayvanî güçleri geliştirir, melekî güçleri zayıflatır ve insanı alçaltır Halbuki, bütün zevkler gibi cinsel ilişki zevki de bir gaye değildir, bir gaye için yaratılmış insana Allah'ın bir hediyesidir Insandan, neslini sürdürmesini istemiş ve bunu Allah'ın istediği doğrultuda yapması halinde kendisine cennet vadedilmiştir Ise cinsel ilişki zevki gibi peşin bir avans da verilmiş ve sanki öbür âlemde alabildiğine tadacağı zevklerden, daha dünyada iken ona parmak ucuyla hafifçe tattırılmıştır Ya da yorucu çabalarla yüce bir gayeye ulaşması istenen insana, gönül eglendirme türünden çerez takdim edilmiş ve asıl ziyafetin sonda olduğu bildirilmiştir Tıpkı zor birise kosulan çocuklara, işi sonuna kadar götürmeleri için verilen oyuncaklar gibi O çocuğun verilen işi bırakıp bu oyuncakla eglenmesi, oyuncağın veriliş amacına ne derece zitsa, insanın cinsel zevklerini gaye olarak görüp, sırf onlarla meşgul olması da yaratılış gayesine o derece zittir
Şimdi vereceğimiz bilgilerde bu açınin gözönünde bulunduiulması gerekir
Tutma ve bakma konusunda karrkoca arasında avret olan bölge yoktur(Ibn >bidin VI/367) Hz Ömer'in oğlunun; "bana göre birbirinin organlarına bakmaları daha iyidir, çünkü bu cinsel ilişkinin tadıni artırır," dediği nakledilir Fakat Aynî; "bu sözün, onun sözü olduğu kesin değildir" der Tutma konusunda câiz değildir diyen yoktur Ebû Yûsuf; "Ebû Hanife'ye sordum ki, erkek karısının organını tutsa, kadın da kendisine karşı tahrik etmek için kocasının organını ellese, bunda bir sakınca var mıdır2 O da bana; hayır, yoktur Hattâ bu sevaptır ve ecrin büyük olmasını sağlar dedi"
Hanımı ile ilişkide bulunurken, onu tanıdığı güzel bir kadın diye hayâl edip, onunla sevişiyor gibi cima yapmasının haram olmadığını söyleyenler vardır Ancak Ibn Âbidîn; bizim kurallarımıza göre bunun helâl olmaması gerekir, çünkü bu, suyu şarap olarak düşünüp içmeye benzer Onun haram olduğu açıktır Öyleyse öbürü de helâl olmamalıdır" der ( Ibn ilbidin VI/372) Doğru olan da bu olsa gerektir
Cinsel ilişkide kullanılan kremler, ya da yağlandırıcıların, domuz yağı gibi haram madde içermedikten sonra, helâl olmadığını gösteren bir delil yoktur Ancak bu normal eşlere tavsiye edilmeyecek bir durumdur Allah bu iş için tabi nemlendirici yaratmayı ihmal etmemiştir
Cinsel ilişkinin yasaklanan, ya da tavsiye edilen bir şekli yoktur Ne var ki, tabiîlik dinî olan İslam'ın, bu konuda da tabiî olanı tercih edeceği açıktır Üreme organından olmak üzere, karı ile koca hangi tür ilişkiden zevk alıyorlarsa onu uygularlar Ayakta, otururken, yatarken, arkadan, önden, altta, üstte; hangisini isterlerse öyle yaparlar Ancak üzerlerinin örtülü olması Islâmî bir edep ve emirdir" Allah ise utanmaya en lâyık olandır"(Fetâvây-i Hindiyye'de: "Oda küçük olursa (5-10) zira' yani yaklaşık(3 x 6 m2) koca böyle bir odada cima maksadıyla karısını soyabilir Bir kısım ulema karı kocanın bir odada tek başlarına soyunmalarında mahzur olmadığını söylemişlerdir" (Ibn Âbidîn, Kunye'den, V/288) Ama bu, elbette cima ederken açık olabilecekleri anlamına gelmez Hadîs için bk Buhârî, ilm 15, edep 68)
Karısına dübüründen yaklaşmak çok çirkin bir hareket ve haramdır Insanın tabiatina, şeref ve onuruna aykırıdır
Erkeğin, şehvetini uyandırmak ve zevk duymak için, eliyle ya da butlarıyla kendi kendini tatmin etmesi helâl görülmemiştir (Bu konuda Mü'minûn (23) 7 ve Me'âric (70) 31 âyetleri ve tefsirlerine bakılabilir) Haramlığını bazıları hafif, bazıları da kaba olarak nitelemişlerdir Ancak erkeğin yanında karısı yoksa, ya da evli değilse, kalbi bununla meşgul oluyorsa ve harama düşme endişesi varsa, kendisini boşaltmanın, bunu âdet haline getirmemek şartıyla câiz olduğunu söyleyenler vardır Hattâ, ciddî olarak harama düşme endişesi varsa ve bu yolla buna engel olunacaksa, bunun vâcip olduğunu söyleyenler de vardır (Geniş bilgi için bk Mahlûf, Fetâvâ I/117,118) Ancak Peygamberimizin bu konudaki tavsiyesinin, şehveti oruç tutmakla yatıştırmak olduğu unutulmamalıdır (Söz konusu hadîslerinde Rasûlüllah Efendimiz: "Gençler! Evlilik külfetine hanginizin gücü yetiyorsa evlensin" Yapamayan oruç tutmalıdır Çünkü onun (nefsi dizginleyici) kamçısı vardır" Buhârî, savm 10, nikâh 2, 3; Müslim, nikâh 1, 3; Ebû Dâvûd, nikâh 1) Bu yolla hem haramdan kurtulacak hem de sevap kazanacaktır
Erkeğin eli vBulletin şeylerle kendini tatmin etmesi caiz olmadığı gibi, kadının da bu yolla tatmin araması câiz değildir Ancak koca, karısının eli ile ya da vücudunun diğer yerleri ile tatmin olabileceği gibi, karısını da bu yolla tatmin edebilir (Serahsî, Mebsût X/159)
Hastalık, zayıflık ve güçsüzlük gibi sebeple cinsel ilişkiye dayanamayan ve bu yüzden istemeyen kadınla cima etmek haramdır (Ibn Âbidîn, el-Ukûdü'd-dürriyye I/26)
Evlendiğinde karısıyla ilişkiye güç yetiremeyen erkek bir yıl beklenir Bir yıl boyunca da, bir defa olsun, güç yetiremezse, karısı, istemesi halinde ayrılır, erkeği beklemeye zorlanamaz (Ibn Âbidîn, el-Ukûdü'd-dürriyye I/30)
Mushaf bulunan odada cima etmenin sakıncası yoktur Çünkü müslümanlann evlerinde ve odalarında genellikle Mushaf bulunur Ancak Allah'ın kelâmına karşı saygı duyulduğunu göstermek için Mushafin örtülmesi gerekir (Ibn Âbidîn, I/266, el-Hediyyetü'l-Alâiyye 268)
Mescidlerin üzerinde cinsel ilişkide bulunmak mekruhtur Çünkü mescidler semâya kadar mesciddirler (Alâuddîn Âbidîn, el-Hediyyetü'l-Alâ'iyye 283)
Cimaya başlarken "besmele" çekerek,hadîste geçen "Bismillâh, Allahümme cennibnâ'ş-Şeytâne ve cennibi'ş-Şeytâne mâ-razektenâ" duasını okuması müstehaptır ve cimanın edeplerindendir (Örnek olarak bk Buhârî, bed'ul-halk 11; Müslim, talak 6, nikâh18)
Kocası kendisini cimaya çağırdığında, karısının bunu özürsüz olarak reddetmesi, câiz değildir Hattâ âdetli olması da bir özür değildir Çünkü kocası onun, âdetli iken haram olan bölgesi dışında bir yerinden yararlanabilir (Fetâvây-i Hindiyye (yazma) 611/45 Müslim, hayz 16, Nesâî, taharet 180; Ibn Mâce, taharet 124) Bu konuda özellikle kadının sözkonusu edilmesi, cimada erkeğin, kadından daha sabırsız olduğundandır Yoksa kadının, kocasından cima isteme hakkıyok demek değildir
Karıkocanın, zaruret olmadıkça cinsel ilişki biçimlerini başkalarına anlatmaları haramdır Peygamberimiz (sas) : "Şüphesiz ki, Kıyâmet Gününde, Allah'ın katında, emanete hiyanetin en büyüklerinden biri, karıkoca beraber düşüp-kalktıktan sonra, kocasının kadının sırrını yaymasıdır" buyurmuştur (Müslim, nikâh 21; Davûdoğlu age VN/327 vd)
Emzikli kadınla cimada bulunmak câizdir (bk Müslim, nikâh 24; Davûdoğlu age VN/342 vd) Bir kadını görerek şehveti harekete gelen kimsenin, derhal karısı ile cima etmesi ve nefsini yatıştırması müstehaptır (bk Müslim, nikâh, 2; Davûdoğlu age VN/221)
Cimada özellikle dikkat edilmesi gereken noktalardan birisi de, temizliğe olabildiğince dikkat etmektir Mümkünse ilişkiden önce eşlerin dış organlarını sabunla yıkamaları müslümanca bir davranış olur Çünkü temizlik müslümanlığın ana temellerindendir Kasıklarda yuvalanıp üreyen mikropların, ilişki yoluyla kadının rahmine ulaşıp, çeşitli rahim hastalıklarına sebep olabileceği, ya da mevcut hastalıkları artırabileceği hiç unutulmamalıdır Peygamberimizin (sas) cima edeceklere abdest almayı tavsiye etmesi (bk Ibn Kudâme, el-Mugni VN/26) bundan olsa gerektir
Cima gücünü artıracak besinler yemek sakıncalı değildir Peygamber Efendimiz (sas) kına sürünmeyi tavsiye ederken; çünkü o, cildi güzelleştirir, cima gücünü artırır(Zehebî, et-Tibbu'n-Nebevî 25), buyurmuştur "Tıbbı Nebevî" kitaplarında buna benzer hadisler nakledilir ve cima gücünü artıracak gıda rejimi verilir (agk)
Ilişkinin ne olduğunu bilecek kadar büyük çocukların bulunduğu odada, onlar uyurken bile cima etmek câiz değildir (Nemenkânî, el-Fethu'r-Rahmanî N/2l3)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
CİZYE

İslâm devleti bünyesinde yaşayan gayr-i müslim vatandaşların mükellef olan erkeklerinden can ve mallarını koruma bedeli olarak yılda bir defa alınan vergi Buna cizye denilmesinin sebebi, zimmî denilen cizye yükümlüsünü ölümden koruduğu içindir Bir islâm beldesinde yaşayan gayr-i müslim, İslâm'a girerse cizyeden kurtulur Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:

"Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığı şeyleri haram tanımayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselere, zelil ve hakîr olarak kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşınız " (et-Tevbe, 9/29)
Cizye, borcunu ödedi demek olan "cezâ deynûhu" fiilinden bir çeşit borç ödeyişi ifade eden bir isim olup, müahidin ahdi üzerine vereceği vergiye ıtlak olunur ki; can, mal ve özgürlüklerinin korunması karşılığında ödenmesi gerekir
Müşriklere gelince onların cizye ödeyerek şirklerini sürdürmeleri asla sözkonusu olamaz Onlar için ya İslâm ya da kılıç vardır Burada da cizyenin Ehl-i Kitab'a özgü kabul edildiğini ifade eder bir kayıt yoktur Bunun için mesele içtihadî olmuştur İmamı Âzam Ebu Hanife'ye göre cizye mutlaka Ehl-i Kitap'tan ve Arap olmayan müşriklerden alınır; fakat Arap müşriklerden alınmaz Onlara ancak İslâm teklif edilir Ebu Yusuf'a göre kitab'i olsun müşrik olsun Arap'tan alınmaz; fakat Arap olmayan Ehli Kitap'tan ve müşriklerden de alınır İmam Şafiî'ye göre ise Arap olsun olmasın cizye ehl-i kitaptan alınır Gerek Arap olan gerek olmayan müşrik ve putperestlerden alınmaz İmam Mâlik ve Evzâi ise bütün gayr-i müslimlerden alınır kanaatini belirtmişlerdir
İlk zamanlarda cizyenin nasıl uygulandığına dair elimizde delil olabilecek bilgi, yalnız Mısır'da cârî muamele hakkındaki bilgilerdir Orada vergi ödeyenlere, bir kurşun mühür verilir, mükellef bunu boynuna takardı Fakat sonraları Hişâm b Abdülmelik Barâe namıyla muntazam makbuz vermek yönteminin uygulanmasını istedi Bu makbuzlardan çoğu günümüze kadar gelmiş ise de henüz bunlar üzerinde gerekli araştırma yapılmamıştır Mısır'ın fethinde adam başına iki dinar konduğu rivayet edilir (Elmalılı Hamdi Yazır, HDKD III, 2509)
İslâm'ı kabul edenlerin çoğalması ile orantılı olarak, cizye, kişi başına vergi özelliğini kaybetti Mısır'da, Selahaddin Eyyûbî devrinden itibaren, bu verginin yıllık geliri sadece 130000 dinardan ibaret kaldı (Makrîzî, Hitat, I, 107, 108, 27, 23)
Cizye İslâm'ın ilk defa ihdas ettiği bir vergi değildir Cizye eski çağlardan beri vardır Yunanlılar, Milat'tan önce beşinci yüzyıl sıralarında Fenikeliler'in saldırılarından korunmak karşılığında küçük Asya sahillerinde yaşayan halklardan cizye almaktaydılar Romalılar da hâkimiyetleri altına aldıkları kavimlerden cizye almışlardır İranlılar da yine hâkimiyetleri altında bulunan reayadan cizye alırlardı
Müslümanlar açısından cizye, ilk defa Hz Peygamber (sas) tarafından konulmuştur Hz Muhammed cizye verecek olanlara yaptığı anlaşmalarda, durumlarına göre cizyenin miktar ve şeklini belirlemiştir Hz Peygamber, Necran hristiyanlarıyla yaptığı anlaşmada her yıl Safer ayında iki bin ve Recep'te bin takım elbise cizye koymuştur Her takım elbisenin değeri bir rukiye olarak belirlenmişti Bir rukiye kırk dirhemdi Cizye böylece bir şekil ve muayyen bir miktarda olmaksızın Hz Ebu Bekir (ra)'ın hilâfetinin sonuna kadar devam etti Hz Ömer (ra) hilâfet makamına geçip de İslâm fetihleri geniş bir alana yayılınca, cizyenin miktarı belirlendi Hz Ömer, etrafta bulunan kumandanlara; sakalı, bıyığı gelmiş olanlara cizye tarh edilmesine ve bunun her adam başına dört altın veyahut kırk dirhem gümüş olarak belirlenmesine dair emirler gönderdi Bu miktar daha sonraları gayr-ı müslimin ekonomik durumuna göre yeniden belirlenmiştir Cizye, Batılılar'ın gözlerine çok batan bir vergi olduğu için, onları memnun etmek düşüncesiyle Tanzimat'ın ilânında ilk iş olarak "cizye" vergisi kaldırıldı ve bu verginin patrikhaneler eliyle cemaatleri adına toplanmasına karar verildi İslâm hukukunda Cizye iki türlüdür:
1) Sulh yoluyla konulan cizye: Bunun miktarı, anlaşma esaslarına göre uygulanır Taraflar tek yanlı irade ile cizyenin miktarını değiştiremezler Meselâ; yukarıdaki ifadede de belirtildiği gibi Hz Peygamber (sas) zamanında Necran halkı ile yıllık binikiyüz takım elbise üzerine anlaşma yapılmıştır
2) İslâm devleti tarafından doğrudan doğruya konulan cizye: Müslümanlar kendi güçleriyle bir düşman ülkesini ele geçirirler ve gayr-i müslim olan halkını yurtlarında "tebea" olarak bırakırlarsa, bunlara miktarı İslâm devletince belirlenen cizye vergisi konulur
Cizye yalnız Ehl-i Kitap denilen yahudiler ile hristiyanlardan ve kendilerinde Ehl-i Kitap şüphesi bulunan mecûsîlerden kabul edilir
Cizyenin bir kimseden tahsil edilebilmesi için bu kimsenin akıllı, hür, sağlıklı, erginlik çağına ulaşmış erkek olması şarttır Bu nedenle akıl hastaları, bunaklar, çocuklar, kadınlar, köleler, kör ve topallar, çok yaşlılar, yıl içinde altı aydan fazla bir süreyle hasta olanlardan cizye alınmaz Çünkü cizye, şer'an savaşmaya muktedir olan gayr-i müslimlere ait bir yükümlülüktür Yukarıda sayılanların ise savaşmaya gücü olmadığından, bunlar cizye ödemekle yükümlü değillerdir Kilise ve havralarda bulunan rahip ve papazlara cizye bağlanıp bağlanamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır
Cizyenin miktarı, yükümlülerin ekonomik durumları dikkate alınarak belirlenir Geçmiş devirlerde devlet tarafından konulan cizyenin miktarı için yükümlüler üç sınıfa ayrılmıştır Zengin sayılanlardan yıllık kırksekiz; orta hallilerden yirmidört; çalışmaya muktedir fakirlerden de oniki dirhem cizye alınmıştır Nisap miktarına mâlik olanlar da zengin sayılmıştır Bazı bilginlere göre ise, zengin, orta halli veya fakir sayılma konusunda ikâmet ettiği beldenin örfüne göre karar verilir Sağlam ve geçerli olan görüş de budur
Cizye ödeyen mükellefler, İslâm devleti ile sadece inanç ve dini merasimlerine için verilmesi için değil; aynı zamanda can ve mallarının korunması ve devlet garantisi altına alındığına dair bir anlaşma yapmış olurlar Bu vergiden ziyade, devletin bu vatandaşlarına yaptığı harcamalara onların bir nevî katkılarıdır
Hanefîlere göre cizye, yıl başından itibaren tahsil edilmeye başlanır Çünkü cizye yükümlüsü, yıl başından itibaren geleceğe doğru saldırıdan korunma hakkını elde etmiş olur Bu yüzden cizye oniki taksit halinde her ay tahsil edilir Bazı İslâm hukukçularına göre ise, cizye, yıl sonunda tahsil edilebilir Devlet bunu daha önce talep edemez
Cizye, tahakkuk ettikten sonra şu üç sebepten biriyle düşer:
a) Mükellefin müslüman olması Cizye verecek kimse müslüman olursa kendisinden cizye kalkar Zira Hz Peygamber (sas): "Müslüman üzerine cizye yoktur " buyurmuştur (Tirmizî, Zekât,11; Ahmed b Hanbel, I, 223)
b) Cizye tahsil edilmeden sürenin geçmiş olması Bu durumda cizye zaman aşımına uğramış olur
c) Cizye tahsil edilmeden mükellefin ölmesi Bu halde de cizye düşer: Mirasından tahsil edilmez
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
CİZYE NE DEMEKTİR? İslam'ın hakimiyyeti altında yaşayan gayr-i müslimlerin mal, namus ve canlarını korumak karşılığında devlete verdikleri bir çeşit vergidir Cizyenin meşru'iyyeti Kur'an-ı kerim, sünnet ve icma-ı ümmet ile sabit olmuştur Cenab-ı hak şöyle buyuruyor: "kendilerine kitab verilenlerden Allah'a ve ahiret gününede inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle küçülerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın" (Tevbe)
Hazreti Peygamber (sav) de "Hecir" ahalisinden cizye aldı (Buhari)
Hazret-i Ömer (ra) İran halkından cizye aldı (Tirmizi)
İslam dini müslümanlardan zekat alınmasını emrettiği gibi müslüman olmayanlardan da cizye alınmasını emretti Çünkü her iki cemaat da İslam bayrağı altında yaşıyor İslam devleti müslümanları himaye ettiği gibi zimmileri de himate eder
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
CÖMERTLİK

Cömert; Eli açık, ikramcı, kerem sahibi Cömertlik; Sehâvet, İkram, ihsan ve yardım alışkanlığı

Cömertlik; insanın, sahip olduğu imkânlardan, muhtaçlara meşrû ölçüler dahilinde, ve Allah rızasından başka hiç bir gaye gütmeden, ihsan ve yardımda bulunmasını sağlayan üstün bir ahlâk kuralıdır
Cömertlik, ruhun bir melekesidir İnsanları, muhtaç olanlara vermeye, ihsanda bulunmaya sevkeder Bu melekeye sahip olan kişi, ferdî ve ictimaî alanda lüzumlu olan her şeye yardım eder Hiç bir kimsenin zorlaması olmadan ihsanda bulunmayı can ve gönülden ister "Rızkı veren Allah'tır" (Neml, 27/64; Zâriyât, 51/58) düşüncesi ile hareket ettiklerinden kalpleri de temiz ve zengindir (Leyl, 92/17-20) Kendi varlıklarıyla, her ne suretle olursa olsun başkalarına faydalı olmağa çalışırlar Allah Teâlâ'nın kendilerine fazl ve kereminden verdiğine ve bunlarda da muhtacların hakkı olduğuna (Hüd, 11/6) inanırlar Cömertliği kul hakkının temeli sayarlar Kendi haklarını affederler Kendi ihtiyaçlarını düşünmeden başkasının ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar Hatta zarurî ihtiyacı olan bir şeyi, başka birine vermeyi tercih ederler
Cömertlik vasf'ının elde edilebilmesi için; yardımın gönüllü olarak yapılması (Haşr, 59/5; Hadid, 57/11-18; Maide, 5/13); karşılığında hizmet, övgü, mükâfaat beklenilmemesi (İnsan, 76/8-l0); yardım edileni rencide edebilecek davranışlardan kaçınılması (Bakara, 2/263-264); yapılan yardımın sahibi katında üstün bir değeri olması (Âli İmrân, 3/92) şarttır
Sıralanan şartlar altında, İslam âlimleri cömertliği şöyle derecelendirirler:
Sehâvet: Malının bir kısmını dağıtarak yapılan cömertlik Bu, cömertliğin asgarî derecesi olarak kabul edilir Zekât vermek gibi
Cûd: Malının çoğunu dağıtıp, geriye azını bırakarak yapılan cömertlik Hz Ebû Bekir'in çoğu zaman cihat için yaptığı yardım gibi
Îsâr: Kendi için gerekli olan bir şeyi, zarar ve sıkıntılara katlanarak kendisi kullanma yerine, başkalarının istifadesine sunmak sureti ile yapılan cömertlik Bunun Asr-ı Saadet'teki misâli; Medineli müslümanların (Ensar), Mekkeli Muhacirleri şehirlerine davet edip onları her şeylerine ortak ederek Allah Teâlâ'nın takdirini kazanmalarıdır (bk Haşr, 59/5) Bir başka örnek de Hz Ebû Bekir'in Hicret esnasında mağarada hayatını tehlikeye atarak canını, sevdiği Hz Peygamber için feda etmesidir (Tevbe, 9/40)
Kur'an-ı Kerîm'de cömertlik, cihat ile aynı seviyede tutulmakta; Allah'ın insanlara verdiği rızıktan diğer kulların da yararlandırılması istenmektedir (Bakara, 2/254) Cömertliğin, kıyamet gününde insanı her türlü sıkıntı, elem ve kederden kurtarmaya vesile olacağı bildirilmektedir (Bakara, 2/222) Bazı ayetlerde cömertlik alışverişe benzetilmekte; Allah Teâlâ'ya verilen bir borç olarak temsil edilmektedir (Bakara, 2/244; Maide, 5/13; Hadid, 57/11)
Kalpler cömertlik sayesinde temizlenir (Leyl, 92/17-20) Çünkü, küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan âmillerden biri de, aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de; "Serveti de düşkünce seviyorsunuz " (Fecr, 89/20) buyurulur İşte bu sevgi ile insan, "Ben bu malı sarfedersem bana bir şey kalmaz" korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder " (Bakara, 2/268) Oysa ki Allah Teâlâ'nın bildirdiğine göre:
"Mal ve servet insan için bir imtihandır" (Zümer, 39/49-52) Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertliktir (Tegabün, 64/15-17)
İnsanların cömertlikten kaçmasının sebepleri başında: "Benim olan varlığı başkalarına niçin vereyim?" duygusu ile, "Başkalarına verirsem,benim varlığım azalır ve zaruret zamanında zahmete düşerim" düşüncesi gelir İslam dini ise bu duygu ve düşünceyi kökünden kaldırmıştır İslâm'a göre mal ve servet herhangi bir şahsın inhisarı altında değildir Mal ve servet yalnız Allah Teâlâ'nındır Her şeyin gerçek Mâlik'i O'dur (Âli İmrân, 3/179; Hadîd, 57/10) Kur'an-ı Kerîm'de bu durum yirmiyi aşkın ayette vurgulanmaktadır Mülk Allah Teâlâ'nın olduğuna göre, tabiî olarak sahibinin yolunda sarfedilmesi, inanan için en makûl bir hadise olarak değerlendirilir Mümindeki cömertlik duygusu da bu düşünceden kaynaklanır Hz Peygamber, şöyle buyurur:
"Cömert kişi, Allah'a yakın, Cennet'e yakın, insanlara yakın ve Cehennem ateşinden uzaktır Hasis insan, Allah'tan uzak, Cennet'ten uzak ve Cehennem ateşine yakındır Cömert cahil, ibadet eden cimriden Allah'a daha sevimlidir" (Tirmizî, Birr, 40) "Gıbta edilecek kişilerden biri de cömertlerdir" (Buhârî, Temennâ, 5; Tevhid, 45) Peygamberimiz, insanlara dünyada yaşadıkları sürece cömert olmalarını, işi öldükten sonraya bırakmamalarını tavsiye eder: "Sadakanın en iyisi bizzat kendisinin vereceği sadaKadir Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz Sizden sonrakiler istediklerini yapar " (Buhârî, Vesâya, 14)
Abdullah b Abbâs, Hz Peygamber'in cömertliğini şöyle anlatır: "Allah'ın Rasûlü, insanların en cömerdi ve en iyilik severi idi Ramazan'da Cebrâil ile beraber bulunduğu zamanlarda her şeyini verirdi" Cebrâil, her Ramazan gecesi Rasûlullah'ın yanına gelir, ona Kur'an öğretirdi Cebrâil şöyle derdi: "Allah'ın Râsulü bereket getiren rüzgârlardan daha cömerttir" (Müslim, Fezâil, 12, 2308)
Câbir b Abdullah şöyle derdi:
"Rasûlullah (sas) kendisinden herhangi bir şey istendiğinde, asla, "hayır" dememiştir" (Y Kandehlevî, Hayâtü's-Sahâbe, III, 1181)
Hz Ali'den şöyle rivayet edilmiştir: "Rasûlullah'dan bir şey istendiği zaman, eğer bu isteği yerine getirmek isterse, "peki" derdi Yapmak istemediği zaman da susardı Hiç bir şey için "hayır" dememiştir" (Y Kandehlevî, aynı yer)
"Öyle zamanlar yaşadık ki, aramızdan hiç biri, müslüman kardeşinden daha çok altın ve gümüşe sahip olmayı düşünmedi" diyen Abdullah b Ömer (ra)'ın sözü, bize, ashabın cömertlik ve isâr konusunda nasıl davrandığını göstermektedir Şu halde, sonradan pişmanlık duymamak için, müslümanın cömert davranarak Allah Teâlâ'nın kendisine ihsan ettiği malını sağlığında Allah yolunda ve O'nun rızasına uygun bir biçimde harcaması gerekir Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de: "-Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve salihlerden olsam" demeden önce size, rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın" (Münâfikûn, 63/10)
Gazzali der ki: "Malı olmayan kişide hırs değil kanaat olmalıdır Malı olan kişide ise cimrilik değil cömertlik olmalıdır"
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
CUM'A NAMAZI

Cum'a Arapça bir isim olup, "toplanma, bir araya gelme, toplu dostluk" anlamlarına gelir Sözlükte cumua ve cumea şeklinde de okunur Bir terim olarak perşembe günü ile cumartesi arasındaki günün adı olduğu gibi, aynı gün öğle vaktinde kılınan iki rekat farz namazın da adıdır Cum'a gününe, müslümanların ibadet için mescidde toplanmaları sebebiyle bu isim verilmiştir (Zebidî, Tâcu'l-Arüs, V, 306; Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 97, 98)
Hafta günlerine İslâm'dan önce verilen isimler şimdiki isimler olmayıp cum'a gününe "yevmu'l-arube" denirdi (Kurtubî, Tefsir, XVIII, 99) Süheylî'ye göre bu isim süryânîce olup "rahmet" manasına gelmektedir Cum'a'dan sonraki günler de "şeyar: cumartesi", "evvel: pazar", "ehven: pazartesi", "cebar: salı", "debar: çarşamba", "mûnes: perşembe" idi Araplar'da günlerin bu eski isimlerinin ne zaman değiştirildiği konusunda şu bilgiler vardır; Arûbe yerine cum'a adını veren, bir rivayete göre Hz Peygamber'in (sas) dedelerinden Ka'b İbn Lüeyy'dir İbn Sîrîn'den gelen bir başka rivayete göre de bu ad cum'a namazı henüz farz kılınmadan evvel Medine'de bulunan müslümanlar tarafından verilmiştir İbn Sîrîn'in rivayeti şöyledir: "Hz Peygamber (sas) Medine'ye hicret etmeden ve cum'a ayeti nazil olmadan önce Medineliler cum'a namazı kılmışlardı" Ensâr: "Yahudilerin bir günü var, her yedi günde biraraya toplanıyorlar, hristiyanların da öyle Bizim de bir toplanma günümüz olsun, o günde Allah'ı zikredelim; şükredelim" dediler Bunun üzerine: "sebt: cumartesi günü yahudilerin, ahad: pazar günü hristiyanların, o halde bunu arube: günü yapalım" demişlerdi Bu suretle Es'ad İbn Zürâre'nin yanında toplandılar, Es'ad b Zürâre (ra) onlara iki rekat namaz kıldırdı ve vaaz etti Toplandıkları ana "cum'a" adını verdiler O da onlara bir koyun kesti, ondan kuşluk ve akşam vakti yediler Daha sonraları da cum'a ayeti nazil oldu (Cum'a Suresi, 62/9)
İbn Hazm da: "Cum'a ismi, İslâmî olup, İslâm'dan evvelki günlerde kullanılmazdı Câhiliyye devrinde o güne arube denilirdi İslâm döneminde o gün namaz için toplanıldığından "cum'a" ismi verilmiştir" der İbn Huzeyme'nin Selmân-ı Fârisî'den yaptığı bir rivayete göre, bir defa Peygamberimiz (sas) Selmân'a: "Selmân, sen Cum'ayı ne zannediyorsun?" diye sorunca o da: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" der Bunun üzerine Efendimiz (sas) "Senin atan Âdem (as)'in yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir araya getirildi" buyurmuştur Ebu Hüreyre'den rivayet edilen başka bir hadiste de: "Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı Cum'a günüdür: Âdem (as) o gün yaratıldı, o gün Cennet'e girdi, yine o gün Cennet'ten çıkarıldı Bir de kıyamet Cum'a günü kopacaktır" buyurulmuştur (Müslim, Cumua, 5) Diğer bir rivayette de, yukardaki sözlere ilâveten şu cümleler yer almıştır: "O gün tövbesi kabul olundu ve o gün vefat etti Kıyamet de o gün kopacaktır İns ve Cin'den başka hiçbir mahluk yoktur ki, Cum'a günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar -kıyamet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın Bir de o günün içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul tesadüfen o esnada namaz kılıp Allah'tan bir hacetini dilemez ki, onu Allah O'na vermesin "
İbn Hacer'e göre Cum'a Mekke'de farz olmuştur Fakat müslümanların azlığı ve açıktan namaz kılacak derecede güçlü olmamaları nedeniyle Mekke'de Cum'a kılmak mümkün olmamıştır Ancak şartlar tahakkuk etmeden Cum'anın farz kılınması garip görünmektedir Bu nedenle diğer âlimler, Mekke'de Cum'a için sadece izin verilmiş olabileceği kanaatindedirler İbn Abbas'ın şu rivayeti de bu görüşü desteklemektedir: "Rasûlullah (sas), hicret etmeden önce Cum'a namazının kılınması için izin verilmiştir Fakat Mekke'de Cum'a kıldırmaya gücü olmadı Onun için, daha önce Medine'deki müslümanlara İslâm'ı öğretmek için gönderilmiş olan Mus'ab İbn Umeyr'e mektup yazarak: "Yahudilerin açıktan Zebur okudukları güne bak, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da zeval vaktinden sonra Allah'a iki rekat (namaz) ile takarrub edin" Bu emir üzerine Mus'ab, Medine'de ilk Cum'a kıldıran kişi olmuştur Bu görevi Peygamber Medine'ye gelinceye kadar sürdürmüştür" (Suyütî, ed-Dürru'l-Mensûr, VI, 218, Dâre Kutnî'den naklen: İbn Sa'd, Tabakat, III, 118) Mus'ab (ra)'ın Cum'a namazı kıldırdığı ilk cemaatin sayısı, oniki idi
İbn Hacer'in Cum'a namazının Mekke'de farz kılındığı halde, orada kılınmayışını sayı azlığına bağlanmasının geçerli olabilmesi ihtimali uzaktır Çünkü Cum'a namazının kılınabilmesi için kırk kişinin varlığı gerekecek olsa bile, bu sayıda müslüman o tarihlerde bir araya rahatlıkla gelebilirdi Ancak Cum'a namazının açık kılınması gereği ve Rasûlullah ile müslümanların o sıralarda gizlenmiş bulunmaları nedeniyle kılamamış olmaları düşünülebilir Kanaatimize göre bu, sıradan bir izin olarak da değerlendirilemez Çünkü Yüce Allah'ın ve Rasûlü'nün izinleri bile emir gibi uyulması gerekli hükümlerdir Özellikle bu konu ibadetlerle ilgili olursa emir durumu daha güçlüdür Bu konuda cihada izin veren (el-Hacc, 22/39) ayetini gözönünde bulundurabiliriz
Diğer taraftan Cum'a namazının farziyetini bildiren ayet (Cumâ, 62/9-11) bilindiği gibi Medine'de ve Hicret'ten sonraki yıllarda nazil olmuştur Bu durum ise bizlere abdestin farziyeti ile ilgili ayetin nüzulünü hatırlatmaktadır Namaz için abdest almak bilindiği gibi peygamberliğin ilk dönemlerinde farz kılındığı halde, ilgili âyet daha sonraları Medine'de nazil olmuştur Demek oluyor ki bazı hükümler teşrî edilirken, ilgili olan âyet, daha sonra inmiş olabilir Bu, hükmü pekiştirmek için olabildiği gibi, nüzül için gerektirici bir münasebete kadar bekletilmesi ve böylece daha etkileyici bir hal alması hikmetine de dayalı olabilir
Cum'a'yı ilk kıldıranların Es'ad İbn Zürâre ile Mus'ab İbn Umeyr oldukları hakkındaki rivâyetlerin arasını birleştirmek gerekirse; Mus'ab'ın, Medine'nin merkezinde ve Peygamber'in (sas) emri üzerine Cum'a namazı kıldırdığı; Es'ad'ın ise Medine yakınında bir yerde ve Peygamber'in (sas) emri gelmeden kıldırdığı söylenebilir Hz Peygamber (sas)'in kıldırdığı ilk Cum'a namazı, Ranuna' denilen yerde Sâlim İbn Avf mescidindedir Hz Peygamber (sas) Medine'ye hicret buyurduğunda ilk olarak Kuba'da Amr İbn Avfoğullarına misafir oldu Orada pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kalıp, Kuba Mescidi*nin temelini attı; sonra Cum'a günü Medine'ye gitmek için yola çıktı Benu Sâlim yurduna gelince Cum'a namazı vakti girmişti Orada hutbe okuyup ilk defa Cum'a namazını kıldırdı Bu, Hz Peygamber'in kıldırdığı ilk Cum'a namazıdır Cum'a'yı farz kılan âyet bundan önce nâzil olmuştur Medine haricinde ilk Cum'a namazı kılınan yer de Bahreyn'de "Cevâsa" da Abdi Kays Mescidi'dir
İslâm'da Cum'a gününün dünyanın başlangıcına, sonuna ve âhirete kadar uzanan bir yeri ve değeri vardır Diğer semâvi dinlerde de Cum'a gününe dikkat çekilmiş, fakat onlar bunu terkederek başka günlere yönelmişlerdir Ebû Hüreyre'den Allah Rasûlû'nün şöyle dediği nakledilmiştir: "Bizler, bizden önce kitap verilenlere göre en sonuncusuyuz Kıyâmette ise en öne geçeceğiz Onlar, Allah'ın kendilerine farz kıldığı bu Cum'a gününde ihtilafa düştüler Allah onu bize gösterdi Diğer insanlar bu konuda bize uyuyorlar Ertesi gün yahudilerin, daha ertesi gün ise hristiyanlarındır " (Buhârî, Cum'a, 1; Müslim, Cum'a hadis no: 856 Müslim'in lafzı az farklıdır)
Yine Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah (sas)'a Cum'a gününe niçin bu adın verildiği sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: "Babanız Âdem'in yaratılışı o günde oldu Kıyâmet o günde kopacak, yeniden dirilme ve insanların hesap için yakalanması o günde olacaktır Cum'a gününün üç saatinin sonunda öyle bir an vardır ki, o anda dua edenin duası kabul olunur " (Ahmed b Hanbel, İstanbul 1981, II, 311)
"Her kim Cum'a günü, cenâbetten gusül eder gibi güzelce gusleder, sonra da ilk saatte yola çıkarsa bir deve kurban etmiş gibi olur İkinci saatte yola çıkarsa bir sığır kurban etmiş gibi olur Üçüncü saatte yola çıkarsa bir koç kurban etmiş gibi olur Dördüncü saatte yola çıkarsa bir tavuk kurban etmiş gibi olur Beşinci saatte yola çıkarsa bir yumurta tasadduk etmiş gibi olur İmam Cum'a namazı için iftitah tekbiri alınca melekler hazır olur, okunan Kur'ân-ı dinlerler " (Müslim, Cumua, 2, hadis no: 850)
Cum'a namazını terk edenler için de hadis-i şeriflerde şu tehditler varid olmuştur: "Birtakım insanlar ya Cum'a namazını terk etmeyi bırakırlar, yahutta Allah onların kalplerini mühürler artık gafillerden olurlar " (Müslim, Cumua, 12, hadis no: 865)
"Her kim önemsemediği için üç Cum'a yı terk ederse, Allah onun kalbini mühürler " (Ebû Davûd, Salât 210)
"Bir kimse Cum'a günü gusleder, elinden geldiği kadar temizlenir, yağ veya koku sürünür, sonra mescide gider bulduğu yere oturur ve namazını kılar, hutbeyi dinlerse; geçen Cum'a'dan o Cum'a ya kadar işlemiş olduğu günahları affolunur " (Buhârî, Cumua, 6)
Cum'a namazının farziyyeti Kitab, Sünnet ve icmâ-i ümmet ile sabittir Cum'a sûresinin dokuzuncu âyetinde Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler, Cum'a günü namaz için çağrıldığınız zaman, Allah'ı anmağa koşun; alış-verişi bırakın Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır "
İbn Mâce'de mevcut Hz Câbir (ra)'den rivâyet edilen şu hadis, Cum'a'nın farziyyetinin sünnetle delilidir:
"Ey insanlar, ölmeden önce Allah'a tövbe ediniz (Başka işlerle) meşgul olmadan önce de sâlih ameller işlemeye çalışınız Allah'ı çokça zikretmek ve gizli ve açık olarak çokça sadaka vermek suretiyle sizin ile Rabbiniz arasındaki bağı güçlendiriniz (Böyle yaparsanız) hem rızıklanırsınız hem de (Allah tarafından) hatırınız hoş tutulur Şunu biliniz ki: Yüce Allah şu bulunduğum makamda, şu günümde, şu ayımda ve şu yılımda sizlere Cum'a'yı farz kılmış bulunuyor Ve bu kıyâmete kadar böylece devam edecek Benim hayatımda, ya da benden sonra adaletli yahutta zâlim bir imamı bulunduğu halde, onu hafife alarak yahut ta inkâr ederek kim terkederse; Allah, onun iki yakasını bir araya getirmesin, hiç bir işini mübarek kılmasın Haberiniz olsun, böyle bir kimsenin ne namazı vardır ne zekâtı, ne haccı, ne orucu ve ne de iyiliği Tâ ki tövbe edinceye kadar Artık kim tövbe ederse, Allah, onun tövbesini kabul etsin Şunu da biliniz ki: Hiç bir kadın bir erkeğe imam olmasın (Okuması düzgün olmayan bir bedevî) Arap, bir muhacirin önüne geçip imam olmasın Fâcir bir kimse de, kılıcından ya da copundan korktuğu bir zorbanın kendisini zorlaması hali dışında da mü'min bir kimseye imam olmasın " (İbn Mâce, Sünen, İstanbul 1401, I, 343, Hadis no: 1081)
Hz Peygamber'in Benu Sâlim yurdunda kıldırdığı ilk Cum'a namazında cemaatin kırk veya yüz kişi olduğu söylenir Bu mescide sonradan "Mescid-i Cum'a" adı verilmiştir Cum'a âyetinin Mekke'de nâzil olduğu da ihtimal dahilindedir Peygamber (sas) Cum'a hutbesi için bir hurma kütüğü edinmiş, ensârdan bir kadının aynı zamanda marangoz olan köleşinin ılgın ağacından yaptığı üç ayaklı minber, mescide konuncaya kadar onun üzerinde Cum'a hutbelerini okumuştur Yeni minber gelip de Peygamber (sas) hutbe için üzerine çıkınca eski hurma kütüğünden deve iniltisi gibi bir ses çıkmış, Peygamber de inerek elini üzerine koyunca susmuştur Bu hâdise Hz Peygamber'in bir mucizesi olarak "Cizu'n-nahle" adıyla meşhur olmuştur
Peygamber (sas) camiye girince, cemaata selam verir; minbere çıkınca, onlara döner ve ikinci bir selamdan sonra otururdu Bu oturuşa "Celsetu'l-istiraha" denir Bilâl ezan okumağa başlar; bitirince, Peygamber (sas) kalkarak hamd ve senâdan sonra, vaaz ve nasihatı muhtevî bir hutbe okurdu Bir müddet oturduktan sonra tekrar kalkıp, ikinci hutbeyi de okur ve minberden inerdi Kamet getirildikten sonra iki rek'at olarak Cum'a namazını kıldırırdı Cum'a namazının ilk rek'atında ekseriyetle Cumu'a sûresini ve ikinci rek'atta da Münâfıkun sûresini yüksek sesle okurdu Cemaat en fazla Cum'a namazında toplandığı için, Cumu'a sûresini okumakla, onlara cum'a'nın âdâb ve erkânını öğretmiş ve Münâfıkûn sûresini okumakla da, münâfıklardan sakınmaları lüzumunu ihtar etmiş oluyordu Sonraları ilk rek'atta A'lâ ve ikincide de Câşiye sûrelerini okuduğu rivâyet edilmiştir
Halife Hz Ebû Bekir ve sonra Hz Ömer (ra) zamanında bu şekilde Cum'a namazı kılındı ise de; Halife Hz Osman (ra) zamanında şehrin nüfusunun arttığı ve halkın câmiden uzak yerlerde ikâmet ettiği gözönünde tutularak, namaz vaktinin geldiğini ilân için mescidin dışında bir ezan okutturulmağa başlandı Bu ezan Zavra'da okunuyordu Hz Osman'ın okuttuğu bu ezan (dış ezan) diğer memleketlerde de okunmağa başlandı Kendisinden seksen sene sonra Hişam b Abdu'l-Melik de bu dış ezanın hariçte, mesela Medine'nin Zavra'sı gibi şehrin ortasında okunacak yerde, camiin minaresinde okunmasını emretti
Böylece kitap, sünnet ve icmai ümmet ile sabit olan Cum'a namazı gücü yeten ve şartları kendinde bulunan her mükellef müslümana farz-ı ayındır İki rek'at olan Cum'a namazını herhangi bir sebepten kılamamış olanlar, öğle namazını dört rek'at olarak kılarlar Bütün namazlarda şart olan İslâm, akıl, büluğ, tahâret şartlarından başka Cum'a namazının farziyet ve edâsının şartları vardır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BİR ŞEHİRDE BİR KAÇ YERDE CUMA NAMAZI KILINABİLİR Mİ? Peygamber (sav) ile Hulefa-i Raşidinin zamanında her şehirde müte'addid yerlerde değil her şehirde birer yerde cuma namazı kılınıyordu Çünkü müslümanların haftada bir defa da olsa bir araya gelip görüşmeleri ve birbiriyle kenetlenmeleri, İslam'ın gayelerinden birisidir Eskiden şehirler küçük ve bütün belde halkının bir araya gelmesi de mümkündü
Şehirler gelişip halkın bir araya gelmesi zorlaşınca her şehirde bir kaç cuma namazı kılınmağa başlandı ve şimdiye kadar böyle devam etti Hanefi mezhebinde racıh kavle göre ihtiyaç da olmazsa her şehirde ve kasabada müte'addit yerlerde cuma namazının kılınmasında beis yoktur
Zühr-u ahirin kılınması da söz konusu değildir Ancak mercuh (zayıf) kavle göre bir şehirde birkaç yerde cuma namazı kılınsa zühr-i ahir kılınacaktır
Şafii mezhebine göre ise asr-ı saadette ve tabi'in devrinde her köy ve şehirde (köy diyoruz çünkü onlara göre köyde de cuma namazının kılınması gerekir) birer yerde cuma namazı kılındığı ve İslam'ın en büyük gayelerinden biri müslümanları bir araya getirip birleştirmek olduğundan zaruret olmadan cumanın ta'addüdü caiz değildir Amma zaruret varsa ihtiyaç nisbetine göre birkaç yerde cuma namazını kılmak caizdir Ve öğle namazı da kılınmayacaktırMesela: bir köyün, şehrin halkı bir camii'ye sığmazsa iki camii'de cuma namazı kılacaklar Bu da kafi olmazsa üçe çıkarılır Şayet bir şehrin halkı beş camii'ye sığdığı halde altı camii'de cuma namazı kılarsa tekbiretü'l-ihramı daha önce getiren hangi camii'nin cemaatı ise onların cum'a namazı sahihtir Diğerlerinin cuma namazı sahih olmadığından öğle namazını kılmaya mecburdurlarHangisinin tekbiretü'l-ihramı daha önce getirdiği belli değilse öğle namazını kılmaya mecburdurlar
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
CUMA GÜNÜ CEMAATLE ÖGLE NAMAZI KILMAK Herhangi bir sebeple cumaya gidemeyenler ögle namazını cemaatle kılamazlar mı? Bu olmazsa kıldığımızı kaza mı etmeliyiz?
Cuma günü herhangi bir özrü sebebiyle cumaya gidemeyenler, şehirlerde ve şehirlerdeki hapishanelerde, gerek cuma namazı kılındıktan sonra, gerek önce, öğle namazını cemaatle kılamazlar Çünkü bunda cuma cemaatini bölme anlamı vardır (Merginânî, el-Hidaye I/84)
Zira bazılarına göre cuma, bir şehirde bir yerde sahih olur Ama tercih edilen görüşe göre (ki, Imam Serahsî'nin görüşüdür) bir şehirde birden çok yerde de cuma namazı sahih olur Buna göre de öğle namazının cemaatle kılınamamasının izahı şudur:
Herhangi bir camide kılınan cumayı kaçıran, muhtemeldir ki, öbür camilerden birine yetişebilir Binaenaleyh, öğleyi cemaatle kılmamalıdır Çünkü birisi cumaya gitmemekte mazur olabilir ama, öğleyi cemaatle kıldırırsa kendisine uyacak olanları da muhtemelen yetişebilecekleri bir cumadan alıkoymuş olur (Ibn Hümam, Fethu'l-Kadir, N/65 )
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
CUMA KILINIP KILINMAMASINDA SONUÇ
Cuma meseleşinin sâdece bir noktası üzerinde durduğumuz bu araştırmamızda vardığımız sonucu ve tercihimizi şöyle özetleyebiliriz:
1 Cuma, kılma imkânı bulunulan her yerde mutlaka kılınması gereken "şiar" bir ibadettir
2 Cuma kılmama fikrini yaymaya çalışanların tutundukları deliller çeliskili ve zayıftır Bu fikri benimseyenler iyi niyetli de olsalar, başlattıkları hareket yanlış, tehlikeli, gençleri camiden koparıp kahveye alıştıran ve birlik bozucu bir harekettir
3 Münferit hadiseler dışında cumanın tarih boyunca kılınmadığı hiç olmamıştır
4 Resulullah'ın hadisleriyle kendilerine cumanın farz olmadığı bildirilen zümreler içerisinde, sultanı bulunmayan diye bir zümre yoktur
5 Cuma kılmayanları acı azap ve cezalarla tekdîr eden hadisi şerifler mutlaktır
6 Aksi fikirde olanların tutundukları hadis, hem kendi içinde, hem de bu fikirle çelişki halindedir Senedi dolayısıyla zayıftır Ayrıca "ibaresi" ile cumanın "imamı" yokken kılınmayacağı değil, terkedilmesinin tehlikesini anlatmaktadır
7 Cumayı emreden âyet "ibaresi" ile cumanın mutlak anlamda kılınmasına çağırmakta, söz konusu hadiste ise "işaretiyle" imamdan söz edilmektedir "Ibare" ile "Işaret"in tearuzunda "ibare"nin dediğine itibar edileceği, bilinen önemli bir usûl kaidesidir
8 Türkiye'den başka hiç bir ülkede böyle bir fikir ortaya atılmamış ve böyle bir yönteme başvurulmamıştır
9 Bu konuda söyleneceklerin tamamına yakın bir çoğunluğu, onlarca sahih nassın karşısındaki zayıf bir nassa dayanan ictihatlar üzerinde, nas gibi görülerek yapılmış spekülasyonlardır
10 Cumanın özellikleri konusunda müstakil kitap yazan ve cumanın özelliğinden sözeden Suyûtî, böyle bir özellikten bahsetmemiştir
11 Dolayısı ile cumanın farzıyeti, mükelleflerin üzerinden hiçbir zaman kalkmaz Bu konuda sultanı şart koşmayanların görüşü ile amel etmek gerekir Sonra mademki, cuma bir devlet namazıdır, devletin mezhebi olmayacağına göre, bu mezhepte israr etmenin anlamı yoktur
12 Sözkonusu hadisde "Imâmı olmayan cuma kılmasın" denmiyor Bu şart ifadenin mefhumu muhalifinden çıkarılıyor Halbuki Hanefiler "mefhum-u muhalife" itibar etmemektedir
13 Hanefiler bu hükme illet olarak, hep cuma ve bayram namazlarının kalabalık olacağını, sultanın bulunmaması halinde münazaa çıkabileceğini göstermişlerdir Illetin bulunmayacağı yerde malûlün dahi olmayacağı, dolayısı ile münazaa ihtimalinin herhangi bir yolla ortadan kaldırılması halinde, sultana da ihtiyaç kalmayacağı açıktır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BİR ÇOK DAİRE AMİRİ ME'MURLARIN CUMA NAMAZINA GİTMELERİNE MÜSAADE ETMEDİĞİNDEN, HERKESE AÇIK OLMAYAN KAPALI BİR YERDE CUMA NAMAZI KILINMAK İSTENİYOR, BÖYLE BİR YERDE CUMA NAMAZINI KILMAK CAİZ MİDİR? Hanefi mezhebiine göre cuma namazının sıhhat şartları yedidir:

1- Şehir olması,

2- Varsa Sultan'ın izni,
3- Vaktin girmesi,
4- Hutbenin okunması,
5- Hutbenin namazdan önce okunması,
6- Cema'atle eda edilmesi,
7- İzn-i 'amm, yani cuma namazı kılınan yerde herkesin oraya girişinin serbest olmasıdır

Binaenaleyh Hanefi mezhebinde köylerde, ceza evinde, askeri kışlalarda ve girişi serbest olmayan dairelerde cuma namazını kılmak caiz değildir Şafii mezhebinde ise cuma namazının sıhhat şartları altıdır:

1- Vaktin girmesi,

2- Şehrin veya köyün hududu dahilinde olması,
3- Cuma namazı kılınan yerde başka bir cumanın tebiretü'l-İhram'ının ona sebkat etmemesi veya birlikte olmaması
4- En az ilk rek'atta cuma namazının cema'at halinde kılınması,
5- Cuma namazının müslüman, baaliğ, 'akıllı, hür, erkek, mukim ve yerli olan kırk kişi ile eda edilmesi,
6- Cuma namazından önce iki hutbenin okunmasıdır

Binaenaleyh kırk kişiden az veya kırk kişi olduğu halde hepsi veya bir kısmı yerli olmazsa cuma namazı kılınmaz Fakat köyde, ceza evinde, kışlada veya herkes için girişi serbest olmayan yerde yerli kırk kişi olduğu takdirde cuma namazı kılınır
Cuma namazını teşri' etmenin en büyük hikmetlerinden biri müslümanların tanışıp birleşmeleri ve Allah'ın emrini tebliğ etmek olduğuna göre herhangi bir mezhebe göre cuma namazı sahih ise kılınmalı sonra da ve ihtiyaten öğle namazı i'ade edilmelidir
 
Üst Alt