C.D > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
CUM'A NAMAZININ SAHİH OLMASI İÇİN GEREKLİ ŞARTLAR (EDASININ ŞARTLARI)

Kılınan bir Cum'a namazının geçerli olması için aşağıdaki şartların bulunması gerekir:
A) Cum'a Kılınacak Yerin Şehir veya Şehir Hükmünde Olması
Bu şart, bazı nakillere ve sahabe uygulamalarına dayanır Hz Ali'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Cum'a namazı, teşrik tekbirleri, Ramazan ve Kurban Bayramı namazları, yalnız kalabalık şehir veya kasabalarda eda edilir İbn Hazm (ö 456/1063) bu naklin sağlam olduğunu ortaya koymuş, Abdurrezzak aynı hadisi Ebû Abdirrahman es-Sülemî aracılığı ile Hz Ali'den rivâyet etmiştir Hz Ali'nin sözü İslâm hukukçularınca bu konuda yeterli bir delil sayılmıştır(Abdurrezzak, el-Musannef, III,167-168, H No: 5175, 5177; İbn Ebi Şeybe bunu Abbad b el-Avvâm'dan, benzerini Hasan el-Basrî, İbn Sîrîn ve İbrahim en-Nehâî'den nakletmiştir; İbnu'l-Hümam, age, I, 409)
Bu konuda rivâyet edilen nakillerde geçen "kalabalık şehir" sözü İslâm hukukçularınca şöyle tarif edilmiştir:
Ebû Hanife (ö 150/767)'ye göre valisi, hâkimi, sokak, çarşı ve mahalleleri olan yerleşim merkezleri "kalabalık şehir" niteliğindedir Ebû Yusuf (ö 182/798), halkı en büyük mescide sığmayacak kadar kalabalık olan yerleri şehir sayarken İmam Muhammed (ö 189/805), yöneticilerin şehir olarak kabul ettikleri yerleri şehir kabul eder
İmam Şâfiî (ö 204/819) ve Ahmed İbn Hanbel (ö 241/855) bu konuda nüfus sayısı kriterini getirir Onlara göre, kırk adet akıllı, ergin, hür ve mukîm erkeğin yaz kış başka beldeye göç etmeksizin oturdukları yerleşim merkezleri şehir sayılır ve kendilerine Cum'a namazı farz olur (es-Serahsî, age II, 24, 25; el-Kâsânî, I, 259; el-Cezerî, Kitabü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, Mısır (ty) I, 378, 379; Abdurrahman el-Mavsılî, el-İhtiyâr, Kahire (ty) I, 81)
İmam Mâlik (ö 179/795)'e göre, mescidi ve çarşısı olan her yerleşim merkezi şehir sayılır Köy ve şehir kelimeleri eş anlamlıdır Nüfuz az olsun çok olsun hüküm değişmez Cum'a namazının küçük yerleşim merkezlerinde de kılınabileceğini söyleyenlerin dayandığı deliller şunlardır:
1) Ebû Hüreyre (ö 58/677), Bahreyn'de görevli iken Hz Ömer'e Cum'a namazının durumunu sormuş, Hz Ömer kendisine; "Nerede olursanız olunuz, Cum'a namazını kılınız" şeklinde cevap vermiştir
2) Ömer b Abdülazîz (ö 101/720), komutanı Adiy b Adiy'e yazdığı mektupta, (ahalisi) "çadırda yaşamayan herhangi bir köye gelince: orasının halkına Cum'a namazı kıldıracak bir görevli tayin et" demiştir
3) İmam Mâlik, ashâb-ı kirâmın Mekke ile Medine arasında su başlarında Cum'a namazını kıldıklarını nakleder ve o yörelerde herhangi bir şehir bulunmadığını belirtir (es-Serahsî, age, II, 23, Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terc ve Şerhi, III, 45, 46)
4) İbn Abbas, Medine'deki Peygamber mescidinden sonra ilk Cum'a namazının Bahreyn'de "Cuvâsâ" denilen bir köy (karye) de kılındığını söylemiştir (Buhârî, Cum'a, II, (I s 215); Bağavî, age, IV, 218; İbnü'l-Hümâm, age, I, 409)
Cum'a namazının büyük yerleşim merkezlerinde kılınacağı görüşünde olan İslâm hukukçuları yukarıdaki delilleri şöyle değerlendirmişlerdir:
1) Hz Ömer'in sözü, ashâb-ı kirâm arasında çöllerde ve sahralarda Cum'a namazı kılınamayacağı bilindiği için, "hangi şehirde bulunursanız bulunun, Cum'a namazı kılın" şeklinde anlaşılmıştır
2) Ömer b Abdülaziz'in sözü, kişisel bir görüş olduğu için delil sayılmamıştır
3) Kendilerinde Cum'a kılındığı bildirilen "Eyle", Bahr-ı Kulzüm üzerinde önemli bir iskele, "Cuvasâ" da Bahreyn'de Abdulkays'a ait bir kaledir Buraları "köy (karye)" olsalar bile, devletçe tayin edilen yöneticileri ve zabıta kuvvetleri bulunduğu için şehir hükmünde sayılırlar (Ahmed Naim, age, III, 46) İbn Abbas'ın sözünde, Cüvâsâ için, "köy" denilmesi, o devirlerde buranın "şehir" sayılmasına engel değildir Çünkü onların dilinde karye kelimesi şehir anlamında da kullanılıyordu Kur'ân-ı Kerîm'de de bu anlamda kullanılmıştır Bu Kur'ân, iki köyden ulu bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31) Âyetteki "iki köy (karye)" den maksat Mekke ile Tâif'dir Diğer yandan Mekke şehrine "Ümmü'l-Kura (köylerin anası)" adı verilmiştir (Şürâ, 42/7) Mekke'nin şehir olduğunda şüphe yoktur Cuvâsa da bir kale olduğuna göre: hâkimi, yöneticisi ve âlimi vardır Bu yüzden es-Serahsî (ö 490/1097), Cuvâsâ için eş anlamlısı olan "şehir (mısr)" kelimesini kullanır (es-Serahsî, age, II, 23) Abdurrezzak, Hz Ali'nin Basra, Kûfe, Medine, Bahreyn, Mısır, Şam, Cezire ve belki Yemen'le Yemâme'yi şehir (mısr) kabul ettiğini belirtir (Abdurrezzak, age, III, 167)
Ebû Bekir el-Cassâs (ö 370/980), "Eğer Cum'a, köylerde câiz olsaydı, şehir hakkında olduğu gibi, insanların ihtiyacı yüzünden, bu da tevatüren nakledilirdi" der ve Hasan'dan, Haccac'ın şehirlerde Cum'a'yı terkedip, köylerde ikâme ettiğini nakleder (el-Cassâs, Akhâmu'l-Kur'ân V, 237, 238)
İbn Ömer (ö 74/693), "Şehire yakın olan yerler, şehir hükmündedir" derken, Enes b Mâlik (ö 91/717), Irak'ta bulunduğu sırada Basra'ya dört fersah uzaklıktaki bir yerde ikâmet eder ve Cum'a namazına kimi zaman gelirken kimi zaman da gelmezdi Bu durum onların Cum'a'yı yalnız şehir merkezlerinde câiz gördüklerine delâlet eder (el-Cassâs, aynı yer)
Uygulama örnekleri:
a) Allah elçisi hayatta bulunduğu sürece, Cum'a namazı yalnız Medine şehir merkezinde kılınmış ve çevrede bulunanlar da namaz için merkeze gelmişlerdir
Hz Âişe (ö 57/676)'den, şöyle dediği nakledilmiştir: "Müslümanlar Hz Peygamber devrinde Medine'ye Cum'a namazı için yakın menzil ve avâlilerden nöbetleşe gelirlerdi" Menzil, Medine çevresindeki bağ-bahçe evi de mektir Avâlî ise, Medine civarında, Necid tarafında, Medine'ye yaklaşık 2-8 mil uzaklıktaki küçük yerleşim merkezleridir Ashâb-ı Kirâm bu yerlerden nöbetleşe Cum'a namazına geldiklerine göre kendilerine Cum'a namazı farz değildi Aksi halde kendi yörelerinde Cum'a namazını cemaatle kılmaları veya hepsinin Medine'ye gelmesi gerekirdi Diğer yandan Allah elçisinin Kubalılar'a, Medine'de Cum'a namazında hazır bulunmalarını emrettiği nakledilir Kuba, o devirde Medine'ye iki mil uzaklıktadır
b) Hulefâ-i râşidîn döneminde bir takım ülkeler fethedilince, Cum'a'lar yalnız şehir merkezlerinde kılınmıştır Bu uygulama, onların "şehir (büyük yerleşim merkezi)" olmayı Cum'a'nın sıhhat şartı saydıklarını gösterir Öğle namazı farz olduğu için, onun Cum'a namazı sebebiyle terkedilmesi kesin bir nass (âyet-hadis) ile mümkün olabilir Kesin nass ise, Cum'a'nın şehir merkezlerinde kılınması şeklinde gelmiştir Cum'a İslâmî prensip ve emirin en büyüklerindendir Bu da en iyi, şehirlerde gerçekleşir (es-Serahsî, age, II, 23; el-Kâsânî, age, l, 259; İbnü'l-Hümâm, age, II, 51)
Kaynaklarda verilen bu bilgiler ışığında konuyu aşağıdaki şekilde netleştirmek mümkündür
a) Şehir ve kasabalar:
Valisi, müftüsü, İslâmî hükümleri icra edecek ve hadleri infâz edecek güce sahip hâkimi (kadı) ile güvenliği sağlayacak zabıtası bulunan her yerleşim merkezi "şehir"dir Sonraki İslâm hukukçularının eserlerinde" yolları, köyleri, çarşı ve pazarları bulunma" özelliği üzerinde durulmamıştır Çünkü bir şehir veya kasabada bu özellikler zaten vardır Böyle bir kasabanın gerek mescidinde ve gerekse "musallâ (namazgâh)" denen yerlerinde Cum'a namazı kılınabilir Bunda görüş birliği vardır (İbn Âbidin, age, I, 546, 547 vd) Bu tarife göre, vilâyet ve kaza merkezleri şehir sayılır Bunların durumu, şehir olduklarında şüphe bulunmayan Mekke ile Medine'nin durumuna benzer
b) Şehir hükmünde olan yerler:
En büyük mescidi, Cum'a namazı ile yükümlü olanları almayacak kadar kalabalık olan yerleşim merkezleri de "şehir" hükmündedir Bu, Ebû Yûsuf'un şehir tarifine uygundur Sonraki İslâm hukukçularının çoğu, bu görüşü izlemişlerdir Bu yerler resmi bir görevli bulununca, İmam Muhammed'in şehir tarifine de uygun düşer (es-Serahsî, age, II, 23, 24; el-Kâsânî, age, 259, 260; el-Mavsılî, age, I, 81; el-Cezirî, age, I, 378, 379) Bu ölçüye göre, nâhiye merkezleri ile pek çok büyük köyler de şehir hükmünde olur
B) Devletin İzninin Bulunması
Cum'a namazının sahih olması için "devlet temsilcisinin izni" problemi de İslâm hukukçularınca tartışılmıştır Bu iznin gerekli olduğunu söyleyenler olduğu gibi aksini savunanlar da bulunmuştur Biz aşağıda her iki görüşü ve delillerini vererek, konuyu değerlendirmeye çalışacağız
1) Hanefilerin görüşü:
Hanefi hukukçularına göre, Cum'a namazı için izin gereklidir Dayandıkları delil Câbir b Abdullah ve İbn Ömer'den nakledilen ve yukarıda da daha uzun bir şekilde kaydettiğimiz şu hadistir: "Kim Cum'a namazını ben hayatta iken veya benden sonra adaletli ve câir (zâlim) bir imamı (önderi varken, onu küçümseyerek veya inkâr ederek terkederse Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve işini bitirmesin" (İbn Mâce, İkâme, 78) İbn Mâce bu hadisin senedinde bulunan Ali b Zeyd ve Abdullah b Muhammed el-Adevî sebebiyle isnâdı zayıf sayar Heysemî, hadisin benzerini naklettikten sonra şöyle der: Bu hadisi Taberanî, el-Evsat'ında nakletmiştir Oradaki senedde Musa b Atıyye el-Bâhilî vardır O'nun biyografisini bulamadım Geri kalan râviler güvenilir (Mecmau'z-Zevâid, II, 169, 170) Bu hadiste, Cum'a'nın farzolması için adaletli veya adaletsiz bir yöneticinin bulunması öngörülmüştür Cum'a namazı büyük cemaatle kılınacağı ve hutbede topluma hitap edileceği için onun toplum düzeni ile yakından ilgisi vardır Devletten izin alma şartı aranmazsa fitne çıkabılir Cum'a kıldırmak ve hutbe okumak bir şeref vesilesi sayılarak rekabet doğabilir Bazı kimselerin çekişme ve ihtirasları cemaatin namazını engelleyebilir Camide bulunan her grubun namaz kıldırmak istemesi, Cum'a'dan beklenen faydayı yok eder Bir grup kılarak, diğerleri çekilse yine amaca ulaşılmaz Kısaca hikmet ve toplum psikolojisi bakımından da Cum'a'nın İslâm devletinin kontrolünde kılınması gereklidir
Ancak yöneticiler Cum'a'ya ilgisiz kalır ve önemli bir sebep olmaksızın müslümanları namaz kılmaktan alıkoymak isterse, onların bir imamın arkasında toplanarak Cum'a namazı kılmaları mümkündür İmam Muhammed, bu konuda şu delili zikreder: Hz Osman, Medine'de kuşatma altında iken, dışarıda bulunan sahabiler Hz Ali'nin arkasında toplanmış ve o da Cum'a namazını kıldırmıştır (el-Kâsânî, age, I, 261; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I,146; İbn Âbidin, age, I, 540) Bilmen, bunun dâru'l-harpte mümkün ve câiz olduğunu belirtir (Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s 162)
Devlet başkanı veya valilerin bizzat Cum'a namazı kıldırmaları gerekli midir? İbnü'l-Münzir şöyle der: "Öteden beri Cum'a namazını, devlet başkanı veya onun emriyle kıldıracak bir kimsenin kıldırması şeklinde uygulama yapılmıştır Bunlar bulunmazsa, halk öğle namazı kılar" (Ahmed Naîm Tecrid-i Sarih Tercümesi, III, s 48)
Burada şunu belirtelim ki, yukarıda kaydettiğimiz hadisten imam ya da müslümanların halifesi yoksa, Cum'a namazı kılınamaz, diye bir hüküm çıkarmak mümkün değildir Bu hadisin ilgili bölümlerinin anlattığı, "ister adil, isterse de zâlim olsun bir imamın varlığına rağmen" Cum'a terk edilecek olursa, belirtilen tehditlerle karşı karşıya kalınacağından ibarettir Çünkü hadis, "imam yoksa Cum'a namazı kılamazsınız" demiyor, olduğu halde kılınmazsa, son derece tehlikeli tehditlerde bulunuyor İmamın yokluğu halinde kılınmayacak olursa o takdirde bu hadisten, olsa olsa tehditlerin daha hafif olacağı sonucuna varılabilir O da en müsamahalı bir istidlâl olur
İçtihada dayalı olarak ileri sürülmüş gerekçelerin dışında, Cum'a namazının kılınması için şart kabul edilen ve eda şartları arasında sayılan imamın varlığı şartının nakli bir delili yoktur Ayrıca bu şart, yalnızca Hanefî mezhebinde öngörülmüş bir şarttır Dolayısıyla terki halinde terettüp edeceği bildirilen bir takım tehditlere maruz kalmamak için, en azından ihtiyaten böyle bir şartı öngörmeyen diğer mezhep imamlarının görüşlerine uyularak kılınması gerekir Diğer taraftan kaynaklarda hadis diye belirtilen: "Dört şey vardır ki, veliyyul emirlere aittir: Cihad'tan elde edilen ganimetlerin paylaştırılması zekât'ın toplanması, hudut (şer'i cezaların tatbiki) ve Cum'a'ları kıldırmak" ifadeleri ise hadis değildir Fethu'l-Kadir'de (II, 412) bunun İmam Hasan el-Basrî'ye ait bir söz olduğu belirtilmiştir Son asır alimlerinden Seyyid Sâbık da "Fıkhu's-Sünne" adlı esrinde (1, 306) bunun aynı şekilde Hasan'ü'l Basrî'ye ait bir söz olduğunu kaydetmektedir O halde böyle bir şartın öngörülmesi için dayanak teşkil edebilecek nakli bir detil elde mevcut değildir Bu konuda ileri sürülen bu şartın sebebi, yalnızca karışıklık çıkma ihtimaline dayalı bulunmaktadır
Veliyyü'l-Emr yoksa
Veliyyü'l-Emr ve izn-i sultânî diye belirtilen hususun gerçekleşebilmesi için, müslümanların başında en azından zâlim de olsa- bir yöneticinin bulunması zorunludur Başa geçmiş bulunan yöneticinin, İslâm'ı kabul etmesi ise onun, müslümanların veliyyü'l-emr'i olarak görülmesinin asgarî şartıdır Yani müslümanların İslâmî olmayan yönetimlerin tahakkümü altında yaşamaları halinde, haliyle böyle bir şartın varlığından söz etmek imkânı olamaz Bu durum günümüzün müslümanlarına; İslâm'ın öngördüğü mânâsıyla bir yöneticiye sahip olmadığımıza göre, kıldığımız Cum'a namazının hükmü nedir? Diye başlayan ve onun etrafında dönüp dolaşan diğer bir takım soruları daha sordurmaktadır
Şunu da belirtelim ki, bu durumu şu anda bir vakıa olarak yaşıyan bizleri, İslâm fakihleri de düşünmüş ve böyle bir durum halinde müslümanların ne şekilde davranabileceklerini, daha doğrusu davranması gerektiğini belirtmişlerdir Şimdi bu konuda onların neler söylediklerine kısaca bir göz atalım:
Bu konuda İbn Nüceym der ki:
"Şayet hiç bir şekilde kadı veya ölmüş olan halifenin (yerine geçmiş) halifesi yoksa, âmme de bir kişinin (Cumu'a namazını kıldırmak üzere) öne geçirilmesi üzerinde ictimâ edecek olsalar, zaruret dolayısıyla caizdir" (İbn Nuceym, el-Bahrü'r-Râik, II, I55)
Buradaki: "zaruret dolayısıyla caizdir" ifadesi üzerinde kısaca duralım: Anlaşılıyor ki, Cum'a namazı, herhangi bir şartının eksik olması dolayısıyla terk edilmesi tavsiye edilen bir durum değildir Aksine bu gibi durumlarda -bu şartların gerçekleşme imkânı bulunmadığından- zaruret hükümleri ile amel etmek söz konusudur İşte halifesiz ve İslâm hükümlerini tatbik eden mahkemelerin varolmaması hallerinde de bu zaruretlerle amel etmeyi engelleyecek herhangi bir durum yoktur Çünkü bilindiği gibi kadı (yani İslâm hükümlerini tatbik eden hâkim) ile halifenin varlığı, İslâmî hükümlerin yürürlükte olmasının en belirgin gerekleri ve dışa yansıyan yönleridir Bunların varolmamaları halinde, İslâmî hükümlerin devlet düzeyinde uygulanabilmeleri sözkonusu değildir Şayet bu durum, Cum'a namazını kılmamayı gerektirecek bir hal olsaydı, İbn Nüceym gibi eşsiz fıkıh çalışmaları olan bir âlim: "Zaruret dolayısıyla caizdir" gibi bir ifade kullanmaz, "Cum'a namazı sâkıt olur" demesi gerekirdi O zaman da konunun gereğinden, İslâmî olmayan yönetimlerin çatısı altında bulunulan hallerde söz edilmezdi
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
CUMA NAMAZINDA DEĞİŞİK GÖRÜŞ OLARAK HANEFİ İCTİHADI a- Genel Kanaat
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Hanefiler, genellikle, sultan ya da vekilinin bulunmasını, cumanın sihhatinin şartlarından sayarlar ve buna delil olarak, adı geçen Ibn Mâce hadisini getirirler Illet olarak da; cuma namazına büyük bir çoğunluğun katılacağından, namazı kıldıranın sulta (iktidar) sahibi birisi olmaması halinde, tartışma ve olay çıkma ihtimali bulunmasını zikrederler (Elmalıli VI/4978) Mekke'de farz kılınan cumanın, Medine'de eda edilmesini de bunun hikmetlerinden sayarlar Bunlar üzerindeki değerlendirmeyi, bu konudaki Hanefi görüşünü naklettikten sonra yapacağız:
Ebû Ca'fer et-Tahâvî delil zikretmeksizin: "Cumayı sulta sahibi olmayan kıldıramaz" der: (Hidâye Sahibi, sultan şartına, fitne korkusunu illet olarak göstermiş ve mezkur hadîsi zikretmemiştir (bkz el-Hidâye I/83) Allâme lbn Hümâm da takdim ve takaddüm konusunda fitne ve münazaa ihtimalini zikrettikten sonra, mütegallibenin de vülatin hükmü ile hükmetmesi halinde, sulta gücünün tahakkuk etmesiyle, şartın tamam olacağını ve cuma kılmanın câiz olacağını söyler Hz Ali'nin, Hz Osman'ın mahsur kaldığında halka namaz kıldırmasının ise, tarafsız bir izahla, sultanı şart koşanlara da delil olamayacağını, zira izin olunmuş olabileceğinin de, olamayacağının da muhtemel bulunduğunu söyler (bk Feihu'l-Kadîr I/612l)
"Es-Serahsî, Cumanın sıhhatinin şartlarını sayarken: " Biri de sultandır Bu yüzden önce geçenin sulta sahibi olmaması halinde, cumaları geçerli olmaz" (Muhtasaru't Tahavî, s 35) diyor ve delil olarak cemaat arasında vukuu muhtemel münazaa ile cumanın fevt olmaması gereğini gösteriyor
b- Değişik Düşünenler
Hanefi mezhebinde genel geçer görüş bu olmakla beraber, son asırlarda şartların değişmesiyle, hep cumanın kılınması istikametinde olmak üzere fetvâlar da değişmiştir
Mesela:Mecmu'a-yi Cedîde'de: "Bil-cümle vülât ve hükkâmi gayr-i müslim olan beldelerde sakın müslimîne, cuma ve bayram namazlarını kılmak câiz olur mu? E1-cevap, olur" denmektedir (Serahsî el-Mebsût N/l22, delil için bkz N/l20 Ibnü'l Münzir: Sünnet, cumayı kıldıranın sultan olduğu konusunda devam edegelmiştir, ya da onun emriyle kılınmıştır Bu olmazsa ögleyi kılarlardı, diyor Hasan el-Basrî: "Dört şey sultana aittir" der ve bunlar cümlesinden cumayı da sayar Habîp b Ebî Sâbit: "Cuma emir ve hutbe olmadan olmaz" demiştir, Evzai, Muhammed b Mesleme, Yahyâ b Ömer el-Mekkî'nin görüşleri de budur (bkz Aynî V/191; Tahtâvi, s 414)"Ahdi, yani mensuru olmayan mütegallibe, eğer raiyye arasında ümeranın takip ettiği yolu takip ediyorsa ve vülatin hükmü gibi hükmediyorsa, cumayı kılmak câizdir" denmiştir(Ilaveli Mecmûa-yi cedîde Matbaa-yi Hayrıyye, Ist1329 s 31) Ancak Tahtâvî'nin ibaresinde geçen "ahd", "mensûr", "vülâtin hükmü" kavramları açıklanmaya muhtaçtır:Miftâhu's-Sa'âde, Mecma'ul-Fetâv'â'dan naklen: "Müslümanlara kâfir idareciler hakim olsa, Müslümanların cuma ve bayram namazlarını kılmaları câizdir ve kadı, Müslümanların rızasıyla kadı olur Müslümanların da Müslüman bir vali aramaları vacip olur" (Tahtâvî s 4l4) Gerçi ‚bu ifadede de, Müslümanların rızasıyla kadı sayılacak statüsü ve başlangıçta kim tarafından tayin edildiği açık değildir, ayrıca genel bir ifadedir
Aynı ibareyi Fetâvây-i Kâdihan da zikreder (Aynı kaynak; el-Fetâvâ'/-Hindii:i·e I/N5)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
CUM'A NAMAZININ FARZ OLMASININ ŞARTLARI

Cum'a namazı; namaz, oruç, hac, zekât kelimeleri gibi, fıkıh usulü açısından "kapalı anlatım (mücmel)" özelliği olan bir terimdir Bu yüzden onun kılınış şekil ve şartları âyet, hadis ve sahabe açıklamalarına ihtiyaç gösterir Çünkü Allah elçisi "Namazı benim kıldığım gibi kılınız" (Buhârî, Ezan, 18; Edeb, 27) buyurmuştur
Câbir b Abdullah'ın naklettiği bir hadiste şartlar şöyle belirlenmişti:
"Allah'a ve âhiret gününe inananlara Cum'a namazı farzdır Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır" (Ebû Dâvud, I, 644, H No: 1067; Dârakutnî, II, 3; Bağavî, Şerhu's-Sünne, I, 225) Bu istisnaların dışında kalan her müslüman erkek bu namazla yükümlü demektir Buna göre şartlar şöyledir:
A) Erkek olmak: Cum'a namazı kadınlara farz değildir Ancak namazı cemaatle kılarlarsa bu yeterli olup, öğle namazını kılmaları gerekmez (es-Serahsî, II, 22, 23; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, I, 591, 851-852)
B) Hür olmak: Hürriyetten yoksun bulunan esir ve kölelerle, ceza evindeki hükümlülere, Cum'a günü öğle namazını kılmaları yeterlidir Cum'a namazı farz değildir Ancak anlaşmalı (mükâteb) kölelerle, kısmen azad edilmiş kölelere farzdır Kendisine Cum'a namazı farz olmayan köle esir veya mahkumlar her ne sûretle olursa olsun, Cum'a'yı kılmış olsalar, sahih olur
C) Mukîm olmak: Yolcuya Cum'a namazı farz değildir Çünkü o, yolda ve gittiği yerlerde genel olarak güçlüklerle karşılaşır Eşyasını koyacak yer bulamaz veya yol arkadaşlarını kaybedebilir Bu sebeple ona bazı kolaylıklar getirilmiştir
D) Hasta olmamak veya bazı özürler bulunmamak: Namaza gidince hastalığının artmasından veya uzamasından korkan kimselere Cum'a farz olmaz Yine, hasta bakıcı, aciz ihtiyar, gözü görmeyen, ayaksız, kötürüm ve müslümanlar Cum'a'yı kılarken onların güvenliğini sağlamakla görevli olan emniyet nöbetçisi gibi özrü bulunanlar, vakit bulunca öğle namazı kılmakla yetinirler Ancak bu kimseler cemaatle Cum'a namazına katılırlarsa yeterli olur (es-Serahsî, II, 22, 23; İbnü'l-Humam, Fethu'l-Kadir, I, 417)
Ayrıca, düşman korkusu, şiddetli yağmur ve çamur, ağır bir hastaya bakma gibi özürler de Cum'a namazını kılmamayı mübah kılan özürlerdir Körün, elinden tutup camiye götürecek kimsesi olursa, Cum'a'yı kılması İmam Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre farz olur Üzerlerine Cum'a namazı kılması farı olmayan müslüman kimseler, Cum'a'yı kılmaya imkan bularak kılsalar, vaktin farzını eda etmiş olurlar, artık o günün öğle namazını kılmaları gerekmez Cum'a namazı kılmaları farz olmayan kimseler, bulundukları bölgede Cum'a namazı kılınıyor ise, öğle namazını cemaatle değil, yalnız başlarına kılarlar Bulundukları bölgede Cum'a namazı kılınmıyor ise, öğle namazlarını cemaatle kılabilirler
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
CUMA VAKTİNDE KADININ ALIŞ VERİŞ YAPMASI
Cuma günü Cuma ezanı okunurken alış-verişin haram; ya da bazılarına göre mekruh olması "Cuma ezanı okunurken alış-verişi bırakın, Allah'ın zikrine kosun"(K Cuma (62) 9) ayetinden kaynaklanmaktadır Yani burada Allah'ın bir emri vardır ve bu emri yerine getirmek vâciptir Alış-verişi bırakmayan, vâcibi terketmiş, yani haram işlemiş olur Ancak "Cuma'ya koşun" umumi emrinden, çocuklar, deliler ve sakatlar gibi kadınlar da ittifakla istisna (tahsis) edilmiştir Diğer bir ifade ile, kadınlar cumaya gitmek zorunda değillerdir Haramlığın illeti (sebebi) "kosma" (sa'y) vâcibinin terkedilmesi olduğuna, (bk Bedâyi N/270; In Âbidin N/161; Zuhaylî N/264) bu ise kadınlara vacipolmadığına göre, cuma ezanı okunurken alış-veriş yapmakta olan bir kadın, bu fiili ile vâcibi terketmiş olmayacağından haram işlemiş olmaz Çünkü, dediğimiz gibi, o saatte alış-veriş yapmanın haramlığının illeti (sebebi) sa'yi (acele etmeyi) terketmiş olmaktir Kadın ise alış-veriş yapmakla böyle bir vacibi terketmiş olmaz Yani burada o illet bulunmaz Illetin olmadığı yerde ise ma'lül de (ona bağlı hüküm de) bulunmaz Netice olarak Cuma ezanı okunurken kadının alış-veriş yapması haram olmaz
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
CÜNÜBKEN YEME İÇME

Cünüp olan insanın yemek yemesi, su içmesi câiz midir?

Ihtiyatlı görüşe göre kadın için de erkek içinde cünübken yemek, içmek mekruhtur Çünkü kullanılmış suyu içmek mekruhtur Kullanılmış su abdest ve gusül için kullanılan sudur Böyle bir su, maddi pislik taşımasa bile, günahları süpürmekle manevi kir taşır Ağız yıkanmadan ağıza, alınan su, bedenin bir parçasına (yani ağzına) degmis ve bu manevi kiri yüklenmiş olur Yutulmasıyla o kir de yutulur Ancak cünüp olan kimse, elini ve ağzını yikadıktan sonra yiyip içebilir Âdetli ve lohusanın durumu böyle değildir Onlar yıkanacak zamana gelmedikce, artıkları kullanılmış su gibi olmaz Yiyip içebilirler, artıkları temizdir ( Halebî (sağîr) 41-42; Hindiyye I/13; Kâdihân NI/404 ) Diğer yönden cünüp kimsenin ağzını yıkamadan da yemesinde mahzur olmadığını söyleyenler olduğu gibi, ( Kadıhân I/46) yıkasa bile mahzurlu olduğunu söyleyenler de vardır( Halebî (sağîr), agk; Ayrıca bk es-Subkî, el-Menhel N/288; Nemenkânî N/205) En iyisi sıkışık olunmadığı zamanlarda yemeyi içmeyi yıkanmadan sonraya bırakmaktır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
CÜNÜP OLAN KİMSEYE YASAK OLAN ŞEYLER NELERDİR?
Cünüp olan kimseye yasak olan şeyler aşağıya alınmıştır:

1- Namaz kılmak,

2- Ka'be'yi tavaf etmek,
3- Kur'an-ı Kerim'e dokunmak ve onu taşımak Binaen'aleyh üzerine ayet-i kerime yazılı olan ma'deni veya kağıt paraya abdestsiz olarak dokunmak veya taşımak caiz değildir Mesela şimdiki beş yüz lira üzerinde sure-i feth'in başı yazılıdır, bunu taşıyabilmek için ya abdestli olmak veya üzerine ayet yazılı bulunan paranın taşınmasını caiz gören Şafi'i mezhebini taklid
4- etmek lazımdır
5- Kur'an-ı Kerim'i okumak
6- Camide kalmak
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
CÜNÜPKEN KİTAP OKUMAK Cünüp bir kimse yiyip içebilir mi, dini kitaplar dışında kitap ve gazete okuyabilir mi? Sebep yokken cünüp olarak geceleyebilir mi?
Cünüpken yeme ve içmenin mekruh olduğunu, ağzını çalkalaması halinde ise câiz olduğunu daha önce yazdık Bu konuda âdetli ve lohusanın cünüp gibi olmadığını, onlar için yeme ve içmenin mübah olduğunu da söyledik
Âdetli, lohusa ve cünüp olanlar, Kur'ân-ı Kerimi, ona bitişik olmayan bir kap, veya bez olmaksızın tutamazlar, onun bir âyet kadarm Kur'ân kastıyla okuyamazlar Bir âyete az parçasm da ihtiyatli olan görüşe göre Kur'ân kastıyla yine okuyamazlar Duâ anlamındaki âyetleri duâ maksadıyla okuyabilirler Kelime atlayarak ve heceleyerek okumaları ise câizdir Çünkü buna "kıraat" denmez;yasaklanan şey ise kıraattır Yazılarmınyarısından çoğu Kur'ân âyetleri, olan, meselâ tefsir kitaplarm da tutamazlar Âyetler yarısından az olursa, elini âyetlere sürmeden kitabı tutabilir ve âyetler dışındaki yazıları okuyabilirler Tevrat, Incil ve Zebur gibi aslı ilâhi olan kitapları okumaları ise mekruhtur Çünkü onlarda asıllarından birşeyler kalmış olabilir (Bk Halalebî (sağîr) 38 vd; Daha geniş bilgi için bk es-Subki, age N/301-304) Âyet içermiyorlarsa, gazete, dergi vs kitap okumaları câizdir Namaz vaktini geçirmeyecek şekilde, cünüp gecelemek de câizdir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
CÜZ'İ İRÂDE

İstemek, arzu etmek, tercih etmek, insanın Allah'a itaat veya ona isyan etmesi ile ilgili olan sınırlı iradesi Alternatiflerden birine meyletme kabiliyeti bulunanın, iradesi vardır demektir Yaptığı işlerde insanın böyle bir tercih kabiliyeti var mıdır? Varsa, sınırları nelerdir? İslâm düşünürleri bu sorulara ne cevap vermişlerdir?
İslâm düşünürlerini meşgul eden ve hakkında farklı görüşler ileri sürülen en önemli konulardan biri de, insanın iradesi konusudur Mesele, kaderle yakından ilgilidir
Her şeyin yaratıcısının Allah olduğu, O'nun irade ve maşietinin mutlaka olup bunun hilâfına bir şeyin vuku bulmasının mümkün olmadığı, Kur'ân'da açık açık ifade edilmektedir Buna rağmen kul, yaptıklarından dolayı hesaba çekilecek; mükâfat ya da ceza görecektir Kulun sorumluluğunun gerekçe ve dayanağı nedir? Kulun davranış hürriyeti var mıdır ki sorumlu tutulmaktadır?
Bu konuda üç temel görüş ileri sürülmüştür Bu görüşlerden birini, kader konusuyla çok meşgul olmaları sebebiyle olacak ki, Kaderiyye diye isimlendirilen Mutezile; diğerini Cebriyye; üçüncüsünü de Ehl-i Sünnet temsil etmektedir
Bu mezhepler, ileri sürülen görüşlerin odak noktalarıdır Çünkü bu görüşler arasında, şuna ya da buna yakın görüşler ileri süren kişi ya da fırkalar varolagelmiştir Biz burada olanlardan sarfı nazar ederek bu üç mezhebin temel görüşlerini ve dayandıkları delilleri özet olarak incelemeğe çalışacağız
Kaderiyye (Mutezile) mezhebinin görüşü
Kullar, iradelerinde tamamen hür ve bağımsızdır Zira Mutezileye göre irade fiildir Bunda Allah'ın bir rolü yoktur Bir bakıma insan, fiillerinin yaratıcısıdır; onları işleyip işlememekte tamamen serbesttir Özellikle kötü fiiller açısından bu böyledir "Allah'ın iradesi kötü fiillere taalluk etmez O sadece iyiyi diler" (Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu Usüli'l-Hamse, Kahire 1965, 431)
Kaderiyyeyi bu görüşe sevk eden âmil, beş temel prensiplerinden biri olan "Allah'ın adaleti" ne bakış açılarıdır Onlara göre, Allah'ın kullarının fiillerinde bir etkisinin olmaması, adaletinin ve kullara zulm etmemesinin bir gereğidir Eğer Allah, kulun kötü bir fiilî yapmasında bir katkısı varsa, sonra da kulu bu kötü fiilinden dolayı cezalandırıyorsa, bu, O'nun adaletiyle bağdaşmaz O halde kul, tamamen bağımsız olmalı ki, yaptıklarından dolayı hesaba çekilebilsin
Bu görüşleri için ileri sürdükleri delillerden birkaçı şöyledir:
"Bu bir öğüttür Dileyen, Rabbine varan bir yol tutar" (el-Kehf 18/29) " Eğer (o süre) içinde dönerlerse Allah bağışlayan, merhamet edendir" (el-Bakara, 2/226) "İşte bu ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir Yoksa Allah, kullara zulm edici değildir " (Enfal 8/51) "Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez" (Ra'd 13/11)
Görüldüğü gibi bu âyetlerde kulların fiilleri kendilerine isnad edilmektedir
Hz Peygamber (sas) de bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar Sonra ana-babası onu ya yahudileştirir, ya Mecusileştirir, yahut hristiyanlaştırır " (Müslim, Kader 25)
Hatta kaderi mazeret olarak ileri sürenlere karşı Allah, bu mazeretlerinin doğru olmadığını, yaptıklarının kendilerine ait olduğunu söylemektedir:
"(Allah'a) ortak koşanlar: Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiç bir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiç bir şeyi haram kılmazdık dediler Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı Peygamberlere düşen yalnız açıkça tebliğ etmek değil mi" (en-Nahl, 16/35)
Mûtezile içerisinde kaderi inkâr etmekte o kadar aşırı gidenler vardır ki, bunlar, insanların ne yapacakları konusunda Allah'ın önceden bir bilgisinin bulunduğunu dahi inkâr ederler ve kul, kendi iradesiyle karar verip o fiili işledikten sonra ancak Allah'ın o şeyden haberdar olduğunu söylerler
Cebriyye mezhebinin görüşü Kaderiyye mezhebine reaksiyon olarak ortaya çıkan Cebriyye mezhebine göre, insanın hiçbir irâdî hürriyeti yoktur Allah önceden her şeyi takdir etmiştir Kul, bu takdir edilmiş şeyleri yapmak zorundadır Yukarıdan gelen su nasıl aşağıya doğru akmağa, yukarıya fırlatılan taş nasıl geri dönmeğe mahkûm ise, insan da kaderinde yazılı olan şeyleri yapmağa mahkûmdur İnsan âdeta önceden programlanmış bir robot gibidir Nasıl programlanmışsa, onu yapar
Cebriyye'nin bu görüşlerine dayanak olarak ileri sürdükleri naslardan bir kısmı şöyledir:
"Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah'a karşı hiç bir şey yapamazsın Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kalblerini temizlemek istememiştir" (el-Mâide, 5/41) "Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar" (el-En'am 6/125) De ki: " Size bir kötülük istese veya size rahmet dilese sizi Allah'tan kim korur?" (el-Ahzâb,33/17) "Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz" (Tekvir 81/29)
Kulun iradesizliği yanında, sorumluluğunu hangi temele dayandıracağını izah etmekten aciz kalan Cebriyye, zamanla bilgin ve düşünürler arasında yok olup gitmeğe mahkûm oldu Ancak zaman zaman ümmetin bu düşüncenin etkilerinden kurtulduğu söylenemez
Ehl-i sünnet mezhebinin görüşlerini incelerken göreceğimiz gibi, bu fırkaların her ikisi de nassları tek yönlü almış; karşı tarafın ileri sürdüğü delilleri görmezlikten gelmiştir
Ayrıca iki fırkanın da Emevîler döneminde ortaya çıkmış olması dikkat çekicidir Belki o dönemde İslâm ümmeti yabancı kültürlerle karşılaşmaya başlamış ve bu durum fırkaların ortaya çıkmasında etkenlerden birini teşkil etmiştir Ama hiç şüphe yok ki Râşid Halîfelerin adil idaresinden sonra İslâm ümmetine hâkim olan zorba Emevî idareşinin de etkisi az değildir
Baskı ve zulme dayalı idareler, birbirine zıt olan bu iki görüşün de toplumda yayılmasına zemin hazırlar O günkü toplum içinde bir tarafta kural-kaide tanımayan ve işi anarşizme kadar götüren insanlar; diğer tarafta da köşesine sinmiş, iradesini yitirmiş, olayların akıntısına kendisini salıvermiş bedbin miskinler vardı Nitekim günümüzde de her zaman bu gibi zorba yönetimlerin egemen olduğu toplumlarda bu iki sınıf insanla karşılaşıyoruz
Ehl-i sünnetin görüşü Ehl-i sünnetin ilk dönemlerini temsil eden selef âlimleri, başlangıçta böyle bir problem üzerinde detaylı bir şekilde durmamışlardır Belki de böyle bir konu üzerinde durma ihtiyacını duymamışlardı Onların mesele üzerinde durmaları, Kaderiyye ve Cebriyye'nin görüşlerini reddetmekle başlar
Selef, hem Kaderiyye'nin, hem de Cebriyye'nin görüşlerini naslara uygun görmemişlerdir
Onlar, bu konudaki nassların hepsini bir bütün olarak değerlendirmişlerdir Böylece ileri sürdükleri görüş de, her iki fırka arasında orta yolu takip eden bir görüş olmuştur
Buna göre Allah'ın iradesi mutlak ve küllî bir iradedir İradeşinin hilâfına hiçbir şey meydana gelmez O'nun saltanatında irade etmediğinin vuku bulması, ya unutma ve gafletinden, ya da acizlik ve zaafından kaynaklanır ki; haşa Allah hakkında böyle bir şey sözkonusu olamaz
Kula irade ve seçme hürriyetini veren, bizzat Allah'ın kendisidir İnsana iyi ya da kötüyü seçme kabıliyetini O vermiştir O halde insan, iradesini kullanırken Allah'ın iradesinin dışına çıkmamaktadır
Kul, kendisine verilen irade ile seçimini yapar Allah Teâlâ, kulların kendi fiillerini yapma ve kesb etme hürriyetine sahip olduklarını açıkça ifade etmektedir: "Dilediğinizi işleyin, doğrusu O, yaptıklarınızı görendir " (Fussilet 41/41) "Kim yararlı bir iş işlerse kendi lehinedir, kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir Rabbin kullara karşı zalim değildir " (Fussilet 41/46) Ama kul bu hürriyeti kullanırken kesin olarak kendisine bu irade gücünü verenin Allah olduğunu bilmelidir O'nun iradesi dahilinde bunları yapmaktadır; Allah Teâlâ dilemezse, hiç bir şey yapamaz
Kul seçimini yapar ama yaratma Allah'a aittir "O, herşeyin yaratıcısıdır" (el-En'am, 6/102) O halde yapılan iş, yaratma yönüyle yüce Allah'a; kesbedilmesi ve işlenmesi yönüyle kula aittir Bu sebeple de sonucundan sorumludur
Kul, irade ve isteğinin dışında kalan durumlardan sorumlu tutulmayacaktır "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır " (el-Bakara, 2/286)
İrade problemini karmaşık hale getiren hususlardan birisi, aslında meydana gelmesi sözkonusu olmayan farazî sorulara cevap vermek isteğinden kaynaklanmaktadır Bunlardan en önemlisi şudur: Allah bir şeyi irade buyururken kul aksini irade eder ve bunun zıttını yapmayı arzu ederse ne olur?
Elbette ki böyle bir soruya: "Allah'ın dilediği olur" karşılığı verilecektir Ancak dikkat edilirse bu soruda Allah ve kul, çekişen iki yarışmacı konumuna sokulmuştur Böyle bir şey sözkonusu olamaz ki buna cevap aransın En azından cevap aransa bile meselenin tamamen nazarî olduğu bilinmelidir Hâşâ Allah, kuluyla yarışa girmez Kula irade ve seçme yetkisini kendisi vermiştir onu burada özgür bırakmıştır O halde kul, şu veya bu seçimi yaparken Allah'ın iradesi sınırları çerçevesinde bu seçimi yapmaktadır Allah'ın iradesiyle kulun iradesinin karşı karşıya gelmesi diye bir durum söz konusu değildir Bu konuda ileri sürülen bir diğer farazî soru da sudur: Kul, daha önce belirlenmiş olan kaderinde yazılı olanın aksine bir şeyi yapmak isterse, bunu yapma yetkisi var mıdır?
Eğer Allah Teâlâ, zamanla kayıtlı olmayan, yani geçmiş ve geleceği bütün teferruatiyle bilen bir bilgiye sahip bulunmasaydı, belki böyle bir soru sözkonusu olabilirdi Allah Tebârek ve Teâlâ, kulun bunu mu, yoksa şunu mu seçeceğini; niyyetinin nerede ve ne zaman değişeceğini bilir; kaderini de bu bilgisiyle tayin eder Daha açık bir ifadeyle; kul, yaptığı bir şeyi kaderinde yazılı olduğu için yapıyor değil; o şeyi yapacağı için Allah kaderine onu yazmıştır Bu sebepledir ki, yaptıkları kötü ameller konusunda kaderlerini gerekçe olarak ileri süren müşriklerin bu iddiaları Kur'an'da reddedilmektedir: "(Allah'a, ortak koşanlar Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiç bir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiç bir şeyi haram kılmazdık dediler Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı Peygamberlere düşen yalnız açıkça tebliğ etmek değil mi?" (en-Nahl, 16/35)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ÇALGI ÇALMA Herhangi bir müzik aleti ile ritimli ses çıkarma
Kur'ân-ı Kerîm'de çalgı çalmayla ilgili ne lehte ne de aleyhte açık bir hüküm yoktur Ancak müctehidler bu mevzuda, Kur'ân'ın bazı âyetleriyle peygamber (sas)'den rivayet edilen bir takım hadislere dayanarak ictihadda bulunmuşlar; neticede farklı farklı hükümler çıkarmışlardır Ne var ki müctehidlerin vardıkları sonuçları bize ulaştıran ve halen elde mevcut kaynaklarda yer alan rivayetler arasında da çelişkiler vardır Meselâ, bir rivayette çalgı çalmanın haram olduğunu ifade eden bir müctehidin diğer bir rivayette bunun aksini savunduğunu görebiliyoruz
Müziğin ve çalgı çalmanın haram olduğunu söyleyenlerle, buna itiraz ederek aksini savunanların ileri sürdükleri deliller incelenecek olursa, her iki tarafın da sundukları delillerin kendi iddialarını ispatlayacak açıklıkta olmadığı görülecektir Meselâ:
"Insanlar arasında bilgisizce Allah yolundan sapıtmak ve sonra da onunla alay etmek için boş sözleri satın alanlar vardır Işte alçaltıcı azap onlar içindir" (Lokman, 31/6) âyeti; çengiler, şarkıcılar ve şarkı-türkü söyleme hakkında nazıl olmuştur, (el-Vâhidî, "Esbâbü'n-Nüzûl ", Mısır 1968, 197-198; Ibnü'l-Cevzî, "Telbîsü Iblîs", 257) diyen müzik aleyhtarlarına karşılık, aksini savunanlar, bu âyetin, Kureyşliler'i, Kur'ân'ı dinlemekten alıkoymak için Iran'dan satın aldığı masalları onlara anlatan Nadr b Hârise hakkında nazıl olduğunu iddia etmektedirler (el-Vâhidî, age, 197) Gerçekten de söz konusu âyet Mekkî olup, henüz şarap içmenin ve domuz eti yemenin dahi yasaklanmamış olduğu bir dönemde indiği düşünülürse bunun çalgı âletlerini yahut musıkıyi yasaklamak için geldiği söylenemez
Musikî aleyhinde delil olarak gösterilen âyetlerin (en-Necm, 53/59, 60, 61; Isrâ, 17/64; el-Enfâl, 8/35; Kasas, 28/55; ve Furkan, 25/72) de aynı şekilde konu ile doğrudan alakaları yoktur
Musıkıyi ve çalgı âletlerinin çalınmasını caiz görenlerin delil olarak gösterdikleri (er-Rûm, 30/15; ez-Zümer, 39/18, Fâtır, 35/1; Lokman, 31/19 ve A'râf, 7/32) âyetleri de kezâ, iddialarını ispatlayabilecek özellikte değildir
Bu konudaki hadislere gelince; her iki tarafın iddiaları doğrultusunda pek çok hadis vardır Ancak bu hadislerin de bir kısmı ya hadis âlimlerince tenkid edilmiş veya muhâlif görüşte olanlar tarafından değişik şekillerde yorumlanmışlardır
Nafi' şöyle anlatır: Bir gün Abdullah b Ömer beni terkişine aldı Yolda giderken bir çobanın çaldığı kaval sesini işitti Bu sesi işitir işitmez parmaklarıyla kulaklarını tıkadı ve yoldan uzaklaştı Bir müddet gittikten sonra bana "Kaval sesi hâlâ geliyor mu?" diye sordu "Hayır" demem üzerine parmaklarını kulaklarından ayırdı "Bir kere de Rasûlullah (sas) ile birlikte bulunuyordum Böyle bir ses işitmişler ve aynen benim yaptığım gibi yapmışlardı" dedi (Ebu Davud Edeb, 52)
Hadisi, Sünen'inde rivayet eden Ebu Davud, bunun münker (güvenilir bir râviye muhalif olarak rivayet edilen hadis) olduğunu söylemiştir (Ebu Davud, aynı yer) Kaldı ki sahih kabul edilse bile kaval çalmanın veya onu dinlemenin haram oluşuna delil teşkil etmez Öyle olsa, Rasûlullah (sas) kulaklarını tıkama yerine çobanı ikaz eder, onu bu işten men ederdi Ibn Ömer'e de dinleme izni vermezdi (Bu konudaki diğer hadisler ve tenkidleri için bk: Ibnü'l-Cevzî, age 261 dipnotlar; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 96-106; Süleyman Uludağ, "Islâm Açısından Musikî ve Semâ", Istanbul 1976)
Müziğin ve çalgı çalmanın caiz olduğu görüşünde olanlar delil olarak şunları ileri sürerler:
"Nikahı def çalarak ilan ediniz " (Ibn Mâce, Nikah, 20)
"Nikahı ilân ediniz, mescidlerde kıyınız ve nikahta def çalınız " (Tirmizî, Nikah)
"Nebî (sas) gizli yapılan ve def çalınarak: "Size geldik, size geldik Bizi selâmlayın sizi selamlayalım" türküsü söylenmeyen nikahlardan hiç hoşlanmazlardı" (eş-Şevkânî, "Neylü'l-Evtâr", VI, 189)
Hz Âişe'den: "Bir kere Rasûlullah (sas) yanıma gelmişti Yanımda, Buas günü ile ilgili şiirleri def çalarak terennüm eden iki câriye bulunuyordu Rasûlullah (sas) yatağına yatıp yüzünü öbür tarafa çevirdi, sonra Hz Ebu Bekir içeri girdi "Bu ne hal! Rasûlullah'ın huzurunda şeytan mizmarı (şeytan düdüğü sesi) ne gezer?" diye beni azarladı Bunun üzerine Rasûlullah ona dönüp: "Bırak onları, her milletin bir bayramı var bu da bizim bayramımızdır " buyurdu Babam başka şeyle meşgul olunca cariyelere işaret ettim dışarı çıktılar" (Buhârî, Ideyn) Hadisleri Ibnü'l-Cevzî, "Telbîsü Iblîs" adlı eserinde genel olarak şu şekilde tenkid etmektedir:
"Hz Âişe hadîsinde, câriyeler teğanni etmemiştir Belki Buas günü ile ilgili şiir terennüm etmişlerdir Bunun şarkı söylemek ile arasında çok fark vardır Kaldı ki günümüzde yapılan teğannî kızdan kadından, yanaktan, boydan-bostan ve nefsi şehevî arzularla coşturan ğına türüdür Ensâr'ın mâsumane şiirleriyle kıyas edilemez" (Ibnü'l-Cevşî, age, 265)
Mezhep imamlarının ve fıkıh âlimlerinin bu konudaki görüşleri:
Imâm-ı A'zam Ebu Hanife'ye göre eğlenmek için çalınan tüm çalgılar haramdır (el-Merginânî, el-Hidâye, IV, 80)
el-Hidâye sahibi, Hanefi mezhebinin görüşlerini şöyle açıklar:
Düğün yemeğine davet edilen kimse düğüne gittiği zaman orada oyun ve çalgının bulunduğunu görse oturup yemeğini yemesinde bir sakınca yoktur Ebu Hanife der ki: "Bir kere böyle bir şeye mübtelâ olmuştum, fakat sabrettim" Yani davet mahalli olan düğün yerinden ayrılmadım Oyun ve çalgı bulunan yeri terketmemekten ibaret olan bu hüküm, davete icabet etmenin sünnet oluşundandır Hadiste: "Davete icabet etmeyen Ebu'l-Kasım'a asi olmuştur " buyurulmuştur O halde düğünde çalgı ve oyun gibi bidatler vardır diye sünnet olan davete icabet terkedilemez Bu, başkaları için örnek olma durumunda olmayan kimseler hakkında söz konusudur Başkalarına örnek olanlar bu gibi şeyleri önleme gücüne sahip değillerse orada oturmaz çekip giderler Çünkü gitmemelerinde dine kötülük etme ve müslümanlara günah kapısını açma gibi mahzurlar vardır Imâm-ı A'zam'ın bahis konusu hareketinin, örnek olma durumuna gelmeden önceki dönemine ait olduğu nakledilir
Çalgı ve oyun, düğün yapılan evin yemek yenen kısmında ise, örnek olmayan insanların bile orada oturmaları caiz değildir Çünkü Kur'ân'da:
"Sana Kur'ân nazıl olduktan sonra zâlim insan gruplarıyla oturma" (el-En'âm, 6/68) buyrulur
Bu hüküm, çalgı ve oyunun olup olmadığını bilmeden düğüne gidenler için söz konusudur Gitmeden evvel bunu bilenler düğüne gidemezler (el-Merginânî, age, IV, 80)
Imâm Mâlik'in meazıf (genellikle telli çalgılar) ve ûd gibi çalgı aletlerini mübah gördüğünü Keffâl ve Reyyânî naklederler (Şevkânî, age, VIII, 105)
Medine uleması, çalgı aleti ile bile olsa, mûsikînin caiz olduğunu söylemişler, Şafiîlerle Zâhirîler de bu hususta onlara uymuşlardır (Şevkânî, age, aynı yer)
Ibnü'l Cevzî, Imam Mâlik'in: "Medinelilere hangi mûsikî türü hakkında ruhsat veriyorsun?" diye sorulduğunda "Hiçbir türüne müsaade etmiyorum bunu içimizden fâsık olanlar yapıyor" diye cevap verdiği nakleder (ibnü'l-Cevzî, age, 256)
Hanbeliler; ûd, davul ve saz gibi çalgı âletlerini caiz görmezler; bu tür aletlerin çalındığı düğüne gitmenin doğru olmadığına inanırlar Fakat mücerred musıkıyi, yani güzel sesle terennümü mübah görürler (el-Fıkhu ala mezâhibi'l-erbaa, II, 44)
Ibn Hazm, mûsikî'ye dair bağımsız bir eser yazmış ve mûsikîyi yasaklayan tüm hadisleri tenkid ederek bunlardan hiçbirinin sahih olmadığını ileri sürmüştür Bu mezhebe göre mûsikînin her çeşidi helâldir (Süleyman Uludağ, Islâm Açısından Mûsikî ve Semâ, Istanbul 1976, 187)
Imam Gazâlî, semâın (müzik dinleme) mübah olduğunu zikreder ve sesleri; canlılardan çıkan seslerle, cansızlardan çıkan sesler diye iki kısma ayırır; bunları dinlemenin caiz olduğunu söyler Ancak içki ile çalınması mûtâd olan çalgıların haram olduğunu ifade eder (Gazalî, Ihya, Kahire 1967, I, 343-348)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ÇALGI ÇALMA'NIN HÜKMÜ

Kur'ân-ı Kerîm'de çalgı çalmayla ilgili ne lehte ne de aleyhte açık bir hüküm yoktur Ancak müctehidler bu mevzuda, Kur'ân'ın bazı âyetleriyle peygamber (sas)'den rivayet edilen bir takım hadislere dayanarak ictihadda bulunmuşlar; neticede farklı farklı hükümler çıkarmışlardır Ne var ki müctehidlerin vardıkları sonuçları bize ulaştıran ve halen elde mevcut kaynaklarda yer alan rivayetler arasında da çelişkiler vardır Meselâ, bir rivayette çalgı çalmanın haram olduğunu ifade eden bir müctehidin diğer bir rivayette bunun aksini savunduğunu görebiliyoruz

Müziğin ve çalgı çalmanın haram olduğunu söyleyenlerle, buna itiraz ederek aksini savunanların ileri sürdükleri deliller incelenecek olursa, her iki tarafın da sundukları delillerin kendi iddialarını ispatlayacak açıklıkta olmadığı görülecektir Meselâ:
"İnsanlar arasında bilgisizce Allah yolundan sapıtmak ve sonra da onunla alay etmek için boş sözleri satın alanlar vardır İşte alçaltıcı azap onlar içindir" (Lokman, 31/6) âyeti; çengiler, şarkıcılar ve şarkı-türkü söyleme hakkında nazil olmuştur, (el-Vâhidî, "Esbâbü'n-Nüzûl ", Mısır 1968, 197-198; İbnü'l-Cevzî, "Telbîsü İblîs", 257) diyen müzik aleyhtarlarına karşılık, aksini savunanlar, bu âyetin, Kureyşliler'i, Kur'ân'ı dinlemekten alıkoymak için İran'dan satın aldığı masalları onlara anlatan Nadr b Hârise hakkında nazil olduğunu iddia etmektedirler (el-Vâhidî, age, 197) Gerçekten de söz konusu âyet Mekkî olup, henüz şarap içmenin ve domuz eti yemenin dahi yasaklanmamış olduğu bir dönemde indiği düşünülürse bunun çalgı âletlerini yahut musikiyi yasaklamak için geldiği söylenemez
Musikî aleyhinde delil olarak gösterilen âyetlerin (en-Necm, 53/59, 60, 61; İsrâ, 17/64; el-Enfâl, 8/35; Kasas, 28/55; ve Furkan, 25/72) de aynı şekilde konu ile doğrudan alakaları yoktur
Musikiyi ve çalgı âletlerinin çalınmasını caiz görenlerin delil olarak gösterdikleri (er-Rûm, 30/15; ez-Zümer, 39/18, Fâtır, 35/1; Lokman, 31/19 ve A'râf, 7/32) âyetleri de kezâ, iddialarını ispatlayabilecek özellikte değildir
Bu konudaki hadislere gelince; her iki tarafın iddiaları doğrultusunda pek çok hadis vardır Ancak bu hadislerin de bir kısmı ya hadis âlimlerince tenkid edilmiş veya muhâlif görüşte olanlar tarafından değişik şekillerde yorumlanmışlardır
Nafi' şöyle anlatır: Bir gün Abdullah b Ömer beni terkisine aldı Yolda giderken bir çobanın çaldığı kaval sesini işitti Bu sesi işitir işitmez parmaklarıyla kulaklarını tıkadı ve yoldan uzaklaştı Bir müddet gittikten sonra bana "Kaval sesi hâlâ geliyor mu?" diye sordu "Hayır" demem üzerine parmaklarını kulaklarından ayırdı "Bir kere de Rasûlullah (sas) ile birlikte bulunuyordum Böyle bir ses işitmişler ve aynen benim yaptığım gibi yapmışlardı" dedi (Ebu Davud Edeb, 52)
Hadisi, Sünen'inde rivayet eden Ebu Davud, bunun münker (güvenilir bir râviye muhalif olarak rivayet edilen hadis) olduğunu söylemiştir (Ebu Davud, aynı yer) Kaldı ki sahih kabul edilse bile kaval çalmanın veya onu dinlemenin haram oluşuna delil teşkil etmez Öyle olsa, Rasûlullah (sas) kulaklarını tıkama yerine çobanı ikaz eder, onu bu işten men ederdi İbn Ömer'e de dinleme izni vermezdi (Bu konudaki diğer hadisler ve tenkidleri için bk: İbnü'l-Cevzî, age 261 dipnotlar; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 96-106; Süleyman Uludağ, "İslâm Açısından Musikî ve Semâ", İstanbul 1976)
Müziğin ve çalgı çalmanın caiz olduğu görüşünde olanlar delil olarak şunları ileri sürerler:
"Nikahı def çalarak ilan ediniz " (İbn Mâce, Nikah, 20)
"Nikahı ilân ediniz, mescidlerde kıyınız ve nikahta def çalınız " (Tirmizî, Nikah)
"Nebî (sas) gizli yapılan ve def çalınarak: "Size geldik, size geldik Bizi selâmlayın sizi selamlayalım" türküsü söylenmeyen nikahlardan hiç hoşlanmazlardı" (eş-Şevkânî, "Neylü'l-Evtâr", VI, 189)
Hz Âişe'den: "Bir kere Rasûlullah (sas) yanıma gelmişti Yanımda, Buas günü ile ilgili şiirleri def çalarak terennüm eden iki câriye bulunuyordu Rasûlullah (sas) yatağına yatıp yüzünü öbür tarafa çevirdi, sonra Hz Ebu Bekir içeri girdi "Bu ne hal! Rasûlullah'ın huzurunda şeytan mizmarı (şeytan düdüğü sesi) ne gezer?" diye beni azarladı Bunun üzerine Rasûlullah ona dönüp: "Bırak onları, her milletin bir bayramı var bu da bizim bayramımızdır " buyurdu Babam başka şeyle meşgul olunca cariyelere işaret ettim dışarı çıktılar" (Buhârî, İdeyn) Hadisleri İbnü'l-Cevzî, "Telbîsü İblîs" adlı eserinde genel olarak şu şekilde tenkid etmektedir:
"Hz Âişe hadîsinde, câriyeler teğanni etmemiştir Belki Buas günü ile ilgili şiir terennüm etmişlerdir Bunun şarkı söylemek ile arasında çok fark vardır Kaldı ki günümüzde yapılan teğannî kızdan kadından, yanaktan, boydan-bostan ve nefsi şehevî arzularla coşturan ğına türüdür Ensâr'ın mâsumane şiirleriyle kıyas edilemez" (İbnü'l-Cevşî, age, 265
 
Üst Alt