E.F > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi...

ceylannur

Yeni Üyemiz
ELBİSEDE ALTINI VASFETMEME ŞARTININ SINIRI NEDIR?
Elbisede altını vasfetmeme şartının sınırı nedir? Vasfetmekten maksat nedir? Meselâ bugünkü çarsaf, rüzgârli bir günde vücuda yapışıyor ve uzuvları belli ediyor Şu halde vücut çizgilerini devamlı belli eden ile, rüzgar vBulletin durumlarda belli eden giysiler bu bakımdan farklı mıdır?
E1-Harasî, Malikî mezhebinin görüşünü açık ifadelerle anlatır Bütün vücut hatlarını belirten elbiseyi giyinmek mekruhtur Eğer vücut hatları, rüzgâr sebebiyle, ya yağmurdan dolayı belli oluyorsa, bunda mekruhluk yoktur(el-Harasî, Alâ Muhtaşar-i Seydî Halîl, I/250)
Ibn Kudâme, cild'in rengini göstermeyecek bir şeyle avretin kapatılmasının farz olduğunu söylerken (Ibn Kudâme, el mugnî, Kahire (tarihsiz), I/577 ) zimnen vasfetmemeyi, hacmini değil, rengini belli etmeme şekilde anladığını gösterir Bir başka münasebetle buna açıklık getiren Ibn Kudâme: "Vâcip olan, cildin rengini örten bir şeyle örtünmektir Eğer sırtındaki, cildin rengini belirtir ölçüde ince olur da beyazlığı ya da kırmızılığı gözükürse, namazı câiz olmaz Zira örtünme bununla hasıl olmaz Eğer rengi örter de hacmi belirtirse namazı câizdir Çünkü, örtü kalın dahi olsa, bundan kaçınma mümkün değildir" der (Ibn Kudâme, age I, 579)
Kitabımızın "Kadın elbisenin belirlenebilen özellikleri" başlığı altında da bahsettiğimiz gibi, "Dar elbiseler giyen kadını Allah Resûlü çıplak saymış ve cehennemlik olduğunu" bildirmiştir (Câmiu's-Sağir, s 232 (Müslim'den)) Hz Ömer, halka dağıttığı bir çeşit elbisenin vücut hatlarını belli edeceği gerekçesi ile kadınlara giydirmemesini emretmiş (Beyhaki, N/234-235) ve "Kettan ve Kubâtî'yı kadınlarınıza giydirmeyin; bunlar şeffaf değildir (cildin rengini göstermez), ama şeklini belirtir" (Serahsî, Mebsût, X/I55) demiştir Serahsî buna dayanarak, "Kadının vücuduna yapışan ve şeklini belli edecek şekilde bedenini vasfeden elbisesiyle de kadına bakılamayacağını" söyler(agk) Bu konuda buraya kadar söylenenleri, fıkıhçıların diliyle şöylece özetleyebiliriz:
Elbisenin ince (şeffaf) olmasında ölçü olarak "tenin rengini belirtmesi" gösterilmiştir Dişarıdan bakıldığında elbisenin içinden insanın teni görünüyorsa -elbise ister kalın, ister ince olsun böyle bir elbise ile setr-i avretin hasıl olmayacağı belirtilmiştir(Hilye, s 225)
Elbisenin dar olmasına gelince, Halebî, Sağir'de elbise kalın olsa (teni belirtmese), ancak uzva yapışsa ve uzvun şeklini alsa, bu durumda örtme hasıl olduğu için menedilmemesi gerekir, denir (Halebî, s107) Hâşiyesi Hilye'de ise "uzvun şeklini alsa" sözü, "aynen uzvun şeklini görünür hale gelse, bu durum namazın cevâzına mani değildir" diye açıklamıştır
Ibn Ibidîn, "Yabancı kadının çarşafına (mulâe) şehvetle bakmak haramdır" sözünü açıklarken şöyle diyor: "Zehîre ve diğerlerinden, daha önce de zikrettiğimiz gibi, eğer kadının üzerinde elbise olsa -vücuda yapışık olup altını göstermedikçe- cesedini teemmülde bir beis yoktur Çünkü bu durumda kadının elbisesine ve kametine (boyuna) bakılmış olur Tıpkı içinde kadın bulunan çadıra bakması gibi Ama elbise altını vasfediyorsa, o zaman uzuvlarına bakmış olur Bu husus, "şehvet olmaksızın bakma" şeklinde kayıtlanmalıdır Şehvetle bakılırsa mutlak olarak men edilir Illet, -Allahu a'lem- fitne korkusudur Çünkü şehvetle çarsafına (mülâe) veya elbisesine bakmak, boy-bosuna vBulletin düşünmek, kişiyi kadınla konuşmaya, sonra da başka davranışlara itebilir Illetin, zarûret yok iken helâl olmayan şeyle yararlanma olması da muhtemeldir" (Ibn Abidîn,V/238)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ELEKTİRİKLE YAPILAN KESİM DİNEN CAİZ SAYILIR MI? Ceryan makınesi ile yapılan kesim dört mezhebe göre caiz değildirÇünkü hayvanı kesen insanın müslüman veya kitabi olması gerekirİnsan da olsa müslüman ve kitabi olmadıktan sonra yaptığı kesim muteber değildirMesela bir mecusi veya dinsiz bir kimse bir hayvanı keserse o hayvanın etini yemek haramdırHatta fıkıh kitaplarının yazdığına göre bir müslüman eline bıçak alıp hayvanın boğazı üstüne kor ve bir gayri müslim onun elini tutarak hareket ettirmek suretiyle hayvanı keserse yine haram sayılır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ELFÂZ-I KÜFÜR

Elfâz'ın tekili olan lâfız; söz, sözcük ve ifade demektir Küfür ve küfr ise "kefera" fiilinden mastar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden "münkir" veya "kâfir" * denilmiştir Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfaz-ı küfür" adı verilir
Bir mümini küfre düşüren sözler üçe ayrılır Bunları: istihza; dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf; inanılması gereken ve zarurat-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak: bir islâmi hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukâddes olan şeylere küfretmek
Allahu Teâlâ'nın zatî, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek konuşmak, bunları küçümseyici sözler söylemek ve Allah'a sövmek kişiyi dinden çıkarır (el-Fetâva'l-Hindiyye, II, 258) Âyette şöyle buyurulur: "Allah ile, O'nun âyetleriyle, O'nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın Siz imandan sonra küfre düştünüz" (et-Tevbe, 9/65 vd)
Peygamberlik müessesesi ve peygamberlikte alay etmek, onları küçük düşürücü sözler söylemek sövme sayılır Bu yüzden diğer peygamberleri veya Hz Peygamber'i küçük gören alay eden ve O'na ezâ veren dinden çıkar Ayetlerde şöyle buyurulur: "Şüphe yok ki, Allah'a ve Resulu 'ne eziyet verenlere Allah dünyada ve ahirette lânet etmiştir Onlara çok küçük düşürücü bir azap da hazırlamıştır" (el-Ahzâb, 33/57) "Münafıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve, 'O her söyleneni dinleyen bir kulaktır' diyorlar De ki, 'O sizin için bir hayır kulağıdır Allah'a da inanır, müminlere de İman edenleriniz için bir rahmettir Allah'ın Resulune eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır" (et-Tevbe, 9/61)
Ebû Hanife ve tâbileri, İmam Şafii, İmam Ahmed b Hanbel ve İmam Mâlik gibi İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre, Hz Peygamber'e söven kimse dinden çıkar ve öldürülmesi gerekir Diğer peygamberlere söven de dinden çıkar ve öldürülür (İbn Teymiyye, es-Sârimü'l-Meslûl, Nşr Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Mısır 1960, s512, 565)
Mukaddes kitaplara ve Kur'an-ı Kerim'e sövmek veya bunların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür Kur'an'la, bir sûresi veya ayetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür (Aliyyu'l-Kârı, Şerhu'l-Fıkh'ı-Ekber, Mısır 1323 h, s151 vd; el-Heytemî, ez-Zevâcir, I, 30) Kur'an'ın Allah kelâmı değil de beşer sözü olduğunu söylemek de küfürdür Velid b Muğîre (ö1/622) Kur'an hakkında şöyle demişti: "Bu ancak sihirbazlardan öğrenilip nakledilen bir sihirdir Şüphesiz bu bir insan sözüdür" Yüce Allah da Velid hakkında "Ben de O'nu muhakkak cehenneme sokacağım'' (Müddessir, 74/24 vd) buyurmuştur
Meleklere sövmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür Cebrâil (as)'in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz Ali yerine yanlışlıkla Hz Muhammed'e vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır (İbn Abidin, Reddu'l-Muhtâr, III, 292; el-Fetâva 'l-Hindiyye, II, 266; Ahmet Saim Kılavuz, İman-Küfür sınırı, İstanbul 1982, s132-133)
Ashâb-ı Kirâm'ı tekfir ederek, onların mümin olmadığını söylemek küfürdür Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğzetmek ise bid'at ve sapıklıktır Diğer mü'minleri tekfir edenin dinden çıkması ile ilgili hadislerin vâhid haber kabılinden olması konuyu kelâmcılar arasında tartışmalı hale getirmiş, sahâbeyi tekfir edenin kâfir sayılması hükmü ise aşağıdaki delillere dayandırılmıştır
Ayetlerde ashâb-ı kirâm övülmüştür: "Müminler ağaç altında sana bey 'at ettikleri zaman Allah onlardan razı olmuştur Allah onların kalplerindekini bildi de, onlara huzur ve itminan verdi Onları pek yakın bir fetih ve zaferle mükâfatlandırdı " (el-Fetih, 48/18) ''Muhâcirlerden ve ensârdan en ileri ve önce gelenlerle, iyilikte onlara tâbi olanlardan Allah razı olmuştur; onlar da Allah 'tan hoşnut oldular, Allah onlara, altında ırmaklar akan cennetler hazırladı; Onlar orada ebedi kalırlar İşte en büyük mutluluk da budur" (et-Tevbe, 9/100)
Sahâbeyi öven pek çok hadis de vardır "Ashâbıma sövmeyiniz Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onların iki avuç veya bir avuç miktarındaki bağışına ulaşamaz '' (Müslim, Fedâilu's-Sahâbe, 54; Ebû Dâvûd, Sünnet, 11; Tirmizî, Menâkıb, 59; Ahmed b Hanbel, Müsned, 111, II) "On kişi var ki, cennettedir: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman, Sa'd, Said ve Ebû Ubeyde" (Tirmizî, Menâkıb, 26) "Ümmetimin en hayırlısı aralarında bulunduğum bu nesildir Sonra onları takip edenler, sonra onların ardından gelenlerdir" (Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, I, Rikâk, 7) Sahâbeyi tekfir eden, bize Kur'ân-ı Kerîm'i tevâtüren nakleden bir nesli mahkum etmiş olmaktadır
Âlimlere ve fakihlere sebepsiz yere sövmenin dinden çıkaracağına dair çeşitli fetvâlar verilmiş ise de, kendileri ayet ve hadislerle övülen sahâbelere sövenin bile kâfir değil sapık ve bid'atçı sayıldığı düşünülürse bu kimselerin fısklarıyla başbaşa bırakılması daha uygun olur (Aliyyü'l-Kâri, age, 156-159; el-Fetâva'l-Hindiyye, II, 270 vd; el-Heytemi, age, I, 31; İbn Âbidin, Reddu'l-Muhtar, III, 293, Mecmuatü'r-Resâil, I, 360)
Hanefilerin çoğunluğu bir kimsenin sahabeye sövmeyi, onlarla alay etmeyi, onları küçümsemeyi helâl görüp bu fiilleri isleyecek olursa kâfir, helâl görmeden isleyecek olursa fâsık olacağını, söylemiştir Ancak bazı Hanefi fakihleri, aynı sözler Hz Ebû Bekir ve Ömer için söylenirse, söyleyenin dinden çıkacağını söylemişlerdir Hanefilerden bir grup âlim ise, sahâbe büyüklerine sövenin siyaseten öldürülmesini câiz görür İmam Mâlik, Hz Peygamber'e sövenin öldürülmesi, ashâba sövenin ise te'dib amacıyla cezalandırılması gerektiği kanaatindedir Ahmed b Hanbel'e göre ise, sahâbeden birine söven kimse şiddetli bir şekilde dövülür (Aliyyu'l-Kâri, age, II, 410-411; İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, III, 293, Mecmuatü'r-Resâil, I, 359; İbn Teymiyye, es-Sarimu'l-Meslul, s561)
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irade ve ihtiyarla söylenmesi gerekir Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse zorlama tam ise, yani öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme tehdidi varsa küfür sözü söyleyebilir Ayette şöyle buyurulur: "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesna olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sine açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır" (Nahl, 16/106) Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammar işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır Haber Hz Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye maruz kallısa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir Yukarıdaki ayet-i kerîme bu olay üzerine inmiştir (İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, I V, 130 vd)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ELLİ DÖRT FARZ "Elli dört farz" terimi, Islam'in halk seviyesinde anlatımında bu terimi çıkaranlara göre dinin en önemli emir ve yasaklarını anlatan bir ifadedir ve elli dörtle sınırlandırıcı bir nassa ya da ictihada dayanmamaktadır Bir diğer ifade ile Islam'in öğrenildiği temel deliller olan, kitap, sünnet, icma, kıyas ve onlara bağlı deliller böyle bir sınırlama ve sayıdan söz etmezler Islam'da pek çok emir ve yasakların olduğu vakıadır Hatta bu emir ve yasaklar arasında bir hiyerarşinin (büyüklük - küçüklük sırasının) bulunduğu da genel kabul gören bir durumdur Buna göre bazı farzlar diğerlerinden daha önemli, bazı yasaklar da diğerlerinden daha ağırlıklı olabilir Ancak bunları hem birbirine karıştırmak, hem de elli dörtle sınırlamak doğru değildir Zaten saydığımızda da görüleceği gibi bu tertip ilmi olmaktan uzaktır ve muhtemelen bir vaiz efendinin dinin temel prensiplerini kendine göre bir sıraya koymasından oluşmustur
Bazı basit el ilmihallerinde Mızraklı Ilmihal'den (Mizraklı Ilmihal (1321 Osmanlıca baskısı) 49-51) alınarak (Elli Dört Farz) diye sayılan prensipler şunlardır: Allah'ı bir bilip zikretmek, Helaldan kazanıp yemek, Abdest almak, Beş vakit namaz kılmak, Cünüplükten yıkanmak, Rızka Allah'ın kefil olduğunu bilmek, Helaldan ve temiz giymek, Allah'a tevekkül etmek, Kanaat etmek, Kazaya razı olmak, Belaya sabretmek, Günahlardan tevbe etmek, Şeytan ı düşman bilmek, Kur'an-ı delil kabul etmek, ölümü hak bilmek, Allah'ın sevdiğini sevmek sevmediğini sevmemek, Ana-babaya iyilik etmek, Iyıligi emretmek, Kötülükten sakındırmak, Akrabayı gözetmek, Emanete ihanet etmemek, Allah'tan daima korkmak, Allah'a ve Resulüne itaat etmek, Günahlardan sakınıp ibadetle meşgul olmak, Ulul emre itaat etmek, Dünyadaki varlıklara ibret göze ile bakmak, Tefekkür etmek, Dilini çirkin sözlerden korumak, Kalbini kötü düşüncelerden temizlemek, Kimse ile alay etmemek, Harama bakmamak, Doğru sözlü olmak, Kötü şeyler dinlememek, Ilim öğrenmek, Ölçü ve tartıda adil olmak, Allah'ın azabından emin olmayıp korkmak, Fakirlere sadaka verip yardım etmek, Allah'ın rahmetinden ümit kesmemek, Nefsin arzularına uymamak, Allah için yemek yedirmek, Yeterli helal rızık aramak, Zekatını vermek, Hayızlı ve nifaslı zevcesine yaklaşmamak, Kalbi bütün günahlardan temizlemek, Kibirlenmemek, Yetimin malını korumak, Livatadan sakınmak, Beş vakit namaza devam etmek, Kimsenin malını haksız yere yememek, Allah'a şirk koşmamak, Zinadan sakınmak, Sarhoş edici içkileri içmemek, Yalan yere yemin etmemek Mızraklı ilmihalının bu sıralamasına baktığımızda: 1 Bunların her birerlerine istilahi anlamda farz denemeyeceğini görürüz Farz: Sarı' (şeriat koyucu) tarafından yapılması kesin ifade ile istenen ve yapanın sevap kazandığı, yapmayanın ise günah ve cezayı hakkettiği fiillerdir Oysa kimse ile alay etmemek, içki içmemek, zina ve livate yapmamak gibi şeyler, bir şeyi yapmak değil, yapmamaktan ibarettirler Din istilahında bunlar farz ile değil, haram ile ifade edilirler Bu konuda "terletmeyi" de bir eylem yapma olarak görmek zorlama olur 2 Bu maddelerin pek çoğunun, diğerlerini de içine aldığından tekrar oldukları açıktır Mesela Kur'an-ı delil kabul etmek, dedikten sonra, anaya babaya iyilik etmek, akrabayı gözetmek, içki içmemek vs gibi şeyler hep onun tekrarı olmuş olurlarÇünkü Kuran'i delil sayan herkes bunları ve benzerlerini de zaten böyle kabul edecektir Keza dünyadaki şeylere ibret gözüyle bakmak ile, tefekkür etmek farklı şeyler değildir3 Ölümü hak bilmek gibi şeyler de farz telakki edilemez Çünkü ölümün hak, yani mutlaka gerçekleşecek olduğunu herkes bilir Zekatını verenin ayrıca sadaka vermesi ise zaten farz değildir4 Sıralamada hiçbir değer ve meratip gözetilmemiştir Mesela cünüplükten yıkanmak başlarda yer alırken, Allah'a şirk koşmamak gibi önemli bir yasak sonlarda zikredilmiştir 5 Bazı küçük günahlar sayıldığı halde, haksız yere adam öldürmek, sihir yapmak, zina iftirasında bulunmak, faiz yemek, cepheden kaçmak gibi büyük günahlar zikredilmemiştir Bu ve benzeri tutarsızlıklar "Elli Dört Farz" gibi bir terimin ilmi ve isabetli kullanılmadığının delilidirler Onun yerine "Dinin emir ve yasaklarının önemlileri" denerek, tekrarlardan uzak ve büyükten küçüğe doğru sıralı bazı temel prensipler verilse, en azından öğretici bir özetleme olmuş olabilir "Otuziki Farz" terimi ise "Elli Dört Farz"a göre daha tutarlıdır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EMÂNET

Birisinin koruması için bırakılan maddî ve manevî hak Emniyet edilip inanılan şey Peygamberlerde bulunan sıfatlardan biri de "emânet"tir Kur'an'a, Sünnete ve Resulullah'ın eşyasına da "emânet" denir
Resulullah, hicretten önce, kendisinde bulunan emânetleri sahiplerine iade etmişti Çünkü kâfirler ona "el-emin" olarak mallarını emânet ediyorlardı Hz Peygamber "emânete ihânetin münâfıkların alâmetlerinden olduğunu" söylemiştir (Buhâri, İmân, 64; Müslim, İmân, 106) Emânet, müminlerin de vasfıdır (el-Mü'minûn, 23/8) Vedâ Haccı'nda Rasûlullah, kadınların da erkeklere birer emânet olduklarını açıklamıştır (Ebû Dâvûd, Menâsik, 56) Yine Vedâ Hutbesi'nde Rasûlullah, "Size bir emânet bırakıyorum ki, ona sarıldıkça sapıklığa ve dinsizliğe düşmezsiniz Bu emânet Allah'ın kitabı Kur'ân ve benim sünnetimdir" (Buhâri, Tecrid, 1654; İbn Hişâm, es-Sire, IV, 603; Sahih ve Sünen'lerin Vedâ Haccı bölümleri) İbn Hanbel rivâyet eder: "Emânet sahibi olmayan kişinin gerçek imânı yoktur" (Ahmed b Hanbel, Müsned, III, 135)
Allah Teâla, "emânet" kavramını Kur'an-ı Kerîm'de çok geniş bir anlamda zikretmiştir: "Biz, emâneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onu yüklenmekten kaçındılar; onu insan yüklendi; çünkü o çok zâlim çok câhildir" (el-Ahzâb, 33/72) Bu genel anlamlandırmadan sonra, "Emanetleri ehline vermemizi, insanlar arasında hükmettiğimiz zaman adâletle hükmetmemizi emreder" (en-Nisâ, 4/58) Rasûlullah'ın şu buyruğu da emânete riâyetin yozlaşması durumunda neler olacağını açıklamaktadır: "Emânet kaybedildiği aman yani -işler ehli olmayanlara verildiği zaman- kıyâmeti bekle" (Buharı, İmân, 1) İsrailoğulları bu yüzden çökmüş ve sapmışlardı Beceriksiz, sorumsuz, ahlâksız, adâletsiz kimselere yetki vermişlerdi Halbuki İslâmî harekette, her işte en ehil kişilerin yeraldığı "Ulu'l-emr"e itâat sözkonusudur
Geniş anlamıyla, "Allah'ın tekliflerinin tamamına" emânet denilmiştir (Mecmuat'ul-Tefâsir, İstanbul 1979, V 142, 143) Usûl-i fıkıhta, Allah'ın insanlâra yüklediği bütün mükellefiyetlere emânet denilmiştir (Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fî Şerhi'l Mirkat el-Vüsûl, İstanbul, 1307, I, 591) Eşref-i mahlûkat, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak tanımlanan insan; Allah'ın öğüdü ve rehberi olan Kur'an-ı Kerîm ile ruhlar âleminde verdiği 'misâk'ı aldığı emâneti yerine getirmeye çalışmakla mükelleftir Bu manada, herhangi bir şekilde kendisine emânet edilmiş bir malı korumamak nasıl hâinlik olmaktaysa; daha geniş kapsamlı olarak Kur'ân ve Sünnet emânetini sahiplenmemek, İslâm'a yönelmemek ve İslâmî ilkeleri yaşamamak, yaşatmayı unutturmak veya engellemek de emânet ve emânet ilkelerine uymamak demektir (Ayrıca bk Vedia)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EMEKLİ, EMEKLİLİK

İslâm'da hastalığı veya yaşlılığı sebebiyle çalışamayan ve bir geliri de bulunmayan kimseler için önce nafaka hükümleri cereyan eder Ana-baba, yoksul düşünce, çocukları onlara bakmak zorundâdır (el-İsrâ, 17/23; el-Ankebût, 29/8; Lokman, 31/14-15; es-Serahsı, el-Mebsût, V, 222-229; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', IV, 30; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, III, 349 vd) Kardeşler ve diğer hısımlar arasında da mirastaki hisse durumlarına göre nafaka ödenir (el-İsrâ, 17/26; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s294-321) Hısımları yoksa veya onlar da yoksulsa, İslâm ülkesinde bütün vatandaşlar yoksulluk, yaşlılık, iflâs vBulletin durumlar karşısında devletin himayesi altında yaşarlar Bu bakımdan yaşlanmış ve bir geliri bulunmayan işçi, memur ve bütün yoksullar için temelde ayrıca emeklilik müessesesine ihtiyaç duyulmaz Yoksulun zekât dâhil, devletin bütün mal; kaynakları üzerinde hakkı vardır Ancak bu kapsamlı sosyal sigortanın işlemediği yerlerde işçilere, memurlara ve esnafa mahsus emeklilik müesseseleri de kurulabilir
İslâm hukuku prensip olarak emeklilik müessesesine karşı değildir Emeklilik bir çeşit yardımlaşma sigortasıdır Sigorta; her bir kişinin yükünü azaltmak amacıyla mümkün olduğu kadar çok kimse üzerine bir tek kişinin yükünün dağıtılması demektir İslâm sermayeye dayanan sigorta şirketleri yerine, mütekabiliyet ve işbirliği ile zirvesinde devletin bulunduğu bir sosyal sigorta teşkilini öngörmüştür
Hz Peygamber Medine'ye hicret edince yapılan 47 maddelik ilk anayasada bir sosyal güvenlik kuruluşu olan "maakil" sistemine yer verilmiştir Kuruluş şöyleydi: Bir kimse savaşta esir düşerse kurtarılması için bir fidye vermek gerekliydi Yine yaralama ve kasten olmayan öldürmelerde, zarar ve ziyanın yahut kan bedelinin ödenmesi gerekliydi Bunların miktarları çoğu zaman esir veya suçu işleyen kimsenin gücünü aşıyordu Hz Peygamber şöyle bir yardımlaşma teşkilatı kurdu:
Herkes kendi kabilesinin hazinesine bu iş için para yardımı yapacak; esirlik, yaralama veya öldürme hallerinde, yardımlaşma amacıyla kurulan bu fondan destek bekleyecekti Bir kabîlenin bütçesi yeterli olmazsa, diğer komşu kabîleler destek yapacaktı (M Hamidullah, İslâm'a Giriş, Çev: Kemal Kuşçu, İstanbul 1973, s201-202)
Daha sonra hadislerle maâkil sistemi, tazmini tek kişiye ağır gelen durumlarda hısımlar arasında yardımlaşma şekline dönüşmüştür Bir kimse diyet gerektiren bir suç işlerse, diyet miktarı ailenin ergenlik çağına gelmiş erkekleri arasında bölüşülür ve bunu eşit taksitlerle üç yılda öderlerdi Bir kişinin hissesine düşen diyet miktarı yılda dört dirhemi geçerse, mirastaki sıraya göre asabe * adı verilen diğer erkek hısımlar da âkîle * kapsamına alınır Eğer suçlunun hiç hısımı yoksa, diyeti kendi malından üç eşit taksitle üç yılda öder Yeterince malı yoksa diyeti devlet öder (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, V, Maâkil bahsi; ÖN Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye, III, 52-58)
Hz Ömer, karşılıklı yardımlaşmayı bir kimsenin mensup olduğu meslek, askerî, mülk; idare esaslarına veya bölgelere göre teşkilatlandırdı İhtiyaç sırasında bir fonun yetersiz olması halinde merkezî hazine veya vilâyet idârelerinin mahallî hazineleri bu üniteye yardım ederdi Diğer yandan Hz Ömer ihtiyaç sahibi olan bütün tebâ için bir maaş sistemi geliştirmişti Bu teşkilata "divan" adı verildi (M Hamidullah, age, s201-203) Bu yardımlaşma ünitelerinde biriken ve kullanılmayan sermayenin çoğaltmak amacıyla gelir getiren işlere yatırılması mümkündür Fonun geliri artınca, üyeler katılma payı ödemekten muaf tutulabilir Hatta büyük gelirler sağlanırsa onlara kâr da dağıtabilir
İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek mensuplarından kesilecek primler bir fonda toplanınca, bu sermayenin gelir getiren yatırımlarda üretilmesi gerekir Böyle bir fon giderek kendine yeterli hâle gelir ve üye ya da ortaklarına, katılma payı olarak aldığı primlerden çok daha fazlasını geri verebilir Bir ücret karşılığı çalışanların ücretinden kesilen primlerin bir fonda toplanmasıyla oluşan sermayenin işletilmesine Hz Peygamber'in mağara hadisinde işaret edilmiştir Allah Resulu, eski toplumlarda işçilerin haklarının gözetildiğini belirtirken özet olarak şöyle demiştir:
"Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere gitmekte iken, yolda fırtınaya yakalanarak bir mağaraya sığınırlar Fırtınanın getirdiği büyük bir kaya parçası mağaranın ağzını kapattığı için, içeride mahsur kalırlar Kendi aralarında konuşarak, 'Allah katında, en değerli olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için dua etmeye' karar verirler İlk ikisinin duasıyla kaya parçası biraz aralanır Bir işveren olan üçüncüsü şöyle niyaz eder:
'Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırmıştım Ücretlerini ödedim Ancak içlerinden birisi ücretini almadan bırakıp gitmişti Onun hakkını ticaretle işletip arttırdım Birçok malı oldu Bir süre sonra bana gelerek ücretini istedi Ben; 'gördüğün şu deve, sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana geldi' dedim 'Benimle alay etme' diye cevap verdi 'Seninle alay etmiyorum' dedim Bunun üzerine bütün malını alıp, gitti, hiçbir şey bırakmadı 'Ey Rabbim, bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam bizi bu mağaradan kurtar" Bu duanın arkasından mağaranın ağzını kapatan taş yuvarlanır ve oradan kurtulurlar (Buhâri, İcâre, 12; Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII, 37-41)
Mağara hadisinde ücret ve bu ücretin işletilmesi sonucu elde edilen kârın tamamı işçiye ait olunca, işçiden sosyal güvenlik için kesilen primlerin bir fonda işletilmesi sonucu,verdiğinden fazlasını geri almak mümkün ve câiz olur Yeter ki fonun işletilmesi İslâm; ölçüler içinde olsun
İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek sahipleri, emekli yardımlaşma kuruluşuna bağlılık gerektiren bir işe intisab ederken, kendisinden emekli oluncaya kadar prim kesileceğini ve bunların bir fonda toplanarak işletileceğini bilerek seçimini yapar Örfen de bu rızanın varlığını kabul etmek gerekir Çünkü bazı meslek kuruluşları, bu mesleğe girmek isteyenlere belli kurallar uygulamıştır Tarihte bunun örnekleri çoktur Osmanlılarda Ahîlik, Lonca ve Gedik gibi meslek kuruluşları bunlar arasında sayılabilir (Neşet Çağatay, Ahilik, Ankara 1974, s101; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s184-185)
Bir sosyal güvenlik kuruluşunu ortaklık olarak değerlendirmek mümkündür şöyle ki, bir işçi veya memurun maaşından sosyal yardımlaşma kuruluşu için her ay yüzde yirmi emekli primi kesilse, yirmibeş yıl devam eden çalışma süresince, fonda on milyon lira prim biriktiğini farz edelim Bu primlerin gelir getiren yatırımlarda çalıştırılarak yirmibeş yılda yavaş yavaş birkaç katına çıkmış olması gerekir Fonun toplam bilançosu; kesilen primler toplamı yirmimilyar, fonun mal varlığı ise yüzmilyar olsa, onmilyon emekli keseneği biriken işçi ve memurun, toplam fon üzerindeki hakkı, beş katına yükselmiştir Hak, on milyondan elli milyona çıkmıştır Böyle bir işçi fondan kıdem tazminatı, emekli maaşı, ölümünden sonra da eş ve çocukları maaş olarak elli milyona kadar alabilir Fon üyeleri kâr ve zarara ortak oldukları için, İslâm hukukunda inan şirketi ortağı gibidirler Kârın anlaşmaya göre, kesilen primlerin miktarına bakılmaksızın yüzde üzerinden değişik oranlarda paylaşılması bu ortaklıkta mümkün olduğu için, üyelerin farklı emekli maaşı alması statüyü bozmaz (es-Serahsı, el-Mebsût, XI, 152-154; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', VI, 57 vd; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kâdir, V, 20 vd)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EMEKLİLİK MAAŞI ÜZERİNE FAİZ EKLENDİĞİ İÇİN HELAL MI DEĞİL Mİ? Devlet memuru memuriyetten ayrıldıktan sonra memuriyetle ilişkisi kesilir Devlet maslahata binaen herhangi bir vatandaşa yardım edebildiği gibi emekli memura da toptan veya aylık halinde yardım edebilir Bu yardımı maslahata göre azaltır veya çoğaltır Bu yardım çoğaltılırsa dinen buna faiz veya riba denilmez Hülasa İslam'a göre devlet, memuriyetten ayrılmış olan kimseye emeklilik maaşını vermekle mükellef değildir Amma isterse az çok verebilir Başkasına da verebilir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EMR-İ Bİ'L-MA'RUF NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER

İyiliği emretme, kötülükten alıkoyma
Maruf, şerîatın emrettiği; münker, şerîatın yasakladığı şey demektir Başka bir deyimle Kur'an ve sünnete uygun düşen şeye maruf; Allah'ın râzı olmadığı, inkâr edilmiş, haram ve günah olan şeye de münker denilir (Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât, s505; M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2357-2358; V, 3118)
Yani marufu emretmek iman ve itaata çağırmak; münkerden nehyetmek de küfür ve Allah'a başkaldırmaya karşı durmaktır (Kadı Beydâvî, Envârü't-Tenzil, 2/232)
Kur'an-ı Kerîm'de, ''Sizden hayra çağıran, marufu emreden, münkerden vazgeçirmeye çalışan bir ümmet bulunsun İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Alu İmrân, 3/104) buyurulmaktadır Bu ayetle marufun emredilmesi ve münkerden menedilmesi işi bütün İslâm ümmetine farz kılınmıştır İslâm uleması bu görevi ümmet içinden bir grubun yapmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalkacağını, ancak hiç kimsenin yapmaması halinde bütün müslümanların sorumlu ve günahkâr olacağını söylemiştir (Yazır, age, II, 1155)
Başka bir ayet-i kerimede yüce Allah Şöyle buyurmaktadır: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz Marufu emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız; çünkü Allah'a inanıyorsunuz'' (Alu İmrân, 3/110)
Müminler, dünyadaki en hayırlı toplumdur ve iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan en güzel ahlâkla yetişmişbir toplumdur Bu toplumun korunması için bu ayetlerle dinin en önemli ilkeleri olan iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe, çağırmak emredilmiştir Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin Bu ise imanın en zayıf derecesidir'' (Müslim, İman, 78; Tirmizî Fiten 1I- Nesaî iman 17 İbn Mâce, Fiten, 20)
Marufu emretmek, münkerden alıkoymak sorumluluğunun ağır bir yük olduğunu Hz Peygamber (sas)'in şu buyruğu ortaya koymaktadır: "Bana hayat bahşeden Allah'a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir O zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez" (Ebû Dâvûd, Melâhim, 16; Tirmizî, Fiten, 9; İbn Hanbel, V, 388) şu âyet de ibretle düşünmeyi gerektirmektedir:
"onlar, (İsrailoğulları) birbirlerine hiçbir münkeri yasaklamadılar Yemin ederiz ki yapmakta oldukları şey çok kötü idi" (el-Mâide, 5/78-79) Yine başkâ âyetlerde müşriklerden başka, müminlerin karşısında münkeri emreden, marufu yasaklayan, böylelikle Allah'ın emir ve yasaklarına karşı çıkarak, emredilenin tam tersini yapan münâfıklar da zikredilir (bk et-Tevbe, 81/67)
Hz Peygamber'in çeşitli buyruklarında müslümanların her birinin birer çoban olduğu, elleri altındakilerden sorumlu bulunduğu, mü'minler arasında canlı ve sürekli bir toplumsal birliktelik ve beraberliğin olması, dâima zayıfın hakkının güçlüden alınmasından yana tavır takınılması, cihadın en faziletlisinin zâlim bir devlet başkanına karşı hak bir söz söylemek olduğu belirtilmektedir
Bir toplumda ma'rûfu emreden, kötülükten menedenler olmazsa giderek münker olan işler bírer kural haline, bir yaşama biçimi haline gelirler Şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır, doğruyu bozarlar; insanlara Allah'ı unuttururlar Böyle bir toplumda müslümanın tavrını yine âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz Peygamber (sas)'in şu buyruğunda bulmak mümkündür:
"Sizde iki sarhoşluk ortaya çıkmadıkça Allah tarafından gelen hak din üzere devam edersiniz: Cehâlet sarhoşluğu ve dünyaya aşın düşkünlük Siz iyiliği emreder, kötülüğe engel olur ve Allah yolunda cihad ederken içinizde dünya sevgisi oluşuverince iyiliği emretmez, kötülüğe engel olmaz ve Allah yolunda cihadı bırakırsınız O gün Kitap ve sünnetin emirlerini yaymaya çalışanlar Ensâr ve Muhâcirlerden İslâm'a ilk giren kimseler gibidirler'' (Bezzâr, Mecmau'z Zevâid, VII, 271); "İyileriniz zâlimlerinize yardakçılık eder; Fıkıh kötülerinizin, saltanat da küçüklerinizin eline geçer İşte o zaman fitnenin hücumuna uğrar ve birbirinize düşersiniz" (age, VII, 286); ''(Bu durumda ise) açık günahlar herkese zarar verir, kötüler iyilere musallat olur, iyilerin de kalbi mühürlenir, lânetlenirler Fitne günlerinde ise sabırlı olmak ateşi kor halinde elde tutmak gibidir" (Kenzü'l-Ummâl, II, 68-78)
Marufun emredilmediği, münker den alıkonulmayan toplumların nasıl helâk edildiği, nasıl Allah'ın azâbının onları kuşattığı Kur'an-ı Kerîm'de hemen her sûrede zikredilmektedir (A ' râf, 7/163 vd)
İslâm bilginleri, bir şeyden korkarak kötülüğe engel olmamanın âdeta o kötülüğü kabul etmek ve ona katılmak anlamına geldiğini; asıl korkunun Allah'tan korkmak olduğunu; iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek görevinin eceli yaklaştırmadığını ve rızkı kesmediğini; ancak göz göre göre tâkat dışı belâya direnmenin de câiz olmadığını söylemişlerdir (Kenzü'l Ummâl, II, 141 vd)
İnsanlar için en hayırlı topluluk olan İslâm ümmetinin bireyleri birbirlerinin bütün dertleriyle ilgilenen kişilerden meydana gelir Halbuki diğer bütün dinlerde iyilik ve kötülük her ferdin kendi sorunudur Meselâ Tevrat'ta, "Rab, Kabıl'e sordu: 'kardeşin nerede?' O da, 'Bilmem, ben kardeşimin bekçisi miyim?" gibi bir ifade vardır (Tevrat, Tekvin, 4/9)
Marufu emretmek, münkerden alıkoymak görevini İslâm ümmeti içinden öncelikle âlim olanlar üstlenir; yoksa bu iş câhillere bırakılmaz Çünkü câhiller her şeyi altüst ederler, kavram ve değer kargaşasına yolaçarlar Görevin yerine getirilmesinde ana ilke her müslümanın ahirette hesap vereceğini bilmesi bilincidir Toplumlar genelde ikiye ayrılırlar: Maruf toplumlar, münker toplumlar Münker toplumlar oluşmuş veya oluşmaktâ iken, müslümanların ma'siyete, münkere, tâğuta itaatten kaçınmaları farzdır (Ahmed b Hanbel, Müsned, II, 144) Yani müslümanların her münker toplumunu maruf toplum, İslam hükümlerinin yaşandığı toplum haline getirmeleri fârz kılınmıştır Çağdaş demokrâtik-laik toplumlar dini sadece Allah'la kul arasında bir mesele olarak görürler ve İslâm'ın maruf münker ilkeşinin sadece ahlâkı bir mesele olduğunu vâzederler Halbuki hayatın bütün yönlerini Allah ve Resulunün emir ve yasakları doğrultusunda yaşamak ve münker toplumları İslâmî toplum haline dönüştürmekle görevli olan müslümanların bu durumuyla demokratik ilkeler birbirine hem karşıt, hem de çelişiktir Bu sebeple müslümanların her zaman marufu emretmeleri, münkerden sakındırmaları mümkün olmaz; karşılarına münker toplumun emir ve yasakları çıkarılır İşte bu noktada müslümanlar için şu buyruk geçerlidir: "Ey iman edenler siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtanlar size zarar veremezler" (el-Mâide, 5/105) Çağdâş toplumla müslümanın çelişkisi onun, ancak Allah'a ve Resulune itaat edeceği gerçeğinden dolayı İslâmî bir devleti gerçekleştirmesini zorunlu kılar Bir yandan bu yolda çalışırken öte yandan münkerlerle mücâdele kesintiye uğramaz, marufun emredilmesinden geri kalınmaz Bu nokta şunun için önemlidir: Maruf, ne salt ahlakçılık demektir, ne de İslâm'ın ana ilkelerinin yerine insan haklarının geçirilmesidir Maruf, tek kelimeyle İslâm'ın kendisidir Münker de, aslı itibariyle veya ahlâkı açıdan sadece kötü şeyler değil, tam anlamıyla İslâm'ın yasakladığı her şeydir Yeryüzünün değişik yerlerinde, değişik rejimlerde ve şartlarda yaşayan müslümanlar için değişmeyen ölçü budur Bunun tek yöntemi de Rasûlullah'ın sünnetidir "Size peygamber neyi verdiyse onu benimseyiniz" (Haşr, 59/7)
Gerçek maruf-münker görevi, en başta insanın kendisinden başlayarak yapılır (Bk el-Bakara, 2/44) Bazı insanlar her devirde, Resule itaati söylerler, kendileri itaat etmezler; sadakayı emrederler, kendileri vermezler İşte şu ayet-i kerimede onlar uyarılmaktadır: "Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyiliği emredersiniz? Düşünmez misiniz?" (el-Bakara, 2/44) İyiliği emredip kendileri yapmayanlar için hesap gününde dudaklarının ateşten makaslarla kesileceği haberi verilmiştir (İbn Kesir, 1, 8)
İkincisi, Rabbin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağırmak, insanlarla en güzel şekilde tartışmak, azgınlara bile yumuşak söz söylemektir (en-Nahl, 1 6/ 1 25; Tâhâ, 20/43)
Sonuçta marufun emredilmesi, münkerin yasaklanması meselesi, sadece bir fetvâ olayı değil; aile, hukuk, siyaset ve ekonominin her zaman içiçe geçmiş bir şekilde şerîatın gerekleri doğrultusunda savunulması ve yaşanması demektir Bu, sistemli bir davet çalışmasını gerektirir İslâm'ın ilk yayılışı da böyle olmuştur İslâm'ın hâkim olmadığı düzenlerde, ehl-i kitab'a karşı veya müşriklere ve diğer gayri İslâmî zümrelere karşı tek geçerli davet metodu Resulullah'ın sünnetidir Bunu ancak Resulullah'ın sünnetiyle açıklayabiliriz Yoksa basit bir ahlâkçı, bir vâiz, hattâ bir muhtesib * gibi davranarak değil "Dirilerin ölüsü" olarak kalmak isteyen, yani eliyle, diliyle ve kalbiyle toplumdaki münkeri kötülemeyen kimse ne kötüdür Tevrat'ta: "Kişi iyiliği emr, kötülüğü yasakladığı takdirde kavminin nezdinde derecesi kötüleşir" denilerek İslâmî hâreket ve ahlâk saptırılmış, dinin esası tahrif edilmiştir O sebeple Allah katında din olarak yalnız İslâm geçerlidir
Öte yandan, İslâm toplumlarında ise marufun emredilmesi, münkerin yasaklanmasında ictihada giren konularda uyarıcılık yapılmaz Meselâ Hanefiler, unutularak besmelesiz kesilen hayvanın etini yiyen bir Şâfiîye, "Bu yediklerin haramdır" şeklinde bir uyarıda bulunamaz; zira bunlar Şâfiî'ye göre helâldir İşte emri bi'l-mâ'rûf nehyi ani'l-münkeri herkesin yapamamasından kasıt budur Ancak, herkesin bildiği büyük-küçük günahlar, dinin kesin yasaklamaları hakkında herkes bu görevi yerine getirir (İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi'd-Din, Emri Bi'l-Mâ'ruf ve Nehyi Ani'l-Münker bölümü) Fakat Şâfiîler, besmelesiz kesilen hayvanların etini yemek isteyen Hanefilere ikazda bulunabilir Gerek Allah hakları, gerekse kul hakları olsun bütün ma'rûf ve münkerlerde önce sözlü, sonra fiilî uygulama esastır Mutezile ise kul hakkıyla ilgili olmayan meselelerde sözle veya fiille uyarıcılığı kabul ederken; bunu da ancak imamın yapabileceğini, fertlerin karışamayacağını savunmuştur
Enes b Mâlik'ten rivâyet edilen bir hadiste şöyle bir hüküm bulunmaktadır: "Biz Allah'ın Resulune 'Ey Allah'ın Rasûlü, biz iyiyi tamamen işlemedikçe emredemez miyiz? Kötülükten tamamen sakınmadıkça menedemez miyiz?' diye sorduk Resulullah şöyle buyurdu:
"Siz iyiliğin tamamını işlemezseniz dahi iyiliği emrediniz Siz kötülüğün tamamından sakınmasanız dahi kötülükten sakındırınız" (Taberânî)
Hz Lokman'ın oğluna öğüdü her zaman ve mekanda uyarıcının hâlini beyan eder: "Yavrum, namazı gereği üzere kıl; iyiliği emret ve fenâlıktan alıkoy Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan Çünkü bunlar kesin olarak farz kılınan işlerdir" (Lokman, 31/17)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
EMVÂL-İ BÂTINA (ZEKATTAN GİZLENEN MALLAR)

Bâtını veya gizli mallar Gizli olan veya zekât memurlarından gizlenmesi mümkün ve kolay olan mallar bu gruba girer Bunların tam olarak tespiti zordur Ancak sahiplerinin beyanı, herhangi bir yerde emânet edilmiş olmalarıyla tesbitleri mümkün olabilir Altın, gümüş, nakit paralar, mücevherât ve ticaret malları bu çeşide girer Evinde altın zinet eşyası bulunduran bir kadın bunların varlığını zekât memuruna bildirmezse, araştırma yaparak bunları tesbit etmek imkânsızdır Bu yüzden gizli malların zekâtı, sahiplerinin vermesi için devlet mâliyeşinin kontrolü dışında bırakılmıştır
Hz Osman devrine kadar ister gizli olsun, ister açık bütün malların zekâtı devlet tarafından alınmaktaydı Hz Osman'ın hilâfeti zamanında devlet gelirleri arttı Ticaret malları ile nakit paranın tesbit ve kontrolü zorlaşmaya başladı Bunun üzerine Hz Osman bâtını malların zekâtını sahibinin isteğine bıraktı Bu mallara sahip olan kimseler, devlet başkanının vekili kabul edilerek zekâtlarını muhtaçlara bizzat vermekle yükümlü tutuldular Sâib b Yezid şöyle diyor: "Hz Osman'ın minbere çıkarak şöyle dediğini duydum: 'Bu ay zekât verme ayıdır Kimin üzerinde zekât borcu varsa, borcunu ödesin" Hz Osman devrinde başlayan bu uygulama günümüze kadar bu şekilde devam edegelmiştir (el-Kâsânı, Bedâyiü's-Sanâyi', I!, 7; Seyyid Sâbık, Fıkhu's-Sünne, I, 204) Ancak İslâm devleti uygun gördüğü takdirde emvâl-i bâtınanın zekâtını da toplayabilir Bunların toplanıp emvâl-i zâhire ile birlikte tek elden yani devlet eliyle dağıtılması çok daha yararlı olur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ENFLASYON KARŞISINDA PARANIN DEĞER KAYBINI, FAİZ HADLERİNİ UYGULAYARAK KARŞILAMAK CAİZ MİDİR? Daha önceden de anlaşıldığı gibi düşük de olsa faizli bir muameleye girmek caiz değildir Şimdilik muamele faiz sayıdığına ve istikbaldeki durumu meçhul olup her an değişmesi mümkün olduğuna göre hüküm değişmez Yalnız borcu kapatmak hususunda Ebu Yusuf'a göre durum değişir Mesela bir kimse bir milyon liralık parayı bir seneliğine faizle birbuçuk milyona verirse faizli olduğundan haramdır Yalnız bir sene sonra daha önce verilen bir milyon para enflasyon sebebiyle ödeme anında birbuçuk milyona tekabül ederse onu, yani başlangıçta verdiği bir milyon alması caizdir Çünkü bu para altın ve gümüş olmadığı ve değeri itibari olduğu için kendisine itibar edilen değere göre muamele görür
 
Üst Alt