M.N > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik) >

ceylannur

Yeni Üyemiz
METÂF(TAVAF YAPARKEN DÖNÜLEN YER)

Dönme yeri, tavaf yaparken dönülen yer; Arapça tavaf kökünden yer ismi; Kâbe-i Muazzama'nın çevresinde, tavaf yaparken yedi defa dönülen alan
Metaf'ın mahalli veya yeri, Kâbe'nin çevresidir Çünkü Allah Teâlâ, " ve eski ev (Kabe) yi tavaf etsinler" (el-Hacc, 22/29) âyetinde Kâbe'nin tavafını emretmektedir Kâbe'nin tavafı demek; Kâbe'nin çevresinde dolaşmak demektir Bu yüzden Mescid-i Haram'da yapılacak olan tavaf Kâbe'ye yakın veya uzak olsa da caiz olur Ancak tavafın Mescid-i Haram dahilinde olması gerekir Meselâ Zemzem kuyusunun bulunduğu yerin arkasından veya Mescid'in iç kısmında olmak şartıyla duvarlarına yakın bir yerden tavaf yapılsa bu da yeterli olur İzdiham veya korku zamanlarında tavaf alanının geniş tutulması kolaylıklar sağlar
Buna karşılık bir kişi Kâbe'yi tavaf ederken, Mecsid-i Haram'ın dışına çıksa ve kendisi ile Kâbe arasında mescidin duvarları bulunsa, bu tavaf câiz olmaz Çünkü söz konusu duvarlar tavaf alanını sınırlamaktadır Bu kişi Kâbe'nin çevresinde tavaf yapmamış sayılacağından, yaptığı tavaf caiz değildir Zira o kişi, böyle bir durumda Kâbe'yi değil, Mescid-i Haram'ı tavaf etmiş demektir Aksi takdirde, Mescidin duvarlarının dışının da Metaf sayılarak tavaf burada da mümkün olsaydı; Mekke'nin çevresinde, hattâ Harem-i Şerif'in dışında da Kâbe'yi tavaf etmek caiz olur, böylelikle bu sınır daha da genişleyerek bütün dünya tavaf alanına girebilirdi Böyle bir tavaf da tavaf olamazdı Halbuki ayet-i kerime bizzat Kâbe'nin tavaf edilmesini emretmektedir Bu tavaf da ancak Metaf dahilinde olabilir
Diğer yandan Kâbe'nin altın oluğunun bulunduğu kuzeyinde; Hanefi makamının önündeki yarı dairelik mermer duvarla çevrili olan ve adına
"Hatim" denilen yerin iç kısmı tavaf alanının dışında kabul edilir Bu yüzden de tavafın Hatim'in dışından yapılması gerekir Çünkü, altınoluk tarafında, kısa duvarla çevrili Hatim denilen küçük bir alanın, Kâbe'ye (Beyt) dahil olduğu hadisle sabittir
Abdullah İbn Zübeyr (ö 72/691) Hz Aişe'nin (ö 57/676) şöyle dediğini nakletmiştir: Rasûlüllah (sas) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar yeni müslüman olup da küfür zamanına yakın olmasalardı, bir de bina yapımına yetecek kadar para bulunsaydı "Hıcır" dan beş zira miktarı bir yeri Kâbe ye ilâve ederdim Ve insanların birinden girip diğerinden çıkacağı iki kapı yapardım" (Sahih-i Müslim, Matbaa-ı Âmire Tab'ı, IV, 98)
Yarım ay şeklindeki Hatim duvarının içinde kalan ve Hıcr-ı İsmail denen yer, Hz İbrahim (as)'ın inşa ettiği asıl Kâbe'nin binasına dahilken, İslâm'ın çıkışından önce, Kureyş'in temelden itibaren yaptıkları bir tamir sırasında bu yer Kâbe duvarlarının dışında bırakılmıştır
Esved b Yezid (ö75/694) yoluyla gelen bir rivayette Hz Aişe şöyle demiştir: "Nebi (sas)'e, Hıcr-ı, İsmail'in duvarının Beyt'ten olup olmadığını sordum: "Evet, duvar Beyt' tendir" buyurdu "Kureyş için ne engel vardı ki, bu duvarı, yani Hıcr'ı, Beyt'in aslına ilâve etmediler" diye sordum Şöyle cevap verdi: "Kureyşin bu Hıcr'ı, Kâbe ye ilâve etmeye bütçeleri yeterli olmadı Bunun için Beyt'i daraltma yoluna gittiler" (Sahih-i Buhâri, Mısır(ty), II, 146, 147)
Abdullah İbn Zübeyr'in Mekke emirliği sırasında Yezid'in Şam'dan gönderdiği bir ordu, mancınıkla atılan taş ve yağlı fitillerle Kâbe'yi tahrip etmişti Bunun üzerine Abdullah İbn Zübeyr, istişâre ve istihârelerden sonra Kâbe'nin temellerini açarak, Hıcr-ı da dahil etmek suretiyle, yukarıdaki hadislere uygun bir yapı meydana getirdi Ancak bu durum uzun sürmedi Emevi hükümdarı Abdülmelik b Mervan'ın 73 Hicri tarihinde Haccac'ın komutasında gönderdiği bir ordu, Kâbe'yi ikinci defa tahrip etti ve İbnü'z-Zübeyr şehit edildi Kâbe yeniden, Hıcr kısmı dışarıda kalacak şekilde Hz Peygamber devrindeki şekliyle inşa edildi Bundan sonra da zaman zaman tamirler olmakla birlikte Kâbe'nin yapısında bir değişiklik olmadı
Günümüzdeki devam eden şekli budur (ez-Zebîdi, Tecrid-i Sarih Tercemesi, 7 baskı, Ankara 1984, VI, 36-43)
Tavafın Hıcr mevkiinin dışından dolaşarak yapılması bu hadisler sebebiyle vâcip hükmündedir Bu, terkedildiği takdirde, tavafın yenilenmesi veya bir kurban cezası gerekli olur (bk el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1394/1974, II, 131, 132; "Hacc",
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
METRÛK ARAZİ
Terkedilmiş, hal üzerine bırakılmış arazi Toplum yararına terkedilmiş toprakları ifade eden bir Islam hukuku terimi Osmanlı Devletinin arazî uygulamasında toplumun istifadesine bırakılan yerler iki kısma ayrılmıştır

a) Bütün ülke halkının istifadesine arzedilmiş yerler: Umumî yollar, parklar, meydanlar, namazgahlar gibi
b) Belli bir yerleşim merkezindeki halkın istifadesine ayrılmış yerler: Otlak, kışlak, baltalık gibi

Herkesin menfaatine terkedilmiş (metruk arazi) topraklar ve yerlerde, özel mülkiyete konu olamaz Bu topraklar tahsis edildikleri maksada hizmet eder Bütün ülke halkının istifadesine bırakılmış yerlerin işgali, istifadeye engel olacak şekilde şahıslar tarafından kullanılması, zaptı gibi durumlarda her vatandaş müdahalenin engellenmesini dava edebilir Köy ormanı, merası, kışlağı, yaylası gibi merkezlerdeki ahalinin istifadesine terkedilmiş yerlerden de yalnızca bu yerde oturanlar istifade edebileceklerdir (Kanunname-i Arazi, Madde 91 vd)
Islâm Hukukunda toprak üzerinde Devlet Mülkiyeti, Kamu Mülkiyeti, Şahıs Mülkiyeti olmak üzere üç farklı mülkiyet hakkına yer verilmiş ve bu ‚ mülkiyetler meşrû görülmüştür
Ayetler, hadisler, sahabe uygulamaları ve Islâm hukukçularının içtihadları incelendiği zaman, toprağa devlet ve kamu yanında gerçek kişilerin de sahip oldukları ve bunun meşrû sayıldığı ortaya çıkar Araziler; malikin devlet veya gerçek kişi olması, intikal yolu ve imkânı dikkate alınarak taksim edilmiştir Bu konuda en gelişmiş bir taksim 1274/1858 tarihli Arazi Kanununda (Kanunnâmi-ı arazi) yer almıştır
Bu Kanunnameye göre arazi beş kısma ayrılmıştır:
1- Mülk arazi (arazi-i memlûke): Tam mülkiyeti sahiplerine ait arazi olup dört çeşittir:

a) Şehir, kasaba ve köylerin içindeki arsalar ile bu yerleşim merkezlerinin yakın civarında bulunan yarım dönüme kadar olan topraklar
b) Mirî (devlete ait) araziden ayrılarak meşrû bir şekilde şahıslara temlik edilen arazi
c) Öşür arazi (arazi-i üşriyye): Savaşılarak fethedildikten sonra beşte biri devlet (beytülmal) adına çıkarılıp geri kalanı, savaşa katılanlara, yahut diğer müslümanlara dağıtılan arazi ile fetihten önce ahalisi umumiyetle müslüman olup, fetihten sonra bunların ellerinde bırakılan arazidır
d) Haraç arazi (arazi-i harâciyye): Bu arazi çeşidi de kendi içinde üç kısma ayrılmaktadır: 1- Savaşta fethedilen bir ülkenin, müslüman olmayan yerlileri elinde bırakılan toprakları 2-Fethedilen ülkenin gayrı müslim yerli ahalisinin elinde bırakılmayıp, başka yerlerden getirilerek oraya yerleştirilen gayr-ı müslimlere temlik edilen arazi 3- Savaş ile değil de sulh yoluyla Islâm ülkesine katılan ülke arazisi

2- Devlet Arazisi (arazi-i mirîyye, arazi-i memleket): Bu da beş kısma ayrılır:

a) Fethedildiği zaman gayrı müslim sahiplerinin elinde bırakılmamış, başka gayrımüslimlere verilmemiş, müslümanlara dağıtılmamış olup devlet adına korunan, devlete mal edilen arazi
b) Savaşla mı, barışla mı alındığı, nasıl verildiği bilinmeyen arazi
c) Aslında mülk arazi iken zaman içinde malıkleri kalmamış ve halen kime ait olduğu bilinmeyen arazi
d) Kökü (rekabesi) devlete ait olmak üzere yetkili makamın izni ile ihyâ edilen arazi
e) Aslında mülk arazi iken sahipleri varissiz, vasiyyetsiz ve borçsuz olarak öldüğü için beytül-male intikal eden arazi

3- Vakıf arazi (arazi-i mevkûfe) 4- Metruk arazi (Kamu yararına terk edilmiş) arazi Bu da iki çeşit olup yukarıda açıklanmıştır (H Karaman, M Islâm Hukuku, III, 68-71)
Bir kimse umumun yolu üzerinde binalar kurmak veya ağaçlar dikmek gibi bir şey yapamaz; yapacak olursa bu ağaç ve binalar derhal kaldırılır (Mecelle, madde 1644) Sonuç olarak hiç kimse halkın yolunda tasarruf hakkına sahip olamaz; tasarruf eden olursa, alıkonur (Mecelle, madde 96) Halkın işlerinde özellikle hak sahibi olan hilâfet makamıdır Bu nedenle halifenin izni ile halkın geçtiği yolda tasarruf edilebilir (Mecelle, madde 1217), (madde 926-927); (Arazi-i Kanunname-i Hümâyun şerhi, 309 vd)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MEVÂT ARAZÎ Ölü arazi Mülkiyetinin iktisabı bakımından özellik arzeden toprak çeşitlerinden biri Roma hukukundan beri hemen bütün hukuklar bu çeşit arazının yalnızca işgal ile yanî "mülkiyeti iktisab niyetiyle üzerinde zilyedlik tesis etmek suretiyle" hususi mülkiyet konusu olacağı hükmünü benimsemişlerdir
İslâm hukuku toprağa herhangi bir eşya gibi bakmamış, gerek elde edilişine ve gerekse tasarrufuna bazı farklı hükümler getirmiştir
Diğer sahipsiz (mübah) mallara mâlik olabilmek için, o şey üzerinde meşrû zilyedlik kurmak (ihraz) yeterli iken; toprağa mâlik olabilmek için, buna "ihyâ" şartı eklenmiştir
Hz Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Henüz hiç kimsenin eline geçmemiş bulunan bir şeyi kim ilk önce ele geçirirse o şey, o kimsenin olur" (Ebû Dâvud, Imâre, 36, HNo: 3071)
Esmer b Müderris bu hadisi naklettikten sonra şöyle demiştir: Hz Peygamber bu sözü söyleyince herkes araziye dağılarak işgal etmek istedikleri toprak parçalarını adımlayıp işaretlemeye başladı
Başka bir hadiste buna ihya unsuru eklenir "Kim ölü bir toprağı ihyâ ederse, o toprak onundur Haksız dökülen ter için bir hak yoktur" (Buhârî, Hars, 15; Ebû Dâvud, Imâre, 37; Tirmizî, Ahkâm, 38; Mâlik, Muvatta', Akdiye, 26, 27)
Bu iki hadis bir arada değerlendirilince; sahipsiz bir araziyi ilk işgal eden onun üzerinde öncelik hakkına sahip olur Burasını ihya edince de ona mâlik olur Ancak bir araziyi çeviren kimse yıllarca ihya etmezse ne olur? Bu konuda boşluğu Hz Ömer uygulamayla doldurmuştur Salım b Abdillah şöyle nakleder: Hz Ömer devrinde arazi çevirip yıllarca ihya etmeden bekletenler vardı Bunu gören Hz Ömer; ikinci hadisi hatırlatarak çevirmenin yeterli olmadığını, hatta Ebû Yûsuf'un naklettiğine göre, Hz Ömer minberde hitabederek; çevirenin araziyi üç yıl içinde ihya etmezse, bir hakkı kalmayacağını ilân etmiştir (Yahya b Adem, el-Harâc, Nşr A M Şakir, 1384, No: 286, 271, 280; Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Tahk MH Hurrâs, Kahire 1395/1975, No: 7014; Ebû Yusuf, el-Harâc, Kahire 1396, s 70, 71)
Mecelle, ölü arazılerin ihyasına bir bölüm ayırmış, (Madde 1270-1280) ihyanın mahiyet ve hükümlerini düzenlemiştir Buna göre bir kimse, devlet yetkililerinin izni ile ölü araziden bir parçayı imar ve ihya etse ona malik olur Bu izin malik olmak için değil de yalnızca faydalanmak (intifa) için olursa ihya mülkiyet kazandırmaz İhya edenin böyle bir arazide yalnız yararlânma hakkısöz konusu olur (Madde 1272)
Araziye tohum ekmek, fidan dikmek, nadas haline getirmek, sulamak, sulama kanalı veya arkı yapmak, ihya sayılır (Madde 1275)
Mecelle'ye göre sel suyunun girmesini önleyecek kadar duvar çekmek, yahut etrafını yükseltmek, sınır koymak, ihya niteliğindedir ve mülkiyet iktisabı için yeterlidir (Mad 1276) Mülkiyet iktisabı için yeterli olmayan sınır koyma ise, "arazinin etrafını taş, diken, kuru ağaç dalları ve benzeri ile çevirmek, arazının içini ayıklamak, dikenlerini yakmak, içinde kuyu kazmak, otunu biçip etrafa yığarak üzerine de sel suyunu önlemeyecek şekilde toprak koymaktır (Madde 1277-1278) Ihya, mülkiyet iktisabı için sebep teşkil ederken, sınır koymak yalnızca üç yıl için ihyaya öncelik hakkıverir Bu süre içinde ihya etmeyen kişiden sınır koyduğu toprak alınıp başkasına verilebilir (Madde 1279)
Mecellede zikredilmemiş olmakla birlikte ölü arazi vasıtlarına uygun bataklıkların kurutulması ve benzeri yerleri ihya için değerlendirmek mümkündür
Bunların dışında ihya niteliğinde iki toprak alanı daha söz konusu olabilir Göl veya nehir yatakları ile, denizde dolgu yapılan yerler

a) Göl veya nehir suyunun çekilmesi: Eskiden beri göl veya nehir bulunan yerde suların çekilmesi veya kesilmesi sonucu ekilebilir arazı meydana çıksa artırma yoluyla isteyene verilebilecektir Bu gibi yerlere mîrî araziye ait hükümler uygulanır
Öteden beri göl veya nehir olmayıp sahipli arazi iken su çıkan ve göl haline gelen yerin sonradan suyu çekilirse yine arazinin eski sahibine ait olacağı, maddede geçen "eskiden beri" kaydının gereğidir
Aslında göller ve nehirler ortak mübah mallardan olduğu ve bu vasıf larıyla âmmenin hakkına konu oldukları için, suyunun tekrar gelmesi veya çıkması ihtimalı mevcut olursa, toprağın tasarruf için bir kimseye verilmesi câiz değildir
b) Denizlerin doldurulması: Denizin doldurularak ekime elverişli arazi kazanılması daha zordur Deniz doldurularak elde edilecek yerler ancak arsalar ve küçük bahçeler olabilir Bu sebeple olmalıdır ki, KA132 maddesi denizden doldurulan yerleri mirî arazı değil, mülk arazi hükümlerine tabi kılmıştır Buna göre bir kimse devletten izin alarak denizden bir yer doldursa, o yere mâlik olur Burada doldurma işi ihya gibi kabul edildiğinden bedel de zikredilmemiştir Yani dolduran kimse bir bedel ödemeksizin o yerin mülkiyetini iktisab etmiş olmaktadır İzin almasına rağmen, üç yıl içinde doldurma işini yapmazsa, hakkını kaybeder ve aynı yer için bir başkasına izin verme imkânı doğar Bu hükümde de sınır koymanın verdiği üç yıllık öncelik hakkı emsal alınmış olmalıdır Denizin izinsiz doldurulması halinde, doldurulan yer, devlete ait olacağı için, devlet bu yeri, rayıç bedel üzerinden doldurana veya bir başkasına satabilecektir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MEVHÛB(HİBE EDİLEN ŞEYLER)

Bağışlanan, hibe edilen şey Vehebe kökünden ism-i mef'ûl Hibe sözcüğü ise mastar olup"bağışlamak" anlamına gelir Arapçada genel olarak; atiyye, nihle, sadaka ve hediye sözcükleri de "mevhûb" ile eş anlamda kullanılır
İslâm hukuku açısından bir akit teşkil eden hibede bağışlayan kendisine bir şey bağışlanan ve bağışlanan mal, ana unsurları oluşturur Bunlardan bağışlayana "vâhib"; kendisine bağış yapılana "mevhûbun leh" ve bağışın konusuna da "mevhûb" denilir (Mecelle Madde, 83; AbdulKadir Şener, İslâm Hukukunda Hibe, s11)
İslâm hukukuna göre hibe akdinin geçerli olması için, bağışlanan şeyde şu şartların bulunması gerekir:
1) Bağışlanan şeyin bağış sırasında mevcut olması, Hanifî, Şâfiî, Ahmed b Hanbel ve Zâhirîlere göre hibe konusu olan şeyin bağışlandığı sırada bağış yapacak olanın tasarrufu altında bulunması gerekir Buna göre bir bağın meydana gelecek üzümünü veya bir hayvanın doğacak yavrusunu hibe etmek geçerli değildir Çünkü mevcut olmayan bir şeyi satmak caiz olmadığı gibi, hibe etmek de geçerli olmaz O şeyin meydana gelmeme rizikosu bulunduğu için akdi ifa imkansızlığı doğabilir Böyle bir hibe yapılmışsa mal meydana geldiğinde yeni bir akit daha yapmak gerekli olur (Mecelle mad 856; İbn Abidin, Reddül-Muhtar IV, 782)
2) Bağışlanan şeyin, bağışlayanın kendi malı olması, bağışlanan şeyin akit sırasında, bağışlayanın kendisine ait olması şarttır Buna göre bir kimse kendisinde emanet olarak bulunan veya kiracı sıfatıyla zilyed olduğu, yahut ta âriyet alan sıfatıyla elinde bulunan şeyleri hibe edemez Başkasına ait bir malı izinsiz olarak hibe etmek geçerli değildir Fakat hibe ettikten sonra sahibi kabul ederse geçerli olur (Mecelle, mad857)
Kişinin sahip olmadığı bir şeyi başkasına temlik etmesi muteber değildir Ancak temsil yetkisi olmayan bir kimse (fuzuli)nin sahibine danışmadan bir malı başkasına Hibe etmesi halinde, bu aktin sıhhati, teberru ehliyetine sahip olan malikin kabulüne bağlıdır Malın sahibi kabul ederse geçerli olur, aksi takdirde akit ortadan kalkar Ancak bir baba velisi bulunduğu çocuğunun malını birine hibe etse, bu akit geçersiz olur Çünkü babanın çocuğunun malında, onun aleyhine olacak bir tasarrufta bulunma yetkisi buna teberru ehliyetine sahip olmayan çocuğun icazet vermesi de imkânsızdır (el-Bundârî, Şerhu'l-Ukudi'l-Medeniyye, el-Hibe, Kahire 1973, s 74)
Bağışlanan malın, mütekavvim mal niteliğinde olması gerekir Alım-satımı veya yararlanılması şer'an mübah olan mala mütekavvim mal denir Bu yüzden murdar olmuş bir hayvanın eti veya domuz ve benzeri şeyleri müslümanlar arasında hibe etmek geçerli olmaz (Abdurrahman el-Cezîri el-Fıkh Alal-Mezâhibil-Erbaa, III, 403) Çünkü bu gibi mallar, müslümanın elinde ekonomik bir değer taşımaz
Osmanlı devrinin örfi hukukunda rakabesi devlete ait olan miri arazının alım-satımı, hibe ve vakfedilmesi caiz değildi (Abdulkadir Şener age, 34)
Bağışlanan mal, vakıf malı olmamalıdır Çünkü vakıf malların ve vakfa bağlı hayratın ebediliği, ancak bu malların demirbaş olarak kalmasıyla sağlanabilir Nitekim rivayet edildiğine göre, Hz Ömer'e Hayber gazvesinde iyi bir arazi düşünce o, Hz Peygamber'e: "İstersen onun aslını vakfet, gelirini tasadduk et!" buyurmuştu Hz Ömer de bu talimata göre hareket ederek bu arazının satılmayacağını, hibe edilemeyeceğini, miras olarak da kimseye intikal etmeyeceğini şart koşmuştu (Buhâri, Vasaya, 22, Şurût, 19)
3) Bağışlananın, bilinen ve belirlenmiş bir mal olması,
İslâm hukukuna göre, herhangi bir çekişme veya anlaşmazlığa yol açmaması için hibe edilen şeyin muayyen ve malum olması gerekir Buna göre, hibe eden tayin etmeksizin malından bir şeyi veya "şu iki atımdan birini sana hibe ettim," dese geçerli olmaz Eğer "bu iki attan hangisini dilersen senin olsun" dese ve bağışlanan kimse hibe yapılan yerde atlardan birini belirlerse geçerli olur Ancak hibe mahallinden ayrıldıktan sonraki, belirlemesi bir hüküm ifade etmez (Mecelle, mad 855)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MEVLİDİN YERİ NEDİR? FARZ MI, SÜNNET Mİ? AÇIKLAR MISINIZ?
Mevlid ne farz, ne vacipne de sünnettir Peygamber (sav)'in vefatından sonra ihdas edilmiştir Ancak hangi tarihte ihdas edildiğine dair kesin bir vesikaya rastlanmamıştır Sehavi'ye göre Peygamber (sav)'in irtihalinden üç asır sonra, İbn ül-Cevziye göre de yedinci asırsa Erbil Meliki al-Muzaffer Abu Sa'id tarafından ihdas edilmiştir
Mevlid okutup, merasim yapmanın iyi olup olmadığı hakkında ihtilaf vardır
Maliki ulemasından Şeyh Tac du-Din Ömer bin Ali al-Lahmi;mevlid okutmanın caiz olmadığını ve bid'at-ı seyyi'e olduğunu kaydediyor İbn Hacer al-Askalanide, mevlid hakkında şöyle diyor: "Asr-ı Saadette ve selef-i salihin zamanında hiç kimse mevlid merasimi tertip etmemiştir Hicretten üç asır sonra ihdas edilmiştir Mevlid'in iyi tarafları vardır İyi tarafları yapılırsa bid'at-ı hasenedir Yoksa bid'at-ı seyyi'edir Mevlid'in meşru'iyetine dair güclü bir vesika buldum: Buhari ile Müslim'de sabit olmuştur ki, Peygamber (sav), Medine'ye geldiğinde Yahudilerin aşure günü oruç tuttuklarını gördü, onlara oruç tutmalarının sebebini sorunca şöyle dediler: Bugün Allah'ın Fir'avnı denizde boğduğu ve Musa'yı kurtardığı bir gündür Bunun için Allah'a şükür eder ve oruç tutarız Bunun üzerine Peygamber (sav) buyurdu ki: "Biz Musa'ya daha yakınız” Bundan anlaşılıyor ki böyle bir günde Allah'a şükür etmek tam yerindedir Mevlid merasiminin de Peygamber (sav)'in doğum günü olan Rebi'ul-Evvel'in onikinci gecesinde olması için dikkat etmek lazımdır Başka zamanlarda mevlid okutup merasim tertip etmek ma'nasızdır”
Sonuç: Peygamberin doğduğu günde müslümanların bir araya gelip Peygamberin hayat ve ahlakını anlatan bir eseri dinlemeleri, ona salavat-ı şerife getirmeleri iyi bir bid'attır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MEVLIT
Bazı kitaplarda iyi ve sevap yüklü olduğu, diğer bazı kitaplarda ise bid'at olduğu yazılı Şu andaki uygulanış şekli ile mevlidin durumu nedir? Nasıl uygulanırsa Islâma göre daha güzel ve faydalı olur?
Mevlid, genellikle Resûlullah'ın doğum günü yıldönümlerinde belli makam ve tegannilerle okunan övgü, gazel ve kasîdelerdir Övgüde haddi aşan sözler ihtiva etmedikten sonra, aslı itibari ile, Allah'ın (cc) övdügü bir zatı övme demek olacağında, güzeldir Ka'b b Züheyr meşhur "Bânet su'âd"m Resûlullah zamanında yazmış ve onu övmüştür, kendilerinden de iltifat görmüştür Yine Bûsirî'nin meşhur "Bürde"si bu kabildendir Nihayet bizde okunan ve en meşhur mevlid kasîdesi haline gelen Süleyman Çelebi'nin "Vesîletü'n-Necât"i da bunlardan biridir Rasûlullah'i çok gerçekçi, içten ve güzel övmüştür Birçok faydalı bilgiler, sufiyane nükteler ve öğütler içermektedir
Ancak mevlid, sonraları resmî bir merasim halini almış ve Mısır'daki Şiî Fâtimiler devrinde, ilk defa bu özellikte uygulanmaya başlanmıştır Hattâ onlar Hz Ali, Fatıma ve devrin halifesi adına da mevlid okutur olmuşlardır Mevlit, Osmanlılar'da da 4 Murad devrinden itibaren, teşrifatlarda resmen yer aldı (170 iA Mevlid md) Böylece asıl gayesinden yavaş yavaş uzaklaşarak bid'atleşmeye ve bid'atler içermeye başladı Derken bu bid'atlar, günümüzde olduğu gibi, doruk noktasına ulaştı Buna göre mevlid, sorunuzda da değinildiği gibi güzel ve sevap bir uygulama da olabilir, bir bid'at ve günah olarak da icra edilebilir
Güzel bir davranış olabilmesi için;
1 Dînî bir emir ve merasim görülmezse, yani dinimizde böyle bir ibadet şekli vardır gibi sakat bir kanaat beslenmezse

2 Ölülere bir faydası olacağına inanılmazsa,
3 Kadın erkek bir yerde mevlit okutulmazsa
4 Mahremliğe dikkat edilirse, kadınlar yabancı erkeklere süslü ve kokulu halde gözükmezse,
5 İsraf ve benzeri haramlardan kaçınılırsa,

6 Mevlit toplantısı çeşit çeşit börek, çörek, pasta ve ev eşyaları ile bir gösteriş halini almaz, böylece fakirlerin gıpta damarlarını kabartıp onları hasetliğe zorlamaz sadelikte olursa,
7 Sırf Rasûlullah'i övme, tanıtma, mevlidin içerdiği öğütleri başkalarına duyurma, güzel tegannilerle gönülleri yumuşatma, onlara Rasûlüllah sevgisini aşılama, islâma ısındırma maksadıyla yapılırsa,
8 Bu vesile ile biraraya toplanıp gelenlere Kur'an , hâdîs ve ilmihal bilgileri aktarılirsa,
9 Mevlid, bu işi meslek haline getirmiş ve ücretle okuyan profesyonel artistlere değil de, okuduğu ile kendisi dahi etkilenen maneviyatlı kimselere okutulursa güzel bir davranış haline getirilmiş olabilir Ama yine de gerekli görülmez
Bunlara riayet edilmezse, çirkin bir bid'at ve insanları dinden uzaklaştıran bir kandırmaca ve bir günah vesilesi olmuş olur Günümüzdeki uygulanış biçimi de genellikle böyledir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MEVRÛS
Mirasçı olma anlamına gelen, irs ve verâset kökünden ism-i mef'ul; ölen kimsenin geride bıraktığı mal Buna miras veya terike de denir Miras bırakana "mûris", mirası almaya hak kazanana "vâris", mirasın hak sahiplerine bölüştürülmesini inceleyen ilme de "ferâiz" denir
Mevrûs anlamında terike ve tirke; terketmek, bırakmak anlamındaki terk kökünden isimdir Bir terim olarak terike; mûrisin geride bıraktığı ve mirasçılarına intikal eden şeyleri ifade eder Hanefîlere göre, terikenin kapsamına giren mal ve haklar şunlardır: a) Menkul ve gayrı menkuller, b) Mûrisin alacakları ile lehine tahakkuk etmiş bulunan diyet ve tazminat bedelleri gibi mâlî haklar, c) Mûrise ait rehin ve satılıp da bedeli ödenmemiş bulunan mallar, d) Irtifak hakkı gibi mala bağlı olan haklar Geçme, su alma ve sulama, su geçirme gibi haklar bunlar arasında sayılabilir
Şu haklar terikeye girmez: a) Faydalanma hakkı Meselâ; kira akdi yalnız mülk üzerinde yararlanma hakkıverdiği için, mûrisin ölümüyle, yaptığı kira akdi sona erer Mirasçıların kira akdini yenilemeleri veya gayrı menkulû boşaltmaları gerekir Ancak kiracıya ek süre verilmesini gerektiren durumlar bundan müstesnadır (bk "Icâre" maddesi), b) Velâyet, vekâlet, hıdâne, vazife, hilâfet gibi şahsa bağlı haklar terike dışında olup, bunlar miras yoluyla geçmez c) Malî ve şahsî haklar birlikte bulunursa şahsî hak gâlip ise, bu terikeye girmez Muhayyerlik ve şûf'a hakkı gibi
Şafiî, Malıkî ve Hanbelî'lere göre, mal, yararlanma ve benzeri hakların, tümü mirasa girer Yalnız şahsa bağlı haklar bundan müstesnadır (el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310, VI, 447 vd; Ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır, ty, II, 310 vd; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki Islâmiyye ve Istılâhâtı Fıkhiyye Kâmusu, Istanbul, ty, V, 209 vd; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s 427, 428)
Islâm'da mirasın intikali Kitap, Sünnet ve Icmâ delillerine dayanır
Kur'ân-ı Kerim'de mirasla ilgili âyetler iki sahifeyi geçmez Doğrudan mirasla ilgili âyetler, en-Nisâ Sûresi 11, 12 ve 176 âyetlerdir el-Enfâl Sûresinin 75 âyeti ile, en-Nisâ Sûresinin 7 âyetleri uzak hısımların haklarını genel ifadeler halinde bildirir (Âyetlerin tefsir ve açıklaması için bk El-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân; Ibnü'l Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân; Ibn Kesîr, Tefsîru Kur'ânı'l-Azîm ve Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili tefsirleri ilgili bölümleri)
Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Feraiz, (miras) ilmini öğreniniz ve bunu insanlara öğretiniz Çünkü ferâiz, ilmin yarısıdır" (Tirmizi, Ferâiz 2; Ibn Mâce, ferâiz, 1; Buhârî Ferâiz 2) kur'an-ı Kerîm'de kısaca açıklanan miras hükümleri sünnetle genişletilmiş ve miras hukuku müesseseleşmiştir (Hadisler için bk eş-Şevkânî, Neymlül-Evtâr, VI, 57-72)
Bir kimsenin ölümüyle geride bıraktığı malına dört şey gerekir:
1) Techiz ve tekfin masrafları; ölen kimsenin geride bıraktığı mirastan önce kefenlerine ve gömülme masrafları karşılanır Bunlar israf ve kısıntı yapılmaksızın dinî ölçülere göre yerine getirilir Techiz ve tekfin, hayattaki tesettürün devamı niteliğinde olduğu için, diğer haklardan önde gelir Miras malı, bu maşarfları karşılamazsa, mürisin nafakası kimin üzerine gerekli ise, bu masraflar ona ait olur Hiç kimsesi yoksa, beytü'l mal tarafından karşılanır (Mevsılî, el-Ihtiyâr, Istanbul 1980, V, 85; Bilmen, age V, 213-215)
2) Ölenin malından borçları ödenir Techiz ve tekfin masrafı çıkarıldıktan sonra mûrisin borçlarını ödeme ikinci sırada yer alır(bk en-Nisâ, 4/11) Ayette vasiyetin borçlardan önce zikredilmesi dikkatıçekmek içindir Çünkü mirasçıları vasiyetin infazı, borçları ödemekten daha ağır gelir Islâm hukukunda borçlar ikiye ayrılır:

a) Allah hakkıolan borçlar: Zekât, keffâret, adak gibi Allah'u Teâlâ'nın emri ile sabit olan borçlar Hanefîlere göre ölüm hâlinde dünya hukuku bakımından düşer Çünkü bunlar niyetle veya birisine vekâlet vererek yerine getireceği borçlardır Halbuki ölen kimse ne niyet edebilir ve ne de vekâlet verecek durumda değildir Ancak bunlar, mûrisin vasiyet etmesi hâlinde terikenin üçte birinden ödenir
Çoğunluk Islâm hukukçularına göre ise, bu çeşit zekât, keffâret ve adak gibi borçların terikeden ödenmesi gerekir Çünkü bunlar ölenin borçları olup, niyete bağlı değildir ve nimetin külfeti kabılindendir
b) Kul borçları: Ölen kimsenin gerçek veya tüzel kişilere olan borçlarının tamamı terikeden ödenir Miras varlığı, borçları karşılamazsa, borçlar oranlarına göre ödenir Terikenin karşılamadığı kısım, dünya hukuku bakımından, düşer Mirasçıları bu borçları ödemeye zorlanamaz
Şâfiîlere göre, Allah hakkıolan borçlar önce ödenir Çünkü Allah'ın alacağı ödenmeye daha lâyıktır (Buhârî, Savm, 42; el-Cürcânî, Şerhu's Sirâcivyye, Istanbul, ty, s 3, 4)

3) Vasiyetlerin yerine getirilmesi: Vasiyet; ölümden sonra geçerli olmak üzere malını başka bir kimseye bağışlamak suretiyle temlik etmektir
Kur'an-ı Kerîm'de, mirasla ilgili âyetlerin içinde; " yapılan vasiyetin ifası ve borcun ödenmesinden sonra" ifadeleri birkaç defa tekrarlanır (en-Nisâ, 4/11,12) Ibn Ömer (ra)'den rivayete göre, Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Vasiyet etmek istediği bir şeyi olup da, vasiyeti başucunda yazılı olmadan iki gece geçirmek müslüman için uygun değildir" (Buhârî, Vasaya, 1; Müslim, Vasaya, 1,4) Diğer yandan Allah Rasûlü, vâris lehine mûrisin yapacağı vasiyeti yasaklamıştır (Ibnü'l-Hümâm, Fethul-Kadîr, VIII,115 vd)
Vasiyetin hükmü şu kısımlara ayrılır:

a) Üzerinde emanet gibi şer'î bir hak olan kimse; bunun zâyi olacağından korkarsa, o hakkın ödenmesini vasiyet etmesi vacipolur
b) Zekât, oruç fidyesi, hacc, keffâret gibi ibadet olan şeyleri vasiyet etmek müstehap olur
c) Fısk ve fücûr, ahlâksızlık ve kötülüklere dalmış kimselere vasiyetle mal bırakmak mekrûhtur
d) Akraba ve dostlara vasiyet mübahtır (el-Askalânî, Bulûgu'l-Merâm, Terc ve Şerh, A Davudoğlu, III, 216)

Murisin vasiyeti, ancak cenaze masrafları ve borçları dışında kalan mirasın üçte biri üzerinde geçerlidir Üçte biri aşan kısmı mirasçıların kabulüne bağlıdır Kabul ederlerse, vasiyet tüm mal üzerinde cereyan eder Kabul etmezlerse üçte biri aşan kısım hükümsüz olur Hanefi ve Hanbelîlere göre mirasçı yoksa, mûris bütün malını vasiyetle başkasına bırakabılir Mâlikî ve Zâhirilere göre, üçte biri geçen vasiyet baştan hükümsüzdür (el-Kâsânî, el-Bedâyi', VII, 307; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s 428 vd)

4) Mirasçıların hakkı: Techiz ve tekfin masrafları, borçlar ve vasiyet edilen kısım düşüldükten sonra, geride kalan terike mirasçılara taksim edilir Mûris, hiçbir vârısını mirastan düşüremeyeceği gibi, vâris de mirası reddedemez Mirasçı olmanın sebepleri; hısımlık, nikâh akdi ve efendi ile köle arasındaki velâ ilişkisinden ibarettir Diğer yandan mirasçı olma engelinin bulunmaması da gereklidır Miras engelleri; mûrısını öldürme, mûrisle mirasçı arasındaki din veya tebealık farkı ile kölelik halleridir
Vasiyet ve borçların bulunması mirasın taksimine engel değildir Çünkü vasiyet terikenin üçte birinden yerine getirilir Sonradan ortaya çıkabilecek borçlar ise, her mirasçıya düşen hisse nisbetinde ödenebilir
Mirasçıların hisseleri Kitap, Sünnet ve Icmâ hükümleri uyarırıca bölüştürülür (bk "Ferâiz", "Asabe" ve "Zevil-Erhâm" maddeleri)
Mirasın taksimi iki şekilde olur: a) Rızaen taksim: Mirasçıların hepsi âkıl ve bâliğ olunca, kendi aralarında anlasarak mirası taksim etmeleri mümkündür Ferâize göre taksim şeklini kendileri bilmiyorlarsa, bir ilim ehlinden sormaları gerekir Diğer yandan mirasçılar anlasarak ve helallaşarak içlerinden birisine veya daha çoğuna normal hissesinden fazla veya az hisse verebilirler Ya da bazı mirasçılar, kendi özel mülkleri sebebiyle zengin oldukları için miras almayıp, kendi haklarını diğer varislere bırakabılirler Karşılıklı rıza bulununca bunda Islâmî bir sakınca bulunmaz Ancak bu takdirde Islâm miras hukukunda esasları belirlenen "sulh ve tehâruc"e göre işlem yapılır
b) Kazâen taksim: Bazı durumlarda mirasın taksiminin mahkeme yoluyla taksimi gerekebilir Mirasçıların haklarını korumak için buna ihtiyaç olur Mirasçılar arasında küçük veya akıl hastası varsa, mirasçılardan birisi gâipse, vârislerin hepsi âkıl ve bâliğ olduğu halde, içlerinden birisi başvurduğu takdirde hâkim Ferâiz hükümlerine göre taksim yapar (Ayrıntı için bk Hamdi Döndüren, age, s 432 vd; el-Mevsilî, el-Ihtiyar, V, 86; el-Merginâni, el-Hidâye, IV, 236; Ali Himmet Berki, Islâm Hukukunda Feraiz ve Intikal, Ankara 1965)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MEZAR YERİ SATIN ALMAK
Günümüzde bazı kimseler mezar yerlerini önceden satın alıyorlar Bunun dinimizce bir sakıncası var mıdır?
Mezar için yer satın almakta bir sakıncadan söz edilmemiştir Hattâ özellikle ölüm olaylarında mezar yeri bulma zorluğu söz konusu olabilecek yerlerde bunun câiz olacağı açıktır Mekruh olduğu söylenen davranış, kendisi için tabut hazırlamaktır Hz Ebû Bekîr'in, elinde kazma kendisi için mezar kazmaya giden birisini gördüğünde:, "Kabrî kendine hazırlama, kendini kabre hazırla" dediğini ve insanın nerede öleceğini bilemeyeceği için, ölmeden önce kendisine mezar hazırlamanın da hoş olmadığını söylenmiştir Ama Fıkıh kitaplarımızda; kişinin kendisi için kabir kazmasında bir sakınca yoktur, bu hareketi karşısında ecir de alır Nitekim Ömer b Abdil'azîz, Rabî b Haysem ve başkaları bunu yapmışlardır, denir Bu konuda mekruh olmadığında söz birliği edilen davranış, kendisi için kefen hazırlamaktır Çünkü ona duyulacak ihtiyaç kesindir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MEZHEBE BAĞLANMA
Kelime olarak "mezhep", girilen ve gidilen yol demektir Kişinin bir konuda herhangi bir görüşe sahip olması, o yöne doğru dönmesine ve gitmesine benzediği için, mecâzi olarak kişisel görüşler de "mezhep" diye isimlenir Bu anlamda mesela, "Ebu Hanife'nin mezhebi" demek, sözkonusu edilen meselede onun görüşü, demek olur Daha sonra "mezhep" terimi; dini konularda bir şahsa ait görüş ve yorumların bütünü ve bilâhere de, usûl bakımından bir şahsa ait görüş ve yorumlara katılan ve ilgili bütün zamanları içine alan tüm görüş ve yorumlar bütünü ve sistemi anlamlarını kazanmıştır Bu anlamda meselâ "Imam Ebu Hanife'nin Mezhebi" veya "Hanefi Mezhebi" denebilir Ama Ebu Hanife'nin ve diğer müctehid imamların zamanında bu anlamda bir mezhepten söz edilemez Onun ya da bunun görüşleri vardır ve herkese ait görüşler diğerlerinden ayrı bir ünite halinde değildir Tıpkı birçok ortağı bulunan katışık bir sürü gibi
İslam'ın asıl kaynağı Kur'ân-ı Kerim ve onun açıklayıcısı olan hadîs-i şeriflerdir Icma, kıyas ve diğer şer'î deliller de Kur'ân'a tabi olduklarından, aslolan yine Kur'ân'dır ve bu anlamda Kur'ân İslam'ın yegâne kaynağıdır Her müslüman fert için aslolan da Kur'ân'a göre yaşamaktır
Islam bütün insanlara ve geldiği andan itibaren bütün zamanlar için gönderilmiştir Bu süre içerisindeki olanlar sürekli ve sonsuzdur Halbuki, Kur'ân-ı Kerim'in ifade ettiği hükümler bu hükümlerin esası olan ve bizim telaffuz ettiğimiz kelimeler itibariyle, sınırlıdır Sınırlı hükümler sınırsız olayları anlatamayacağına göre; yenilenen olaylara paralel olarak hüküm üreten bir kaynağın olması gerekir ki, o da "ictihat"tır Içtihat, Islâmî hükmü belli olmayan bir olayın hükmünü Kur'ân'a uygun olarak ortaya koyma çabası olduğuna, göre, içtihat yapacak şahsın esas kaynak olan Kur'ân'ı Kerim'i, onun açıklaması olan sünneti ve bu ikisinin onayladığı icmaı yeterince bilmesi gerekir Ta ki, asıl kaynaklar da belirtilen bir hükümden habersizce ve kendi görüşünde aslolana zıt bir hüküm ortaya koymasın ve olaylar arasındaki ilgiyi görerek isabetli hüküm verebilsin Demek ki bu oldukça zor ve herkesin ulaşamayacağı bir seviyedir Allah (cc) da "Bilmiyorsânız zikir ehline sorun" (16/43) buyurduğuna göre Islâm toplumunda, hükmü bilinmeyen olayların sorulacağı bir bilenin ya da bilenlerin bulunması gereği ortaya çıkar İşte bunlar müctehidlerdir ve genel kabul gören görüşe göre her devirde yeterli sayıda müctehit yetiştirmek, Islâm milleti üzerine "Farz-ı Kifâye" düzeyinde bir borçtur Çünkü her devirde hükmü belli olmayan meseleler ortaya çıkabilmektedir
Allah Rasûlü hayatta iken vahiy devam ettiği için yeni yeni ortaya çıkan meselelerin hükmünü öğrenmek problem değildi Rasûlullah'ın vefatından sonra ve ona yetişen arkadaşlarının (sahabe) var olduğu sürede ortaya çıkan meselelerin hükmü, onlara soruldu ve onların müctehid olanları ayetler ve hadisler ışığında görüşlerini açıkladılar Arkasından onları izleyenler (tabi'ûn) geldi Meseleler de çoğaldıkça çoğaldı Bu meseleleri de tâbi'ûnun müctehidleri cevaplandırdılar, bu meseleler hakkındaki görüşlerini, yani mezheplerini açıkladılar ki, imam Ebu Hanife ve Imam Malık bunlardandır ve o dönemde onlar gibi daha yüzlerce müctehid vardır Mes'elesi olan vatandaş gidip onlardan herhangi birisine sordu ve davranışını ona göre ayarladı O dönem bu açıdan çok zengin bir dönem oldu ve bu dönemin müctehidleri onbinlerce meselenin hükmünü tesbit etme başarısını gösterdiler Büyük imamlar olan Ebu Hanife, Mâlik, Şafiî ve Ahmed b Hanbel (Allah onlardan razı olsun) hem birçok meziyetleriyle halk tarafından benimsendikleri, hem de daha çok mesele hallettikleri için onların görüşlerine, yani mezheplerine daha çok başvurulur oldu ve onların görüşleri yazılıp tesbit edilebildi Diğerlerinin görüşleri ya unutulup gitti veya başkalarının ağzından çok sıhhatlı olmayan yollarla ve tektük aktarılabildi Dolayısı ile ictihad adına en önemli dönem olan o dönemden bize bütünüyle sağlıklı olarak sadece Dört Imam'ın ve arkadaşlarının görüşleri aktarılabildi Onlardan sonra da yüzlerce müctehid gelmiş olmakla beraber henüz onlar kadar kapsamlı müctehitler çıkmadı Çünkü onlar işin kaynağına yakın idiler, hadîslerin sahih olan ve olmayan yollarını tanıyor, kendilerinden önceki sahabenin ittifak ettikleri noktaları iyi biliyorlardı Sonradan zorunlu olarak ortaya çıkan bir sürü hadîs ilmine ihtiyaçları yoktu Arapçanın henüz bozulmadığı bir dönemde yaşıyorlardı ve ictihad için çok önemli olan Arapçayı, çaba göstermeksizin iyi biliyorlardı Islâm hayata hâkimdi, çaba göstermeden, adı bilgi olarak zaten çok şey biliyorlardı Ve belki de bütün bunlardan ve daha benzeri meziyetlerden ötürü Allah Rasulü Efendimiz (sav) onların da "hayırlı asır"da bulunduklarını haber vermişti Halbuki, daha sonra gelen müctehitlerin, sözünü ettiğimiz konularda fazla bilgiye ihtiyaçları oldu Işleri arttığından ötürü seviyeleri de öncekilere göre küçük kaldı Ictihat etmelerine rağmen onlar kadar kapsamlı olamadılar Ve o "Dört Imam" hep zirvede kalmaya, tabir caizse rekoru ellerinde tutmaya devam ettiler
Böyle bir özetten sonra başlıkla ilgili soruya dönelim: Madem ki, esas olan Kur'ân-ı Kerim ve onu açıklayan sünnet-i seniyyedir, öyleyse bir müslümanın ille de "Dört Imam"dan birini taklid etmesi ve Kitab'a-Sünnet'e değil de onun görüşlerine uyması şart mıdır? Böyle bir soruya cevap olarak söyleyeceğimiz ilk şey; onlara uymanın Kitap ve Sünnet'e uymaktan başka bir şey olduğu izlenimini vermenin, yanılgı ya da yanıltmaca olduğudur Çünkü onlara uymak ve onları taklid etmek, Kitap ve Sünnet karşısında onların görüşlerini benimsemek demek değil, Kitap ve Sünnete onların yorumu ve anlayışı ile bağlanmak demektir Tâbi olunan yine Kitap ve Sünnet'tir Herkesin Kitap ve Sünneti yeterince bilip kavraması zor (imkansız değil) olduğundan herhangi bir büyük imamı (müctehidi) taklid etmek, pratik anlamda (dini anlamda değil) vacip, yani gerekli görülmüştür Ancak bu gerekliliği dini anlamda "farz" görme yanılgısına da dikkat çekmek gerekir Çünkü bir şeyin farz ya da haram olduğuna hüküm verme hakkı sadece Allah'a ve O'nun, kendi adına hüküm koyma yetkisi verdiği Resûlüne aittir Bu konuda genel kabul gören görüşün özeti sudur: Esas olan, Sünnet doğrultusunda Kur ân'ı Kerim'e uymaktır Bu yoldan başka bir yolun olduğunu söylemek ve bu yolu herhangi bir kimseye kapatmak mümkün ve insanların yetkisinde değildir Ancak herkesin her konuda ilgili âyet ve hadisleri ve anlamlarını, nâsih ve mensûh olanlarını, çelişkili hadîslerin ve öyle görülen âyetlerin aralarını bulmayı, icma yapılan konuları bilmesi ve bunlardan, rehbersiz olarak istifade etmesi de mümkün değildir Öyleyse Kitabı ve Sünneti yaşamada bir mezhep imamını rehber edinmesi gereklidir ve bunun Dört mezhepten biri olması konusunda da âdeta icma vardır Çünkü belli bir dönemden bize sıhhatli olarak aktarılan ictihatlar onların ictihatlarıdır Bu, onların herhangi bir meselede bu dört görüş mecmuasının dışında bir görüşün olamayacağında ittifak yani icma etmeleri anlamına gelir ki, fıkıh usülünde de "mürekkep icma" diye tabir edilir Icma ise genel kabul gören görüşe göre bağlayıcı bir delildir Bu, elbette onlardan sonra ortaya çıkan meselelerde ictihat yapmama ve onların görüşlerinin delillerini araştırıp güçlü olanına uymama anlamına gelmez Hatta onların ittifakı örften kaynaklanmış ise ve bu örf de değişmiş ise, onların ittifak ettikleri görüşün aksine görüş de ortaya çıkabilir
Ancak şunu itiraf etmeliyiz ki, herkesi rehbersiz olarak Kitab'a ve Sünnet'e gönderme hatasına düşüren sebeplerden biri de, hiç bir mezhebin ve mezhep imamının kabul etmediği "mezhep taassubu" olur Herşeyden önce bilmek gerekir ki, mezhepler birer din değil, Allah'ın kelamını anlamaya götüren yollardan ibarettirler Şahıslar birer mezhebe bağlı olabilirler, olmalıdırlar ama Islâm'da mesela, Hanefi devleti Şafiî devleti vBulletin olmaz Islâm devleti olur ve devlet kamu yararını hesap ederek hangi mezhebin görüşü uygunsa onu alır, uygular Maalesef mezhepler zaman zaman birer din gibi görülmüş, "mezhebimizin görüşüne uymayan nasları mensuh sayarız ya da uyacak şekilde te'vil ederiz" denebilmiş, Hanefi olan bir erkeğin Şafiî bir kızla evlenemeyeceği söylenebilmiş, bir mescide dört ayrı mihrap dikilip Islâm cemaati bölünebilmiş ve ne yazık ki, kıyı da köşede de olsa, mezhepler arası kavgalar görülebilmiş ve bir mezhepten öbür mezhebe geçmek, ya da diğerinden bir hüküm almak dinden çıkmakla eşdeğer görülebilmiştir Bunlar elbette hiçbir zaman genel kabul halini almamıştır Ama az da olsalar bir başka ifratın çıkmasına sebep olmuşlar ve mezhepleri hiç tanımayan bir diğer ucun doğmasına sebep olmuşlardır Halbuki, bu konuda en makul ölçü şudur:
Bir mezhepten diğerine geçis, ya mukallidin muhtaç olduğu bir meselede o mazhebin görüşünü taklid etmek şeklinde olur ki, bunda bir beis yoktur ve câizdir
Ya mezheplerin kolay taraflarını araştırmak ve ihtiyaç yokken sırf nefsinin arzusuyla işine gelenleri almak şeklinde olur ki, bu câiz değildir Çünkü bu bizi, kabul edilmeyen telfike ve "mürekkep icma" ile câiz olmadığında ittifak edilen sonuçlara götürür Ancak bunu yapanı dahi dinen la'netlememiz mümkün değildir Yaptığında değil, yaptığının sonucunda hata vardır
Ya da bir meselede araştırma ve ictihat sonucu olarak ortaya çıkar Bu durumda araştırıcı bu makama, yani müctehitlerin delilleri arasında tercih yapabilme makamına ehil ise ve tarafsız ise bunda da bir beis yoktur Değilse bu da câiz olmaz denmiştir
Hatta "avamın mezhebi yoktur" esasınca, avamdan olan birisi, ilk defa önüne çıkan herhangi bir meselenin hükmünü herhangi bir müctehid imama soruyormuş gibi, herhangi bir mezhepten alabilir ve artık ona göre yaşar Elbette bu görüşleri daha geniş ve daha dar tutanlar da vardır Ama en güzeli "orta yol"u izlemektir
Özetlersek: Herkes için aslolan yaptığı hareketin gerekçesini (delilini) bilmek ve sünnetin açıklamaları doğrultusunda Kur ân-ı Kerim'e göre yaşamaktır Allah, "ölen de bir delille ölsün, yaşayan da bir delille yaşasın" buyuruyor
Dolayısı ile bir mezhebe bağlı olarak yaşamak dini anlamda bir farz değildir ama kolaylık esasına göre pratik anlamda bir farzdır
Mezhepler sayesinde sünnetin her çesidi uygulama alanı bulur ve İslam'ın her yere ve zamana göre yaşanabilen bir din olduğu ortaya konulmuş olur
Bir mezhebe göre yaşama sayesinde Islâm toplumunda birlik, âhenk, tecanüs ve ittifak oluşur, toplumun ömrü uzun olur Osmanlıyı belki bununla izah edebiliriz
Mezhep, Kur'ân'da ve Sünnette bulunup açık olmayan, ya da hiç bulunmayan konular hakkındaki görüş demek olduğuna göre, "dört mezhep de nereden çıktı?" deyip herkesi güya Kur'ân'a ve Sünnete göndermek aslında dört değil, dörtyüz milyon mezhep kabul etmek demektir Çünkü herşey Kur'ân'da bulunsaydı zaten mesele olmazdı Bu yüzden, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, mesela Hanefi Mezheb'ine bağlı yaşamak, Kur'ân'ı ve Sünneti bırakıp Ebu Hanife'ye uymak demek değil, belki Kur'ân'ı ve Sünneti onun anlayışı ile kabullenmek, yani Kur'ân'a ve Sünnete Ebu Hanife penceresinden bakmak demektir
Tek bir konuda Resûlullah Efendimizden değişik uygulama ya da takrirler bulunabildiğine göre, tek bir mezhebin bulunmasını istemek, Sünnetin bir kısmını budamak demektir Halbuki buna bizim hak ve yetkimiz yoktur
Sünnetin bu değişik uygulamalanna göre bazan değişik görüşlerden oluşan mezhepler bir zenginlik ve kolaylık sebebi olmuşlardır Çeşitli zaman ve zeminlere göre birisinde tıkanan yol diğerinde devam ettirilebilmektedir
Öyle ise:
İslam'ın bir alternatıf güç olarak kendisini gösterme kabiliyetinde olduğu günümüze benzer zamanlarda, müslümanların meselesi mezheplerin meşruluk ya da gayrı meşruluğunu tartışma olmamalıdır Böyle zamanlarda bu meseleler kasıtlı olarak körükleniyor ve müslümanların birbirleriyle uğraşmaları ve dağılmaları sağlanmış oluyor olabilir Bu, müslümanların bir iç meselesidir ve hariçte ugraşacak meseleleri kalmayınca bunu kendi aralarında tartışabilirler
 
Üst Alt