EDİLLE-İ ŞER'İYYE (ŞER'İ DELİLLER)
Şer'î deliller, şer'î hükümleri çıkarma yolları Edille, delil kelimesinin çoğuludur Delil de, kendisiyle, arzulanan bir amaca ulaşılan rehber, kaynak, dayanak demektir Usûl-i Erbaa, Edille-i Erbaa da denir
Edille-i Şer'iyye, yahut şer'î deliller, en genel anlamda İslâm hukukunun kaynaklarını teşkil eder Diğer bir ifadeyle, edille-i şer'iyye, hüküm çıkarmada başvurulan esaslar olarak ifade edilebilir Kavramın ortaya çıkışı Etbau't-Tâbiin devrinden sonradır Üzerinde düşünülmesi veya kavranılmasıyla, istenilen hükme ve sonuca ulâştırân şeydir (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlü, 42) Kesin veya zannı olarak genel hüküm ifâde eder
Genel bir sınıflama ile şerî deliller, "Sem'î" ve "aklî" olmak üzere iki grupta ele alınabilir Sem'î olanlar; Kitap, Sünnet, İcma olup bunları değişik olaylara uygulama aracı olan Kıyas da bunlara ilâve edilen ve "aklı deliller" olarak değerlendirilen diğer deliller ve bunların sıralaması hakkında farklı görüştedirler Bu deliller, "istishâbu'l-hâl", "istihsan", "mesâlihu'l-mürsele", "örf", "sahâbe sözü" ve "İslâm'dan önceki şeriâtler" gibi delillerdir
Edille-i Şer'iyye'nin dört ile sınırlândırılmasının gerekçeleri için şunlar söylenir: Delil, menşe itibariyle ya vahiy kaynaklıdır ya da değildir Eğer vahiy kaynaklı ise, bu vahiy ya "metlüvv" ki bu Kur'an'dır veya "gâyr-i metlüvv" olur ki bu dâ Sünnettir
Delilin vâhiy kaynaklı olmaması durumunda ise şu iki ihtimal söz konusudur: Bu delil, bir asırdaki bütün müctehidlerin ortak görüşü ise "icmâ", her müctehidin ferdî görüşü ise "kıyas" adını alır (Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, 20)
Aslındâ, Kur'ân ve sünneti aslı ve sâbit kaynaklar olarak; bu ikisi dışında kalan diğer bütün delilleri ise Kur'an ve sünneti yorumlama ve uygulama metodu ve vasıtası olarak değerlendirmek mümkündür Kitap, sünnet, icma, kıyas "aslı deliller", istihsan, istislah, istishab, örf, sahâbî sözü, geçmiş şerîatler "fer'î" delillerdir (Sava Paşa, İslâm Hukuk Nazariyesi, 11, 47-51)
Kitap
Kitap, İslâm hukuk literatüründe "Kur'an" yerine kullanılan bir terimdir Kur'ân ise, lügatte, okumak anlamında olup, ıstılahta Hz peygamber (sas)'e inen, mushaflarda yazılı olan ve en ufak bir şüphe olmaksızın mütevâtir olarak nakledilen, Cenâb-ı Allah'ın sözü (kelâmullah) anlamında kullanılır (Molla Hüsrev, Mir'at, 16-17) Kur'ân Allah'ın kitabı ve apaçık vahyidir Tedricî olarak indirilmiştir Bir harfini bile inkâr küfürdür Kur'ân'ı en iyi bilen Rasûlullah; sonra ashâbıdır Kur'an, İslâm teşrîinin (yaşama) temelini teşkil eder Kur'ân'da dinî hukuk sisteminin (şerîat) esasları açıklanmış; inanç, ibadet ve hukuk konuları genel hatları itibariyle belirtilmiştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, IV, 92) Bu itibarla, Kur'an, İslâm teşrîinin "aslı kaynağı", diğer bir deyişle yegâne değişmez kaynağı olarak kabul edilir Rasûlullah Vedâ Haccında şöyle buyurmuştur: "Sizlere iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti Bunlara sarıldığınız müddetçe dalâlete düşmezsiniz" Kur'ân, hükümleri genel çizgileriyle belirtir; pek az konu dışında bunların detayına inmez Nitekim, Kur'ân'da, keyfiyet ve detayı belirtilmeksizin namaz kılmak ve oruç tutmak emredilmiş; bunların nasıl yapılacağım ise, Hz Peygamber, sözlü ve fiilî olarak açıklamıştır Aynı şekilde, Kur'ân akitlerin yerine getirilmesini emretmiş, alım-satımın helâl, ribânın haram olduğunu belirtmiş, fakat hangi akitlerin sahih, hangilerinin bâtıl ya da fâsit olduğunu açıklamamıştır Bu ayırımın temel ölçülerinin belirlenmesini de ilk planda sünnet yüklenmiştir
Diğer taraftan, Kur'ân'da detayları ile birlikte zikredilen bazı konular da vardır; miras, karı-koca arasındaki liân'ın nasıl yapılacağı ve bazı cezaî müeyyideler bunlar arasındadır Kur'ân'ın bu genel ifâde (icmâl) tarzının önemi, özellikle muâmelât hukuku alanında ortaya çıkmaktadır Bu tarz, mücmel nassların değişik şekillerde anlaşılıp uygulanmasına imkân vermekte ve böylece değişik zamanlardaki maslahatlara ayak uydurmasına ve genel amaç ve prensiplerden ayrılmaksızın onların gereklerine göre hüküm verilebilmesine yardım etmektedir Meselâ, Kur'ân'da, özel bir şekil belirtilmeksizin "şûrâ"dan bahsedilmektedir Genel bir şekilde ifade edilen bu şûra, istibdâd ve baskının bulunmadığı, halk içerisinde belli ölçüde bilgi ve kanaat sahibi olanların görüşlerine saygı duyulup başvurulduğu bir yönetim biçimini kapsamaktadır
Bütün bunlara rağmen, Kur'ân nasslarının bu genel ifade tarzının, bazı noktalarda sünnetle açıklanmasına ihtiyaç vardır Bu sebeple, Kur'ân'da pekçok yerde, sünnet'e atıfta bulunulmuştur, "Allah'a ve Rasûl'e itâat edin" (Al-u Imrân, 3/32); "Peygamber size neyi vermişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının" (el-Haşr, 59/7) ve "Ey inananlar, Allah'a itâat edin, Peygamber'e ve Ulû'l-Emr'e itâat edin Bir şeyde anlasamazsanız onu Allah'a ve Peygamber'ine arzedin Bu en iyi ve netice itibariyle en güzeldir" (en-Nisâ, 4/59)
Kur'ân'ın delîl olması demek, Kur'ân'ın hakkıyla bilinmesi demektir Kur'ân ilmine sahip olmadan, Arapça'ya vâkıf olmadan, sünnete başvurmadan, ilim ehli olmayanlar için fıkhı manada değil, ahlâkı manada okunan bir kitap olabilir İmam Câfer-i Sâdık bu konuda şöyle demiştir: "Kur'ân'ın bir kısmını diğeriyle çarpıştırdılar Nasih zannederek mensuhu delil gösterdiler Amm zannederek hâs ile delil getirdiler Âyetin te'vîlini delil göstererek sünnetin onu te'vil şeklini terkettiler Sözün başını ve sonunu düşünmediler Onu kaynak edinip yollarını bilemediler Ehlinden almadılar, böylece saptılar ve saptırdılar" (Suphi es-Salih, İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri, Çev: İ Sarmış, İstanbul 1981, 176)
Kur'ân'ın bütün âyetlerinin sübutu kat'idir Ancak, ifade ettikleri mana ve kavrama delâletleri her zaman kat'i olmaz Bu bir kısım âyetlerin delâlet bakımından zannı olması farklı mezheplerin farklı görüşler ortaya koymasına yol açmıştır Şer'i hükümlerin kaynakları kitap, sünnet, icmâ, kıyas olunca mukallidin ilmi, târifin dışında kalmaktadır Çünkü müctehidin kavli her ne kadar mukâllid için delil olsa da, delillerin kendisi değildir (İbn Abidin, Reddü'l-muhtâr Haşiyesi Terc: Ahmed Davudoğlu, İstânbul, 1982, I, 35)
Kur'ân-ı Kerîm'e "vahy-i metlüvv" da denilir Kur'ân'ın fıkıhta delil olarak kullanılmasında, onun lâfzı kanunlarının bilinmesi gerekir Lâfızlar, manaya delâletleri itibariyle hâss, âmm, müşterek ve müevvel kısımlarına ayrılır ve bunlardan her biri özel bir hüküm için kullanılır Lâfızlar, delâlet ettikleri mânâya zâhir, hâss, müfesser, muhkem olarak açık bir tarzda delâlet ederler Kapalı tarzda delâletlerinde ise hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih diye kısımlara ayrılırlar Ayrıca delâlet ettikleri manada veya başka bir münâsebetle olan mânâda açık veya kapalı kullanılmaları itibariyle hakîkat, mecâz, sarih, kinâye kısımlarına ayrılırlar Yine ne gibi manalara delâlet ettikleri ve hangi maksatlarla söylenilmiş olduklarına işitenlerin vukufları itibariyle "Dal bi'l ibâre", "Dal bi'l-işâre", "Dal bi'd-delâle", "dal bi'l-iktizâ" diye ayrılırlar
Kur'ân hükümleri de birkaç kısma ayrılmaktadır: Akîde, (itikâdı hükümler), ahlâk (ahlâkı hükümler) ve mükelleflerin söz ve işleriyle ilgili hükümleri "ibadetler" ve "muâmeleler" diye iki grupta ele alır Kur'ân'da hükümler ya küllî, ya da icmâlî olarak açıklanmıştır Bütün hükümlerin özelliği, îman ile içiçe geçmiş olmasıdır Kur'ân hem yasa koyar, hem hidâyete erdirir, hem irşâd eder, hem öğüt verir Yalnızca bir kanun kitabı değildir Üslûbu mu'cizdir Konular defalarca tekrarlanmıştır ve âyetler hüküm koyarken iman ve ahlâktan ayrı değildir
Kur'ân'ın âhkâm âyetleri daha ziyade Medenî sûrelerde yer almaktadır Âyetlerden hüküm çıkarılırken müctehidler arasında meydana gelen ihtilâf, mücmel ifadeleri tefsirden ve bir kısım lâfızların delâletlerini ele alma metodundan doğmaktadır
Rasûlullah vefât ettiğinde Kur'ân âyetleri vahiy kâtiplerinin ellerinde bulunan sahifelerde ve ashâbın hafızalarındaydı Hz Ebû Bekir Kur'ân âyetlerini toplattırdı ve bir Mushaf haline getirdi Hz Osman bu Mushaf'tan Kur'ân nüshaları çoğalttı ve bütün merkezlere gönderdi Sahâbe, Kur'ân âyetlerini hem ezberler, hem anlar, hem de amel ederdi Bir âyetle amel etmeden başka âyete geçmeyenler vardı Sahâbe nesli Kur'an'ı en iyi bilen nesil olup, bildikleriyle amel eden, bilmedikleri ile ilgili olarak da susan insanlardı Tâbiin devrinden sonra ise her asırda Kur'ân tefsiri o asırdaki ilmî-dinî hareketten etkilendi Âyetlerin tefsirinde ictihad farklılıkları açıkça ortaya çıktı
Sünnet
Sünnet, Arap dilinde iyi olsun kötü olsun gidilen veya benimsenen yol anlamına gelir Istılahta ise, Hz Peygamber'in Kur'ân dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında kullanılır Hz Peygamber mü'minler için her alanda bağlayıcıdır: ''Peygambere itâat eden, Allah'a itâat etmiş olur" (en-Nisâ, 4/80) Hz Peygamber mü'minler için ahlâken veya hukuken en güzel ve vazgeçilmez tek örnektir
Hadis olarak da adlandırılan sünnet, Hz Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylediği sözlerdir Meselâ: "Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur " (İbn Mâce, Ahkâm, 13) ve "Ameller niyetlere göredir" (Buhâri, Bedu'l- Vahy, I) hadisleri böyledir
Fiilî sünnet ise, Hz Peygamber'in şekil ve şartlar ile namaz ve hacc ibadetlerinin yerine getirilmesi, muhâkeme usûlü alanında bir ahit ve yemin ile hüküm vermesi gibi işlerdir Hz Peygamber, "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın'' buyurarak (Buhâri, Ezan 18, Edeb, 27) yol göstermiştir
Takriri sünnet, Hz Peygamber'in sahâbenin yaptığı bazı işlere olumlu ya da olumsuz bir müdahalede bulunmaması veya o işi tasvip ettiğini belirtmesidir (Abdulvahhab Hallaf, İslâm Hukuk Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, 181-182) Su bulamadığından teyemmümle namaz kılan bir sahâbînin namazdan sonra su bulduğu halde namazı iâde etmemesin Rasûlullah'ın tasvibi gibi
Sünnet, Kur'ân'ın mücmelini beyân etmesi, müşkilini açıklaması, mutlakını kayıtlaması ve onda olmayan bazı hükümleri belirtmesi açısından Kur'ân'dan sonra ikinci teşrî' kaynağı olarak yer alır Sünnet, Kur'ân'da olmayan bazı hükümleri getirmesiyle de, bir yönden müstakil bir teşrî' kaynağıdır Kur'ân'ın çizdiği genel çerçeve ve ilkelerin dışına çıkmadan onun açıklayıcısı olması bakımından da Kur'ân'a tâbi sayılır Her iki yönüyle de sünnetin hüccet olması, bazı âlimler tarafından dinî bir zaruret olarak ifade edilmiştir Ancak hemen belirtelim ki, yaşamaya kaynak teşkil edebilecek sünnet, belirli şartları taşıyan sahih sünnettir Sünnet Kur'ân'a nisbetle ikinci derecede bir teşrî' kaynağı olmakla beraber, sünnete başvurmadan Kur'ân'ı anlamak pek mümkün gözükmemektedir
İmam Şâfii sünneti üç grupta ele alır Birincisi, Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği bir hususu benzer bir ifadeyle Hz Peygamber'in de belirtmesi; ikincisi, Allah'ın çok kısa ve özlü bir şekilde bildirdiği bir âyetle neyin kastedildiğini Hz Peygamber'in açıklamasıdır Bu iki çeşit sünnet hakkında İslâm hukukçuları arasında ihtilâf yoktur Üçüncüsü ise, hakkında Kur'ân'da hiçbir hüküm bulunmayan bir konuyu Hz Peygamber'in uygulamaya koymasıdır Bu sünnet çeşidi hakkında genelde iki görüş mevcuttur Bir kısım müctehid Hz Peygamber'in bağımsız bir yaşama yetkisine sahip olduğunu, dolayısıyla Kur'ân'da sözkonusu edilmeyen konularda hüküm koyabileceğini ileri sürmüşler; bir kısmı da Hz Peygamber'e böyle bir yetki vermeyip onun tatbiki olan herşeyin Kur'ân'da bir aslı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir (Şafii, Risale, s91-92) Sünnet, Kur'ân'ın tefsiridir "Namazı kılın" buyruğunu sünnet olmadan anlamak ve tatbik etmek mümkün değildir Rasûlullah namazı nasıl kılmışsa, müslümanlar da ona uyarak kılmışlardır (Ahmed b Hanbel, V, 53)
Sünnetin hadisle aynı manada kullanılabilir Hadisler, birtakım kısımlara ayrılır (Bk Hadis) Sahih hadisler, bütün ümmet için bağlayıcıdır, hüküm kaynağıdır Bunlar reddedilemezler Nur Sûresinin altmışüçüncü âyeti bunu bize bildirmektedir: "Öyle değil Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çekiştirip durdukları şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar" (en-Nur, 24/63) Kur'ân'ın bütün delilleri, Rasûlullah'ın bütün hükümleri, emir ve nehiyleri eştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, I, 14) Sünnet kaynak olmasaydı, meselâ "Kur'âniyyun" fırkası gibi sadece Kur'ân kaynak alınsaydı, onların yaptığı gibi İsra Sûresinin 78 âyetine istinaden günde iki rekât namaz kılınması gerekecekti Oysa bu, küfürdür (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm, II, 80) Zahiri mezhebinin en büyük müctehidi İbn Hazm, sünnet hakkında "O, kendi hevasından söylemez O, ancak kendisine gönderilen bir vahiydir'' (en-Necm, 53/3, 4) âyetini zikrettikten sonra şöyle der: "Buna göre Allah'ın peygamberine göndermiş olduğu vahyi ikiye ayırabiliriz: Vahy-i Metlüvv (tilâvet edilen vahiy) ki, bu, icazkâr bir üslûba sahip olan kitab (Kur'ân)dır Vahy-i Mervi (rivâyet olunan vahiy) ki, bu, icazkâr üslûba sahip olmadığı gibi metlüvv de değildir Menkul olduğu halde kitap halinde rivâyet edilmemiştir Fakat makru' (okunmuş)dur Yani bu Peygamber'den vârid olan haber olup Allahu Teâlâ'nın muradını açıklayıcı mâhiyettedir Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulmuştur: " Tâ ki insanlara kendilerine indirileni açıkça anlatasın'' Buna göre Allahu Teâlâ nasıl vahyin birinci kısmını teşkil eden Kur'ân'a itâât etmemizi emretmişse, vahyin bu ikinci kısmına da itâat etmemizi emretmiştir Bunlar arasında hiçbir fark yoktur" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm 'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Çev: AbdulKadir Şener, Ankara 1969, s83)
Cumhur ulemâ sika râvinin rivâyet ettiği ahad haberin hüccet olduğunu ve onunla amel etmek gerektiğini söylemiştir Hadislerin çoğu hasen lizâtihidir ve onu kabul etmek kaçınılmazdır Zayıf hadis ise kesinlikle kaynak olamamaktadır
Sünnet derken, bunun, fıkıhta hadislerin kısımlara ayrılarak hükümlerin çıkarıldığı bir kaynak olması anlaşılır Yani râvîlere göre mütevâtir, meşhur, ahad diye ayrılan ve ahad hadislerin de sahih, hasen, zayıf diye kısımlara ayrılması hâdisesinde de ihtilâf olup, bu konu mezheplerin ayrılmasında bir başka ihtilâf noktasıdır
Mütevâtir sünnetler, "Bana yalan yere bir şeyi isnad eden ateşte oturacağı yere hazırlansın'' hadisi gibi, büyük bir cemaatçe işitilen ve her asırda binlerce zevât tarafından rivâyet edilegelen yalan üzerine ittifak mümkün olmayan rivâyetlerdir Namaz rek'atlarına dâir haberler bu nevidendir Bunlar asl'dır
Meşhur sünnetler, Rasûlullah'tan birkaç zatın rivâyet ettiği, ikinci ve üçüncü hicrî asırlardan beri tevâtüren nakledilen haberlerdir "Ameller niyetlere göredir" gibi Bunları reddetmek fâsıklıktır
Haber-i ahad, bir zatın diğerinden veya bir cemaatten, bir cemaatin bir râviden rivâyet ettiği sünnettir Tevâtür derecesinde olmayan râvilerin, iki üç zatın naklettiği sünnet de böyledir Bunun inkârı bid'at'tır
Mezheplerin sünnet târifinde farklılıklar vardır:
Hanefi mezhebi müctehidlerinden es-Serahsı şöyle der: "Bize göre sünnetten murad hukukî açıdan Hz Peygamber ve ondan sonra sahâbenin yaptıklarıdır" (Usûlu's-Serahsı, I, 113) İmam Şâfii ise, (ö204/819) sünneti yalnızca Hz Peygamber'in sünneti olarak alır Sahâbenin sünneti, Hz Peygamber'in itikad, ibadet, ahkâm esaslarıyla ilgili olarak Kur'ân dışındaki söz, hareket, davranışları, takrirleri, tasdikleri, örfleri, va'zettiği esaslar, koyduğu ilkelerdir Sahâbe ve Tâbim, herhangi bir konuda tatbik edecekleri şeyde "Hz Peygamber nasıl yaptı?" diye sormuşlardır Sünnet anlayışı, üçüncü halife Hz Osman zamanında fitnelerin çıkmasıyla değişime uğradı, bid'atler dine karıştı; sünnetten uzaklaşıldı Tâbimin büyük âlimleri Kur'ân'da geçen (el-Bakara, 2/151, 231; Âlu İmrân, 3/164; en-Nisâ, 4/113; Cumâ, 62/2; Ahzâb, 33/34) 'hikmet' kavramını 'sünnet' şeklinde anlamışlardır İmam Şâfii de bu görüştedir Kendisine kitapla birlikte onun bir benzerinin verildiğini söyleyen Hz Peygamber'in (Müsned, IV, 134) sünneti böylece zikr, hikmet, misl olmaktadır Rivâyetlere göre Cebrail (as) vahyi getirirken, onun açıklamasını (sünneti) de getirdi (Câmiu'l-Beyâni'l-İlim, II, 34) Hem Kur'an'ı hem de sünneti indiriyor, Hz Peygamber'e öğretiyordu Sünnet, İslâm toplumunun ve islâm devletinin oluşmasında âmil olan en mühim faktördü Sahâbe, bu sünneti, gelecek nesillere kalması için aktardı ve "hadis" bir bakıma böyle doğdu Ancak ashâb hadis rivâyetinde çok titiz davranmasına karşılık, tedvin asrında sapık akımlar ve İslâm düşmanlârı hâdis uydurdular İhtilâflı meselelerde kendi görüşlerini destekler mâhiyette hadis uyduruldu İbn Haldun, Ebû Hanife'nin sıhhati kesin kabul ettiği hadis sayısının 17 olduğunu yazmıştır Hadis ehli bu durum karşısında hadis tenkidine yöneldi ve hadis usûlu geliştirildi Ehli sünnet, Şia'nın Hz Ali hakkındaki rivâyetlerini cerh edip sahih kabul etmezken Abdullah b Mes'ud'un rivâyetlerini esas almış, Şia da ehl-i beyt hakkındaki rivâyetlerde taassuba düşmüştür
Cerh ve ta'dil * ilminde bu yüzden fıkıhçılardan ayrı yöntemler meydana gelmiş, hükümlerin fer'î olanlarında bu açığa çıkmıştır Katâde, İbn İshak'ı överken Nesaî onun kuvvetli olmadığını; Dârekutnî ise onun sözüyle delil getirilemeyeceğini söyler İmam Mâlik de aynı şahsın yalancı olduğuna şehâdet eder Öte yandan ikinci yüzyılda ehli hadis okulu ile ehli rey okulu arasında şiddetli münâkaşalar oldu (Geniş bilgi için bk Şâtibî, el-Muvafakat; Gazalı, el-Mustasfa; İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkıîn)
Ebû Hanife ile İmam Mâlik, kesin bir delile aykırı olmayan haber-i vâhidi delil olarak kullanırken; Şâfii, sıhhat şartlarını taşıyan haber-i vâhidi kabul eder Hanefilere göre bu haberler şâz'dır, reddedilmesi gerekir
İmam Şâfii, sünnetin ancak sünnetle neshini câiz bulur (er-Risâle, 89) Gazzâlî, Kur'ân ile sünnetin, sünnetle de Kur'ân'ın neshini kabul eder "Her ikisi de vahiydir, dolayısıyla birbirlerini neshedebilirler" der (el-Mustasfa, Bulak 1 322, 1, s124) Cumhur ise, Kitab; Kitab'ı ve sünneti; sünnet sünneti ve mütevâtir sünnet kitabı nesheder görüşündedir Hadisler tâbiîn devrinde toplanmış ve yazılmış, daha sonraları fıkıh kitaplarındaki bölüm adlarına göre tertip ve tasnif edilmiş, İmam Mâlik Muvatta'ını, Ahmed b Hanbel Müsned'i yazmış, Kütüb-i Sitte* adı verilen hadis mecmuâları ortaya çıkmıştır
<B>İcmâ '