Eski Güzel Günler

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Eski Güzel Günler
1565-resized-4063-1306578266.jpg

DÜNYAYA bir misketin cam göbeğinden baktığınız çocukluk günleri, yaşanan yıllar kadar uzak, geçen zaman kadar eski değildir. Yaratanın hadsiz nimetleri içinde, zihninize bahşettiği o geçmişi yad etme nimeti ile, anılardan bir köprü kurar, onunla en uzak zannettiğiniz günlere, çölde kaybolmuş bir masal ülkesinin hazinelere malik virane sarayına giden bir yegâne geçitten geçer gibi geçersiniz.

Bu geçiş, rahat bir koltuğa oturup avare tavanları seyrederken olduğu gibi, hayatın bitmek bilmeyen deviniminde yaşanan küçük bir hadiseyle de olur. Küçük bir anahtarın naftalin ve leylak kokan eski bir çeyiz sandığını açması gibi, ufacık bir iz, zihninizin bir köşesindeki unuttuğunuzu zannettiğiniz binlerce hatırayı barındıran hafızanızı açar ve anılarınız—delik bir cepten düşen cam misketlerin zıp zıp zıplayarak dağılması gibi— yaşadığınız ânın ötesine-berisine dağılıverir; şaşarsınız.

Bir anne çocuğuna bağırır, siz handiyse çeyrek asır kadar geride kalmış bir enstantaneyi hatırlarsınız. Pervazında, teneke kutulara itina ile dikilmiş, küpe çiçekleri sarkan eski bir evin penceresinden bir kadın seslenmektedir. Sizin annenizdir o kadın ve sizi çağırmaktadır. Oyuna dalıp, yemeğe geç kalmışsınızdır yine... Kalorifer peteğinin üzerinde dalgınlıkla unutulmuş bir portakal kabuğu, ısındıkça oturduğunuz odanın içine tatlı bir rayiha yayar; kokuyu duymanızla, otuz sene önceki bir kış gecesine gitmeniz bir olur.

Kıştır, soğuktur, dışarıda kar yağmaktadır. Rahmetli babacığınız, içerisi hoş koksun diyerek, yediğiniz portakalın kabuklarını sobanın üzerine koymanızı istemiştir. İyice kuruyunca da içine atacaksınızdır. Zaten odun da azdır. Küçük bir çocuğun kaldırımdan düştüğünü görürsünüz, görmenizle dizinizdeki eski bir yara izinin sızladığını hisseder gibi olursunuz. Bir ses, bir koku, bir resim, bir tad, tahmin bile edemeyeceğiniz kadar küçük herhangi birşey, Yaratanın hadsiz nimetleri içinde zihninize bahşettiği geçmişi yad etme nimetiyle anılardan kurduğunuz köprüye bir basamak olur ve geçersiniz o köprüden. Dünyaya bir misketin cam göbeğinden baktığınız çocukluk günleri, yaşanan yıllar kadar uzak, geçen zaman kadar eski değildir, görürsünüz...

DÜNYA dergicilik tarihinde, önemli bir yer tutan Life dergisinin, yıllar boyu sayfalarında yayınladığı fotoğraflardan seçilerek oluşturulan The Best Of Life’ı öylesine karıştırırken, küçük bir kız çocuğunun neredeyse kendi boyu kadar olan oyuncak bebeğine harikulade bakışını gösteren o siyah beyaz fotoğrafı gördüğümde, bazılarını yaşadığım andan sonra bir kez bile anmadığımı da anladığım pek çok hatıra hayalimin beyaz perdesinde eski bir Tarkovski filmi tadında beliriverdi. Tahta bir atım vardı. İçi saman dolu tahta bir at. Yanlış hatırlamıyorsam, aile dostu bir doktor tarafından hediye edilmişti bana. Ya beş ya da altı yaşlarındaydım. Odamda dururdu. Ayakları, sallanan iskemlelerde olduğu gibi, eğimli iki kalın tahtaya raptedildiğinden, üzerine bindiğimde az bir gayretle öne arkaya sallanır, o eski evin o eski odasında dere-tepe düz giderdim.

Çocukluk bu ya, yerde gitmek beni kesmez, arada bir uçardım. Yatacağım zaman, üşüyüp hasta olmasın diye bir şilte ile atımın üzerini örter, kulağına o vakte kadar öğrendiğim bütün duaları okurdum. Bu duaların yekûnu fazla birşey tutmadığı için bana kafi gözükmez, onların ardından, bildiğim yarım yamalak türküleri de okurdum. Atlara olan bir türlü tatmin edilmemiş, hüzünlü tutkum işte bu tahta attan dolayıdır.

At! İlle de at! Dayımın da bir çiftliği vardı. Yaz tatillerinde o çiftliğe giderdim. Beni pürtelaş o çiftlik yollarına düşüren en önemli neden ise o siyah, hem de simsiyah taydı. Bakıcısı, bir elinde atın dizginleri, bir elinde kırbaç, öyle yaklaşırdı tayın yanına. Üstelik tay arka ayaklarının birinden avluya zincirlenmişti. Öyle vahşi, öylesine isyankârdı. Bir şaha kalkışı vardı ki, ömründe şaha kalkan siyah bir kısrak görmemiş kişi, ne çok şey yitirdiğini bu ihtişamlı manzarayı görmeden anlayamayacağı için, beyhude tasvire yeltenmeyeceğim. Her neyse... Benim çocuk aklım ve çocuk yüreğim tayın hırçınlığının sebebi olarak hep o zinciri görürdü. Hürriyeti elinden alınmış birinin daha kaybedecek nesi kalmıştı ki!? Tayın haline üzülmekle birlikte, neticede o bir at idi ve insanlar üzerine binsinler diye varedilmişti. Uzaktan bakar, bakar; “Ah şunun üzerine bir binebilseydim!” diye iç geçirirdim.

Çiftlikteki günlerin çoğu tayın civarında geçmekle birlikte, o koca çiftliğin her bir köşesinde birbirinden farklı, birbirinden lezzetli üzüm asmalarını da unutmazdım. Güneşin altında sarı sarı parıldayan ballı taneleri asmasından koparıp yeme zevkini tadanlar zaten bilir, tatmayana ise tarifi mümkün olmadığı için, bunu da beyhude tarife girişmeyeceğim. Yalnız, şu var ki, üzüm asmalarının tepesinde, alaycı kargaların, serçelerin ve kumruların sesleriyle birlikte acı bir tay kişnemesi duyardık ki, zaman zaman yüreğimiz ağzımıza gelirdi. Ya zincirini kopardıysa? Çocuk için heyecanlı hülya mı ararsın; ne çoktur... Tahta attan gerçeğine geçiş hülyamı o vahşi tay ile gerçekleştirememiş olsam da, bir at sırtına hiç binmemiş de değildim. Ahırdaki yaşlı harman beygiri ne güne duruyordu. Yaşlıydı, uysaldı, ama boyca bizden iri idi. Öyle kovboy filimlerindeki gibi bir hop edip üzerine binemezdik. Önce ahırın duvarına çıkar, sonra beygirin hizasına gelir ve üzerine atlardık. Hayvancağız hiç oralı olmaz, her zaman olduğu gibi ağır ağır arpa kırmaya devam ederdi. Bu işin tek tehlikeli tarafı vardı: Oldukça yaşlı olduğundan, tüyleri dökülürdü. Ben de üzerine eğersiz bindiğim için, pantolonumun her tarafı at kılı ile dolardı. İşte bu at kılları, ata binmediğime dair ettiğim bütün kallavi yeminleri yalancı çıkarmaya yeter ve beni en hafifinden sağlam bir valide fırçasına mahkum ederdi.

Bir de sabahları tütün toplamağa gidişimiz vardı. Büyükler önden giderken, biz küçükler, sabah erken kalkmanın mükafatından olsa gerek, ya o yaşlı beygirin ya da küçümen gözükmesine rağmen yaşı beygirden aşağı olmayan eşeğin sırtında ağır aksak giderdik. O toynakların taşlara çarptıkça çıkardıkları sesler şimdi nasıl da kulağımda; bir bilseniz... Rahmetli babacığımın da, atlarla ilgili bize anlattığı dokunaklı bir hatırası vardı. Dedem iki atının çektiği arabası ile birlikte köy köy dolaşan bir manifaturacı imiş. Yani atlar pek önemli; vesile-i rızk. Babam, babasının vefat haberini aldığında dokuz yaşlarında imiş. Derdi ki, “Babamın vefatını duyduğumda aklıma ilk düşen atlar oldu. ‘Ben şimdi nasıl bakarım atlara, nasıl tımar ederim, nasıl yedirir içiririm?’ diye oturup ağladım.” Sonra dizi dibinde beş çocuk ile dul kalan babaannem, eline borç defterini alıp babamla birlikte köy köy alacakları toplamak için dolaştılarsada, her zaman eve elleri boş dönerlermiş. Yokluk varmış, açlık varmış ama şükür az bir nimeti çok kıldığından, tad varmış vesselam. Sonradan atlar da, arabada satılmış, kul hakları mahşere kalmış.

Şu işe bakın; The Best of Life’daki bir resimden nerelere geldik. Ruhunu ruhuma hep yakın bulduğum bir şair olan Ziya Osman Saba, bir şiirinde yanlış hatırlamıyorsam şöyle yakarırdı Rabbisine, “Bir gün ver bana Tanrım/Tâ çocukluğumdan kalmış.” Evet, o günler geri gelmeyecek. O günlerde yaşayan ve şimdi aramızda olmayanlar da geri gelmeyecek. ‘İyi insanlar iyi atlara binip gittiler,’ gayri ardlarından yetişirse Fatiha yetişir. Bari onu çok görmeyelim. (Bu yazı, anılarımın odağındaki güzel insanlara beni bağlayan, yeğenim küçük Şevval’e bir yaşgünü armağanıdır.)

Selim Güzdüzalp
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Teşekkürler hasret güzel bir yazı,,,,kesinlikle her okuyan kendinden bir satır bulacak
bu yazıda eskileri anımsamak adına......
 
Üst Alt