Gök Tanrı İnancının Temelleri

TÜRKOĞLU

Aktif Üyemiz
Gökler ulaşılmaz, erişilmez, sonsuzdur; bir bakıma Tanrı da öyle…

Asya’nın uzun ve vahşi bozkırlarında asırlarca at koşturan; dağları, ovaları aşan, yeryüzünü vatan, göğü çadır ve güneşi bayrak bilen Türkler için gök, Tanrı gibi; hakanlıksa gök gibi, göksel olmak gibi önemli bir değerdir.

Türk, gözünü ya gökyüzü çadırı altında kurulmuş olan çadırının içinde, çadırın göğe bakan penceresi altında ya da doğrudan mavi göğün altında dünyaya açmış. Yüksek rakımlı yerlerde yaşadığı için de göğe ve yıldızlara çok yakın… Türk; göğün, yerin ve doğanın bir parçasıdır. Çocuklarının adları bile gök, dağ, deniz, yıldız, su, çiçek vb. adlarıdır.

Doğrusu, sadece Türk düşünce sisteminde değil diğer düşünce sistemlerinde de yer ve göğün dışında somut bir çevre yoktur. Dolayısıyla bütün kozmolojilerin, yer ve göğün temsil ettiği iki ilkeye dayandığı söylenebilir (Esin, 2001: 19). Türklerin destan ve efsanelerinde bu iki ilke “üstte mavi gök, altta yağız yer” şeklinde ifade edilir.

Türkler için gök, sadece yerdeki davranışların yönlendirildiği bir yer değil, aynı zamanda yönelinmesi gereken bir yer, adeta bir kıbledir.
Geniş coğrafyalarda yollar, dağlar, tepeler, ovalar aşan Türkler; sürülerini otlatmak için, yollarını, yönlerini belirlemek, mevsim hakkında bilgi sahibi olmak, senenin verimli ya da kurak geçeceğini anlamak, gelecek hakkında bilgi sahibi olmak için göğe baktıkları gibi; dua, beddua ve niyazlarında da yüzlerini göğe çevirirler. “Tanrı gibi gökte olmak” ise onlar için aynı zamanda bir idealdir.

Türklerde Bir Tanrı İnancı


“Tengri/Tanrı” ve “kök/gök” sözcükleri Türkçede çok uzun zamanlardan beri bilinen ve kullanılan sözcüklerdir. Çin kaynakları incelendiğinde Tanrı anlamındaki “Tien”le aşağıda değişik kullanımları verilecek olan Türkçe “Tengri” sözü arasında bir ilişki olduğu, dolayısıyla bu sözün Çinceye Türkçeden geçmiş olabileceği düşüncesi yadırganmamalıdır. Çünkü Türklerin aynı sözü “Bir Tanrı” anlamına gelecek şekilde 2500 yıldır; Sümerlerdeki “Dingir”in, Tengri’nin aslı olarak kabul edildiğinde ise 3 ila 4 bin yıldır kullanmakta oldukları söylenebilir.

Hz. İbrahim’in M.Ö 2100 veya 2000 yıllarında yaşadığı hatırlanınca, İslam da kine benzer bir “tek Tanrı” inancının iki bin sene önceleri Türkler arasında çok güçlü bir şekilde var olmuş olması asla yadırganacak bir durum değildir (Tanyu, 1980: 200). Çünkü yukarıda değinildiği gibi, Sümerler söz konusu edildiğinde tek Tanrılı bir inanç İbrahim öncesinde de vardı.

Ayrıca Türkler, tarihleri bilinen en eski zamanlardan beri yeri göğü yaratan/hâlik olan ve bir olan Tanrı’ya inanmışlardır (Tanyu, 1980: 69). Onların inancıyla Araplar arasında yaşayan Haniflik arasında bir benzerlik olduğu bile söylenmektedir.

“Ya Türklere peygamberlerin mesajları bir şekilde ulaştı, ya da bu inanca Türkler kendiliğinden ulaştı…”

Oğuz Kağan, bir Tanrı’ya iman etmedikçe hiçbir kadınla evlenmemiş, bir Tanrı’ya inanmadığı için babasını tahttan indirmiş ve putperestliğe karşı tek Tanrı inancını hakim kılmıştır (Tümer-Küçük, 1993: 79-80). İleride belirtileceği ve Mevlana’nın da işaret edeceği üzere bu inanca Türkler ya kendiliklerinden ulaşmışlardı ya da peygamberlerin mesajları bir şekilde Türklere ulaşmıştı.

Başta Orhun yazıtları olmak üzere pek çok yazıt ve yazmada da Tengri sözünün bugün kullandığımız anlamda, bir Tanrı için kullanıldığı görülür. Tanrı, Huda, Allah ya da başka isimlerin dilbilim açısından bugün bir değer ifade etmediğini hatırlatmak gerekmektedir. Ne yazık ki, büyük din âlimleri ve imamların akaid kitaplarında Allah için Türklerin Tanrı, Acemlerin Huda demelerinde hiçbir sakınca olmadığını açıklamalarına rağmen, sonraki dönemlerde ortaya çıkan çeşitli bağnazlıklar nedeniyle Allah yerine Tanrı kelimesinin ya da başkalarının kullanılamayacağı söylenebilmiştir (Tümer-Küçük, 1973: 189).

Dünya kültürünün çekirdeklerinin bulunduğu, Hommele göre, konuştukları dilin de Türkçe kabul edilmesini gerektiren yüzlerce delil bulunan Sümerlerde de Tengrinin belki de ilk söylenişlerinden biri olan Dingir sözcüğü, el-İlah ve Tanrı kavramıyla ifade edilen anlamla aynı anlama sahiptir. Dingir sözünün zaman içinde ve boylara göre çeşitli değişikliklerle kullanılmış olduğu anlaşılıyor. Yakutlar Tengri için Tangara; Altay kamları Tenegere, Moğollar ise Tengir veya Kökö Tengir demektedirler. Asya Türk ağızlarında tungrı, ture, töngri, tüngri gibi kullanımlarla da karşılaşılır. Yakutlar Tanrı için Ürüng Ortoyon, Moğolistan’da yaşayan Urenhalar Kayrakan (Büyük Han), ve Çuvaş Türkleri Turı adını kullanmaktaydılar. Kullanıldığı zamanlarda da çoğunlukla çeşitli tanrılar çağrıştıracak anlamda değil, bir Tanrı inancını ifade etmek üzere kullanılmışlardı (Eyüboğlu, 1995). Hıristiyanlığı kabul eden Volga Tatarlarının da bir Tanrı anlamında Tenegere’yi kullanmaya devam etmeleri, aynı kanıyı desteklemektedir. Ancak günümüz Çuvaşlarının Tengere’yi tanrılar anlamına gelecek şekilde kullanmalarından olacak ki Altay Tatarları ve Kırgızlar, Tanrı’dan bahsedecekleri zaman Farsça Huday kelimesini kullanır olmuşlardır (Güngör, 1998: 41-42). Muhtelif Türk boyları arasında Tanrı sözünün hem söyleyiş özellikleri bakımından hem de içerik bakımından Sümerlerdeki “Dingir”in bir devamı olduğu açıktır.

Baştan sona Nuh Tufanı’nı anlattığı anlaşılan Sümerlerin Meşhur destanı Gılgameşle Türklerin Yaratılış Destanı arasındaki benzerlikler de düşünülünce eski Türk kültürünün Sümer kültürünün ya bakıyyeleri olduğu ya da Türklerin Sümerlerle birlikte başka pek çok kültürden beslendiklerini akla getirmektedir. Böylece Türklerin zengin bir edebiyatları olmamakla birlikte nasıl çok zengin ve renkli kültürleri olduğu, bir Tanrı inancı gibi bir inanca nasıl ulaşmış oldukları gibi düşünceler de bir ölçüde karanlıktan kurtulmaktadır. Çünkü Sümerlerin çok zengin bir edebiyatları vardı.

Divan-ı Lügati’t-Türk’te “bir Tanrı” anlamında Tengri ile birlikte Bayat da kullanılır. Altaylarda kullanıldığı görülen, Karahan, Ülgen ve Ugan isimleri Tanrı için kullanılmış olmayıp birer hükümdar ismi ve unvanıdırlar. Söz konusu isimlerin Tanrı adı olarak ya da ayrı tanrılar olarak görülmesi Z.Gökalp gibi bilim adamlarının ve muhtemelen onların, koruyucu ruhları (melekleri) Tanrı olarak yorumlamalarından kaynaklanan yanlış bir bilgidir (Tanyu, 1980: 132-177). Zira yer tanrısı, gök tanrısı, su tanrısı ya da Gün Han (Güneş Tanrısı), Öt Han (Ateş Tanrısı), Gök Han (Gök Tanrısı) (Samancıgil, 1945: 7) vb., koruyucu ruhları ifade ettiği gibi Ak Han, Karahan, Han Tengri ve benzerleri (Han Tengri) de bir Tanrı ismi değil, büyük hükümdar unvanlarıdır. Nitekim Bulgarcada da Tengri bir unvandır.

Koruyucu ruh anlayışı Anadolu’da bugün de benzer şekilde varlığını sürdürmektedir. Ateşin koruyucu ruhu (meleği) olduğuna dair inanışın Anadolu’da bazı yörelerde olduğunu biliyoruz. Ateş üzerine su döküleceği zaman “destur destur!” denir. Böylece ateşin ruhundan ya da meleğinden izin istenmiş olur. Eski Türklerin ateşle ilişkileri çerçevesinde ateşe, kutsallığın gücünü belirtmek üzere Tanrısallık yüklemeleriyle Anadolu halkının söz konusu davranışı birbiriyle ilişkili olmalıdır.

“Semavi” Tanrı Tengri


Türkler, mutlak kudret sahibi bir varlık olarak düşündükleri, yüceliğini belirtmek maksadıyla “semavî” olarak nitelendirilen, genellikle de Gök Tanrı olarak andıkları bir Tanrı’ya inanıyorlardı (Topaloğlu, 1989: 473). Tanrı ya da onun melekleri için, koruyucu ruhlar için elbette başka isimler de kullanıyorlardı.
Türklerin Tanrı için Ulug, Bayat, Çalap, İdi sözcüklerini kullandıkları, ancak bu isimlerin Tanrı ile aynı anlamda olmadıkları da bilinmektedir. İdi diğerlerinden farklı olarak değişikliğe uğramış bir sözdür. Farsçada bazı metinlerde besmele yerine kullanılan “be-nam-ı ized”deki ized’le aynı olduğu sanılan İzi ve İzîd’in, Osmanlı Türkçesinde çeşitli metinlerde kullanıldığı görülür (Uzun, 1992: 538). Ayrıca bu söz İye ve Eye Şekillerinde de kullanılıp Tanrı anlamının yanı sıra sahip, efendi, koruyucu ruh ya da melek anlamlarını da içermektedir (Tanyu, 1980: 41). Bir başka deyişle İdi (sahip Rab), Ulug, Bayat, Ülgen (büyük, yüce, ulu) tıpkı Allah’ın başka güzel isimleri gibi Tanrı’nın isimlerindendi (Tanyu, 1980: 113-176). Ne var ki, Eliade gibi bilim adamlarının Türklerde çok eskiden beri bir Ulu Yaratıcı inancı olduğunu belirtmesine rağmen, bazı araştırmacılar bunu çekici bulmadıklarını söyleyerek pek çok tanrılı bir inanca sahip oldukları yönündeki görüşü sürdürmeyi tercih etmişlerdir (Yıldırım, 1995: 33).
“İnsanoğlu doğayla yeterince etkileşim kurduğu anda Tanrı fikrine ulaşmayı da başardı.”

Hatırlanacağı üzere Araplar, Allah sözcüğünü, İslamiyet’ten önce de kullanıyorlardı (Yıldırım, 1995: 33). Müslüman adı da Hz. İbrahim zamanından beri kullanılmakta olan bir addı (Yıldırım, 1995: 179-191). Dikkate değer bir diğer husus ise Tanrı lafzının Maniheist ve Budist metinlerde de kullanılmış olmasıdır (Yıldırım, 1995: 180).

Bu kullanım, Buda’nın Türklerle yakın ilişkisine delil olmanın yanı sıra, doğru bilgiyi insana sunan tabiat üzerinde düzenli ve engin bir tefekkür süreci yaşayan insanoğlunun bir Tanrı fikrine ulaşabileceğine ilişkin bir gösterge de olabilir. Nitekim İbni Tufeyl’in Hayy Bin Yakzan adlı dünyanın ilk felsefi romanında, tabiatla baş başa kalarak şekilden uzaklaşıp anlamlara ulaşmayı başaran bir insanın böyle düşünsel kazanımları ve bir inancı geliştirmesi anlatılır.

Mevlana da Mesnevi’de varlığın özü olarak nitelediği insanlar arasındaki ayrılıkların bakışlardan, görüşlerden kaynaklandığına, gerçek bir ayrılığın olmadığına, dinlerin iç yüzde bir ve aynı olduğuna, dolayısıyla bir Tanrı fikrinin bütün dinlerde var olduğuna ya da bu fikre ulaşılabileceğine şu sözlerle işaret eder: “Ey varlığın özü olan insan! Mümin ile ateşe tapanın, Yahudinin ayrılığı, aykırılığı hep bakış ve görüş yüzündendir. Manaya değil de şekle surete bakmaktan ileri gelmiştir. Yani dinlerin dış yüzleri, suretleri, şekilleri, ibadet tarzları, mabetleri ayrıdır, ama hakikatleri birdir. … Her iki yol da Hakk’ın çizdiği yoldur (Can, 1997: 90).”

Tek Tanrı “Tengri”


Tanrı sözünün gerek en eski metinlerde gerek 10. yy.‟dan itibaren yapılan tefsir ve meallerde gerekse zamanımıza kadar gelen folklor ve edebiyata dair pek çok üründe Allah lafzı yerine kullanıldığı kesin olarak ortaya konmuştur. Türk İslam edebiyatının ilk ürünü olan Kutadgu Bilig’de de Tanrı’nın, Allah lafzından çok kullanılmış olması, Tengri’nin çok eski zamanlardan beri “bir tanrı” inancını ifade eder anlamda kullanılmış olmasına güçlü bir delildir. Ayrıca Bayat sözünün de Kutadgu Bilig‟de Allah lafzı yerine kullanılan isimlerden olması “bir Tanrı” anlamında başka isimlerin de rahatlıkla kullanıldığını göstermektedir.

“Tengri yaşam verici ve yaratıcıdır, ölüm de Tengri’nin iradesine bağlıdır.”

Gök Tanrı (Kök Tengri) kavramının eski Türk inanışında önemli bir yer tuttuğu konusunda daha somut örnekler de vardır: Tanrıkut Mete (Motun) Çin hükümdarına yazdığı bir mektupta, kendisini tahta Gök-Tanrı’nın çıkardığını bildirmiş, Gök’ün yardımıyla ve kendi askerlerinin ve atlarının çabalarıyla çevresindeki 26 devleti ve (Gansu’dan kuzey Tibet ile batı Türkistan’a kadar uzanan bölgede) bazı halkları yenerek Hun’laştırdığını belirtmiştir. Görüldüğü gibi, günümüze kalan belgelerde, devletin başına kağanı Gök’ün getirdiği belirtilmiş, devletin ve insanların yönetimi de Gök’e mal edilmiştir: Tanrı Türk’ün yaşamına doğrudan karışır, buyruklar verir, iradesine boyun eğmeyenleri cezalandırır, insanlara bağışladığı iktidar (kut) ve kısmeti (ülüğ) değerini bilmeyenlerden geri alır. Şafak söktüren (tan üntürü) ve bitkileri oluşturan da “Ulu Tanrı”dır. O, yaşam verici ve yaratıcıdır, ölüm de Tanrı’nın iradesine bağlıdır.

Bütün bu inanışlar, Gök Tanrı’nın “eşi ve benzeri olmayan, insanlara yol gösteren, onların varoluşuna hükmeden, cezalandıran ve ödüllendiren bir ulu varlık olduğunu” ortaya koymaktadır.

Atalar Kültü


Türk inanç sisteminin Gök-Tanrı dışında bir başka özelliği de Atalar Kültüdür. Ölmüş atalara saygı, onlar için kurban kesilmesi, ataerkil ailede baba egemenliğinin belirtisi sayılmaktadır. Hunların her yılın mayıs ayı ortalarında atalara kurban sunulduğu bilinmektedir. Eski Türklerde en büyük kurban, bozkırlı Türk’ün kutsal bir duyguyla benimsediği “at”tır. Eski Türk bölgelerinde özellikle Altay’lardaki kurganlarda birçok at iskeleti bulunmuştur. Atalarla ilgili kalıntıların kutlu sayılması, mezarlara yapılan tecavüzlerin sert şekilde cezalandırılmasından da anlaşılmaktadır: Batı tarihçilerine göre Attilanın ikinci Balkan seferinin nedenlerinden biri, Hun hükümdar ailesine ait mezarların Margus (Belgrat dolaylarında, Tuna kıyısındaki kent-kale) piskoposu tarafından açılarak soyulmasıdır. Hunlar’ın büyük bir hakaret saydıkları bu işe piskoposu sevk eden etken, eski Türklerin erkek ölüleri silah ve değerli eşyalarıyla; ölen başbuğları altın ve gümüş koşumlu atlarıyla; kadınları da süs eşyaları ve mücevherleriyle birlikte gömmeleriydi. Bunun nedeni, Türklerin, öbür dünyada ikinci bir hayatın varlığına ve ruhların sonsuza kadar yaşadıklarına inanmalarıydı.

Türkçede (Gök Türkçe, Uygurca) “ruh” için can anlamına gelen “tin” sözcüğü kullanılıyordu. Bu aynı zamanda “soluk” demekti. Ölüm, soluğun kesilmesi, ruhun bedenden ayrılıp uçması biçiminde düşünülüyordu. Bu yüzden de bazen “öldü” yerine “uçtu” denir, ruhları öbür dünyaya göç eden ataların, orada rahatsız edilmemeleri, iyi yaşamaları gerektiğine inanılırdı. Bu nedenle Eski Türklerde mezarları gizleme geleneği yoktur, aksine özellikle büyüklerin özel mezarları yapılıp, üzerlerine bir yapı (bark) yapılmış, barkın iç duvarları ölünün yaşarken katıldığı savaş sahnelerini gösteren resimlerle süslenmiştir. Ayrıca mezarın ya da mezar yapısının üstüne Balballar dikilmiş, sıradan kişilerin mezarlarına da, belirli olması için tümsek biçimi verilmiştir.
“Türkler asla putlara tapınmadı!”

Eski Türklerde “ruh”ların insan biçiminde düşünülmesi söz konusu olmadığı için, tapınmaya ilişkin putlara da rastlanmaz. Türkler gizli güçleri olduğuna inandıkları doğa olgularına kutsallık vermekle yetinmişlerdir. Doğada gizli güçlerin bulunması inancı, Orkun yazıtlarında “yer-su” (yarsub) terimiyle yansıtılmıştır. Bu açıdan yer-su “kutsal” sözcüğüyle nitelendirilmiştir. Genellikle bu tür inançlarda maddi yaşam koşullarının, ekonomik ve toplumsal etkenlerin rol oynadığı kabul edilmektedir. Orkun yazıtlarında, Türklerin yararına çalışan manevi güçler anlamında kullanılan yer-su sözcüğüne oldukça sık rastlanır. Eski Türklerde kutsallık “ıduk” kavramıyla dile getirilmiş, özellikle Göktürklerde sular, dağlar ıduk sayılmıştır. Her boyun her obanın bir kutsal dağı olmuş, bu dağ ıduk olarak benimsenmiştir.

Gök Tanrı’ya sunulan bütün kurbanlar, adaklar ilgili dağa götürülerek orada törenle, şölenle gereği yapılmıştır. Orta Asya Türkleri arasında en yüce, en kutsal sayılan dağ “Ötüken”dir. Ötüken yalnız dağ değil aynı zamanda bir ormandır. Türkler ona büyük saygı göstermiş, adaklar sunmuş, kurbanlar kesmişlerdir. Kurban, iyi ruhların sembolü ve yerinin gökyüzünde olduğuna inanılan “Bay Ülgen” için kesilmişse başı “doğu”ya, kötü ruhların sembolü ve yeraltında olduğuna inanılan “Erlik” adına kesilmişse “batı”ya çevrilir.

Dağların yanı sıra bazı tepeler, ormanlar, sular, ateş, gök gürültüsü, ay ve güneş de kutsal sayılmıştır: Bizans elçisi Zemakhos Orta Asya’da Batı Göktürk sınırına vardığında, Türklerin onu ve arkadaşlarını alevler üstünden atlatarak kötü ruhlardan arındırdıklarını belirtmiştir. Hunlar döneminde güneş, ay, yıldız kültleri (daha sonra 6. – 8. yy.’larda Türk toplulukları arasında değerlerini yitirmişlerdir) de rol oynamıştır; Hun hükümdarı her sabah doğan güneşe, gece de dolunaya saygısını belirtirdi. Ayrıca Gök-Tanrı’nın yanı sıra yer de büyük önem taşımıştır. Ancak, eski Türk belgelerinde geçen “yer” sözcüğüyle toprağın kastedilmediği, tanrısal gücün öğelerinden biri olarak “yer”i, tanın kültürüne bağlı topluluklardaki “toprak tanrısı” ile karıştırmamak gerektiği. Eski Türk dinine göre “yer”in de Tanrı tarafından yaratılmış olduğu araştırıcılar tarafından belirtilmektedir.
“Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış”

Orta Asya Türklerinin yaradılış efsanesine göre, tanrıların en yükseği, insanoğlunun atası olan Tengere Kayra Han (ya da Bay Ülgen), “kişi”yi, onun aracılığı ile de yeryüzünü, dağları, vadileri yaratmış; “kişi”nin kendisine baş kaldırması üzerine, ona “Erlik” adını vererek ışık evreninden yeraltı atmış, yerden dokuz dallı bir ağaç büyüterek her dalında bir cins insan yaratmıştır. Orkun yazıtlarında da, Türk evrendoğum inanışı hakkında: “Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış” cümlesine rastlanmaktadır. (Üze Kök Tengırü, asra yağız kılındıkta, ikin ara kişioğlu kılınmış). Bu cümleden bazı araştırmacılar, Kök Tengri deyimiyle bir tek yüce Tanrı’nın değil, doğrudan “mavi gök”ün kastedildiğini; Kök Tengri deyimiyle “Ulu Tanrı” kastedilseydi, “yaratanın da aynı zamanda yaratılmış olması” gibi çelişkinin söz konusu olacağını belirtmektedirler.

Kıyamet günü inancı: İyi ve Kötü’nün savaşı!


Altaylarda dünyanın sonlu olduğu günün birinde yıkılacağı inancı vardır. Bu inanca göre, yeryüzü yaşamı sürekli değildir; günün birinde sona erecek ve insanlar, hayvanlar, bitkiler yok olacaktır. Bu sona doğru insan soyunda azalma başlayacak, suçlar çoğalacak, günahlar alıp yürüyecek, insanlarda tanrı korkusu kalkacaktır. İyilik simgesi Bay Ülgenle, kötülük simgesi Erlik arasında oluşacak büyük savaşın sonunda, Bay Ülgen dışında bütün savaşanlar ölecektir. Bay Ülgen bütün canlıların öldüğünü, yeryüzünde kendisinden başka kimse kalmadığını görünce “kalkın ey ölüler” diye bağıracak, bu çağrı üstüne bütün ölüler yattıkları yerden kalkacaktır. “İnsanların yeniden dirilmesi” anlamına gelen “kalkancı çağ” (kalıcı çağ) budur.
Hunlarda gerçek bir dinle karşılaşılmakta, Gök Türklerde ise Gök Tanrı bütünüyle manevi bir “güç” durumuna gelmektedir.

Gök-Tanrı dininin Türklere özgü bir inanç olduğu, “Tanrı” (Tengri) sözcüğünden anlaşılmaktadır: Bu sözcük belirli fonetik farklarla ( Başkurtça dışında ) bütün Türk lehçelerinde yer almasının yanı sıra, birçok Asya topluluğu dillerine giren ortak bir kültür öğesidir; Türkçe olan “Tanrı” sözcüğü en açık biçimde Çince yazılmış bir metinde Hun imparatoru Mete’nin unvanları arasında geçmektedir.

Türklerin bir Tanrı inancına sahip olduklarını ve inandıkları yüce yaratıcının adının Tanrı olduğunu, tıpkı Allah lafzında olduğu gibi Tanrı adının da zaman zaman çeşitli sıfatlarla yan yana kullanılmış olmasından hareketle söyleyebiliriz. Bu nedenle Tanrı için ya da Türklerin dini için kullanılan ifadedeki Gök’ün, Tanrı’nın sıfatlarından biri olarak kullanıldığının, Tanrı adının bir parçası olmadığının bilinmesi gerekir. Ayrıca 10. yy.’da da Uygurlar hariç Gök Türkler, Oğuzlar ve Hunlar tek Tanrı inancına sahiptiler. İslam dünyasında Türklerin bir Tanrı inancına sahip oldukları, yaratıcıya “Ulug” ya da kadim “bir Tanrı” anlamında “Bayat” dedikleri de bilinen bir durumdu (Candan, 2004: 48-132).

Başka ulusların tarihçi ve seyyahlarının eserleri de Türklerin bir Tanrı‟ya inandıklarına ilişkin delillerle doludur.

6. yy. Bizans tarihçilerinden Menander, Türkler her ne kadar toprağa, suya, ateşe saygı gösterseler de yine de kâinatın yaratıcısı tek Tanrı’ya inandılar, demekte; bir başka Bizans tarihçisi Teophylaktos da, Türkler yerlerin ve göklerin hakiki sahibi tek bir Tanrı’ya inanıyor, ona tapıyor ve onun için kurban kesiyorlar, demektedir (Candan, 2004: 13-14).

Mengü Kağan’ın İslâm elçisine söyledikleri, Türklerin, İslamla karşılaştıkları sıradaki inançlarını göstermesi bakımından önemlidir:

“Biz, tek bir Tanrı’ya inanır ve taparız. O’nun emri ile yaşar ve ölürüz. Dünya ve ahirette mücazat da mükafat da O’na aittir. Tanrı görünen ve görünmeyen her şeyin halikıdır. Allah, sizlere kitaplar gönderdi, ama siz onların yazdıklarını tutmazsınız. Bize de gaybı bildiren kamlar verdi. Biz onların dediklerini yapar ve huzur içinde yaşarız.” (Fığlalı, 1994: 39)

Hikmet Tanyu’nun bildirdiğine göre 12. yy.’ın ünlü gözlemcisi Süryani rahibi Mikael, Türklerin tek Tanrı’ya inandıklarını, böylece tek Tanrılı Arapların dinini kolayca kabul ettiklerini söylemektedir (Tanyu, 1980: 117).

13. yy.’ın ünlü hakanlarından Moğol hakanı Möngkke de, Fransa kralı 9. Luis’ye yazdığı mektuba şöyle başlar: “Ebedî Tanrı’nın buyruğudur bu; Gökte ancak ebedî bir Tanrı vardır. Yeryüzünde de ancak bir sahibin olması gerekir; O da Cengiz Han’dır (Tanyu, 1980: 118).”
Bilindiği üzere dünya tarihinde çok etkisi olan Cengiz Han, eylemleri ve idealini “Gökte Tanrı yerde ben” (The God in Heaven and I on Earth) cümlesiyle özetler ki, bu tür ifadelere Türklerin kut inancı çerçevesinde sıklıkla yer verilir.

Vahdet-i vücut’un kaynağı Gök Tanrı!


Gerek Türk destanlarında gerekse Dede Korkut Hikâyeleri’nde “Bir Tanrı” inancını gösteren pek çok tanıklar vardır. 10. asırda Müslüman olmayan Oğuzlarla karşılaşan bir Arap seyyahı da oğuzların tek Tanrı’ya inandıklarını söylemektedir (Kalafat, 2006: 25) ve yaygın kanaate göre Gök Tanrı’nın pek çok vasfı İslamiyet’teki Allah vasıflarıyla aynıdır (Kalafat, 2006: 4).
Aslında Türklerin sadece bir Tanrı’ya inanmakla kalmayıp yer, su, ateş, gök gibi kutsallarının olmasının; hakanın, kadın’ın ve başka varlıkların kutsiyet kazanmasının vahdet-i vücut felsefesine sahip olmalarıyla da ilgisi vardır. Zira bazı araştırmacıların belirttiğine göre şarkın bu en eski felsefesi de İslamiyet’le birlikte ortaya çıkmış olmayıp önce Turan’da, sonra ufak değişikliklerle Hindistan’da, sonra da Çin, eski Akad, Sümer, Asur, Keldan, Fenike, İran, Mısır, Yunanistan ve Arabistan‟da görülen bir mistik felsefî anlayıştır (Sunar, 1975: 7). Belki de bir Tanrı’ya olan inanışlarının köklerinin çok eskilere gitmiş olmasından olacak ki, Türkler vahdeti vücut felsefesine Araplardan ve İranlılardan daha fazla sahip çıkmışlar ve Anadolu Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Velî ve yüzlerce bilim, din, sanat adamıyla asırlarca bu inancın özgürce ifade edildiği bir mekân olmuştur.

Ali Çavuşoğlu
Yard. Doç. Dr. Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Kaynak:
TÜRK-İSLAM KÜLTÜRÜNDE GÖK TANRI VEYA ULU TANRI İNANIŞI
VE EDEBİ METİNLERE YANSIMASI

Alıntılar:
CAN, Şefik. (1997). Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi, İstanbul: Ötüken Yay.
ESİN, Emel. (2001). Türk Kozmolojisine Giriş. İstanbul: Kabalcı Yay.
EYÜBOĞLU, İsmet Zeki. (1995). Türkçenin etimolojik Sözlüğü. İstanbul: Sosyal Yay.
FIĞLALI, Ethem Ruhi. (1994). Geçmişten Günümüze Halk İnançları İtibariyle Alevîlik ve Bektaşîlik.
GÜNGÖR, Harun. (1998). Türk Bodun Bilimi Araştırmaları. Kayseri: Kıvılcım Yay.
KALAFAT, Yaşar. (2006). Doğu Anadolu’da Eski Türk İnançlarının İzleri. Ankara: Ebabil Yay.
SAMANCIGİL, Kemal. (1945). Bektaşilik Tarihi. İstanbul: Tecelli Matbaası.
SUNAR, Cavit. (1975). Melamilik ve Bektaşilik. Ankara: Ankara Üniv. İlahiyat Fak., Yay.
TANYU, Hikmet. (1980). İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı. Ankara: Ankara Ü., İlahiyat Fak., Yay.
TOPALOĞLU, Bekir. (1989). “Allah”. İstanbul: TDV., İslam Ansiklopedisi.
TÜMER, Günay-Küçük, Abdurrahman. (1993). Dinler Tarihi. Ankara: Ocak Yay.
UZUN, Mustafa. (1992). “Besmele”. İstanbul: TDV İslam Ansiklopedisi.
YILDIRIM, Cafer. (1995). Şamandan Şaire Türk Şiiri. İstanbul: Engin Yay.
 
Üst Alt