Islam

faruk islam

Özel Üye
İSLAM
Dördüncüsü bütün peygamberler ve bu arada Hz. Muhammed (a.s.)'in da bize sunduğu İslâm'dır. Bu sistemi şöyle özetleyebiliriz.
Varlıkları ve yokluklarıyla bizi çevreleyen ve bizim de bir parçası olduğumuz kâinat, aslında büyük bir "Hükümdar"ın saltanatıdır. Bu saltanatı o büyük "Hükümdar" yaratmıştır ve bunun rakipsiz sahibi, hâkimi de kendisidir. Bu saltanatın kaide ve kurallarını da kendisi geliştirmiştir. Bu saltanatın başka bir hâkimi yoktur. Herkes ve her şey o büyük "Hükümdar"a tabi ve emirlerine bağlıdır. Bütün güçler ve yetkiler O'nun elinde toplanmıştır.
İnsan bu saltanat ve memleketin doğuştan tebaasıdır. Yani, tebaa olup olmaması kendi elinde değildir. Her halükârda, bu saltanatın tebaası olacaktır. Tebaadan başka bir hüviyeti olması mümkün değildir.
Bu hükümet düzeninde insanın muhtariyetine ve mesuliyetsizliğine, de yer yoktur. Doğal olarak buna imkân da yoktur. İnsan doğuştan bir tebaa ve devletin bir parçası olduğu için, bütün tebaa ve devlet erkânı gibi "Büyük Hükümdara itaat etmekten başka bir çaresi yoktur. Bu tebaa ve vatandaş kendisi için bir hayat düzeni geliştirme ve kendi görevini tayin etme hakkına sahip değildir. Onun işi, "Padişahların Padişahı "nın emirlerine uymaktan başka bir şey değildir. O Padişahın emir ve fermanları da vahiy şeklinde gelir ve bunlar kimin vasıtasıyla gelirse, işte o peygamberdir.
Ama, Büyük Hükümdar bu işleri kaba veya çirkin bir şekilde yapmıyor. Bunun için çok ince bir yol izliyor. İnsanı denemek ve imtihan etmek için hem kendisi görülmüyor, hem de saltanatının idare merkezi ve mekanizmasıyla yöntemlerini gizliyor. Bundan dolayıdır ki, bu saltanatın başsız ve idarecisiz olduğu izlenimi alınmaktadır. Bu saltanatın küçük düzeydeki diğer idarecileri ve mekanizması da pek gözükmüyor. İnsan kendisini sadece bir fabrika içinde görüyor ve bunu kimin çalıştırdığını göremiyor. Onun sınırlı duyulan da kendisinin kime bağlı olduğunu, kime hesap vermesi gerekliğini belirtmekten acizdir. Duyulan, görülen ve dokunulan şeylerden, "Dünyaların Hâkimi'nin saltanatı ve insanların mahkumiyeti ve mesuliyetini ortaya koyan herhangi bir işaret bulamıyor. Yani, herhangi bir şey onun mahkumiyetini kesinkes ortaya koymuyor. Peygamberler gelmişse de kendilerine vahiylerin geldiğini alelade İnsanlar görememiştir, bilememiştir. Böylece İnsanlar köşeye sıkıştırılmamış ve mutlaka peygamberlere itaat etmeye mecbur bırakılmamıştır. Ayrıca, insanlara bir ölçüde özgürlük tanınmıştır. İpleri uzun tutulmuştur. İsyan etmek istedikleri takdirde buna müsaade ediliyor ve bu hususta kendilerine epeyce imkânlar tanınıyor. Hatta isyan ve rezaletin son haddine kadar gitmelerine bile izin veriliyor. Asıl Hükümdar'ın dışında başka hükümdarlara boyun eğmek istiyorlarsa, onların eteğine yüz sürmelerine de mani olunmuyor. Gönüllerinin istediği şekilde başkalarına tabi ve mahkûm olabiliyorlar. İster Büyük Hükümdara itaat etsinler, ister isyan etsinler, rızkları kesilmiyor. Hayatın bütün nimetlerinden ve bütün imkânlarından yararlanabiliyorlar. İşret ve sefahat içinde yaşamaları için imkânlar tanınıyor, hatta ölünceye kadar böyle yaşamalarına müsaade ediliyor. Büyük Hükümdara isyan etmiş, itaatsizlik etmiş hiçbir kimsenin rızkı, ceza olsun diye kesilmiyor. Sadece bu sebepten fertlerin herhangi bir şekilde cezalandırıldığı da görülmüyor.
Bu yöntem ve bu yolun amacı, insanın kendi aklını, mantığını, iradesini ve hürriyetini kullanmasına imkân vermektir. Büyük Yaratıcı, insan'a bütün diğer mahlûklar ile madde ve kuvvetler üzerinde hakimiyet kurma yetkisini, kendisini denemek için vermiştir. Bu denemenin sağlıklı bir sonuç vermesi için hakikatler gaibin perdesine saklanmıştır. Böylece insan aklı ve fikri ile karar verme gücü deneyden geçiriliyor. Ona seçme hakkı verilmiştir ki, Hakk'ı öğrendikten sonra, herhangi bir cebir veya baskı olmadan O'na itaat edebilsin. Herhangi bir baskı söz konusu olmadığı için insan Hakk'ı öğrendikten sonra bile isterse, cehaletinde ve dalâletinde ısrar edebilir. Zâten bu seçme hakkı ve hürriyeti, kendisi için öngörülen deneme ve imtihanın özünü teşkil etmektedir. Kendisine bu imkânlar sağlanmaz, hayatın çeşitli imkânlarından yararlanmaz ve faaliyet alanı geniş tutulmazsa, aklı, iradesi, zekâsı ve seçme kabiliyeti iyice denenmiş olamaz.
Dünyadaki hayat bir imtihan süresi olduğu için burada ne hesaplaşma var ne de ceza. Burada insanlara verilenler, iyi amelin bir ödülü değil, imtihan malzemeleridir. İnsanın karşılaştığı zorluk ve çektiği eziyetler kötü bir amelin cezası değil, onun bağlı bulunduğu tabiat kanununun birer icaplarıdır. İyi ve kötü amellerin asıl muhasebesi bu dünyadaki imtihan süresinden sonradır; yani ahirettedir. O halde, dünyamızda olup bitenler, bazı insanların rahat yaşamaları, bazılarının da güçlük çekmeleri, çıkan iyi ya da kötü sonuçlar, amellerin iyi ya da kötü oluşunun birer ölçüsü olamazlar. Önemli olan, âhiretteki mahkeme, duruşma, karar, ödüllendirme ve cezalandırmadır. Ahirette hangi işler, ameller ve hareketlerin iyi veya kötü sayılacağı, Allahu Teâlâ tarafından peygamberlerine gönderilen vahiyle tayin edilmiştir. Tafsilât ve küçük ayrıntılar bir yana bırakılırsa, âhirette felah bulma veya hüsrana uğramanın ölçüsü şunlardır. Birincisi, insanın kendi akıl, mantık, görüş açısı ve muhasebe kabiliyetiyle ALLAH 'ın her şeyin "Hâkimi" oluşunu ve O'ndan gelen hidayeti kabul edip etmemesi. İkincisi, gerçeği öğrendikten sonra, seçim hakkına sahip olması halinde,ALLAH 'ın hakimiyetini tanıyıp tanımaması ve şer'i emirlerine uyup uymaması.
Peygamberlerin başından beri insanlara anlatmak istediği nazariye işle budur. Bu nazariyeye dayanılarak kainatın varlığının ve içinde bulunan her şeyin izahatı yapılabilir. Tabiatın bütün kanun ve belirtilerinin gerekçeleri anlaşılabilir. Bu nazariye herhangi bir gözlem veya deneyimden olumsuz yönde etkilenmez, zarar görmez. Bu nazariye, Cahiliyye'nin her türlüsünün felsefelerinden temelde farklı olan bir felsefe sistemi meydana getirir. Kâinat ve bizzat insanın varlığına ilişkin bütün bilgi ve verileri belli bir düzene koyar. Bu düzenleme, Cahiliyye'nin düzenleme ve bilimsel yöntemlerinden tamamıyla farklı olur. Söz konusu nazariye, Cahiliyye'nin nazariyelerinden farklı bir sanat ve edebiyat geliştirir. Hayata bakış açısı, hayata yaklaşımı apayrıdır. Cahiliyye'nin ahlâkından apayrı bir ahlâk sistemi geliştirir. Bu ilmî ve ahlâkî temel üzerinde bina edilen medeniyet ve kültür, Cahiliyye'ninkinden tamamıyla değişik olur. Bu medeniyet ve kültürün sağlam şekilde ayakta durması için Cahiliyye'ninkinden bambaşka bir eğitim ve öğrenim sistemi geliştirilir. Kısacası bu medeniyetin ruhu ve özü, "Tek İlah"ın hakimiyetini, âhiretin varoluşunu ve insanın
ALLAH'a bağlı ve sorumlu oluşunu kabul etmektir. Buna karşılık, Cahiliyye medeniyetlerinin temelinde insanın aşırı özgürlüğü, egemenliği, sorumsuzluğu, kafa tutması ve isyan etmesi vardır. Demek ki, İslâm medeni yeti, Cahiliyye medeniyetlerinden her bakımdan farklı ve değişiktir.
Bu medeniyetin ayrıntılarına baktığımızda karşımıza bambaşka bir tablo çıkar. Temizlik, kıyafet, günlük yaşantı, adap, örf ve âdetler, kişisel karakter, çalışmak,servetin kullanımı, evlilik, aile hayatı, toplumsal gelenekler, İnsanlar arası ilişkilerin çeşitli biçimleri, alışveriş şekilleri, servetin dağılımı, devlet yönetimi, hükümetin yapısı, yönetici ve liderin durumu, şûra, devlet düzeni ve devlet daireleri, hukuk sistemi, kanun ve kurallar, adlî nizam, polis teşkilatı, vergi sistemi, suç ve ceza düzeni, maliye, gümrük usulleri, bayındırlık ve kamu hizmetleri, sanayi ve ticaret, haberleşme, eğilim ve öğrenim sistemi, bakanlıkların politikası silahlı kuvvetler, harp ve sulhla ilgili meseleler, dış politika, uluslararası ilişkiler, kısacası insanı ilgilendiren büyük-küçük bütün konular bu medeniyetin kapsamına girmektedir. Bu medeniyet her yönüyle diğer medeniyetlerden farklı, haysiyetli, seviyeli ve üstün olduğunu kanıtlamaktadır. Bu medeniyetin her yönü ve alanı, başından sonuna kadar muayyen bir görüş açısı, belli bir amaç ve belirgin bir ahlâk anlayışını ortaya koymaktadır. Bu düzenin her birimi,
ALLAH'ın mutlak hakimiyeti, insanın mahkumiyet ve mesuliyeti ve âhirette hesaplaşma fikrini taşımaktadır.
Peygamberlerin Vazifesi
Peygamberler işte bu medeniyet ve kültürü tesis etmek üzere çeşitli çağlarda ve bölgelerde insanlara gönderilmişlerdir.
Ruhbanlık medeniyetinin dışında evrensel ve geniş görüş açısına sahip olan diğer bütün medeniyet ve kültürler, ister Cahiliyye'ye ister İslâm'a ait olsun doğal olarak iktidar olmaya, otorite kurmaya ve bütün insan hayatına yön vermeye yatkın olurlar. İktidar olmadan bir nazariye ve hayat düzeninin propagandasını yapmak anlamsızdır. Soyut nazariye ve ideolojiler tatbik edilmediği sürece bir hayal ve tasavvurdan başka bir şey değildirler ve bunun pratik herhangi bir faydası yoktur. Rahiplere ve ruhban sınıfına gelince, bunlar zaten dünya ve devlet işleriyle ilgilenmek istemiyorlar. Ruhban sınıfı, suyasabuna dokunmadan, dünyanın "pis ve kötü" işlerine bulaşmadan, sadece ibadet, tezkiye, kendi kendine işkence ve dürüst davranmak suretiyle kurtuluşa ermek istiyor. Bu sebeple, bunlar ne iktidara taliptir ne hükümete. Ama başından beri dünya işleri ve hayat düzeniyle ilgili farklı bir görüşe sahip olan ve bütün insanların kurtuluşunun ancak bu görüşte olmalarını düşünenler gayet tabii ki her şeyin temelden değişmesinde en etkin ve merkezi rolü oynayan iktidara sahip olmaya çalışacaklardır. Doğrusu, otorite ve yetki sahibi olmak için iktidara gerek vardır ve ancak iktidar olununca herhangi bir nazariye veya ideoloji yaygınlaştırılabilir. İktidar sahibi olan bir ideoloji ve bir medeniyet, dünyanın bütün işlerini kendi istikametinde gerçekleştirmek durumunda olur. Böyle bir medeniyet ilim ve fenne, san'at ve kültüre yön verebilir. Ahlâk kalıplarını hazırlayabilir. Umumi talim ve terbiye için gereken tedbirleri alabilir. Bütün medenî, ceza ve devlet hukukunu hazırlayabilir. Kısacası, hayatın her alanını denetimi ve yönelimi altına alabilir. Hayatın hiçbir alanı bunun etki ve denetiminden yoksun kalamaz, iktidar olup da bir süre sonra iktidarı kaybeden bir medeniyet de tarihe karışır. Böyle bir medeniyet ise ancak müze, kütüphane, arşiv ve harabeleri süslemeye yarar. Gerçek anlam ve etkinliğini kaybeder. Kaybolan medeniyetler genellikle yeni medeniyetler tarafından hor görülür ve bunlarla ilişkisi olan her şey yağma ve lalan edilir. Bu gibi durumlarda böyle bir medeniyetin sözü bile edilmez. Bu medeniyeti seven ve buna sempati duyanlar bile onun geçerliliği konusunda şüpheye düşerler. Böyle bir medeniyetin sözde varisleri ve temsilcileri, güneşi parlayan yeni medeniyetin öncüleriyle uzlaşmak, onlara taviz vermekten kurtulamazlar. Halbuki bir medeniyet iktidarda olunca başka bir medeniyete tabi olması, tamamıyla onun etkisi altında kalması düşünülemez. Ama iktidarda olan bir medeniyet başka bir medeniyet ile adalet, eşitlik ve karşılıklı güven ilkeleri üzerine beraber yaşayabilir. Medeniyetler için şirk veya başka bir deyimle, ortaklık söz konusu olamaz. Böyle bir şey oluyorsa bu durum, söz konusu medeniyetlerin zaafının delilidir. Demek ki, dünyada peygamberlerin vazifesinin gayesi ve hedefi
ALLAH tarafından gönderilen "İlahi Nizamı" tam olarak yerleştirmek olmuştur.
Peygamberler, Cahiliyye'nin örf ve adetlerine bağlı insanların, sapık inançlarını sürdürmelerine ve sadece kendi kişiliklerini ilgilendiren diğer Cahiliyye faaliyetlerine devam etmelerine izin vermişler; ancak gayet doğal olarak, iktidar olmalarına asla göz yummamı şiardı. Bu cahil insanların, insan hayatını ilgilendiren her şeyi iktidar zoruyla değiştirmelerine ve yönlendirmelerine müsaade edemezlerdi. Etselerdi günah olurdu. Bundan dolayıdır ki, bütün peygamberler olanca güçleriyle siyasi inkılâbı gerçekleştirmeye çalışırlar. Bunlardan bazılarının çabaları sadece böyle bir inkılâba zemin hazırlamaktan ibaretti. Meselâ, Hz.İbrahim (a.s.)'in çabaları. Bazıları ise bu inkılâbı gerçekleştirmek için fiilen harekete geçtiler, ama görevlerini tamamlayamadılar. Mesela Hz. Îsa (a.s.)'nın durumu böyle idi. Ama bazıları görevlerini tam anlamıyla sonuca ulaştırdılar. Meselâ, Hz. Yusuf (a.s.), Hz. Musa (a.s.) ve Hazreti Peygamber Muhammed Mustafa (a.s.).
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Allahü teala, doğruyu azıcık merak edene, doğruyu arayana doğru yolu yani hakiki İslamiyet’i nasip edeceğine söz vermiştir.... Allah sözünden dönmez....
Demek ki batıl yollardaki insanlar istemek bir yana merak bile etmiyorlar. Allahü teala rızka kefildir ama imana kefil değildir.... Doğru iman sahibi olmaya çalışmalıdır.... İtikadı düzeltmeden önce ibadet etmenin faydası olmaz... Doğru itikad, ehli sünnet itikadıdır elhamdulillah...

ALLAH c.c razı olsun emeklerinize sağlık...bende konunuza kısa bir yorumla renk katmak istedim....
 

Adilbey

Aktif Üyemiz
güzel konuyu yorumunuzla renklendirmişsiniz adminim. Allah rızka kefildir ama imana değildir. Allah , kendisine bir adım gidene on adım atarak karşılık verir. On adım atana koşarak gelir. Böyle bir sevgilinin koşar adımlarla bize gelmesi karşısında söylenecek söz olabilir mi?
Emeklerinize yüreklerinize sağlık. Eyvallah.
 
Üst Alt