Kayıp Medeniyetler: Lemurya, Mu, Atlantis ve Kur’an Perspektifi
Tarih boyunca nice şehirler kuruldu, nice uygarlıklar yeryüzüne hükmetti. Fakat bazıları var ki, ne yazıtları tam olarak çözülebildi ne de toprakları kesin olarak bulunabildi. Adları efsaneleşti: Lemurya, Mu, Atlantis... Peki bu kayıp kıtaların İslam inancındaki yeri ne olabilir? Kur’an'da geçen geçmiş kavimlerin helakıyla bu anlatılar arasında bir bağ kurulabilir mi?Kur’an, geçmiş ümmetlerin azgınlıkları ve inkârları sonucunda nasıl yerle bir edildiklerini anlatır. Âd kavmi, Semûd halkı, Lut’un kavmi… Tüm bu örneklerde ilahi azap, onların ihtişamla kurdukları şehirleri çorak vadilere çevirmiştir. Bazı İslam âlimleri bu kıssaların, bugün hâlâ yeri tartışılan bazı kayıp medeniyetlerle bağlantılı olabileceğini düşünür. Elbette bu doğrudan bir ilişki değil; ama Kur’an’daki “yerin altına gömülen şehirler” veya “üstlerinden gelen azapla yutulan toplumlar” ifadeleri, insanı Lemurya gibi efsanelere götürür.
Atlantis, Batı dünyasında bilinen en meşhur kayıp medeniyettir. Platon'un yazdıklarına göre Atlantis halkı zamanla kibirlenmiş, helake uğrayarak okyanusa gömülmüştür. İlginçtir ki, Kur’an'daki bazı kavimler de benzer şekilde hem teknik olarak ileri hem de ahlaken çökmüş topluluklar olarak anlatılır. Bu benzerlik, bazı İslam düşünürlerinin dikkatini çekmiştir.
Mu kıtası ise, özellikle Uzak Doğu geleneklerinde geçen ve Pasifik Okyanusu’nda yer aldığına inanılan dev bir medeniyettir. Bazı Türk düşünürler (özellikle 20. yüzyılda), Mu’yu insanlığın anavatanı olarak tanımlamış, onu Nuh Tufanı’ndan önceki ilk büyük kavimle ilişkilendirmiştir. Bu yorumlar, klasik İslam kaynaklarında birebir geçmese de, “önceki çağlar” ve tufan öncesi toplumlar” gibi ifadelerle dolaylı bağlar kurulmasına yol açmıştır.
Lemurya ise daha çok spiritüel çevrelerde anılan, mistik özellikler atfedilen bir kıtadır. Fakat bu kıta efsanesinin içinde geçen “ışık halkları”, “yeraltı medeniyetleri” ve zihinsel güçle inşa” gibi detaylar, Kur’an’da cinlerin Hz. Süleyman döneminde taş taşıdığı anlatısıyla tuhaf bir benzerlik taşır. Cinlerin insanlarla aynı dünyada ama farklı boyutta yaşadığı bilgisi, bu tür anlatıların yeniden yorumlanmasına neden olmuştur.
Kayıp medeniyetler efsane midir, yoksa geçmişte yaşamış ama izleri silinmiş gerçek toplumlar mı? Kur’an’da bu soruya verilecek doğrudan bir cevap yok. Ancak ibret dolu kıssalar, modern insanın dahi anlamakta zorlandığı bu anlatılarla derinden örtüşüyor olabilir. Çünkü Allah şöyle buyurur:
AYET-İ KERiME
“Yeryüzünde gezip de, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmezler mi?” (Yusuf, [109])
Kayıp Medeniyetlerin Sır Perdesi: Cinler, Tufan Öncesi Toplumlar ve Kadim Bilgelik
Kur’an’da cinler; insan gibi irade sahibi, ancak gözle görülmeyen bir varlık olarak tanımlanır. Onlar da insanlar gibi ibadetle sorumludur ve tarih boyunca bazıları insanlarla temas kurmuştur. Hz. Süleyman döneminde cinlerin çalıştırıldığı, yapı inşa ettikleri ve hatta haber taşıdıkları anlatılır. Bu bilgi, kadim medeniyetlerin açıklanmasında sıradışı bir pencere açar.Atlantis gibi bazı efsanevi medeniyetlerde, “dev taş blokların nasıl taşındığı”, doğaüstü bilgiye sahip rahip sınıflarının varlığı” gibi anlatılar vardır. Bu detaylar, bazı İslam âlimlerinin aklına Kur’an’da geçen cinlerin taş taşıması, bilgi getirmesi gibi olayları getirir. Bu varsayım elbette birebir doğrulanamaz, ancak sembolik bağlar kurulabilir.
Mu ve Lemurya anlatılarında da benzer şekilde, “ışığın çocukları”, “görünmeyen varlıklarla iletişim”, tufandan korunmuş yeraltı şehirleri” gibi ifadeler geçer. Anadolu halk anlatılarında geçen yer altı şehirleri, Kapadokya’daki tüneller, yeryüzüyle teması kesilmiş topluluklar, Lemurya ile paralel olarak yorumlanmıştır. Peki bu yeraltına çekilen halklar gerçekten var olmuş olabilir mi? Kur’an'daki sanki hiç yaşamamışlardı" ifadeleri, helak edilen toplumların izsiz yok oluşuna işaret ederken, bazı halk anlatıları bu halkların yeryüzünün altına saklandığını söyler.
Bir başka dikkat çekici nokta, tufan anlatılarıdır. Kur’an’da Nuh Tufanı büyük bir kırılma noktasıdır. Tufandan önceki toplulukların teknolojiye sahip olabileceği iddiaları, bazı İslam düşünürlerinin ilgisini çekmiştir. “Demiri işlediler, yüksek binalar yaptılar, ticaret merkezleri kurdular…” ifadeleri bu görüşü destekler. Atlantis ve Mu gibi tufanla yok olmuş medeniyetler, bu bağlamda birer ibret aynası gibidir.
Bazı mistik kaynaklar, bu medeniyetlerin bilgeliğinin sonraki nesillere cinler veya melek benzeri varlıklar tarafından aktarılmaya çalışıldığını iddia eder. Elbette bu tür ifadeler Kur’an’da yer almaz, ancak gayb bilgisine sahip olduklarını iddia edenler” uyarısıyla benzer inançlara karşı dikkat çekilir.
Öyleyse şu soru önemlidir: Kadim medeniyetlerin yok oluşu yalnızca bir doğal afet midir, yoksa ilahi bir cezanın yeryüzündeki yankısı mı? Ve bugünün insanı bu kıssalardan gerçekten bir ders alabiliyor mu?
Mu Kıtası, Türk Mitolojisi ve İslam'da İlk Medeniyet Anlayışı
Yeryüzünde ilk medeniyetin nerede ve kimler tarafından kurulduğu, bin yıllardır insanoğlunun zihnini meşgul eden bir sorudur. Bu sorunun cevapları, kimi zaman kutsal kitaplarda, kimi zaman da mitolojik anlatılarda aranmıştır. Mu kıtası, işte bu arayışın en gizemli duraklarından biridir. Bazı görüşlere göre Pasifik Okyanusu’nun derinliklerinde yer aldığına inanılan bu kayıp kıta, aynı zamanda Türk mitolojisiyle ve hatta İslamî bakışla beklenmedik şekilde kesişir.20. yüzyılda Türk düşünürler, özellikle Ziya Gökalp, Mustafa Kemal Atatürk ve sonrasında Osmanlı’dan kalma bazı tarihçiler, Mu kıtasının Türklerin anavatanı olabileceğini ileri sürmüştür. Bu düşünce, yalnızca tarihi değil, aynı zamanda manevî bir iddiadır: Türk milleti, ilk aklı, adaleti ve töreyi kuran topluluktur. Bu anlayış, Kur’an’da geçen tek ümmet” düşüncesiyle birleştiğinde, çok daha derin bir zemine oturur. Zira Kur’an, insanlığın başlangıcının tek bir nefisten (Âdem) yaratıldığını, sonra zamanla milletlere ayrıldığını bildirir. Dolayısıyla Mu, bu ilk birliğin fiziksel mekânı olabilir miydi?
Türk mitolojisinde geçen Ergenekon, Işık çocukları, bozkurt rehberliği ve yeraltı şehirleri gibi anlatılar, Mu kıtası efsanelerinde yer alan bilgilerle şaşırtıcı biçimde örtüşür. Bu semboller, bazen bir tufandan kaçışı, bazen büyük bir helaktan sonra yeniden doğuşu anlatır. Kur’an’da geçen “her helaktan sonra bir topluluğun yeniden diriltilmesi” temasıyla bu mitolojik anlatılar arasında sembolik bir uyum kurmak mümkündür.
İslam’da “ilk şehir” genellikle Hz. Âdem’in inşa ettiği yer olarak anlatılır. Hadislerde Mekke’nin ilk kurulduğu yer olduğu belirtilir. Ancak bazı tarihsel yorumlar, tufan öncesi insanların farklı bölgelerde şehirler kurmuş olabileceğini de ima eder. Bu bağlamda Mu kıtası, tufan öncesi ilk akıl ve bilgelik medeniyeti olarak yorumlanabilir.
Bir de cinler meselesi var ki bu anlatıyı tamamlayan en ilginç parçalardan biridir. Kur’an’a göre insanlar yaratılmadan önce cinler yeryüzünde yaşardı. Eğer Mu gibi kıtalar bu “önceki dönem”e aitse, orada cinlerle iç içe bir yaşam kurulmuş olabilir. Bu da Mu’nun yalnızca beşeri değil, metafizik bir miras taşıdığını düşündürür.
Cinler ve Atlantis Sonrası Dünyaya Etkileri
Her medeniyetin bir yükselişi, bir de çöküşü vardır. Ama bazı medeniyetlerin çöküşü, yalnızca taş ve toprakla açıklanamayacak kadar derin izler bırakır. Atlantis bu yönüyle tarihin en çok tartışılan ve en gizemli topluluklarından biridir. Peki bu kıtanın yok oluşundan sonra kalan sırlar kime emanet edildi? İşte burada İslamî literatürdeki “cinler” devreye giriyor.Kur’an’a göre cinler, insandan önce yaratılmış, ateşten varlıklar olup akıl sahibidirler. Onların da iman edenleri ve isyan edenleri vardır. Bu yönüyle onlar, sadece görünmeyen değil aynı zamanda sorumlu varlıklardır. Hz. Süleyman’ın emriyle çalışan cinler, büyük binalar, havuzlar ve hatta kaleler” inşa etmişlerdi. Atlantis gibi gelişmiş bir medeniyetin mimarisiyle cinlerin bu görevi arasında şaşırtıcı bir benzerlik bulunur.
Atlantis’in yıkılışı, bazı batı kaynaklarında ilahi bir ceza olarak anlatılır. Halk kibirlenmiş, kutsalları reddetmiş ve doğayla savaşmaya kalkmıştır. Kur’an’da da benzer şekilde, helak edilen kavimlerin büyük çoğunluğu yeryüzünde “azgınlık yapan, ölçüyü bozan” topluluklardır. İslam’da bu toplumların sonrasındaki bilgi mirasının ne olduğu tam belirtilmez; ama bazı İslam âlimleri, “cinlerin bu bilgiye ulaşıp koruduğu” yönünde yorumlar yapmıştır.
Eski dünya halklarının “gizli bilgelik”, “kayıp bilgiler”, “görünmeyen ustalar” gibi kavramları, cinler ve onların yeryüzündeki etkisine işaret eden semboller olabilir. Mesela bazı anlatılarda, Atlantis yıkıldıktan sonra kurtarılan bilgilerin Tibet’e, Mezopotamya’ya, hatta Anadolu’ya kadar ulaştığı iddia edilir. Bu sırların bazıları da “cinler vasıtasıyla geleceğe aktarıldı” şeklinde tasvir edilir.
Kur’an’da cinlerin gaybı bilemeyeceği açıkça belirtilir. Ancak geçmişi bilebilecekleri, tanık oldukları şeyleri aktarabilecekleri düşünülür. Bu bağlamda, Atlantis gibi bir medeniyetin çöküşüne tanıklık eden cinler, bu bilgilere hâlâ sahip olabilir mi?
Ve bu bilgi, bazılarının eline geçmiş olabilir mi?
Cinlerle uğraşan batıl gruplar, okült yapılar ve gizli ilim” iddiasında bulunan toplulukların tamamı, bu kayıp bilgiler üzerinden bir üstünlük kurmaya çalışmıştır. Oysa İslam’ın mesajı açıktır: Hakikat, yalnızca Allah’ın kitabında ve peygamberin sünnetindedir. Cinlerden bilgi almak, insanı doğruluk değil, sapkınlık vadisine götürür.
Fakat yine de şu gerçeği göz ardı edemeyiz: Yeryüzünün kadim devirlerinde, cinler insan hayatına çok daha açıktan müdahale edebiliyordu. Belki de Atlantis sonrası dönem, bu müdahalenin yavaşça sona erdiği bir çağın başlangıcıydı. Ve bugünün insanı, o devrin sırlarını hâlâ eski taşların, unutulmuş yazıların ve derin efsanelerin içinden çözmeye çalışıyor.