Kıpçaklar 2

TÜRKOĞLU

Aktif Üyemiz
Kadim Altay Resimleri
Kadim Altay Resimleri

KIPÇAKLAR , Türklerin ve Büyük Bozkırın Kadim Tarihi

Kadim Türkler yaşadıkları çevreyi incelemekte ve tanımakta çok dikkatliydiler. Kadim Türkler tabiatı anlamaya çalışıyorlardı.
Arkeologların Türk tarihine ilgi göstermesinde, kadim ustaların resimlerinin büyük yardımı olmuştur. Bugün elde binlerce resim mevcuttur. Altay dağlarındaki bu kaya resimleri çok eski çağlardan kalmıştır. Bunlardaki her çizgi ve her işaret çok geniş ve derin anlamlarla doludur. Meselâ, kadim Türk kültüründe koyun, zenginliğin ve bolluğun simgesidir. Aslan, hâkimiyetin; kaplumbağa, ebedî huzurun; at, savaşın; fare, tahıl ürünlerinin; ejderha da güneşin ve

Ülgen : İlk bakışta “ölen, ölgen” kelimelerini anımsatabilir. Ülgen’ in Yer altı Tanrısı olması da “ölüm” kelimesini çağrıştırır. Ama “Ülgen” kelimesi “ülken, ülgen” yani “büyük” anlamına gelmektedir. Bazı çağdaş Türk lehçelerinde bu kelime hâlâ “büyük” anlamında kullanılmaktadır.

Ded Moroz :
Rusça “Ayaz Ata” anlamına gelmektedir.

mutluluğun simgeleridir. Kadim ressamlar eserlerinde insanların nasıl yaşadıklarını, neyi konuştuklarını ve neye ibadet ettiklerini, başka deyişle, hayatı yansıtmışlardır. Kaya üzerindeki resimlerin asıl sanat değeri budur. Çünkü sanat bir dildir. Bir milleti millet yapan da dildir.

Ressamlar çalışmalarında genelde sarı ve kahve renkleri seçmişlerdir. Bu renkleri neden tercih etmişlerdir? Belli değildir! Fakat bilim adamları en eski resimleri işte bu renkli kayalarda bulmuştur. Bu resimler bir dizi halinde idi: büyük bir kayanın farklı bölgelerinde ve diğer kayalarda bir sıra halinde görülmektedir. Bunda da belli bir anlam ve bir sır saklanıyor olabilir.

Eski ressam bu resimler üzerinde elbette fırçasız ve boyasız çalışmıştı. Ressam taş üzerinde oyma kalemiyle bir noktadan başlayarak işlemeye çalışıyor ve arkasından da diğer kısımlarda devam ediyordu.

Arkeologlar, büyük bir hayret içinde bir şey fark etmişlerdir: taş üzerinde yapılmış resimlerdeki hayvan figürleri sık, karışık bir şekilde, fakat beş veya on taneden oluşmaktadır. Arkeologlar, bu “bir elin parmak sayısıdır!” diye şaşırmakta. Kadim çağlarda Türkler saymayı da biliyorlarmış demek ?! Herhalde saymayı mükemmel bir şekilde biliyorlardı.

Kadim Altay’da “hayvan dizisinden” oluşan bir takvim de mevcutmuş. Bu takvimler her 12 yılda bir yeniden başlıyordu. Efsane bunu şöyle anlatmaktadır: Bir zamanlar bir han, geçmişteki bir savaş hakkında bilgi almak ister; fakat kimse bu savaşın tarihini hatırlayamaz. Çünkü o dönemde insanlar henüz saymayı bilmiyordu. Han, bildikleri bütün hayvanları nehir kıyısına getirmelerini ve onları suya itmelerini emreder. Nehri sadece 12 hayvan geçebilir. Nehri geçebilen hayvanların adları takvimde yıllara ad olarak konulmuştur. İnek yılı, Tavşan yılı, Porsuk yılı ve diğerleri. Han ayrıca Türk halkı için bir yılda 12 ay tespit etmiş ve hayvan adlarıyla astrolojinin esası olan 12 burcu da isimlendirmiştir.

Çok ilginçtir, bu 12 yıllık takvim Ayın ve Güneşin hareketlerine bağlı idi. Bilim adamlarının tespitine göre, bu takvimin oluşması bir tesadüf değildi, aksine teferruatlı bir matematik ve astronomi hesabı neticesinde tespit ve tertip edilmişti. Bir yılda 12 ayın bulunması ve günün biri gündüz, diğeri gece olmak üzere iki defa 12 saatten meydana gelmiş olması acaba ilk defa Altaylılar tarafından keşfedilmiş olamaz mı ?

Herhalde öyledir. Bilim adamlarını kadim Türk yazıtlarında “Pars yılının beşinci ayının inek gününün at saatinde” gibi tarihlere rastlamalarını başka nasıl açıklayabiliriz ?

Her yılın kendisine has özellikleri vardı. Bu da hemen herkes tarafından biliniyordu. Meselâ insanlar, Tavşan ve Koç yıllarında felâket ve kıtlık bekliyorlardı. Aslan, Köpek ve İnek yıllarında ise, bol ürün ve hayır bekliyorlardı.

Meraklı bir araştırmacı, Kadim Altay resimlerine bakarak çok şey öğrenebilir. Meselâ, Altaylıların ava nasıl çıktıklarını bu resimler sayesinde öğrendik. Altaylılar ava köpekle çıkıyorlardı. Bu önemli ayrıntı ressamın gözünden kaçmamıştır. Resimlerin birinde, arkasında yayı ve bir tarafında asılı duran deriden yapılmış sadakta bulunan oklarıyla ava gitmek üzere yola çıkan bir adam ve peşinde koşan bir köpek tasvir edilmektedir. Resimler hayatı olduğu ve göründüğü gibi aktarmaktadır.

Ressamların gönlünde, sonradan bazı değişiklikler olmaya başlamıştır. Bu değişim yaklaşık en az üç bin yıl evveline aittir.

Hayvanlar sanki ikinci plana itilmiş gibidir. Artık ön planda insanlar görülmektedir. Bunlar bizim atalarımızın portreleridir. Bizi atalarımızdan yüz, belki de iki yüz kuşak ayırıyor. İşte bu yıllarda Altay’da ilk insan heykelleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Kadim ustalar sanatlarını genelde kadınlara ithaf etmişti. Kadim heykeltıraşlar belli ki, çok tecrübeli değillerdi. Çünkü heykelleri kısa boylu ve kaba yontulmuştu. Ama yüzler… Ne kadar da etkileyici yüzler. Ustalar bu yüzleri çok başarılı bir şekilde resmediyorlardı. Elmacık kemikleri ve gözlerin eşsiz şekli… Gözler yeni ve parlak bir aya benziyordu. Türkler işte bu gözlerle bugün de farklı görünmektedir. Resimleri incelerken, kadim Altaylıların şarkı söylemeyi ve koro yapmayı sevdiklerini görmekteyiz. Onlar balolar düzenler, el ele tutuşarak ateşli danslar ederlerdi. Kayalar bu ayrıntıları asırlar boyunca muhafaza etmiştir.
Halkın sanatı onun ruhudur! Millet kaybolsa bile, bu ruh yaşamaya devam eder.

BÜYÜK KEŞİF

Türkleri diğer uluslardan farklı kılan şey belki de sadece sanat değil, onların dünyayı görme ve tanıma arzusuydu. Onlar seyahati severdi, tabiatı tanımayı ve kavramayı severdi ve onun gizemli taraflarını aralardı. Bu özellikleri onların dağlarda yaşamasını kolaylaştırmıştı. Kışın sert ayazı ve yazın sıcak havası zayıflar için uygun değildi.

Sadece akıllı ve bilgili insanlar için sert iklimli Altay vatan olabilirdi. İşte, iki bin beş yüz yıl önce burada, Altay’ da bir mucize gerçekleşmişti. Fakat doğrusu, bu bir mucize değildi. Sadece er veya geç, kabiliyetli bir halkın ulaşması gereken bir değişim olmuştu. Bir kişi, gökyüzünü aydınlatan parlak bir çizgi ve gökten düşen bir yıldız görmüştü.

Bu bir meteorit idi; büyük siyah bir taştı, Gök’ten gelen misafir hemen fark edildi. Kadim Türkler böylece veya belki de başka bir şekilde, ilk kez “gök demirini” tanımış oldular. Çünkü yere düşen “gök metal”, yani meteorit tamamen demir ihtiva ediyordu.

Dünyada hiç kimsenin yapamadığı ve kimsenin de aklına gelmeyen bir şeyi Altay’ da Timur adlı bir Türk gerçekleştirmiştir. Timur, metalden yapılmış bir soba düşünmüştü. Timur, bu soba üzerinde demiri eritmek istiyordu.

Bu insanlığın en büyük keşfi olmuştur. Bu keşif, ancak araba tekerleğinin keşfi ile kıyaslanabilir. Türkler o zamandan itibaren, yani bu keşiften sonra “sopalarla silâhlanmış düşmana karşı demirden kılıçlar” kullanıyorlardı. Demir ocakları, Türk halkının en önemli icadı, sırrı ve kalkanı olmuştur.
Türkler, demir ocaklarının sırlarını ağızdan ağız’a, babadan oğul’a aktarıyorlardı. Bu sırdan ancak en güvenilir aileler haberdardı. Demirciler ve metal işleri ile uğraşan bu ustalar Türk halkının her zaman en değerli varlığı ve hazinesi olmuştur!

Demircilikle birlikte Türklere inanılmaz bir bolluk ve zenginlik gelmişti. Türkler, bu sayede dünyanın en zengin ve en güçlü milleti olmuşlardır. Dünyanın bazı bölgelerinde tunç dönemi sürüyorken, Türklerde demir günlük hayatta kullanılmaya başlamıştır.

İnsanlar, “Timur’ a bu parlak fikri kim verdi ?” diye merak ediyordu. Herkes, “onu iyiliksever Göklerin Tanrısı verdi” diye düşünüyordu. Bu hayırsever Tanrı, Altaylıların hamisi olmuştur. O’nu “Tanrı” diye adlandırdılar. Bu kutsal kelime, Türkçe “Gök Tanrı” veya “Ebedî Mavi Gök” anlamına geliyordu. Tanrı, o zamandan itibaren Türkleri korumuştu ve onların bir millet olmalarına yardım etmişti.

Yüce Tanrı, kadim Altay’ a, sevdiği oğlu Geser’ i göndermişti. Geser, yeryüzünde ilk Peygamber sayılmaktadır. Gök Tanrı’nın elçisi olan Geser, insanlara doğru yolu, doğru yaşamayı öğretmişti ve onlara Tanrı’yı anlatmıştı. Geser ve onun şerefli faaliyetleri hakkında, Orta Asya halkları arasında sayısız rivayetler muhafaza edilmiştir. Türkler, bu ismi bugünlerde daha sık fakat Keder ve hatta Hızır olarak telâffuz etmektedirler. Halkın hafızasında Hızır, Keder veya Kevser… ismi Gök Tanrı tasviriyle birlikte muhafaza edilmişti. O, ölümsüz bir kahramandır; O, aklı selim sahibi bir insandır. Bazı insanlar O’nu Sakallı bir ihtiyar, diğerleri ise, genç ve güçlü olarak görüyordu. Çok ilginçtir ki, Hızır (Keder veya Kederles) tasavvuru bugün de dünyada pek çok halkın kültüründe muhafaza edilmiştir. Ama her halkta değil, sadece kadim Türk kültürü ve Tanrısı ile derin bağları olan halklarda görünmektedir.
Geser hakkındaki rivayetlerde aydınlık dönem, yani Altay dağlarına mutluluğun geldiği ve yerin ilk çağ ifritlerinden temizlendiği zaman dile getirilmektedir. Altaylılar, o dönemde demir ocaklarını keşfetmişlerdi, şehirler ve kasabalar kurmaya başlamışlardı. Gök Tanrı’yı biliyorlardı ve inanıyorlardı. Onların hayatları tanınmayacak kadar değişmeye devam ediyordu.

Meşhur arkeolog Prof. Sergey İvanoviç Rudenko, Kadim Altay tarihindeki bu dönemi ciddî olarak araştırmıştı. Gerçi profesör kendi kitaplarında hiçbir zaman doğrudan Türklerden bahsetmemiştir. Çünkü profesör, Altaylıları Skif (İskit) olarak adlandırıyordu. Bu bir rastlantı değildi. Bunu bilinçli olarak yapıyordu.

Prof. Rudenko’nun kazı çalışmalarını sürdürdüğü sıralarda Türk kültürü hakkında konuşmak ve yazmak kesin olarak yasaktı. Çarlık Rusya’sında ve daha sonra Sovyetler Birliği döneminde bu konuyu gündeme getirdikleri için, bilim adamları hapse atılıyor, sürgün ediliyor ve hatta öldürülüyordu.

Ancak İskitler ile ilgili konularda konuşmaya ve yazmaya izin veriliyordu. İskitlerin yerleşim bölgelerindeki mezarlıklarının araştırılmasına müsaade ediliyordu. İskitlerin kendi aralarında hangi dilde konuştukları, hangi soydan geldikleri ve en önemlisi de İskitlerin kim oldukları gibi konularda araştırma yapmak ve bunları açıklamak yine de yasaktı. Bu mevzu, mühürlü yedi kapı arkasında gizlenmiş esrarengiz bir sır gibi idi. Bunun tabii sonucu olarak da, İskitler gökten “inmiş” ve “uzay” dilinde konuşan esrarengiz bir millet sınıfına girmiş oluyordu.

İskitler, bugünkü Kazakistan, Özbekistan, Rusya, Ukrayna, Bulgaristan ve Macaristan bozkırlarında esrarengiz bir şekilde ortaya çıkmış ve sonra da esrarengiz bir şekilde, hiçbir iz bırakmadan kaybolmuşlardı. Böyle bir şey nasıl olabilir ?!

İskitler hakkında bilgi veren ilk Avrupalı bilgin, eski Yunan tarihçi Herodotos idi. Herodotos, “Tarih” adlı kitabında bozkır halkının hayatını, bayramlarını, inançlarını, geleneklerini ve savaştaki ustalıklarını anlatmaktadır; onların dış görünüşleri ve elbiseleri hakkında da ayrıntılı bilgiler sunmaktadır.

Herodotos’ un belirttiğine göre, İskitler, Avrupa bozkırlarına doğudan gelmişti; çok uzaklardan gelmişti… Ama tam olarak hangi yerden gelmişlerdi? Bu sorunun cevabını Herodotos da vermiyor. Çünkü Herodotos’un bu soruya cevap vermek için coğrafya bilgisi yeterli değildir. İskitler, Yunanların duymadıkları ve bilmedikleri Altaylardan değilse, başka nereden gelmiş olabilir?

Tarihçi akademisyenler, Altay’ı ve Türkleri tanıdıktan ve haklarında etraflı bilgi sahibi olduktan sonra, İskitlerin Altay’ dan göç eden Türkler olduğuna dair düşünceler ortaya koymuşlardır. Buna göre, belli sebeplerden dolayı vatanını terk eden bir kısım halk söz konusudur. Bu tahminlerin esaslı ve güçlü bir sebebi vardır: İskitler ve Türklere ait medeniyet motifleri ve değerler manzumesi birbirine tamamen benzemektedir.

İskitler ile Türklerin aynı millet olduğu düşüncesini, üç yüz yıl evvel Rusya’da ilk defa, tarihçi Andrey Lizlov ifade etmiştir. Ama bu düşünce reddedilmiş; A. Lizlov da bu fikirlerinden dolayı cezalandırılmıştı. Azak Savaşı’ndan sonra Büyük Bozkırı istilâ eden, özgür Türk halkını Rusya’nın bir sömürge halkı haline getiren ve tarihte Türk halkına karşı düşmanlığı ile tanınan I.Petro, Lizlov’un ifade ettiği bu düşünceyi hiç beğenmedi.
I. Petro, Rusya’ da çok uzun zamanlardan beri var olan Rusya ve Ukrayna halkının, Türk soylu halklardan olduğunu daima gizlemeye çalıştı. Türk milletine ait bir vatanın ve bir kültür dokusunun mevcut olmadığını iddia ediyordu. Rusya tarihinde Türk yerine “yabanî göçmen” ve “çirkin Tatar” ifadeleri yer alıyordu.

Çok geçmeden yurt dışından Rusya’ya akademisyenler getirildi. Davet edilen bu alimlere(!) İskitlerin “Slav”, Türklerin “yabani göçmenler” olduğunu sözle ve yazılı ifade etmeleri için hükümet tarafından büyük miktarda paralar ödenmişti.

Akıl almaz yasaklar ve cezalandırmalarla Türk milleti ve İskitler hakkında hakikatlerin söylenmesinin önüne geçilmiştir. Devamla bütün güçleriyle ve büyük bir gayretle gerçekleri çarpıtıyor ve yalanları resmileştiriyorlardı. Bu son derece inanılmaz ve mantıksız yalanlar manzumesine kimse inanmıyordu. Slavların Türklerle ne alâkası olabilirdi? Slavlar hiçbir zaman bozkırda yaşamamıştı; onlar genelde ormanlıklarda yaşayan bir halktı.

Rusya yeni yalanlar uydurma konusunda daha da ileri gitmişti. Güya İskitler İran’ dan gelmiş ve Farsça konuşuyorlarmış… İskit kurganlarında elde edilen bulgular ve keşfedilen abidelerdeki metinlerin Türkçe yazılmış olması bile cahil insanları ikna etmeye maalesef yetmemektedir. Delillerin mevcudiyeti onlar için manasızdır. Sözün özü : “Herkes istediğini görür” atasözü demek ki doğrudur.

İskit hakikati, dürüst bilim adamlarını cezp ediyordu. Şükürler olsun, Prof.Sergey İvanoviç Rudenko böyle alimlerden biri idi. Rudenko hiçbir zaman yasağa karşı gelmedi. Çünkü bu büyük felâketlere yol açabilirdi. Ama dürüst alim, kitaplarında Türkler ve onların medeniyeti hakkında geniş bilgiler veriyordu. Gerçeğin ancak satır aralarında okunabileceği eserin hakikî değeri de bu idi.

Rudenko İskitlerin Altay’ da yaşadıklarını ve Avrupa’ya da Altay’dan göç ettiklerini ispatlamıştır. Onlar Türk idi. Türk dilinde yazıyor ve konuşuyorlardı. Gerçi Herodotos’ a göre onlar kendilerini Skolt olarak adlandırmışlardır. İranlılar ve Hintliler onları “Sak” olarak biliyorlardı. İskitlerin bu değişik adları eski Türkçedeki “sakla” kelimesinden türemişti. “Sakla” kelimesi, “muhafaza etmek, saklamak” anlamına gelmektedir. Evet, İskitler Altay’dan göç ekmişti; ama atalarının inançlarını özlerinde muhafaza ederek, anavatanlarından şerefleriyle ayrılmışlardır.

Belki o zamanlar, yani iki bin beş yüz yıl önceleri Altay’da çok kan akmıştı. Bazı kabileler Yer-su, Ülgen, Erlik gibi eski Tanrılarının üstünlüğünü silâhla korumaya kalkmıştı. Diğerleri ise, daha güçlü olan yeni Gök Tanrı’yı savunmuştu. Bu savaş, bir inançlar savaşı idi.

“Eski İnancın” taraftarları geri adım atmak zorunda kaldılar. Onlara İskit, İskolt veya Sak denmektedir. Onlar yeni bir millet değildi ve zaten olamazdı.

TANRI’ NIN HEDİYESİ

Altay’da bu manevi tartışmalar neden ortaya çıkmıştı? Kadim Türkler halkın her zaman koruyucu ruhların himayesinde olduğuna inanıyorlardı. Birileri kuğu ruhunun himayesine inanıyor, kimileri de kurt, ayı, balık ve geyik ruhlarından medet umuyordu.

Yılan veya Ejderha’ya bütün Türkler hürmet ediyorlardı. Eski Türk dilinde “maga” : yılan, “lu” : ejderha, dragon, “got” : kertenkele anlamlarına gelmekteydi. Avrupa’da “Türk” anlamında kullanılan “Got” kelimesi belki de buradan kaynaklanmaktadır.

Türkler, kabile hamisinin resmini bayraklarına işlemişlerdi. Koruyucu ruhun bayraklarda yaşadığına inandıkları için de bayraklara özel bir ilgi ve itina gösteriyorlardı. Nitekim kadim Altaylılarda “bayrak” ve “ruh” kelimeleri tamamen aynı şekilde telâffuz ediliyordu ve aynı anlama geliyordu. Kadim Türkler, bayraklarını önceleri hayvan derilerinden yapıyorlardı. Daha sonra, kumaştan veya ipekten yapmaya başladılar. Bayrağı indirmek büyük bir belânın habercisi sayılıyordu. Bayrağı düşürmek ise, büyük bir utanç sebebi idi.

Yılanın herkesten hürmet görmesi de bir tesadüf değildi. Yılan insanların atası sayılıyordu. Türklerin, başka halklara ait efsanelerde sık sık “Nagalar” veya “Yılan insanlar” olarak adlandırılmaları da çok ilginçtir. Yılan yer altı dünyasının sahibidir. Onun buyruğundaki Yersu, Erlik ve diğer tanrılar da, dolayısıyla yer altında yaşıyorlardı.

Yeni Tanrı ise, Gökyüzü’ndendi. “Dünyanın sahibi olan Gök Tanrı” dedi Türkler. Tabii herkes değil. Durumu beğenmeyenler geri durdular ve yer altı dünyasının sahiplerine olan eski inançlarını muhafaza ettikleri için Altay’ dan göç ettiler…

İskitlerin, yani Sakların veya Skoltların tarihi M.Ö. V. Yüzyılda böyle başlamıştır. Onlar Altay’dan uzaklara gitmişlerdi. Altay’da ise, demirden yapılan çeşitli aletlerin ortaya çıkmasıyla büyük değişimler başlamıştır.

Prof. Rudenko bu değişimleri araştırmıştı. Pazırık kurganlarında yapılan kazılar neticesinde, demiri işleme gücüne sahip Türklerin hayatı hakkında pek çok yeni şeyler öğrenildi. Rudenko, bilim dünyasına Çar’ın talimatıyla kiralanmış âlimlerin (!) yaptıkları gibi boş sözleri değil, arkeolojik kazıların neticesinde bulunan delilleri sundu !

Bu deliller eşi emsali bulunmayan bir hazinedir. Bu keşifle birlikte, Türk kültürü olarak adlandırılan yeni bir kültür gündeme gelmişti… İlk bakışta “dizgin” çok basit gibi görünmekle beraber, Türk’ ün yenilmez binici olmasını sağlamıştır ! Dünyada Türk’ ten başka hiç kimse, atı o kadar güzel ve zarif bir şekilde eyerleyemezdi ve atıyla bütün bir dünyayı fethedemezdi.

At, kadim Altay’ın hudutlarını açmış ve genişletmişti. Arkeologlar, Altay kurganlarında pek çok meç, kılıç, hançer, üzengi, yelme, miğfer ve zırh bulmuşlardı. Bu ikna edici olabilmeli mi? Elbette.

Dünyanın hiçbir halkı o dönemde bu kadar mükemmel silâhlara sahip olmamıştı. Ama Türkler sahipti. Böylece o zamanlarda Çin İmparatorunun büyük ve güçlü ordusunu kolayca yenmişti… Türk kelimesi o zamanlardan beri Çin vakayinamelerinde yer almıştır. Dahası da var : M.Ö. IV. yüzyılda Çinliler, Türk giyim tarzlarını benimseyerek, şalvar kullanmaya başlamışlardır. Sonradan Çinliler biniciliği de öğrenmeye başlamışlardır.

Altaylılar, Tanrının kendilerine olağanüstü güç ve kabiliyet verdiğine inanıyorlardı. Tanrı onlara, o dönemde kimsenin yapamadığı, toprağı sürmeyi öğretmişti… Arkeologlar, kadim Altay’da demirden döküm sabanlar da bulmuşlardır! Altaylılar, mahsullerini demir oraklarla biçiyor, buğdayı demir değirmenlerde işliyorlardı. Çavdar ve darı da yetiştiriyorlardı.

Buğdayı pişmiş kilden yapılmış küplerde saklıyorlardı. Mahsuller için ambarlar inşa ediyorlardı. Ekmeği özel fırınlarda fırıncılar pişiriyordu; güneşe benzesin diye ekmeğe yuvarlak şekil veriyorlardı.

Kadim Türklerin konutları da değişmeye başladı. Kurenlerin yerini ağaçtan yapılan izbeler almıştı. “İzbe” kelimesi, Türk dilinde “ıssı bina”, yani sıcak yer anlamına gelmektedir. Bugün, bu izbelere nedense “Rus izbesi” diyorlar… İzbenin içinde tuğladan, yani pişmiş kerpiçten “peç” yapıyorlardı. Kerpiç kelimesinin de Türk kökenli olduğu bugünlerde unutulmuştur; kerpiç Türk dilinde “peçte, yani fırında pişmiş toprak” anlamına gelmektedir. O dönemde dünyanın başka hiçbir yerinde inşaat işlerinde kerpiç, yani tuğla ve tomruk kullanılmıyordu; çünkü bilmiyorlardı.

Kadim Türkler yaptıkları her şeyde kendilerine has yüzlerini koruyorlardı; asırlar geçmesine rağmen karıştıramazsınız. Meselâ kadim Türkler, milli elbiseleri sayesinde diğer halklardan farklı bir dış görünüşe sahipti. Türklerin mutfağı da farklı idi: Et ve süt ürünlerinden yapılmış gıdalar, çok iyi kabarmış siyah somun ekmekleri ile, yemeğe tekrarlanmaz bir haz veriyordu. Diğer halklar ekmeği farklı şekillerde yapıyorlardı.

Türklerin elbiseleri ve milli mutfakları etnografya biliminde çok önemli bir yer tutmaktadır. Bu gayet tabiidir. Süvari bir milletin kıyafeti, yemeği ve hemen hemen her şeyi, mesela balıkçı bir milletten elbette çok farklı olacaktır.

Altay’ da ise küçüğünden büyüğüne kadar herkes binicidir. Yaya yürümek utanç sebebi sayılıyordu. Çocuğa önce at binmeyi, sonra yürümeyi öğretiyorlardı. Türk, atının yanında gelişiyordu. At, bütün hayatı boyunca onun yanında idi. Mezara bile beraber giriyorlardı.

Dolayısıyla dünyadaki ilk şalvar ve yüksek topuklu çizmeler Türklerde, süvari milletle beraber ortaya çıkmıştır. Üzengiyle eyer, demir kılıç, hançer, mızrak ve çok güçlü yaylar da süvari millette, yani Türklerde ortaya çıkmıştır… Diğer halkların ise bu eşyalara ihtiyacı yoktu. Onlar zaten bu eşyaları kullanamazdı.

GÖK TANRI


Türk kültürünün kalbi olan, Ulu Tanrı kimdir? Tanrı, Gökte yaşayan ve görünmeyen bir ruh. Gök Tanrı yücedir. Eski Türkler Tanrı’yı “Sonsuz Gökyüzü” veya “Tanrı Han” diye hürmetle zikrediyorlardı. “Han” unvanı O’nun dünyadaki hakimiyetini göstermektedir.

Türk milleti için manevî kültürün, yani maneviyatın zirve noktası dindi. İnsanlar putperestlikten uzaklaşmıştı. Tanrı’ya farklı adlarla hitap ediyorlardı: Bog,Bogdo veya Boje; Huda, Kuda veya Kuday; Alla, Allah veya Ollo, Gospodi. Altay dağları, bu kelimeleri 2500 yıl evvel duymuşlardı! Elbette Tanrı’nın başka adları da vardı. Bog kelimesi daha sık söyleniyordu. Çünkü bu kelime aynı zamanda ”huzur ve kemal bulmak” anlamına geliyordu.

“Mutlu ol” anlamına gelen “Huday” hitabı tamamen farklı idi. Tanrı’nın bu dünyadaki en güçlü varlık olduğunu vurgulamaktaydı; bu kelime “al” yani “el” denilen Türk kelimesinden oluşmuştu. Başka bir deyişle “veren ve alan”. “Alla” kelimesinin anlamı bu idi. Bu kelime söylenirken, ellerin sonsuz olan Gökyüzü’ ne açılarak, dua edilmesi gerekiyordu.

“Gospodi” kelimesi ise, seyrek kullanılıyordu. Ancak din adamları bu kelimeyi telâffuz edebiliyorlardı. “Gospodi” kelimesi tam anlamıyla, “gözlerin açılması” veya “gözleri açan” anlamlarına gelmektedir. Bu, Tanrı’ ya yönelik en aziz ve en ulu hitaptır.

Dua etme, bayramlaşma gelenekleri ve oruç tutma kaideleri yıllar içerisinde tashih ediliyordu. Bu kaidelerin tamamına ayin denilmektedir. Din adamları, kaftan diye adlandırılmış uzun bir elbise ve ucu sivri bir şapka giyiyorlardı. En yüksek makamda bulunan din adamları beyaz renkli bir elbise, diğerleri ise, siyah elbise kullanıyorlardı. Eski ressamlar tabii olarak Altay’daki kayalar üzerinde din adamlarını da tasvir ediyorlardı.

Türkler, Tanrı Han’ın işareti olarak eşit kenarlı haçı seçmişler ve bu haçı “adji” diye adlandırmışlardır. Haç işaretinin daha evvel de Türk kültürünün bir unsuru olduğuna dikkat edelim. Bunun dışında, bir de “eğri haç” vardı. “Eğri Haç” yaşlı yer altı tanrılarının ve cehennemin simgesi sayılmıştır.
Önceleri Adji işlemeleri çok basitti. Sonradan bu işlemeler gerçek birer sanat eseri olmuştur. Bu işlemeleri kuyumcular yapıyordu: haçı altınla kaplıyorlardı, parlaması ve insanları sevindirmesi için değerli taşlarla işliyorlardı. “Eğri haçlar” Altay’da yaklaşık 3-4 bin yıl evvel ortaya çıkmıştı.
Haç, iki çizginin kesişmesidir. Tanrı işaretinde ise kesişme yoktu. Haç ile ortada yuvarlak güneş ve ışınları tasvir edilmiştir. Tanrı inancının işareti işte budur: Güneşin ışınları… Daha doğrusu, bir bütünlük merkezinden doğan, Tanrı’nın iyilik ışınlarıdır.

Bazen Tanrı işareti kabul edilen haça, hilal de eklenmekteydi. Ama bu işaret farklı bir anlam kazanıyordu: zaman ve ebediyetin hatırlanması. Bu düşüncenin devamında on iki yıllık takvim sistemi akla gelmektedir.

Tanrı’nın işareti savaş bayraklarına da işleniyordu. Bu kutsal işareti ayrıca zincirlerle boyunlarına da asıyorlardı. Dövme olarak alınlarına da yaptırıyorlardı.

TÜRKLER HİNDİSTAN’DA

Yüce Gök Tanrı ve onun zengin ülkesi hakkındaki haberler kuş misali Altaylardan havalanarak her tarafa yayılıyordu. “Beyaz Seyyahlar” farklı ülkelere gidiyor ve Gök Tanrı dininin yeryüzüne yayılmasını sağlıyorlardı.

Türk seyyahları Çin tarafından kabul edilmedi. Bunun bedelini de ağır bir şekilde ödediler. Türkler Çini istilâ etti. Çinlilerin meşhur Çin Seddi bile koruyamadı. Ama her şeye rağmen Tanrı hakkındaki haberler ve bilgiler bu ülkeye de ulaştı.

Ama Hindistan’da her şey çok farklı bir şekilde gelişmiştir. Hintliler bu Tanrı inancına hemen ilgi göstermeye başlamışlardır. Böylece 2500 yıl evvel veya biraz daha önceleri Türk tarihinde bir Hint sayfası açılmıştır. Altay ile Hindistan, artık manevi ortak değerleri paylaşıyordu. Hintliler, yılan soyundan gelen beyaz tenli yarı insan Tanrı’ya “Naga” derlerdi.

Onların ülkelerini meydana getiren, demirden yapılmış haçların ve sayısız hazinelerin gömülü olduğu topraklar, çok uzaklarda, Hindistan’ın kuzeyinde bulunmaktaydı. Hintliler, bu uzak ülkeyi “himaye edilen” anlamında “Şambhu” adı ile tanıyorlardı. Bazen Şambhka da diyorlardı ki, bu kelime Türk dilinde “parlayan kale” anlamına gelmektedir.

Hindistan’da eski “Mahabharata” kitabı bugüne kadar muhafaza edilmiştir. Bu kitapta dinin Hindistan’ a nasıl geldiği ve manevî kültürün nasıl oluştuğu anlatılmaktadır. Bu kitap, kadim Hindistan’ın bir vakayinamesidir. Bu kitapta Nagalar hakkında ve onların kuzeydeki esrarengiz vatanları hakkında bazı bilgiler mevcuttur.

Hindistan’da Tanrı adı, elbette unutulmadı. Buda’yı mavi “Türk” gözleri ile tasvir etmeleri bir tesadüf olabilir mi? Bu unutulmuş bir tarihin günümüze yansıması olamaz mı?

Meselâ, 2500 yıl önce Hindistan’a kuzeyden gelen ve unutulan bir “süvariler hadisesi” olamaz mı? Hindistan’ a yerleşen bu halk: Şak, yani Hindistan’ın yeni halkı diye adlandırılmıştır.

Böylece Türk Sakalar tarih sahnesine çıkmış bulunuyordu. Dahası da var: Buda biliminin tam ortaya çıktığı o yıllarda, Hintliler Buda’yı “Şakyamuni” veya “Türk Tanrısı” olarak adlandırıyorlardı. Demek ki, Buda biliminin Türkler tarafından yayılmış olması da ihtimal dahilindedir. Hatta Buda, Hint efsanelerinde ifade edildiği gibi, Naga’ya dönüşebiliyordu.

Hindistan’da bugün de Gök Tanrı inancını paylaşan en az 50 milyon insan yaşamaktadır. Onlar ne Budist ne de Müslüman dır. Bu insanlara genellikle Hıristiyan denilmekte.

Onlar dinî ayinleri ve simgeleriyle diğer bütün Hıristiyanlardan farklıdır. Onlar Tanrı inancının haç işaretini kabul ediyor ve göğüslerinde taşıyorlar; dualar ediyorlar… Kim bilir, belki de Türk inanç düzeninin ilk şekliyle muhafaza edildiği, dünyadaki tek yer burasıdır. Bilindiği gibi, hiç bir şey iz bırakmadan yok olmaz.

Sözün sırası gelmişken, meşhur Hint Süvarisi de Altaylıların gelişi ile ortaya çıkmıştır. Arkeologların bu konudaki bulguları ikna edici ve geçerli deliller içermektedir. Şüphesiz sadece bu değil. Çünkü Altay’dan gelenler Hindistan’ da sadece bir misafir değillerdi; onlar bu ülkenin vatandaşları olmuştu. Bugün her on Hintlinin veya Pakistanlının birisinin şeceresi Türk soyuna uzanmaktadır. Bu nüfusun önemli bir kısmıdır.

Hindistan’ da hakimiyet, uzun müddet meşhur Güneş Hanedanlığı’nın elindeydi. Bu hanedanlığı, Güneş’in torunu İkvaşku kurmuştur. İkvaşku, M.Ö. V.yüzyılda, Altay’daki Aksu Nehri vadisinden Hindistan’ a göç etmişti. İkvaşku, han tahtına oturduktan sonra, Koşala veya Koşkala devletinin başkenti Aydohya şehrinin temelini atmıştı. Bu şehir bugüne kadar muhafaza edilmiştir. Bu şehirde, Güneş Hanedanlığı ve Altay’dan gelen Türkler hakkında yazılı belgeler bulunan bir müze mevcuttur. Aydohya şehrinin yanında akan nehrin adı Saraya. Bu gene Türkçe bir coğrafî ad olsa gerek. Saraylarıyla, tapınaklarıyla ve güzel evleriyle bu şehir tam bir başkent idi. İşte Han’ın bu Sarayı da, nehire adını vermiştir.

Güneş Hanedanlığı’nın hakimiyeti sırasında Altay’ dan Hindistan’ a insan göçü asırlar boyunca devam etmiştir. Türkler, yüksek sınıf içinde idareci, şair, âlim ve din adamı olarak önemli yer almaktadırlar. Onlar Türkçe konuşuyorlardı… Udaypur, Djodhpur Djaypur adlı ünlü maharadja hanedanlıkları Kadim Altay Türklerinden neşet etmiştir. Burada şaşılacak bir şey yoktur.

Hindistan ve Altay bir bütün gibiydi. Bugüne ulaşan Biy ve Nerçin yolları geçmişte bu iki ülkeyi birbirine bağlamaktaydı.

Hindistan’daki ilk yol, Türklerin kurduğu efsanevi Asma Geçit idi. Sadece efsanelerde rastladığımız asma köprüler, günümüzde Tibet ve Pamir’de mevcut. Akıncı süvariler, asma köprüler vasıtasıyla dağlardan, nehirlerden ve dipsiz uçurumların üzerinden geçerlerdi. Uzun zamanlar boyunca mukaddes yerleri ziyarete gidenler bu yolların üzerinden geçiyordu. Onlar bu yolla Hindistan’daki akrabalarını, kutsal sayılan Kaşlas Dağı’nı ve Keşmir şehrini ziyarete gidiyorlardı.

Bir Türk için Kaylas Dağı’nı görmek aynı Hindistan’ı görmek gibi büyük kıvanç kaynağı idi. Rivayete göre, Kaylas Dağı Tanrı Han’ın dinlenme mekânıydı. Bunun için kutsal bir yer olarak kabul ediliyordu.

TÜRKLER İRAN’ DA

Gök Tanrı inancıyla tanışan sadece Hindistan değildi. “Beyaz Seyyahlar” İran’ı da ziyaret etmiştir. İran tarihinin o uzun ve karanlık dehlizlerinde kalmış hadiselere ışık tutan, Aji-Dahak rivayetleri iyi muhafaza edilmiştir.

Aji-Dahak, İran’ ı hakimiyeti altına alan yabancı bir Han idi. Aji-Dahak, yılan suretinde yaşıyor ve Gök Tanrısı inancı için mücadele ediyordu. Fakat sıradan İranlılar onunla aynı inancı paylaşmadılar. Her millet bunu anlayamazdı. İranlılar uzun süreden beri ateşe tapıyordu. O dönemde sadece asilzadeler Gök Tanrısı inancını benimsemeye başladılar. Onlar atalarının Türk olduklarını da ifade ediyorlardı. Burada söz konusu edilen meşhur Arşakid Hanedanlığı idi. Altay’dan gelen sarışın Arsak Han (veya Arşak) M.Ö. III. Yüzyılda bu hanedanlığın temelini atmıştı. İran tarihinde böyle yazılmaktadır.
Şaşırtıcı bir gerçek: İran’da bugüne kadar Türk dili unutulmadı. İran’ da Türk dilinde konuşan şehirler, köyler ve büyük bölgeler hâlâ mevcuttur. Hindistan’ a doğru yola çıkan Sakların (Şakların) gelişi ile Türk tarihinde İran sayfaları açılmış olmaktadır.

Türkler daha sonra Taşkent’e ulaşmışlardı. Taşkent kuruluşunun iki bininci yılını kutlayan çok eski bir şehirdir. “Taşkent” kelimesi “taş şehri” olarak tercüme edilmektedir. Bu tam doğru değildir; çünkü “kent” kelimesi zaten “taş şehri” anlamına gelmektedir. Sonradan “taştı” veya “daştı” kelimesinin Türklerde “gurbette” anlamına geldiği ve bu kelimenin Hindistan’dan din adamlarının kullandığı dilden, yani Sanskritçe’ den geldiği öğrenildi. Eğer bu kelimenin anlamı “gurbet” ise, Taşkent kelimesi, Rus varyantındaki gibi “gurbetteki taş şehir” anlamına gelebilir. Bu ad, şehirdeki yapıların ahşaptan olmadığını, aksine Altay’daki şehirlere benzer yapılarla dolu olduğunu vurgulamaktadır.

Ama neden “gurbette” ? Bunun da kendine has bir cevabı ve açıklaması mevcuttur. Bir zamanlar Asya’nın merkezinde, İran Hanedanlığı dahilinde büyük ve gelişmiş Baktriya (Baktıra) devleti kurulmuştur. Bu devletin şöhreti, Makedonyalı İskender’ in de ilgisini bu bölgeye çekiyordu. Baktriya’nın şöhreti aniden sönmüştü. Uzun savaşlar sonunda da tamamen yıkılmıştı. Bu savaşları, kuzeyden gelen ve tarihçilerin bugün kullanmayı moda haline getirdikleri bir ifadeyle “yabanî kabileler” , yani Türkler çıkarmıştır. Yani “Sak” adıyla tanınan o Türkler. Onlar Baktriya’yı işgal etmişler ve daha sonra da bir kısmı, asma köprü geçitlerini kullanarak aşılmaz ve geçit vermez Pamir dağlarını aşarak Hindistan’ a ulaşmıştır.

Bu tahrip edici savaşlardan üç yüzyıl sonra, I. Asırda Altaylardan gelen yeni insanlar tarih sahnesine çıkmaya başladı. Onların bayraklarında haç işareti bulunuyordu ve onlar yeni bir inanç düzeni getiriyordu. İşte onların bu gelişi, Türk tarihindeki yeni bir İran sayfasını teşkil etmektedir.

Çünkü Aji-Dahak’ın, daha doğrusu ona inananların başarısızlığı Türkleri yıldırmadı : Altay bu defa İran’a kendi atlı askerlerini gönderdi ve bu savaş Türklerin zaferiyle bitti. Bunun sonucunda bu topraklarda “Kuşan Hanlığı” kuruldu. Belirsizliğin kesif sisleri arasında kaybolmuş bir devlet. Taşkent ise Kuşan Hanlığı içerisindeki ilk Türk şehri idi. Taşkent şehri, Marakand ve diğer kadim Baktriya şehirlerinin yanında gelişiyordu. Marakand’ın yakınlarında demir ocakları vardı. Altaylıların dikkatini öncelikle bu ocaklar çekmişti. Baktriya’nın bu şehrine Türkler yeni bir ad vermişti : Semarkand. Bu ad Sümerkand kelimesinden mi gelmektedir ? Belki… Etrafındaki bölgeyi de Demir Kapı olarak adlandırmışlardır.

Kuşan Hanlığı, şimdiki Orta Asya, Afganistan, Pakistan, Hindistan’ın bir kısmı ve Çin topraklarını bile hakimiyeti altına almıştı. Hanlarının isimleri bilinmiyor. İlk kurucusu Guvişka adı ile bilinmekteydi. Demir sikkelerinin üzerinde bu isim “Goverka” diye işlenmiştir. Bu adın Türkçede gerçek telâffuzu nasıldı ? Belli değil…

Arkeologlar, o devrin çok sayıda abidelerini bulmuştu. Bazı abidelerin üzerinde yazılar vardı. Net Türk yazıları. Demek ki, gerçekte Türkler, Milâttan Önce gurbette yerleşmeye başlamıştır. Böylece, Taşkent’in, yani gurbetteki taş şehrin ve o bölgede bulunan abidelerin sırrı açıklığa kavuşmaktadır…
Fransız arkeologlar, Daşt-Navur (gene Daşt) bölgesinde, yani bugünkü Afganistan topraklarında, o dönemin diğer bir Türk şehrinin izlerini ve hemen yanı başında da aynı yazıtları ihtiva eden kayayı bulmuştur.

Taşkent’ in yakınlarında bulunan Kara-Tepe’de de bir Türk şehri vardı. Burada bulunan kadim tapınağın yıkıntıları arasında bir küp bulunmuştu. Bu küp üzerinde yine aynı yazılar mevcuttu… İşte bu atalarımızın bugüne mektubudur. Fakat âlimler siyasetçilerin talimatlarına uyarak, bunları “görmemeye” gayret ediyorlar.

Buralarda yaşayan Türkler, şimdiki Özbekler, Altay’dan göç edenlerin soyundandır.

Başkenti Taşkent olan Özbekistan devleti Türk Dünyası’nın gururudur. Özbeklerin kardeşleri, “Kuşan dönemlerinden” beri eskiden olduğu gibi Afganistan’da ve Pakistan’da yaşamaktalar. Onlar Peştun olarak biliniyorlar. Dilleri diğer lehçelerin etkisi altında kalarak, karışıp gitmiştir; ama Peştunlar atalarının dış görünüşlerini ve geleneklerini muhafaza etmişlerdir…

Türkmenlerde her şey daha farklı olmuştu. Duruma bakılırsa onlar gerçek Turanlılar. Ama kendilerini Türk olarak adlandırıyorlar.
Onlar için İran kültürünün biçimleri daha yakındır. Belki de, onlar Türk Dünyasında kendileri için yabancı olan dili benimseyen misafirlerdir. Türklerin davranış biçimleri açıkça onlara yabancıdır.

Şüphesiz Türk olan ve Pamir dağlarında yaşayan Kırgızlar, pek çok şeyi Çin kültüründen almışlar. Ama buna rağmen Türk davranış biçimlerini tamamen muhafaza etmişlerdir.

Altay kültürü, Kuşan Hanlığı döneminde yerli ve Turanlı halklarda mevcut olan en iyi şeyleri aldı ve en iyi şeyleri onlara verdi. Bilim adamları, han topraklarına “kazan” diyorlardı. Bu “kazanda” doğu halklarının kültürleri kaynaşıyordu. Türkler, İranlılar ve Hintliler asırlarca yan yana yaşamış ve hayatlarında pek çok şey birbirine karışmıştı.

Elbette burada, yani Orta Asya’da Türk milletinin yüzünün kendine has bir şekil almaması mümkün değildi. Buradaki Türkler, çoktan Altaylardaki akrabalarından farklı bir yapıya sahip olmuştur. Bu, aslında yeni bir Türk kültürüdür ! Onun için onları Oğuz Türkleri olarak adlandırmışlardır. (Oğuz : “aklı selim sahibi” , “çok tecrübeli” demektir.)


ŞANLI ERKE HAN

Bütün dünya, Kuşan Hanlığı’nın azametini I. Yüzyılda öğrenmişti.

Türklerin adını bütün dünyaya ünlü Kanişha Han duyurdu. Çok şükür, onun gerçek adı Erke olarak muhafaza edilmiştir. İsmi paralarda Kanerka olarak basılıyordu.

Erke Han 78 yılında, Kuşan Hanlığı’nın tahtına oturdu. Hanlığı 23 yıl idare etti.

Aklı selim sahibi Han’ın esas silâhı kılıç, zırh veya mızrak değil söz idi. Erke Han dünyadaki en güçlü sözün “Tanrı” olduğuna inanıyordu. Han’ın konuşmaları ve akıllıca yaptığı siyaset sayesinde doğulu insanlar, Türklerin güzel işlere, doğru davranışlara ve asalete büyük değer verdiklerini gördüler. Hükümdar milletin yüzü idi.

Erke Han, her insanın kendi davranışlarıyla, daha dünyada iken kendisi ve yakınları için cennet ve cehennem kurduğunu aklı selimle belirtiyordu. Kendi felâketlerinde ve yanlışlıklarında kimseyi kınamamak gerektiğini öğretti. Sadece kendini suçlayabilirsin diyordu Erke Han; çünkü Tanrı sana ancak hak ettiğini veriyor. Yeni dinin iddiaları çok basitti: iyilik yaparsan, dünya da sana daha hayırlı olur.

Türkler ruhun ebedî oluşuna ve ölümden sonra tekrar şekil değiştirerek, hayata dönebileceğine inanıyorlardı. Erke Han “kurtuluş davranışlarda” diyor ve yorulmadan, usanmadan bunu anlatıyordu. Türklerin Tanrı için yaptıkları ayinler de yabancıları şaşırtıyordu. O güne kadar, böyle muntazam ve mükemmel bir töreni putperest dünyası görmemişti, tanımamıştı.

Putperestler için, Türkler sanki başka gezegenden gelmiş gibi görünüyorlardı. Türklerin her şeyi daha güzel ve daha iyi idi. Dolayısıyla Doğu’ da Altay “Aden”, yani “dünya cenneti”; millet ise “Ari” olarak adlandırılmıştır. Hindistan’da Şambhkala adı gibi bu ad da Türklerin vatanları için en az bin yıl ifade ve telâffuz edilmiştir; süvariler için yeni efsaneler yazılıyordu.

Erke Han hakimiyeti zamanında, Kuşan şehirleri çanların güzel sesleriyle uyanıyordu: din adamları milleti sabah duasına çağırıyordu. Çanlar nasıldı? Şimdi kimse bunlara cevap veremiyor. Ama çan vardı. Arkeolojik kazıların neticesinde bu ispatlanmıştır. “Kolokol” kelimesi de o eski devirlerde ortaya çıkmış olabilir. Bu kelime, kadim Türk dilinde “Gökyüzüne hitap” anlamına gelmektedir. Tam anlamıyla “gökyüzüne yalvar” demektir. Ve insanlar dua ediyorlardı.

İnsanlar, Altay’ın kutsal dağlarında geçmişte dua ettikleri gibi, bu defa ayin törenlerini tapınaklarda ve Tanrı’nın Sonsuz Gökyüzü altında yapıyorlardı. Kalıntıların incelenmesinden tapınakların büyük inşa edilmedikleri anlaşılmaktadır.

Sıradan müminlerin tapınağın içine girmeleri yasaktı. Sadece din adamları bir iki dakika için içeriye girebilirdi. Ama onların da tapınak içinde nefes almaya bile hakları yoktu. Çünkü tapınak çok kutsal bir yerdi!

Duadan önce gökyüzü için buhur yakıyorlardı. Kadim Altay inancına göre kötü ruhlar bu kokuyu kaldıramıyorlardı. Bu törene “kadıt” adı veriliyordu. Kadim Türk dilinde bu kelime “uzaklaştırmak”, “kovmak” anlamına gelmektedir.

İnsanlar, koronun söylediği ilâhiler eşliğinde Tanrı’ ya dua ediyorlardı. İlâhi şeklinde okunan bu duaların adı “Yırmaz” idi. Tam tercümesi “bizim şarkılar” anlamına gelir.

Türklerin manevî kültürünün her yerinde Tanrı inancına özgü eşit kenarlı haç mevcuttur. Doğuda bu haça “vadjra” denilmektedir. Türk şehirleri ve tapınaklarının kalıntıları arasında bulunan “Kuşan” dönemindeki Tanrı haçları, arkeologların dikkatini çekti. Kuşan Hanlığı Doğu’nun manevî merkezi olmuştur. Kuşan Hanlığında yabancılar için Gandhar’da sanat okulu ve dinî eğitim merkezleri açılmıştır. Belki benzer merkezler Altay’da da vardı. Hz. Musa’nın peşinden buralara gelen Yahudi Yeşua bir zamanlar Altay’ da okumuştu. Bu hadise Kuran’da da dolaylı olarak anlatılmıştır.

…Hindistan ve Tibet’li din adamları her zaman Kuşan Hanlığında beklenilen ve istenilen misafirlerdi. Erke Han Keşmir’i kutsal bir şehre dönüştürmüştü. Altay’dan gelen ziyaretçilerin Keşmir’de de kendi tapınakları vardı. Galiba bu, bugünkü meşhur Altın Tapınak’ın yeridir. Buda dini taraftarları 4. Konsili Keşmir’de toplamışlardır. Yeni dine ait düsturları bir bakır levha üzerine orada işlediler. Bu levha içeriği Çin’ de, Tibet’te ve Moğolistan’da hemen Budizm’in kutsal amentüsü haline gelmiştir. 4.Konsilden sonra, Budizmde yeni bir akım meydana çıkmıştı. Bu dinî akım daha sonra Lamaizm diye adlandırılacaktır. Erke Han, bundan sonra Budistler tarafından azizler sınıfına dahil edilmiştir.

Budistler artık dualarında Erke Han’ın adını da zikrediyorlar. Sadece Türkler, kendi şanlı hanları Erke Han’ı hatırlamıyorlar. Allah’tan, bu ulu insanı diğer halklar tanıyorlar ve hatırlıyorlar.

BOZKIRA GİDEN YOL

II.yüzyılda Kuşan Hanlığının yükselişi galiba Altay’ ı uyandırdı. Altay’ın iklimi Orta Asya’ya göre daha sertti. Dolayısıyla ürün çeşidi bakımından oldukça fakirdi. Altay Hanları bu yüzden bozkırlara göz dikmeye başlamışlardır. Bozkır vasıtasıyla halkı geleceğe götürecek sadece tek bir hayat yolu vardı. Zengin otlaklara, cömert verimli yerlere… Ve nihayet enginliklere…

İlk aileler yeni yerlere önceleri tereddüt içerisinde göç ediyorlardı… Altay’da ise yeni bir kelime ortaya çıkmıştı : “Kıpçak”. Bozkıra göç edenlere Kıpçak deniliyordu. Bu Hindistan’dan beri kalıplaşmış ve ilk Türklerden beri gelenek haline gelmişti. Bu adlandırma ne anlam taşıyordu? Bunu farklı şekillerde açıklıyorlar. Meselâ, “Yeri dar gelen” anlamına geliyor. Başka bir açıklama da olabilir. “Kıpçak”, kadim Türk boylarından birinin de adıdır. Belki de, Altay’dan ilk onlar göç etmişti ve diğer göçmenler de kendilerini onların adı ile adlandırmaya devam etmişti.

Ancak çok güçlü bir soy sert bozkırla teke tek başa çıkabilirdi. Türkler kararlarını kendileri vermişlerdir. Hiç kimse onları Altay’dan kovmadı; kendileri gittiler. Ama bozkıra elleri boş gitmediler. Çünkü onlarda, o dönemin en iyi alet ve edevatı mevcuttu. Demirden yapılmış aletler! Hindistan’da, Orta Asya’da elbette Ural’da ve Kadim Altay’da edindikleri bilgiler ve büyük tecrübeleri vardı…

Bozkırlarda şehirlerin ve kasabaların kurulmuş olmasına şaşırmamız gerekmiyor mu?… Yollar yapılmış, nehirleri geçmek için köprüler yapılmıştı ve kanallar kazılmıştı. Yıllar geçtikçe Semireçye 5 yeni bir Türk Hanlığı ve güzelleşmiş bir yer olmuştu. Bu hanedanlığın şehirleri, bozkır semalarındaki yıldızlar gibi parlıyordu…

Bu şehirleri bugün meşhur Kazak arkeolog Alkey Hakanoğlu Margulan araştırmıştır. Margulan, ilk defa bu yıkıntıları tesadüfen uçağın penceresinden görmüştü. Tecrübeli bilim adamı uçsuz bucaksız bozkırlarda otların örttüğü ve kumla kaplanan binaların yıkıntılarını görebilmişti… Alkey Margulan sonra bu bina yıkıntılarının bulunduğu bozkırları araştırmaya başladı ve bu konu hakkında bir kitap yazdı. Bugüne kadar her şey gene de tam araştırılmamış ve kavranmamıştır. Çünkü araştırma alanı çok büyüktü !

O dönem araştırmaları bilim dünyasına pek çok soru bırakmıştır; meselâ, insanlar nasıl hareket ediyorlardı? Bozkırda yaya olarak gidemezsiniz, çok şey taşıyamazsınız. Demek ki, başka bir şey keşfetmeleri lâzımdı. Ama bu ne olabilir?

Evet Türkler doğuştan binici sayılıyordu, atı ilk defa onlar eyerlemişti; fakat binici ancak kendisini taşıtabiliyordu. Yükü nasıl taşıması gerekirdi? O dönemde Araplar yüklerini deveyle, Hintliler fille taşıyorlardı. İranlılar ise eşekleri kullanıyorlardı. Türk halkını at kurtarıyordu. Şimdi biz arabaları, briçkaları biliyoruz; ama kadim Altaylılar bunu bilmiyorlardı. Tekerlekleri onlar keşfetmedi. Çünkü dağ hayatı için bu uygun bir taşıma vasıtası değildi; henüz ihtiyaçları da yoktu. Altaylılar, tekerlekleri özellikle bozkır için hazırlamak zorundaydılar. İşte bu keşiften sonra bozkırın iskân edilmesi başlamıştır.

Arabayı, yani briçkayı kim keşfetti? Elbette Türkler; çünkü, bu araçlar onlara lâzım olmaya başlamıştı. Kerpiç gibi, izbe gibi, tiftiğin keşfi gibi bir yeniliktir. Keşfedenlerin adları unutulmuştur; ama telega (at arabası) bugüne kadar insanlara hizmet vermektedir. “Telegan” kelimesi kadim Türk dilinde “tekerlek” anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle “tekerlekli taşıt”.

Briçka daha sonra ortaya çıkmıştı. Briçka arabaya benziyor, ama daha gelişmiş idi. Bozkırlarda onun benzeri yoktu. İki veya üç at koşulmuş briçka hızlı bir taşıma aracıydı. Ayrıca kadarka ve tarantas da vardı.

Tekerlekli taşıtlar için yollar yapılıyordu. Şehirlerin arasında “yama” 6 vardı Türkler postayı “yama” olarak adlandırıyorlardı. Postacılar günde iki yüz, hatta üç yüz kilometre yol katederek emaneti hemen yerine ulaştırıyorlardı.
——————————————————————————-
5 Semireçye – Yedi Su. Türk lehçelerinde bu ad hâlâ Yedisu olarak bilinmektedir. SSCB döneminde çoğu coğrafî adlar değiştirilmiştir. Devamlı yapılan bu değiştirmeler de tarih zincirinin kopmasına ve karışmasına sebep olmaktadır. (Çeviren)
6 Yama – “Posta hizmetleri için kullanılan atlar ve onların bakıldığı yer” anlamında kullanılmıştır. Bu, eski bir Türk kelimesidir.
Murat ADJİ – (2/4.bölüm)
 
Üst Alt