Lemeât

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hâcetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezık, ona göre davranır, ona da hazırlanır ya cevab-ı red gelir; hem kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür.
İnâyet tarafından mâdem buna memurdur; zevkle baştan çıkarma, hem telzîz ile aldatma.
Sonra o da unutur doğru iştihâ nedir. Bir iştihâ-i kâzib gelir, başına çatar. Hatâsı, maraz ile, hem
İlletlerle cezalar gelir. Hakiki lezzet, hakiki iştihâdan çıkar; doğru iştihâ, sâdık bir ihtiyaçtan. Bu lezzet-i kâfide şah, hem gedâ beraber.
Hem bâhemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet berhem-zened. Eleme olur merhem.


Niyet gibi, tarz-ı nazar dahi âdeti ibâdete çevirir
Şu noktaya dikkat et: Nasıl olur niyetle mübah âdât, ibâdât; öyle, tarz-ı nazarla fünûn-u ekvân, olur maarif-i İlâhî,
Tetkik dahi tefekkür. Yani, ger harfî nazarla, hem san'at noktasında "Ne güzeldir" yerine, "Ne güzel yapmış Sâni'; nasıl yapmış o mâhı!"
Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem'a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.
Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlâhî. Eğer mânâ-i ismiyle, tabiat noktasında "zâtında nasıl olmuş" eğer etsen nigâhı,
Bakarsan kâinata, daire-i fünûnun daire-i cehl olur. Bîçare hakikatler, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvâhı.


Böyle zamanda tereffühte izn-i şer'î bizi muhtar bırakmaz
Lezâiz çağırdıkça, "Sanki yedim" demeli. "Sanki yedim" düstur eden, bir mescidi yemedi. Haşiye
Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tenâuma ihtiyâr bir derece var idi.
Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyâr izn-i şer'î kalmadı.
Sevâd-ı âzam, hem ekseriyet-i mâsumun maîşeti basittir. Tegaddî besâtetiyle onlara tâbi olmak,
Bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tegaddîde tereffüh noktasında benzemek.


Haşiye: İstanbul'da Sankiyedim nâmında bir mescid var. 'Sanki yedim'diyen adam, hevesinden kurtardığı paralarla bina etmiş.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Zaman olur ki, adem-i nimet, nimettir
Hâfıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda, musîbet zamanında, nisyan ona râcihtir.
Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterâkim olmuş âlâmı unutturur.


Her musîbette bir cihet-i nimet var
Ey musîbetzede! Musîbetin içinde bir nimet mündericdir. Dikkat et de onu gör. Nasıl her şeyde vardır,
Bir derece-i hararet; her musîbette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin,
Dereceyi görerek Allah'a çok şükür et. Yoksa isti'zâmla ürkersen, "Of, of"la üflersen, o da aksine şişer.
Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen, bir iken ikileşir. Kalpte olan misâli, döner hakikat olur.
Hakikatten ders alır, sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor.


Büyük görünme, küçülürsün
Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mîzanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimâî binada,
Görmek görünmek için, şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere kâmet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek,
Uzanacak. Ger pencere, kâmet-i himmetinden alçaksa, tevâzuyla tekavvüs edecek, eğilecek.
Kâmillerde, büyüklük mikyâsıdır küçüklük; nâkıslarda, küçüklük mîzanıdır büyüklük
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hasletlerin yerleri değişse, mahiyetleri değişir
Bir haslet; yer ayrı sîmâ bir. Kâh dev, kâh melek, kâh sâlih, kâh tâlih. Misâli şunlardır:
Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur.
Kavînin bir zayıfa karşı da tevâzuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zayıfta, tezellül ve riyâdır.
Bir ulü'l-emr, makamında olursa ciddiyeti, vakardır, mahviyeti zillettir.
Hânesinde bulunsa, mahviyeti tevâzu, ciddiyeti kibirdir.
Mütekellim-i vahde olsa eğer o zâtta, müsâmaha hamiyet, fedâkârlık bir sıfat, bir amel-i sâlihtir.
Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zâtta, müsâmaha hıyânet, fedâkârlık bir sıfat, bir amel-i talihtir.
Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefvîz, tevekkül-ü şerrîdir.
Semere-i sa'yine, kısmetine rızâ ise, memduh bir kanaattir, meyl-i sa'ye kuvvettir.
Mevcut mala iktifâ, mergub kanaat değil, belki dûnhimmetliktir. Misâller daha çoktur.
Kur'ân mutlak zikreder sâlihât ve takvâyı. İbhâmında remz eder makamâtın tesiri. îcâzı bir tafsildir; sükûtu geniş sözdür.
"
b893.gif
-1- " bizzat, hem âkıbet muraddır
Ey arkadaş! Bir zaman bir sâil dedi: "Mâdem
b893.gif
-1- haktır. Neden kâfir Müslim'e, kuvvet hakka galiptir?"
Dedim: Dört noktaya bak; bu müşkül de hallolur. Birinci nokta şudur: Her hakkın her vesîlesi hak olması lâzım değildir.
Öyle de, her bâtılın her vesîlesi bâtıl olması yine lâzım değildir. Neticesi Şu çıkar: Hak olan bir vesîle, bâtıl vesîleye galiptir.
Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağlûptur. Muvakkaten, bilvâsıta olmuştur. Yoksa bizzat, hem dâimâ değildir.


1- Hak yücedir. (Bu ifade, Buhâri'de yer alan bir hadiste 'İslam yücedir. Ondan yüce hiçbir şey yoktur.' (Buhâri, Cenâiz:79.)şeklinde yer alır.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Lâkin âkıbetü'l-âkıbe, her dem yine hakkındır. Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var. İkinci nokta şudur:
Her Müslim'in her vasfı Müslim olmak vacip iken, haricen her dem vâki', sabit değildir.
Öyle de, her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neşet etmek yine lâzım değildir.
Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neşet etmek, öyle de, her dem sabit değildir.
Demek bir kâfirin Müslim olan bir vasfı, Müslim'deki lâmeşrû vasfına galip olur. Bilvâsıta, o kâfir dahi ona galiptir.
Hem, dünyada hayatın hakkı şâmil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i mânidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mâni değildir.
Üçüncü nokta şudur: O Zât-ı Zülcelâlin iki vasf-ı kemâlden iki şer'î tecellî, vasf-ı irâdeden gelen meşîetle takdirdir.
O da şer'-i tekvinî. Vasf-ı kelâmdan gelen şeriat-ı meşhure. Teşriî evâmire karşı itaat, isyan
Nasıl olur; öyle de, tekvinî evâmire itaat ve isyan olur. Birincisi galiben dâr-ı uhrâda görür
Mücâzâtı, sevabı; ikincisi ağleben dâr-ı dünyada çeker mükâfât ve ikâbı. Meselâ, nasıl sabrın mükâfâtı zaferdir,
Atâletin mücâzâtı sefâlet; öyle de, sa'yin sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfât. Zehirin ikâbı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattir.
Bazen iki şeriat evâmiri bir şeyde beraber müçtemi'dir; her birine bir cihet. Demek tekvinî emre itaat ki, bir haktır.
İtaat galip olur o emrin isyanına ki, bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesîle olmuş olursa bir hak, vaktâ ki galip olsa
Bir bâtıla ki, olmuş o da vesîle-i hak. Bilvâsıta bir hakkın bir bâtıla mağlûptur. Fakat bizzat değildir.
Demek,
b893.gif
bizzat demektir. Hem âkıbet muraddır; kayd-ı haysiyet maksuddur. Dördüncü nokta şudur:
Bir hak bilkuvve kalmış. Yahut kuvvetsiz kalmış. Ya mahlûttur, hem mahşûş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.
Mühezzeb ve müzehheb yapmak için muvakkat, bâtıl ona musallat. Tâ ki sebîke-i hak ne miktar lüzûm vardır,
Tâ mahz ve hâlis çıksın mebâdide, dünyada bâtıl etse galebe, fakat kazanmaz harbi. "âkıbetü'l-müttakîn" ona vurur bir darbe;
İşte, bâtıl mağlûptur.
b893.gif
sırrı onu çarpar ikâba; işte hak da galiptir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bir kısım desâtir-i içtimâiye
İçtimâî heyette düsturları istersen: Müsâvâtsız adâlet, önce adâlet değil. Temâsülse, tezadın mühim bir sebebidir.
Tenâsübse, tesânüdün esası. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. Zaaf-ı kalptir gururun mâdeni. Olmuş acz, muhâlefet menşei. Meraksa, ilme hocadır.
İhtiyaçtır terakkînin üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefâhet. Demek sefâhetin membaı sıkıntı olmuş. Sıkıntıysa, mâdeni yeisle sû-i zandır.
Dalâlet fikrîdir; zulümât kalbîdir; israf cesedîdir.


Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış;
yuvalarına dönmeli
b897.gif
-1-
Haşiye 1
"Mim"siz medeniyet, tâife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer'-i İslâm onları
Rahmeten dâvet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada; rahatları evlerde, hayat-ı âilede. Temizlik zînetleri;
Haşmetleri hüsn-ü hulk, lûtuf ve cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbâb-ı ifsad, demir sebat kararı
Lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvânda güzel karı girdikçe, riyâ ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları.
Yatmış olan hevesât birden bire uyanır. Tâife-i nisâda serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birden bire inkişafı.
Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu sûretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; Hem müthiştir tesiri. Haşiye 2

Memnu' heykel, sûretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habîs ervâhları.


Haşiye 1: Tesettür Risâlesinin esasıdır. Yirmi sene sonra müellifinin mahkumiyetine sebeb gösteren bir mahkeme, kendini ve hâkimlerini ebedi mahkum ve mahcup eylemiş.
Haşiye 2: Nasıl meyyite bir karıya nefsani nazarla bakmak nefsin dehşetli alçaklığını gösterir;Öyle de rahmete muhtaç bir biçare meyyitenin güzel tasvirine bakmak, ruhun hissiyât-ı ulviyesini söndürür.



1- Sefih erkekler, hevesâtlarıyla kadınlaşırsa, o zaman açık saçık kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşirler. (Üstadımızın Arabca bir ifadesi )
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Tasarruf-u kudretin vüsati, vesâit ve muînleri reddeder
O Kadîr-i Zülcelâl, tasarruf-u kudreti, tevessü-ü tesiri noktasında oluyor şemsimiz zerre - misâl.
Nev-i vâhidde olan tasarruf-u azîmi mesafesi vâsidir. İki zerre beyninde câzibeyi ele al,
Git de, tâ Şemsü'ş-Şümûs ve Kehkeşan beynindeki câzibenin yanında koy. Yükü bir kar tanesi bir melek, şemsi ele almış bir şems - misâl
Meleğin yanına gelir. İğne kadar bir balığı, balina balığı da yan yana bırak. O Kadîr-i Ezelî-i Zülcelâl
Tecellî-i vâsii, asgardan tâ ekbere itkan-ı mükemmeli birden tasavvura al. Câzibe ve nevâmis, vesâil-i pürseyyâl
Gibi örfî emirler, tecellî-i kudrete, tasarruf-u hikmete birer isim olması; odur yalnız meâl.
Başka meâli olmaz. Beraber de bir düşün; bileceksin bizzarure ki, esbâb-ı hakiki vesâit-i zîmisâl,
Muînler, hem şerikler birer emr-i bâtıldır, birer hayal-i muhâl, o kudret nazarında. Hayat vücuda kemâl,
Makamı büyük, mühimdir. Buna binâen derim: Küremiz, âlemimiz neden mutî, musahhar olmasın, hayvan-misâl?
O Sultan-ı Ezelin bu tarz hayvan tuyûru kesretle münteşirdir şu meydan-ı fezâda, muhteşem ve pürcemâl.
Bostan-ı hilkatinde salmış da döndürüyor. Onlardaki nağamât, bunlardaki harekât, tesbihâttır o akvâl,
İbâdettir o ahvâl, Kadîm-i Lemyezele, Hakîm-i Lâyezâle. Küremiz hayvana pek benziyor; âsâr-ı hayat, gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse, bilfarz-ı muhâl.
Minimini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karîb bir ihtimâl.
âlemimiz insan kadar küçülse, yıldızlar zerreler sûretine dönerse, bir zîşuur hayvana dönmesi câiz olur; akıl da bulur mecâl.
Demek âlem erkânlarıyla birer âbid-i müsebbih, birer mutî musahhar Hâlık-ı Lemyezele, Kadîr-i Lâyezâle.
Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lâzım gelmez. Zîrâ, daha cezâletlidir saat-i hardal - misâl
Bir saatten ki, timsâli Ayasofi kadardır. Bir sineğin hilkati hayretfezâdır filden, o mahlûk-u bîfasal.
Ger kalem-i kudretle bir cüz-ü ferd üstüne esîrin cevâhir-i ferdiyle yazılsa bir Kur'ân ki, sıgar-ı sahife nisbeti bir kibr-i san'at - meâl.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Sahife-i semâda yıldızlarla yazılan bir Kur'ân-ı Kerîme, cezâletle müsâvi. Nakkaş-ı Ezelînin san'atı her tarafta pürcemâl ve pürkemâl.
Her tarafta böyledir. Derece-i kemâlde kalemdeki ittihad, tevhidi ilân eder bu kelâm-ı pürmeâl; iyi bir dikkate al.


Melâike bir ümmettir; şeriat-ı fıtriye ile memurdur
Şeriat-ı İlâhî ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş iki insan muhatap, hem de mükellef olmuş. Sıfat-ı irâdeden gelen şer'-i tekvinî.
İnsan-ı ekber olan âlemin ahvâlini, hem de harekâtını, ki ihtiyârî değil, tanzim eden şer'dir. O meşîet-i Rabbânî,
Yanlış bir ıstılahla "tabiat" da denilir. Sıfat-ı kelâmından gelen şeriat ise, âlem-i asgar olan insanın ef'âlini,
Ki ihtiyârî olmuş, tanzim eden şer'dir. İki şer' bir yerde bâzan eder içtimâ. Melâike-i İlâhî, bir ümmet-i azîme, hem bir cünd-ü Sübhânî,
Birinci şer'e olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil. Hem onlardan bir kısmı ibâd-ı müsebbihtir; bir kısmı da müstağrak, arşın mukarrebîni.


Madde rikkat peydâ ettikçe hayat şiddet peydâ eder
Hayat asıl, esastır; madde ona tâbidir, hem de onunla kâimdir. Bir hurdebinî huveyn havâss-ı hamsesiyle insanın havâssını
Muvâzene edersen görürsün: İnsan ondan ne derece büyükse, havâssı o derece onunkinden aşağı. O huveyne işitir kardeşinin sesini,
Hem de görür rızkını. Ger insan kadar büyüse, havâssı hayretfezâ, hayatı şûlefeşan, rü'yeti de berkâsâ bir nur-u âsumânî.
İnsan, bir kitle-i mevâttan bir zîhayat değildir. Belki de milyarlarla zîhayat hüceyrâtından mürekkeb ve zîhayat bir hücre-i insanî.

b898.gif
-1-


1- Şüphesiz insan , içerisinde Yâsin Suresi yazılmış 'Yasin' kelimesine benzer. 'Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah'ın şanı ne yücedir.(Mü'minün Suresi 14.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Maddiyunluk bir tâun-u mânevîdir
Maddiyyunluk bir tâun-u mânevî; beşere de tutturdu şu, müthiş bir sıtmayı. Haşiye Hem de âni çarptırdı bir gazab-ı İlâhî. Telkin, hem de taklid,
Tenkide kabiliyet-i tevessüü nisbeten, o tâun da ediyor tevessü' ve intişâr. Telkini fenden almış, medeniyetten taklid.
Hürriyet, tenkid vermiş; gururundan dalâlet çıkmış.


Vücudda atâlet yok; işsiz adam, vücudda adem hesâbına işler
En bedbaht, sıkıntılı, muztarip, işsiz olan adamdır. Zîrâ ki atâlet, vücud içinde adem, hayat içinde mevttir.
Sa'y ise, vücudun hayatı, hem hayatın yakzasıdır elbet.


Ribâ İslâma zarar-ı mutlaktır
Ribâ atâlet verir, şevk-i sa'yi söndürür. Ribânın kapıları, hem de onun kapları olan bu bankaların her dem nef'i ise, beşerin en fena kısmınadır. Onlar da gâvurlardır.
Gâvurlardaki nef'i, en fena kısmınadır; onlar da zâlimler.
Her dem zâlimlerdeki nef'i en fena kısmınadır. Onlar da sefihlerdir. Âlem-i İslâma bir zarar-ı mutlaktır.
Mutlak beşer her dem refahı nazar-ı şer'îde yoktur. Zîrâ harbî bir gâvur hürmetsiz, ismetsizdir; demi hederdir... Her
de...........m.


Kur'ân, kendi kendini himâye edip hâkimiyetini idâme eder Haşiye 1
Bir zâtı gördüm ki yeis ile mübtelâ, bedbinlikle hasta idi. Dedi: "Ulemâ azaldı; kemiyet keyfiyeti. Korkarız, dinimiz sönecek de bir zaman."
Dedim: Nasıl kâinat söndürülmezse, imân-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismârlar hükmünde her an
Olan İslâmî şeâir, dinî minârât, İlâhî maâbid, şer'î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an.
Herbir mâbed bir muallim olmuş, tabıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur; onun lisân-ı hali eder telkin-i dinî; hatâsız, hem bînisyan.
Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır; ruh-u İslâmı dâim enzâra ders veriyor. Mürûr-u a'sâr ile sebeb-i istimrâr-ı zaman;


Haşiye: Eski harbi umumiye işret eder.

Haşiye 1: 35 sene evvel yazılan bu makam ;bu sene yazılmış tarzını gösteriyor. Demek ramazan bereketiyle yazdırılmış bir nevi ihtar-ı gaybidir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Güyâ tecessüm etmiş, envar-ı İslâmiyet, şeâiri içinde. Güyâ tasallüb etmiş, zülâl-i İslâmiyet, maâbidi içinde. Birer sütun-u imân.
Güyâ tecessüd etmiş, ahkâm-ı İslâmiyet, maâlimi içinde. Güyâ tahaccür etmiş, erkân-ı İslâmiyet, avâlimi içinde. Birer sütun-u elmas; onunla mürtabıttır zemin ile âsumân.
Lâsiyyemâ, bu Kur'ân-ı Hatib-i Mu'cizbeyân, dâimâ tekrar eder bir hutbe-i ezelî. Aktâr-ı İslâmîde kalmamış hiç de bir köy, hem dahi hiç bir mekân.
Nutkunu dinlemesin, tâlimi işitmesin.
b899.gif
-1- sırrı ile, hâfızlıktır pek de büyük bir rütbe. Tilâvet ise, ibâdet-i ins ü cân.
Onun içinde tâlim, hem müsellemâtı tezkir. Tekerrür-ü zamanla nazariyât kalbolur müsellemâta, hem döner bedihiyâta. İstemez daha beyân.
Zarûriyât-ı dinî, nazariyâttan çıkıp zarûriyât olmuştur. Tezkir ise kâfidir, ihtar ise vâfidir. Şâfidir her dem Kur'ân,
İhtara, hem tezkire. Şu intibah-ı İslâm, hem içtimâî yakza herbirine veriyor, umuma âit olan delâil ve hem mîzan.
Mâdem içtimâî hayat İslâmda başlamıştır; herbirinin imânı kendine mahsus olan delile münhasıran değil, müstenid vicdan.
Belki cemaatin kalbinde gayr-i mahdud esbâba dahi eder istinad. Hattâ cây-ı dikkattir: Bir mezheb-i zaifi, mürûr ettikçe zaman,
İptali müşkül olur. Nerede kaldı ki İslâm, vahy ile fıtrat gibi iki metîn esasa hem istinad etmiştir, hem bu kadar a'sârda nâfizâne hükümran.
Râsih esaslarıyla, bâhir eserleriyle kürenin yarısıyla iltiham peydâ etmiş, bir ruh-u fıtrî olmuş. Nasıl küsûfa girer? Küsûftan çıkmış el'an.
Fakat, maatteessüf, bâzı zevzek kefere, safsatalı adamlar şu kasr-ı âlînin metîn esaslarına ilişir, buldukça imkân.
Onları deprettirir. Esaslara ilişilmez, onlarla oynanılmaz. Sussun şimdi dinsizlik; iflâs etti o teres. Bestir tecrübe-i küfran ve yalan.
Bu âlem-i İslâmın âlem-i küfre karşı en ileri karakol, şu dârülfünûn idi. Lâkayd ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan,
Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinân,
En mütesallib olmalı. En müteyakkız olmalı; yahut o dar olmamalı, İslâmı aldatmamalı. İmânın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma'kes-i nur-u imân.


1- Onu koruyucu olan da biziz .(Hicr Sûresi: 9.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bâzan da mücâhiddir, bâzan süpürgecidir. Dimağda vesveseler, hem pekçok ihtimâller kalb içine girmese, sarsılmaz imân, vicdan.
Yoksa bâzıların zannınca İmân dimağda olsa, ruh-u İmân olan hakkalyakîne ihtimâlât-ı kesîre olur birer hasm-ı bîemân.
Kalb ile vicdan, mahall-i imân. Hads ile ilham, delil-i imân. Bir hiss-i sâdis, tarîk-ı imân. Fikir ile dimağ, bekçi-i imân.


Tâlim-i nazariyâttan ziyâde tezkir-i müsellemâta ihtiyaç var
Zarûriyât-ı dinî, müsellemât-ı şer'î, kulûblerde hâsıldır, ihtar ile huzuru, tezkir ile şuuru.
Matlub da hâsıl olur. İbâre-i Arabî Haşiye daha ulvî ediyor tezkiri, hem ihtarı.
Onun için Cumada hutbe-i Arabiye, zarûriyâtı ihtar, müsellemâtı tezkir, maalkifâye olur onun tarz-ı tezkiri.
Nazariyâtı tâlim onda maksud değildir. Hem İslâmın vicdânî sîmâsında şu Arabî ibâre bir nakş-ı Vahdettir; kabul etmez teksiri.


Hadîs der âyete: "Sana yetişmek muhâl"
Hadîs ile âyeti muvâzene edersen, bilbedâhe görürsün: Beşerin en beliği, vahyin de mübelliği, o dahi bâliğ olmaz
Belâgat-ı âyete. O da ona benzemez. Demek ki, lisân-ı Ahmedîden gelen herbir kelâm her dem onun olamaz.


İcâz ile beyân, i'câz-ı Kur'ân
Biz zaman rüyâda gördüm ki, Ağrı Dağı altındayım. Birden o dağ patladı, dağ gibi taşları âleme dağıttı, sarstı cihânı.
Füc'eten bir adam yanımda peydâ oldu. Dedi ki: "îcâz ile beyân et, icmâl ile îcâz et bildiğin enva-ı i'câz-ı Kur'ân'ı."
Daha rüyâda iken tâbirini düşündüm. Dedim, şuradaki infilâk, beşerde bir inkılâba misâl. İnkılâbda ise elbet hüdâ-i Furkanî,


Haşiye: On sene sonra bir hadiseyi hissetmiş, mukabeleye çalışmış.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt