Ölüme çare

lal

Aktif Üyemiz
Ölüme Çare...


show_image.php


Sorun insanlar sorun, biliyor şu minare,
Neymiş ölüme çare, neymiş ölüme çare?

AYDIN BEY, ilahiyatta bir doktora öğrencisi... Doktora dersleri için geldiği Erzurum'da derslerini tamamlar, görev yeri olan Diyarbakır'a dönmek üzere terminale gelir, otobüs­te yerine yerleşir
Birazdan, kırk yaşlarında bir yolcu yanına oturur. Karşılıklı merhabalaştıktan sonra koyu bir sohbete dalarlar.

Yol arkadaşının Erzurum'un bir ilçesinde savcılık yaptığı­nı öğrenen Aydın Bey sorar:

"Bir hukukçu olarak 'İslam Hukuku'nu inceleyebildiniz mi?"

Savcı Gökhan Bey, kendi dünya görüşünü yansıtan şu ce­vabı verir:

"İncelemedim ve inceleme lüzumu da hissetmedim. Çün­kü on dört asır önce uygulanan bir sistem günümüzün prob­lemlerine çözüm olamaz."

Aydın Bey, aldığı cevap karşısında şaşırmıştır. Ama şaş­kınlığı fazla sürmez, muhatabına şu soruyu yöneltir:

"Beyefendi, şu an ülkemizde ve Avrupa'da uygulanan hu­kuk sistemi acaba nereye dayanıyor?"

Bu defa şaşırma sırası Gökhan Bey'dedir. Çünkü yürür­lükte olan günümüz hukukunun milattan önceki Roma hu­kuk sistemine dayandığını çok iyi bilmektedir.

Aydın Bey, muhatabının iç dünyasındaki dalgalanmaların farkındadır, sözüne şöyle devam eder:

"Bilirsiniz, yasalar başlıca iki şekildedir: Anayasa ve diğer kanunlar. Anayasanın maddeleri çok olmaz, genel esasları ve çerçeveyi belirler. Diğer yasalar ise, anayasaya ters düşme­mek zorundadır. İşte, İslam Hukuku'nda Kur'an'm ve hadis­lerin bir kısım esasları anayasa hükmündedir

Bu esaslar çer­çevesinde kıyamete kadar meydana gelecek tüm olaylara çö­züm üretmek mümkündür. Âlimler içtihatlarıyla her yeni meseleye çözüm üretebilirler. Dolayısıyla İslam Hukuku, bir kısım donmuş kanunlar manzumesi değildir, bütün yeni du­rumlara ve meselelere çözüm üretebilecek bir hareketliliğe sahiptir."

Otobüs Bingöl'e doğru ilerlerken, tartışma ortamından samimiyet ortamına geçilir. İki taraf da birbirini rencide et­memeye özen göstermektedir.

Söz döner dolaşır, ölüm konusuna gelir. Savcı Gökhan Bey "Aman hocam!" der. "O tatsız konuya hiç girmeyelim."

Aydın Bey "Niye?" diye sorar. Gökhan Bey, "Ölüm çok so­ğuk bir olay, hayal etmek bile istemiyorum" der.

Aydın Bey problemi teşhis etmiştir. Muhatabı, ölümü bir yokluk olarak görmektedir. Şefkatli bir üslupla şöyle der:

"Biz ölümü unutsak bile, o bizi asla unutmayacak! Bir gün gelip bizi bu güzel dünyadan ayıracak. Ama ölüme çare varsa, onu araştırmak gerekir ve ben ölüme çareyi biliyorum."

Aydın Bey'in bu derece kendinden emin konuşması Gök­han Bey'i şaşırtır. Biraz da titrek bir sesle, "Var mı ölüme ça­re?" diye sorar.

Aydın Bey "Evet, var!" der. "Allah'a iman ve ahirete iman ölüme çaredir. Allah'a inanan biri, kendini bu dünyada bir misafir olarak görür. Ölümle bu misafirhaneden alınacak, Rahman'ın bir başka misafirhanesine gönderilecektir. Bunu 'kabir tüneli' misaliyle daha iyi anlayabiliriz.

"Tünele dıştan baktığımızda içine giren tüm arabaları yut­tuğunu zannederiz. Ama arabalar tünelin diğer ucundan çıkmakta, yollarına devam etmektedirler. Bizler yokluk ka­ranlıklarından bu âleme gönderildik. Ana rahminde dokuz ay kaldık, sonra bu güzelim dünyaya gözlerimizi açtık. Bu dün­yayı da terk edeceğiz, ardından 'ahiret' denilen ebediyet diya­rına gideceğiz. Böylece hayat güneşimiz artık hiç batmaya­cak, ebediyet kazanacak."

Gökhan Bey hayli rahatlamıştı. Bunu fark eden Aydın Bey "İstersen" dedi, "Can Dündar'ın internetten aldığım bir yazı­sını aktarayım. Ben okudum hayran kaldım, böyle güzellikle­ri başkalarıyla da paylaşmak bana mutluluk veriyor."

Gökhan Bey "Memnun olurum" deyince çantasından çı­kardığı yazıyı okumaya başladı:

DOĞUMDAN SONRA HAYAT VAR MI?
(Bir internet öyküsünden uyarlama)

Karanlıktaymışlar. İki embriyo, bir ana rahminde...
Her şeyden habersiz bekleşiyorlarmış, sudan bir beşiğin içinde...
Sarılıp birbirlerine, karanlıkta uyumuşlar öylece...
Haftalar geçmiş, ikizler gelişmiş.
Elleri, ayakları belirginleşmiş.

Gözleri çıktıkça meydana,
İkisi de çevrede olup biteni fark etmiş...
Ne rahat, ne güvenli bir dünyaymış bu...
Sıcak, ıslak, sevgi dolu...
"Öyle güzel bir dünyada yaşıyoruz ki," demişler, "bize ne mutlu..."

Gel zaman, git zaman çevreyi keşfe girişmişler.
Bu karanlık dünyayı ve hayatın kaynağını deşmişler.
Onları besleyip büyüten kordonu fark edince... O kordon­la kendilerini var eden annelerine şükretmişler.

Sonra başlamış bir var oluş tartışması:
"Buraya nereden geldik, biz nasıl olduk?" diye sormuş ikizler...
"Annemiz," demiş biri, "o bizi var etti, bize can verdi."
"Ne biliyorsun?" diye itiraz etmiş öteki, "Sen hiç anneni görmedin ki..."
"Belki de o sadece zihnimizdedir. Anne inancı bizi rahat­lattığı için uydurduğumuz bir şeydir."
Süredursun ana rahmindeki tartışma, ikizler büyüyüp ge­lişmişler.

Rahme sığmaz olup tekmeleşmişler.
Artık parmakları ve kulakları varmış kerataların...
Büyüdükçe anlamışlar ki, yolun sonu yakın...
Gün gelecek, bu güzelim hayat bitecek...
Karanlık bir yolculuk, onları bir başka diyara çekecek.
"Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz" diye fısılda­mış ikizlerden biri efkârla...
"Ben gitmek istemiyorum," diye diretmiş öteki. "Doyama­dım ki daha hayata..."

"Ama mukadderat alnına yazılandır; dua et, belki doğum­dan sonra hayat vardır."
Sormuş karamsar olan:

"Bir gün bize hayat veren kordon kesilecek. Ondan sonra başımıza neler gelecek?"

Şiirle cevaplamış iyimser olan:

Birçok giden memnun ki yerinden,
Çok seneler geçti, dönen yok seferinden...
Ve günlerden bir gün, yer sarsılmış, duvarlar kasılmış.
Dayanılmaz sancılarla ikizler beklenen günün geldiğini anlamış.

Buruşuk kollarıyla birbirlerine son kez sarılıp vedalaşmış-lar.
Ve "Ömrümüz bitti" diye çığlık çığlığa ağlaşmışlar.
Azrail sandıkları bir el kesmiş onları hayata bağlayan kor­donu...
Ağlaya ağlaya karanlık bir koridordan öbür hayata çıkmış­lar.

Doç. Dr. Şadi Eren, Yaşanmış İman Öyküleri
 
Üst Alt