ceylannur

Yeni Üyemiz
Risalesine havale ederiz. Çünkü o risale, o mucize-i kübrâyı, ne kadar nuranî ve âli ve doğru olduğunu kati bürhanlarla, hattâ mülhidlere karşı da ispat etmiştir. Yalnız, mucize-i Miracın mukaddimesi olan Beytü’l-Makdis seyahati ve sabahleyin Kureyş kavmi ondan Beytü’l-Makdisin tarifatını istemesi üzerine hasıl olan bir mucizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki:
Miraç gecesinin sabahında, miracını Kureyş’e haber verdi. Kureyş tekzip etti. Dediler: "Eğer Beytü’l-Makdise gitmişsen, Beytü’l-Makdisin kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini bize tarif et." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman ediyor ki:


b458.gif

Yani, "Onların tekziplerinden ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hattâ öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden, Cenâb-ı Hak, Beytü’l-Makdisi bana gösterdi. Ben de Beytü’l-Makdise bakıyorum, birer birer her şeyi tarif ediyordum." 1 İşte, o vakit Kureyş baktılar ki, Beytü’l-Makdisten doğru ve tam haber veriyor.
Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Kureyş’e demiş ki: "Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm. Kafileniz yarın filân vakitte gelecek." Sonra o vakit kafileye muntazır kaldılar. Kafile bir saat taahhur etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikin tasdikiyle, güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yani, arz, onun sözünü doğru çıkarmak için, vazifesini, seyahatini bir saat tatil etmiştir ve o tatili güneşin sükûnetiyle göstermiştir.
İşte, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın birtek sözünün tasdiki için, koca arz vazifesini terk eder, koca güneş şahit olur. Böyle bir zâtı tasdik etmeyen ve emrini tutmayanın ne derece bedbaht olduğunu ve onu tasdik edip emrine
b459.gif
-2- diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla,
b460.gif
-3- de.
On Sekizinci İşaret
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın en büyük ve ebedî ve yüzer delâil-i nübüvveti câmi ve kırk vecihle i’câzı ispat edilmiş bir mucizesi dahi Kur’ân-ı Hakîmdir. İşte şu mucize-i ekberin beyanına dair Yirmi Beşinci Söz, takriben yüz
1 Buharî, Menâkıbu’l-Ensâr: 41; Tefsîru Sûre: 17; Müslim, İmân: 276, 278, Tefsîru Sûre: 17; Müsned, 1:309, 3:377; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:191.
2 İşittik ve itaat ettik. (Bakara suresi, 285) 3 İman ve islam nimetinden dolayı Allah’a hamd olsun​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
elli sayfada, kırk veçh-i i’câzını icmâlen beyan ve ispat etmiştir. Öyleyse, şu mahzen-i mu’cizât olan mucize-i âzamı o Söze havale ederek, yalnız iki üç nükteyi beyan edeceğiz.
Birinci Nükte: Eğer denilse, "İ’câz-ı Kur’ân belâgattedir. Halbuki umum tabakatın hakları var ki, i’câzında hisseleri bulunsun. Halbuki, belâgattaki i’câz, binde ancak bir muhakkik âlim anlayabilir."
Elcevap: Kur’ân-ı Hakîmin her tabakaya karşı bir nevi i’câzı vardır ve bir tarzda i’câzının vücudunu ihsas eder.
Meselâ, ehl-i belâgat ve fesâhat tabakasına karşı, harikulâde belâgattaki i’câzını gösterir.
Ve ehl-i şiir ve hitabet tabakasına karşı garip, güzel, yüksek üslûb-u bedîin i’câzını gösterir. O üslûp herkesin hoşuna gittiği halde, kimse taklit edemiyor. Mürur-u zaman o üslûbu ihtiyarlatmıyor; daima genç ve tazedir. Öyle muntazam bir nesir ve mensur bir nazımdır ki, hem âli, hem tatlıdır.
Hem kâhinler ve gaibden haber verenler tabakasına karşı, harikulâde ihbârât-ı gaybiyedeki i’câzını gösterir.
Ve ehl-i tarih ve hâdisât-ı âlem uleması tabakasına karşı, Kur’ân’daki ihbârat ve hâdisât-ı ümem-i sâlife ve ahval ve vâkıât-ı istikbaliye ve berzahiye ve uhreviyedeki i’câzını gösterir.
Ve içtimaiyat-ı beşeriye uleması ve ehl-i siyaset tabakasına karşı, Kur’ân’ın desâtir-i kudsiyesindeki i’câzını gösterir. Evet, o Kur’ân’dan çıkan şeriat-i kübrâ, o sırr-ı i’câzı gösterir.
Hem maarif-i İlâhiye ve hakaik-i kevniyede tevaggul eden tabakaya karşı, Kur’ân’daki hakaik-i kudsiye-i İlâhiyedeki i’câzı gösterir veya i’câzın vücudunu ihsas eder.
Ve ehl-i tarikat ve velâyete karşı, Kur’ân bir deniz gibi daima temevvücde olan âyâtının esrarındaki i’câzını gösterir.
Ve hâkezâ, kırk tabakadan her tabakaya karşı bir pencere açar, i’câzını gösterir. Hattâ, yalnız kulağı bulunan ve bir derece mânâ fehmeden avam tabakasına karşı, Kur’ân’ın okunmasıyla, başka kitaplara benzemediğini, kulak sahibi tasdik eder. Ve o âmi der ki: "Ya bu Kur’ân bütün dinlediğimiz kitapların aşağısındadır-bu ise, hiçbir düşman dahi diyemez ve hem yüz derece muhaldir. Öyleyse, bütün işitilen kitapların fevkindedir. Öyleyse mucizedir."
İşte bu kulaklı âminin fehmettiği i’câzı, ona yardım için bir derece izah edeceğiz. Şöyle ki:
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan meydana çıktığı vakit, bütün âleme meydan okudu ve insanlarda iki şiddetli his uyandırdı:
Birisi: Dostlarında hiss-i taklidî, yani sevgili Kur’ân’ın üslûbuna karşı benzemeklik arzusu ve onun gibi konuşmak hissi.
İkincisi: Düşmanlarda bir hiss-i tenkit ve muaraza, yani Kur’ân üslûbuna mukabele etmekle dâvâ-yı i’câzı kırmak hissi.
İşte bu iki hiss-i şeditle milyonlar Arabî kitaplar yazılmışlar, meydandadır. Şimdi, bütün bu kitapların en beliğleri, en fasihleri Kur’ân’la beraber okunduğu vakit, her kim dinlese, Katiyen diyecek ki, Kur’ân bunların hiçbirisine benzemiyor. Demek Kur’ân, umum bu kitapların derecesinde değildir. Öyleyse, herhalde, ya​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Kur’ân umumunun altında olacak-o ise, yüz derece muhal olmakla beraber, hiç kimse, hattâ şeytan bile olsa diyemez. HAŞİYE1 Öyleyse, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, yazılan umum kitapların fevkindedir.
Hattâ, mânâyı da fehmetmeyen cahil âmi tabakaya karşı da, Kur’ân-ı Hakîm, usandırmamak suretiyle i’câzını gösterir. Evet, o âmi, cahil adam der ki: "En güzel, en meşhur bir beyti iki üç defa işitsem, bana usanç veriyor. Şu Kur’ân ise hiç usandırmıyor; gittikçe daha ziyade dinlemesi hoşuma gidiyor. Öyleyse bu insan sözü değildir."
Hem hıfza çalışan çocukların tabakasına karşı dahi, Kur’ân-ı Hakîm, o nazik, zayıf, basit ve bir sayfa kitabı hıfzında tutamayan o çocukların küçük kafalarında, o büyük Kur’ân ve çok yerlerinde iltibas ve müşevveşiyete sebebiyet veren, birbirine benzeyen âyetlerin ve cümlelerin teşabühüyle beraber, kemâl-i suhuletle, kolaylıkla o çocukların hafızalarında yerleşmesi suretinde, i’câzını onlara dahi gösterir.
Hattâ, az sözden ve gürültüden müteessir olan hastalara ve sekeratta olanlara karşı, Kur’ân’ın zemzemesi ve sadâsı, zemzem suyu gibi onlara hoş ve tatlı geldiği cihetle, bir nevi i’câzını onlara da ihsas eder.
Elhasıl: Kırk muhtelif tabakata ve ayrı ayrı insanlara, kırk vecihle Kur’ân-ı Hakîm i’câzını gösterir veya i’câzının vücudunu ihsas eder, kimseyi mahrum bırakmaz. Hattâ, yalnız gözü bulunan, HAŞİYE2 kulaksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına karşı da, Kur’ân’ın bir nevi alâmet-i i’câzı vardır. Şöyle ki:
Hafız Osman hattıyla ve basmasıyla olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın yazılan kelimeleri birbirine bakıyor. Meselâ, Sûre-i Kehf’te
b461.gif
-1- kelimesi altında yapraklar delinse, Sûre-i Fâtır’daki
b462.gif
-2- kelimesi az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlaşılacak. Ve Sûre-i Yâsin’de iki defa
b463.gif
-3- birbiri üstüne; ve’s-Sâffât’taki
b464.gif
-4- ve
b465.gif

HAŞİYE 1
Yirmi Altıncı Mektubun ehemmiyetli Birinci Mebhası, şu cümlenin hâşiyesi ve izahıdır.
HAŞİYE 2
Yalnız gözü bulunan, kulaksız, kalbsiz tabakasına karşı veçh-i i’câzı, burada gayet mücmel ve muhtasar ve nâkıs kalmıştır. Fakat bu veçh-i i’câzı Yirmi Dokuzuncu ve Otuzuncu Mektuplarda* gayet parlak ve nuranî ve zâhir ve bâhir gösterilmiştir; hattâ körler de görebilir. O veçh-i i’câzı gösterecek bir Kur’ân yazdırdık; inşaallah tab edilecek, herkes de o güzel veçhi görecektir.
* Otuzuncu Mektup pek parlak tasavvur ve niyet edilmişti. Fakat yerini başkasına, İşârâtü’l-İ’câz’a verdi, kendisi meydana çıkmadı.
1 Sekizincileri köpekleriydi.
2 Ashab-ı Kehf’in köpeklerinin adı.
3 Hazır kılınanlar. (Yasin Suresi: 32, 53, 75.) 4 Hazır kılınanlar. (Saffat Suresi​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
hem birbirine, hem onlara bakıyor; biri delinse, ötekiler az bir inhirafla görünecek.
Meselâ, Sûre-i Sebe’in âhirinde, Sûre-i Fâtır’ın evvelindeki iki
b468.gif
-1- birbirine bakar. Bütün Kur’ân’da yalnız üç
b469.gif
dan ikisi birbirine bakmaları tesadüfî olamaz.
Ve bunların emsali pek çoktur. Hattâ bir kelime, beş altı yerde yapraklar arkasında az bir inhirafla birbirine bakıyorlar. Ve Kur’ân’ın birbirine bakan iki sayfasında, birbirine bakan cümleleri kırmızı kalemle yazılan bir Kur’ân’ı ben gördüm, "Şu vaziyet dahi bir nevi mucizenin emaresidir" o vakit dedim. Daha sonra baktım ki, Kur’ân’ın, müteaddit yapraklar arkasında birbirine bakar çok cümleleri var ki, mânidar bir surette birbirine bakar.
İşte, tertib-i Kur’ân irşad-ı Nebevî ile, münteşir ve matbu Kur’ân’lar da ilham-ı İlâhî ile olduğundan, Kur’ân-ı Hakîmin nakşında ve o hattında bir nevi alâmet-i i’câz işareti var. Çünkü o vaziyet ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin düşünüşüdür. Fakat bazı inhiraf var ki, o da tab’ın noksanıdır ki, tam muntazam olsaydı, kelimeler tam birbiri üzerine düşecekti.
Hem, Kur’ân’ın Medine’de nâzil olan mutavassıt ve uzun sûrelerinin herbir sayfasında lâfzullah pek bedî bir tarzda tekrar edilmiş. Ağleben ya beş, ya altı, ya yedi, ya sekiz, ya dokuz, ya on bir adet tekrarla beraber, bir yaprağın iki yüzünde ve karşı karşıya gelen sayfada güzel ve mânidar bir münasebet-i adediye gösterir. Haşiye 1,2,3, 4 1 İkişer​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İkinci Nükte: Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın zamanında sihrin revacı olduğundan, mühim mu’cizâtı ona benzer bir tarzda geldiği; ve Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın zamanında ilm-i tıp revaçta olduğundan, mu’cizâtının galibi o cinsten geldiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dahi zamanında Ceziretü’l-Arabda en ziyade revaçta dört şey idi:
Birincisi: Belâgat ve fesahat.
İkincisi: Şiir ve hitabet.
Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek.
Dördüncüsü: Hâdisât-ı maziyeyi ve vâkıât-ı kevniyeyi bilmekti.
İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan geldiği zaman, bu dört nevi malûmat sahiplerine karşı meydan okudu.
Başta, ehl-i belâgate birden diz çöktürdü; hayretle Kur’ân’ı dinlediler.
İkincisi, ehl-i şiir ve hitabet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altınla yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına medar-ı iftihar için asılan meşhur Muallâkat-ı Seb’alarını indirtti, kıymetten düşürdü.
Hem gaipten haber veren kâhinleri ve sâhirleri susturdu. Onların gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tard ettirdi. Kâhinliğe hâtime çektirdi.
Hem ümem-i sâlifenin vekayiine ve hâdisât-ı âlemin ahvâline vakıf olanları hurafattan ve yalandan kurtarıp, hakikî hâdisât-ı maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i âlemi onlara ders verdi.
İşte bu dört tabaka, Kur’ân’a karşı kemâl-i hayret ve hürmetle onun önüne diz çökerek şakirt oldular. Hiçbirisi hiçbir vakit birtek sûreyle muarazaya kamadılar.
Eğer denilse: "Nasıl biliyoruz ki, kimse muaraza edemedi ve muaraza kabil değil?"
Elcevap: Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde teşebbüs edilecekti. Çünkü muarazaya ihtiyaç şedit idi. Zira dinleri, malları, canları, iyalleri tehlikeye düşüyor; muaraza edilseydi kurtulurlardı. Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde muaraza edecektiler. Eğer muaraza edilseydi, muaraza taraftarları kâfirler, münafıklar​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
çok, hem pek çok olduğundan, herhalde muarazaya taraftar çıkıp iltizam ederek herkese neşredeceklerdi. (Nasıl ki, İslâmiyetin aleyhinde her şeyi neşretmişler.) Eğer neşretseydiler ve muaraza olsaydı, herhalde tarihlere, kitaplara şâşaalı bir surette geçecekti. İşte, meydanda bütün tarihler, kitaplar; hiçbirisinde, Müseylime-i Kezzâbın birkaç fıkrasından başka yoktur. Halbuki, Kur’ân-ı Hakîm, yirmi üç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu. Ve derdi ki:
"Şu Kur’ân’ın, Muhammedü’l-Emin gibi bir ümmîden nazîrini yapınız ve gösteriniz.
"Haydi, bunu yapamıyorsunuz; o zat ümmî olmasın, gayet âlim ve kâtip olsun.
"Haydi, bunu da getiremiyorsunuz; birtek zât olmasın. Bütün âlimleriniz, beliğleriniz toplansın, birbirine yardım etsin. Hattâ güvendiğiniz âliheleriniz size yardım etsin.
"Haydi, bununla da yapamayacaksınız. Eskiden yazılmış beliğ eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardıma çağırıp Kur’ân’ın nazîrini gösteriniz, yapınız.
"Haydi, bunu da yapamıyorsunuz. Kur’ân’ın mecmuuna olmasın da, yalnız on sûresinin nazîrini getiriniz.
"Haydi, on sûresine mukabil, hakikî, doğru olarak bir nazîre getiremiyorsunuz. Haydi, hikâyelerden, asılsız kıssalardan terkip ediniz, yalnız nazmına ve belâgatine nazîre olsun getiriniz.
"Haydi, bunu da yapamıyorsunuz; birtek sûresinin nazîrini getiriniz.
"Haydi, sûre uzun olmasın; kısa bir sûre olsun, nazîrini getiriniz. Yoksa din, can, mal, iyalleriniz, dünyada da, âhirette de tehlikeye düşecektir."
İşte, sekiz tabakada ilzam suretinde, Kur’ân-ı Hakîm yirmi üç senede değil, belki bin üç yüz senede bütün ins ve cinne karşı bu meydanı okumuş ve okuyor. Halbuki, evvelki zamanda o kâfirler can, mal ve iyâlini tehlikeye atıp en dehşetli yol olan harp yolunu ihtiyar ederek, en kolay ve en kısa olan muaraza yolunu terk ettiler. Demek muaraza yolu mümkün değildi.
İşte, hiçbir âkıl, hususan o zamanda Ceziretü’l-Arabdaki adamlar, hususan Kureyşîler gibi zeki adamlar, birtek edipleri Kur’ân’ın birtek sûresine nazîre yapıp Kur’ân’ın hücumundan kurtulmasını temin ederek, kısa ve kolay yolu terk edip can, mal, iyâlini tehlikeye atıp, en müşkülâtlı yola sülûk eder mi?
Elhasıl, meşhur Câhız’ın dediği gibi, "Muaraza-i bilhuruf mümkün olmadı, muharebe-i bissüyufa mecbur oldular."
Eğer denilse: Bazı muhakkik ulema demişler ki: "Kur’ân’ın bir sûresine değil, birtek âyetine, hattâ birtek cümlesine, hattâ birtek kelimesine muaraza edilmez ve edilmemiş." Bu sözler mübalâğa görünüyor ve akıl kabul etmiyor. Çünkü beşerin sözlerinde Kur’ân cümlelerine benzeyen çok cümleler var. Bu sözün sırr-ı hikmeti nedir?
Elcevap: İ’câz-ı Kur’ân’da iki mezhep var:
Mezheb-i ekser ve râcih odur ki, Kur’ân’daki letâif-i belâgat ve mezâyâ-yı maânî, kudret-i beşerin fevkindedir​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İkinci, mercuh mezhep odur ki, Kur’ân’ın bir sûresine muaraza kudret-i beşer dahilindedir; fakat Cenâb-ı Hak, mucize-i Ahmediye (a.s.m.) olarak men etmiş. Nasıl ki bir adam ayağa kalkabilir; fakat eser-i mucize olarak bir nebî dese ki, "Sen kalkamayacaksın," o da kalkamazsa mucize olur. Şu mezheb-i mercûha "Sarfe Mezhebi" denilir. Yani, Cenâb-ı Hak cin ve insi men etmiş ki, Kur’ân’ın bir sûresine mukabele edemesinler. Eğer men etmeseydi, cin ve ins bir sûresine mukabele ederdi. İşte, şu mezhebe göre, "Bir kelimesine de muaraza edilmez" diyen ulemanın sözleri hakikattir. Çünkü, madem Cenâb-ı Hak i’câz için onları men etmiş; muarazaya ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da, izn-i İlâhî olmazsa kelimeyi çıkaramazlar.
Amma mezheb-i râcih ve ekser olan mezheb-i evvele göre dahi, o ulemanın beyan ettiği fikrin şöyle bir ince veçhi vardır ki:
Kur’ân-ı Hakîmin cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur, bir kelime on yere bakar; onda, on nükte-i belâgat, on münasebet bulunuyor. Nasıl ki, İşârâtü’l-İ’câz namındaki tefsirde, Fâtiha’nın bazı cümleleri içinde ve
b470.gif
cümleleri içinde, şu nüktelerden bazı numuneleri göstermişiz.
Meselâ, nasıl ki münakkaş bir sarayda, müteaddit, muhtelif nakışların düğümü hükmünde bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek, bütün o duvarı nukuşuyla bilmeye mütevakkıftır. Hem nasıl ki, insanın başındaki gözbebeğini yerinde yerleştirmek, bütün cesedin münasebâtını ve vezâif-i acibesini ve gözün o vezâife karşı vaziyetini bilmekle oluyor. Öyle de, ehl-i hakikatin çok ileri giden bir kısmı, Kur’ân’ın kelimâtında pek çok münasebâtı ve sair âyetlere, cümlelere bakan vücuhları, alâkaları göstermişler. Hususan ulema-i ilm-i huruf daha ileri gidip, bir harf-i Kur’ân’da bir sayfa kadar esrarı, ehline beyan ederek ispat etmişler.
Hem madem Hâlık-ı Külli Şeyin kelâmıdır; herbir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. Etrafında, esrardan müteşekkil bir cesed-i mânevîye kalb ve bir şecere-i mâneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.
İşte, insanın sözlerinde, Kur’ân’ın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur’ân’da çok münasebat gözetilerek bir tarzla yerleştirildiği yerde, bir ilm-i muhit lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın hülâsatü’l-hülâsa bir icmâl-i mahiyeti için, bir vakit Arabî ibare ile bir tefekkür-ü hakikîyi Cenâb-ı Hak benim kalbime ihsan etmişti. Şimdi, aynen o tefekkürü Arabî olarak yazacağız, sonra mânâsını beyan edeceğiz. İşte: "Elif lâm mim. Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur." Bakara Sûresi, 2:1-2​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
b471.gif



b472.gif



b473.gif



b474.gif



b475.gif



b476.gif



b477.gif
-1-


b478.gif



b479.gif



b480.gif



b481.gif



b482.gif



b483.gif



b484.gif



b485.gif

İşte, şu tefekkür-ü Arabînin tercümesi ve meâli şudur ki:
Yani, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın altı ciheti parlaktır ve nurludur. Evham ve şübehat içine giremez. Çünkü arkası Arşa dayanıyor; o cihette nur-u vahiy var. Önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn var. Ebede, âhirete el atmış, Cennet ve saadet nuru var. Üstünde sikke-i i’câz parlıyor. Altında bürhan ve delil direkleri var. İçi hâlis hidayet; sağı
b486.gif
-2- ’lar ile ukulü istintakla "Sadakte" dedirtiyor. Solunda, kalblere ezvâk-ı ruhanî vermekle, vicdanları istişhad ederek "Bârekâllah" dediren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyâna hangi köşeden, hangi cihetten evham ve şübehâtın hırsızları girebilir?
Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan asırları, meşrepleri, meslekleri muhtelif olan enbiyanın, evliyanın, muvahhidînin kitaplarının sırr-ı icmâını câmidir. Yani, bütün o ehl-i kalb ve akıl, Kur’ân-ı Hakîmin mücmel ahkâmını ve esâsâtını tasdik eder bir surette, o esâsâtı kitaplarında zikredip kabul etmişler. Demek onlar, Kur’ân şecere-i semâvîsinin kökleri hükmündedirler.
1 Meali metinde verilmiştir.
2 Akıl etmezler mi? (Yasin suresi: 68​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Hem Kur’ân-ı Hakîm vahye istinad ediyor ve vahiydir. Çünkü, Kur’ân’ı nâzil eden Zât-ı Zülcelâl, mu’cizât-ı Ahmediye (a.s.m.) ile, Kur’ân vahiy olduğunu gösterir, ispat eder. Ve nâzil olan Kur’ân dahi, üstündeki i’câz ile gösterir ki, Arştan geliyor. Ve münzel-i aleyh olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bidâyet-i vahiydeki telâşı ve nüzul-ü vahiy vaktindeki vaziyet-i bîhuşu ve herkesten ziyade Kur’ân’a karşı ihlâs ve hürmeti gösteriyor ki, vahiy olup ezelden geliyor, ona misafir oluyor.
Hem o Kur’ân, bilbedâhe mahz-ı hidayettir. Çünkü onun muhalifi, bilmüşahede, küfrün dalâletidir.
Hem, bizzarure, Kur’ân envâr-ı imaniyenin madenidir. Elbette envâr-ı imaniyenin aksi zulümattır. Çok Sözlerde bunu kati olarak ispat etmişiz.
Hem Kur’ân, bilyakîn, hakaikin mecmaıdır. Hayalât ve hurafat, içine giremez. Teşkil ettiği hakikatli âlem-i İslâmiyet, izhar ettiği esaslı şeriat ve gösterdiği âli kemâlâtın şehadetiyle, âlem-i gayba ait olan bahislerinde dahi, âlem-i şehadetteki bahisleri gibi ayn-ı hakaik olduğunu ve içinde hilâf bulunmadığını ispat eder.
Hem Kur’ân, bil’ayan ve şüphesiz, saadet-i dâreyne isal eder, beşeri ona sevk eder. Kimin şüphesi varsa, bir defa Kur’ân’ı okusun ve dinlesin, ne diyor?
Hem Kur’ân’ın verdiği meyveler hem mükemmeldir, hem hayattardır. Öyleyse, Kur’ân ağacının kökü hakikattedir, hayattardır. Çünkü meyvenin hayatı, ağacın hayatına delâlet eder. İşte, bak, her asırda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kâmil zîhayat ve zînur meyveler vermiş.
Hem hadsiz müteferrik emârelerden neş’et eden bir hads ve kanaatle, Kur’ân, hem ins, hem cin, hem meleğin makbulü ve mergubudur ki, okunduğu vakit, onlar iştiyakla pervane gibi etrafına toplanıyorlar.
Hem Kur’ân vahiy olmakla beraber, delâil-i akliye ile teyid ve tahkim edilmiş. Evet, kâmil ukalânın ittifakı buna şahittir. Başta ulema-i ilm-i kelâmın allâmeleri ve İbni Sina, İbni Rüşd gibi felsefenin dâhileri, müttefikan, esâsât-ı Kur’âniyeyi usulleriyle, delilleriyle ispat etmişler.
Hem Kur’ân, fıtrat-ı selime cihetiyle musaddaktır. Eğer bir arıza ve bir maraz olmazsa, herbir fıtrat-ı selime onu tasdik eder. Çünkü itminân-ı vicdan ve istirahat-i kalb, onun envârıyla olur. Demek fıtrat-ı selime, vicdanın itminânı şehadetiyle onu tasdik ediyor. Evet, fıtrat, lisan-ı haliyle Kur’ân’a der: "Fıtratımızın kemâli sensiz olamaz." Şu hakikati çok yerlerde ispat etmişiz.
Hem Kur’ân, bilmüşahede ve bilbedâhe, ebedî ve daimî bir mucizedir. Her vakit i’câzını gösterir. Sair mu’cizât gibi sönmez, vakti bitmez; ebedîdir.
Hem Kur’ân’ın mertebe-i irşadında öyle bir genişlik var ki, birtek dersinde, Hazret-i Cebrâil (a.s.), bir tıfl-ı nevresîde ile omuz omuza o dersi dinler, hisselerini alırlar. Ve İbni Sina gibi en dâhi filozof, en âmi bir ehl-i kıraatle diz dize aynı dersi okurlar, derslerini alırlar. Hattâ bazen olur ki, o âmi adam, kuvvet ve safvet-i iman cihetiyle, İbni Sina’dan daha ziyade istifade eder​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Hem Kur’ân’ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatı görür, ihata eder ve bir kitabın sayfaları gibi kâinatı göz önünde tutar, tabakatını ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin san’atkârı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur’ân dahi, elinde kâinatı tutmuş, öyle yapıyor.
İşte şöyle bir Kur’ân-ı Azîmüşşandır ki,
b487.gif
-1- der, vahdâniyeti ilân eder.


b488.gif
-2-
On Dokuzuncu Nükteli İşaret
Sabık işaretlerde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenâb-ı Hakkın Resulü olduğu gayet kati ve şüphesiz bir surette ispat edildi. İşte, risaleti binler delâil-i katiye ile sabit olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, vahdâniyet-i İlâhiyenin ve saadet-i ebediyenin en parlak bir delili ve en kati bir bürhanıdır. Biz şu İşarette, o muşrık, parlak delile ve nâtık-ı sâdık bürhana, hülâsatü’l-hülâsa bir icmal ile küçük bir tarif yapacağız. Çünkü, madem o delildir ve neticesi marifet-i İlâhiyedir; elbette delili tanımak ve veçh-i delâletini bilmek lâzımdır. Öyleyse, biz de gayet muhtasar bir hülâsa ile veçh-i delâletini ve sıhhatini beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, şu kâinatın mevcudatı gibi, Hâlık-ı Kâinatın vücuduna ve vahdetine kendi zâtı delâlet ettiği gibi, o kendi delâlet-i zâtiyesini, bütün mevcudatın delâletiyle beraber, lisanıyla ilân etmiştir. Madem delildir; biz de o delilin hüccet ve istikametine ve sıdk ve hakkaniyetine on beş esasta işaret ederiz:
1 "Bil ki Allah’tan başka ilâh yoktur." Muhammed Sûresi, 47:19. 2 Allahım! Kur’ân’ı bize dünyada bir dost, kabirde ünsiyetli bir yoldaş, kıyamette bir şefaatçi, sırat üzerinde bir nur, Cehennem ateşine karşı bir siper ve örtü, Cennette bir refik, bütün hayırlara bir delil ve imam kıl.
Allahım! Kalblerimizi ve kabirlerimizi iman ve Kur’ân nuruyla nurlandır. Üzerine Kur’ân indirilen zâtın-Rahmân-ı Hannân’ın salât ve selâmı onun ve âlinin üzerine olsun-hakkı ve hürmeti için, bize Kur’ân’ın burhanlarını aydınlat. Âmin​
 
Üst Alt