TEFSİR BAKARA Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
201. Bazı insanlar da: “Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azâbından koru” derler.

202. İşte yaptıkları iyiliklerin âhirette karşılığını alacak olanlar bunlardır. Allah, hesabı pek çabuk görendir.

“Hums” yani kahramanlar, yiğitler diye anılan Kureyş ve müttefikleri vakfeyi sadece Müzdelife’de yapıyor: “Biz ehlullahız; Allah’ın has kullarıyız. O’nun Harem’inde oturanlarız. Harem’den dışarı çıkamayız” diyorlar ve Arafât’ta diğer insanlarla birlikte vakfe yapmayı kendileri için küçüklük sayıyorlardı. Çünkü Arafât “helâl” bölgeydi; Harem bölgesinin dışındaydı. Diğer Araplar ise Hz. İbrâhim’in dinine uyarak Arafât’ta vakfe yapıyorlardı. İnsanlar sel gibi Arafat’tan boşanıp gelince, Kureyş ve yandaşları Müzdelife’den çıkıyorlardı. Bu âyetle Allah Teâlâ, onlara Arafât vakfesini emrettiği gibi, Arafât’tan çıkışlarının da diğer insanlarla birlikte olmasını istemiştir. (Buhârî, Tefsir 2/35)

198 ve 199. âyetler, bir taraftan müslümanların arefe günü Arafat’ta bir bütün olarak vakfe yapmalarını, oradan bir mahşer topluluğu görünümünde, Allah’ı zikrederek, O’ndan af ve mağfiret talep ederek Müzdelife’ye doğru akmalarını, oradan da yine Minâ’ya doğru kitleler halinde hareket etmelerini emretmekte; diğer taraftan da o büyük kalabalığın bir bölgeden diğerine seller gibi boşanıp akmasını tasvir etmektedir.

İslâm’dan önce Araplar, hac amellerini tamamladıktan sonra Minâ’da belli bir yerde otururlar, atalarını yâd ederler ve onlarla övünme yarışına girerlerdi. 200. ayetle bu yanlış âdet kaldırılmakta, bunu yerine müslümanlar daha kuvvetli ve daha coşkulu bir şekilde Allah Teâlâ’yı zikre davet edilmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 404) Dolayısıyla hac ile elde edilen ahlâkî güzellikler, manevî yücelikler ve kudsî intibalar hacdan sonra da devam ettirilmelidir. müslümanlar, bu ulvî ibâdetle elde ettikleri bilgi, irfan ve tecrübe ile, şirkin bütün izlerini silip tevhidin hakikatine doğru yol almalı, nefsin her türlü şehvet ve gururunu kırmalı, ruhlarındaki hakikati idrake engel olacak lekeleri temizlemeli ve zikir, dua, istiğfar ve tazarrû ile daimî bir surette sadece Allah’a yönelmelidirler.

200. âyetin devamında Allah’tan sağlık, bolluk, çocuk gibi sadece dünyalık şeyler isteyen, âhiretle alakalı hiçbir talepleri olmayan kimseler kınanmaktadır. Böyleleri için âhirette, herhangi bir sevap, nimet veya güzelliğin sözkonusu olmadığı haber verilir. Nitekim bu mânayı açıklayan diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Dünya hayatını, onun göz kamaştırıcı süsünü ve şatafatını arzulayanlara, bu gayeye yönelik yaptıkları çalışmaların karşılığını dünyada tastamam veririz. Onlar bu hayatta hiçbir haksızlığa uğratılmazlar. Fakat onlar öyle kimselerdir ki, kendileri için âhirette ateşten başka bir şey yoktur. Dünyada yaptıkları şeyler orada tamamen boşa gidecektir. Çünkü, iyilik nâmına yaptıkları işler, inanç ve iyi niyetten yoksun olduğu için, hiçbir değer taşımamaktadır.” (Hûd 11/15-16)

“…Kim de âhireti bırakıp sadece dünya kazancını isterse ona da ondan bir parça veririz; fakat onun âhirette bir nasîbi olmaz.” (Şûrâ 42/20)

201-202. âyetlerde ise Allah’tan hem dünya hem de âhiret iyiliğini isteyenler ve cehennem azâbından Allah’a sığınanlar methedilir ve dünyada yaptıkları sâlih amellerin, dua ve istiğfarların mükafatının âhirette onlara verileceği müjdelenir.

201. âyette geçen حَسَنَةٌ (hasene) lügatte “iyilik ve güzellik” mânasına gelir. Elde edilince insanı sevindiren bütün nimetleri ifade eder. Bununla birlikte tefsirlerde “hasene”ye şu mânalar verilmiştir: “Dünyadaki hasene; sâlih insanların Allah’tan istedikleri sıhhat, yeterli maişet ve hayırlı işlerde muvaffakiyettir. Âhiretteki hasene ise âhiret sevabıdır.” (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 121) “Dünyadaki hasene; mal, ilim ve Kur’an’ı anlamaktır. Âhiretteki ise cennettir.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 410)
Allah Resûlü (s.a.s.) bu duayı çok okur (Buhârî, Deavât 55) ve okunmasını tavsiye ederdi. (Müslim, Zikir 23) Nitekim Enes (r.a.)’ın anlattığı şu hâdise buna güzel bir misal teşkil eder:

Resûlullah (s.a.s.) son derece zayıflamış bir hastayı ziyâret etti ve:

“–Allah’a bir şey için dua ediyor musun veya O’ndan bir şey istiyor musun?” diye sordu. Hasta:

“–Evet; «Allahım! Bana âhirette vereceğin cezayı bu dünyada hemen peşin olarak ver!» diye dua ediyorum” cevâbını verdi. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“–Sübhânallah! Senin buna gücün yetmez. «Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azâbından koru!» (Bakara 2/201) diye dua etsen olmaz mı?”

Bunun üzerine adam bu duayı yaptı ve şifa buldu. (Müslim, Zikir 23; Tirmizî, De‘avât 71/3487)

Haccın amellerinden olan Minâ’da şeytan taşlama ve teşrik tekbirleriyle ilgili olarak da şöyle buyruluyor:

203. Sayılı günlerde Allah’ı tekbirlerle zikredin. İki gün içinde Minâ’da görevini çabucak tamamlayıp dönmek isteyene bir günah olmadığı gibi, orada daha fazla kalana da bir günah yoktur. Bu durum, günahlardan sakınanlar içindir. Siz de Allah’a karşı gelmekten sakının ve şunu bilin ki, hepiniz O’nun huzurunda toplanacaksınız.

Âyetteki “sayılı günler”den maksat, Zilhicce’nin 11, 12 ve 13. günleri olan Minâ günleri veya “teşrik tekbirleri” nin getirildiği günlerdir. Bu günlerde “Allah’ı zikretmek”ten maksat da, namazların farzlarının akabinde, şeytanların taşlanması esnâsında ve kurbanlar kesildiği sırada getirilen tekbir ve tehlillerdir. Hanefîler’e göre teşrik tekbirleri, Kurban bayramının arefe günü sabah namazının farzından sonra başlar, bayramın dördüncü günü ikindi namazının farzından sonra okunarak tamamlanır. Toplamı 23 vakittir. Âyetteki “iki gün”den kasıt, bayramın ikinci ve üçüncü günleridir. Buna göre acele işi olan hacılar isterlerse, kalan cemreleri bu iki güne sığdırarak üçüncü günün sonunda Minâ’dan Mekke’ye dönebilirler. İşi acil olmayanlar kalıp dördüncü gün de şeytan taşlayabilirler. Mühim olan her halükârda Allah’tan korkmak, O’na saygılı olmak ve O’nun rızâsına uygun davranma gayreti içinde bulunmaktır. Zira nihâyetinde Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda toplanacak ve bütün yaptıklarımızın hesabını O’na vereceğiz.

Yukarıda tefsiri yapılan Bakara sûresi 196-203. âyet-i kerîmelerde İslâm’daki hac ibâdetinin mühim hüküm ve kâideleri beyân edilmektedir. Bunlar ihrâma girmek, ihramla birlikte helâl olan bazı şeylerin bile haram sayılması, Arafat’ta vakfe yapmak, her millet ve kültürden müslümanların bir araya gelip kaynaşması ve Kâbe etrafında tavaftır. Bunların fert ve toplum hayatına sayısız faydaları vardır. İhram, kişinin mâsivâdan soyunup, dünyadan uzaklaşarak bütün varlığıyla Allah’a yönelişini temsil eder. Onu giyenler mal, mülk, makam ve rütbe gibi bütün fâni gölgeleri geride bırakırlar; insanlar arasında yegâne üstünlüğün sadece takvâda olduğu gerçeği ortaya çıkar. Arafat’ta vakfe, mahşeri andırır; ölüm ve ötesini tefekküre götürür. Hac ibâdeti, her ırk ve bölgeden bütün dünya müslümanlarını bir araya getirerek, maddî manevî meselelerini müzakere etme, ilmî alış verişte bulunma ve problemlerin çözümünü birlikte arama imkânı tanımaktadır. Kâbe etrafında birlikte tavaf ise İslâm’ın tevhîd telakkisini kuvvetlendirmekte ve müslümanların surûr ve kederde tek vücut olmaları gerektiği fikrini geliştirmektedir.

Fakat bu büyük ilâhî lutuflardan faydalanma hususunda herkes aynı seviyede değildir:

“Teşrik”, yüksek sesle tekbir getirmek demektir. “Teşrik tekbiri”, Kurban bayramı günlerinde namazların farzından sonra اَللّٰهُ أَكْبَرُلَا إِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اللّٰهُ أَكْبَرُ اَللّٰهُ أَكْبَرُ وَ لِلّٰهِ الْحَمْدُ اَللّٰهُ أَكْبَرُ (Allahu ekber Allahu ekber lâ ilâhe illallahu vallahu ekber Allahu ekber ve lillâhilhamd) “Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Bütün hamdler Allah’a aittir” demektir.

204. Bazı kimseler var ki, dünya hayatına dâir sözleri senin hoşuna gider. Üstelik o, pek azılı bir düşman olduğu halde kalbindekine, sözünün özüne uygunluğuna Allah’ı da şâhit tutar.

205. Arkasını dönüp gidince veya bir işin başına geçince yeryüzünde bozgunculuk yapmak, ürünleri ve nesileri yok etmek için koşturur durur. Oysa Allah, bozgunculuğu asla sevmez.

206. Ona, “Allah’tan kork!” dendiğinde, kibir ve gururu kabarır, onu daha fazla günaha sürükler. Böylesine lâyık olan cehennemdir. Orası gerçekten ne fenâ bir yataktır!

Âyetlerin iniş sebebi hakkında şöyle bir rivayet vardır: Münafıklardan Ahnes b. Şureyk, Peygamber Efendimiz’e gelerek müslüman olduğunu söylemiş, bu durum Allah Resûlü (s.a.s.)’in pek hoşuna gitmişti. Ahnes, “Ben, müslüman olmayı dileyerek geldim ve Allah’a yemin ederim ki bu sözümde samimiyim” demişti. Sonra Efendimizin yanından çıkmış, yolda giderken müslümanlara ait birtakım ekinleri yakmış ve merkepleri öldürüp telef etmişti. İşte bunun üzerine bu âyetler indirildi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 428) İniş sebebi bu olmakla beraber, âyetler, bu vasıfları taşıyan bütün münafıkları ve bozuk şahsiyetli kişileri şümûlüne almakta; münafıklık, riyâkârlık, düşmanlık, bozgunculuk ve tahripkârlık özelliği olan herkesi uyarmaktadır.

Burada çok tehlikeli bir insan tipi tasvir edilir. Münafıkların ikiyüzlü karakter özellikleri canlandırılır, bunlar belirgin ve canlı birer tablo haline getirilir: Karakter yapısı sergilenen bu kişi hoşa giden ve büyüleyici bir üslupla konuşmakta; kendisini iyiliğin, samimiyetin, dostluğun ve fedakârlığın bir sembolü olarak tanıtmaktadır. Konuşurken ağzından âdeta bal akmaktadır. Sözlerinin tesirini ve inandırıcılığını daha da arttırmak için kalbindeki duyguların doğruluk ve içtenliğine Allah’ı şâhit göstermektedir. Halbuki o, gönlünde en küçük bir sevgi ve müsamaha olmayan amansız bir düşmandır. Kalbinde kin, nefret ve düşmanlık kaynamaktadır. Âyette geçen اَلَدُّ الْخِصَامِ (eleddü’l-hısâm) (Bakara 2/204) ifadesine “düşmanlığı şiddetli; çok münakaşacı ve cidâlci; Allah’a isyanda şiddetli kasvet sahibi ve bâtıl yolda mücâdele eden; sözü kuvvetli ameli zayıf, hikmetle konuşan fakat hatalı iş yapan; zorba ve zâlim” gibi mânalar verilmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 429-430)

Bu sebepledir ki yalancılığı ve kandırmacılığı meslek haline getirmiş olan bu tip, dönüp gidince veya hâkimiyeti ele geçirip sorumlu bir mevkiye gelince, maharetle gözlerden sakladığı gerçek yüzünü meydana çıkarır; kötülük, azgınlık, kin ve bozgunculuk saçan özünü gözler önüne serer. O, bütün katılığı, gaddarlığı ve bozgunculuğuyla bitki, hayvan ve insan bütün canlıların neslini yok etmeye, köklerini kurutmaya çalışır. Böyle bir tipe, Allah’tan korkması, O’nun gazabından sakınması söylenince, günahları sebebiyle boyun bükecek yerde tam aksine, nefsaniyetine dokunan bu söz karşısında kibir ve gurur damarları kabarır. Yanlış yolda olduğunu kabul edip doğruya yönelmeyi gururuna yediremez. Bu durum onu, daha fazla günah işlemeye sevkeder. Hatta işlediği günahlarla üstünlük taslamaya başlar. Daha da kötüsü, hiçbir utanma hissi duymadan doğrudan Allah’a başkaldırma serkeşliğinde bulunur. İşte bu yapıda ve karakterde olan kişilere layık olan ceza, cehennemdir. Onların yaptıklarına ancak o yaraşır. O, çok fenâ bir yatak, çok kötü bir yerdir.

Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.) der ki: “Allah katında büyük günahlardan biri de kişinin, kendisine «Allah’tan kork» denilince, bunu gururuna yediremeyip “Sen kendine karış! Bana bunu emredecek sen mi kaldın” demesidir. (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VII, 271)

Önceki âyetlerde anlatılan “dinini dünyası için satan” insan tipiyle mukâyese imkânı vermek için gelen âyette Allah rızâsını kazanmada örnek alınacak “dünyasını dini uğruna satan” güzel bir insan karakteri tasvir edilmektedir:

207. Öyle insanlar da var ki, Allah’ın rızâsına ermek için canını bile verir. Allah ise kullarına çok şefkatlidir.

Bu insan, Allah’ın rızâsını her şeyden hatta malından ve öz canından daha üstün tutmaktadır. Zira o, mülkün hakikatte kendisine değil Allah’a ait olduğunu, en üstün gayenin mal değil Allah rızâsı olduğunu bilir. Bu sebeple o, o yüksek gâyeye erebilmek için malını, mülkünü ve hatta canını seve seve verir, fedâ eder. Böylece kendini ebedî olarak satın almış yâni ebedî acılardan, hazin âkıbetlerden kurtarmış ve en büyük ticarete ermiş olur. Dünya nimetlerinin tümünü feda ederek varlığını arınmış olarak Allah’a takdim edecek derecede mânevî bir kemâle ulaşır. Bunlar, din uğrunda sıkıntılara katlanan, savaş meydanlarında canlarını ortaya atan veya öldürüleceğini de bilse iyiliği emredip, kötülükten meneden kimselerdir. Bunların, asıl maksatları Allah rızâsıdır.

Âyetin iniş sebebini teşkil eden hâdiselerden birini, Mekke’deki müşriklerin elinden kurtulup Medine-i Münevvere’ye gelen Suheyb b. Sinân er-Rûmî (r.a.) şöyle anlatır:

“Mekke’den Peygamber Efendimiz’in yanına hicret etmek istediğimde müşriklere: «Ben ihtiyar bir adamım. Burada bulunmam size bir fayda sağlamayacağı gibi, düşmanlarınızın yanında olmam da size bir zarar vermez. Ben İslâm için bir söz verdim, o sözden dönmeyi çirkin görüyorum; bırakın Medine’ye gideyim» dedim. Kureyş: «Ey Suheyb, bize geldiğinde hiçbir şeyin yoktu. Mal olarak ne kazandınsa burada kazandın. Şimdi bunları alıp gitmene müsaade etmeyiz» dediler. Ben: «Peki, malımı sizlere versem, malımla nefsimi sizden satın alsam beni gitmekte serbest bırakır mısınız?» dedim, «olur» dediler. Bunun üzerine malımı onlara verdim ve beni hicret etmem için serbest bıraktılar. Mekke’den çıkıp Medine’ye geldim. Durumumdan haberdar olan Peygamberimiz (s.a.s.)’e: «Suheyb kâr etti, Suheyb kâr etti» buyurdu.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 437; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 247)

Bu rivayetten anlaşıldığı üzere âyet, her ne kadar ashâb-ı kirâmdan belli kimselerin, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in yanına hicret etmek için mallarından ferağat etmeleri üzerine nâzil olmuşsa da, Allah yolunda hicret ve cihad etmek üzere malından mülkünden vazgeçen herkes hakkında geçerlidir. Dolayısıyla bir Müslümanın gelen âyetlerin istediği şekilde tüm varlığıyla İslâm’a girebilmesi ve İslâm dışı tüm inanç ve fiillerden kendini arındırabilmesi için böyle bir fedakârlığın zaruri olduğu anlaşılmaktadır:

208. Ey iman edenler! Hep birlikte ve bütün varlığınızla İslâm’ın barış ve huzur iklimine girin. Şeytanın adımları ardınca gitmeyin; çünkü o, size apaçık bir düşmandır.

208. âyette geçen “silm” kelimesi “ teslimiyet, itaat, barış, uzlaşma” gibi mânalara gelir. Bu sebeple müfessirlerin pek çoğu bunu “İslâm” olarak da yorumlamışlardır. Zira İslâm, bu mânaların hepsini içine almaktadır. Âyet-i kerîme ilk olarak sadece dilleriyle iman ettiklerini söyleyen münafıkları, bütün inanç, amel ve ahlâklarıyla İslâm’a girmeye ve nifakla ilgili olarak şeytanın adımlarına uymamaya çağırmaktadır. Aynı şekilde Ehl-i kitaptan müslüman olup da bir taraftan Peygamberimiz (s.a.s.)’e iman ederken, bir taraftan da “cumartesi gününün kutsiyetine saygı göstermek, deve etini ve sütünü mekruh görmek” gibi Tevrat’ın hükümlerini dikkate almaya çalışanlara hitap etmekte; onların İslâm’a bütünüyle girmelerini ve gerek itikadî gerek amelî bakımından önceki hükümlerden herhangi birine uymamalarını emretmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 176)

Âyetin esas hitap ettiği kitle ise müslümanlardır. Onlara, “Ey iman edenler, hepiniz İslâm’a tam olarak girin; onun emirlerini eksiksiz yerine getirin, kalan ömrünüzde de müslüman olmaya devam edin, müslümanlıktan ve onun prensiplerinden hiçbir zaman ayrılmayın. Sapık ve azgın kimselerin size telkin etmeye çalıştıkları şüphelere iltifat ederek şeytanın adımlarına uymayın” mesajı vermektedir.

السِّلْمُ (silm) lâfzının “sulh, barış, savaşı ve münakaşayı terk etme” mânaları dikkate alındığı takdirde ise âyet-i kerîme mü’minlere âdeta şu tâlimatları vermektedir: “Ey müminler! Allah’ın emirlerine boyun eğmekle öyle mükemmel bir toplumsal görünüm ve öyle düzenli bir İslâm dünyası meydana getirin ki aranızda isyandan, kavga ve anlaşmazlıktan, birbirinize eziyetten, eğrilikten, Allah’ın haklarına ve kulların haklarına tecavüzden, kısaca Allah rızâsına aykırı hareketlerden eser kalmasın. Böylece herkes emniyet, karşılıklı sevgi ve tam bir huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun ve âhireti için hazırlık yapsın. Bu güven ve huzur ortamını bozacak terör eylemleri ve karşıklıklara meydan verilmesin. Dünya hayatı hakkında parlak sözler söyleyip de kalpleri en merhametsizce düşmanlıklarla dolu olan, şeytanca hareket edenlerin arkasından gidilmesin.” (bk. Elmalılı, Hak Dini, II, 736)

Şâyet bu ikazlara kulak vermez, doğruyu ve yanlışı en güzel bir şekilde açıklayan bunca delilleri dikkate almaz ve sizin apaçık düşmanınız olan şeytana uyarak İslâm’ın emirlerine itaatten kayarsanız, neticesine katlanırsınız. Bundan böyle artık ileri süreceğiniz bir mazeretiniz olamaz. Âyette Allah Teâlâ’nın üstün ve ezici kudretine ve sınırsız hikmetine yer verilmesi, İslâm yolundan kayanlara büyük bir tehdit mânası taşımakta, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı her işte büyük hikmetler olduğunu göstermektedir. O, koyduğu ilâhî sisteme karşı gelen, şeytanın yollarına sapıp tevhidin, sulh ve barışın gereklerini ihlale çalışan âsilerin haklarından gelir ve belâlarını verir. Hem bu cezalandırma ilâhî hikmete uygun, yerinde ve adâletli olacaktır, hem de Allah Teâlâ iyileri kötülerden ayıracak ve onlara yine hikmeti gereği lütuf ve merhametiyle muamele edecektir.

Bilmek gerekir ki, indirilen âyetler ve gönderilen peygamberler insanlara bütün gerçekleri açık bir dille beyân etmektedir. Onlara düşen bu gerçeklere teslim olmak, inanç ve amellerini ona göre düzenlemektir. Madem ki böyle yapmıyorlar, demek ki onlar, artık Allah ve meleklerin bulutların gölgeleri arasından yanlarına inip işlerinin bitirilmesini beklemektedirler.

210. âyet-i kerîmede geçen “Allah’ın gelmesi” ifadesiyle alakalı olarak şu yorumlar yapılmıştır:

Selef âlimleri, bu ifadenin müteşâbih olduğunu, gerçek mânasını Allah’tan başkasının bilemeyeceğini dolayısıyla te’vil edilmeyip olduğu gibi bırakılması gerektiğini söylemişlerdir. Ehl-i Sünnet kelam âlimleri ise bu ifadeyi “Allah’ın âyetlerinin, hükmünün, buyruğunun veya azabının gelmesi” şeklinde açıklamışlardır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 123; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 182) Buna göre:

Birinci olarak “Allah’ın gelmesi”, Allah’ın emir ve iradesinin zuhûr etmesi, tam bir kudret ve şiddetle ortaya çıkması mânasındadır. Sözü edilen günahkârların cezalandırılmaları hususunda her türlü sebep ve vasıtalar tükenmiş ve ancak her şeyi bitirecek olan Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalmıştır. İşte o günahkârlar bu neticeyi beklemektedirler. Aslında buluttan canlılar için bir rahmet olan yağmur beklenir. Şayet rahmet beklenen buluttan azap yağacak olursa durum daha şiddetli ve korkunç olur. Zira belâ, umulmadık bir yerden gelirse insanı daha çok gam ve kedere boğar.

İkinci olarak, “Allah’ın gelmesi” imkânsız bir durumdur. Bunlar, “iman etme”lerini “Allah’ın gelmesine” bağlamakla, Allah gelmeden veya Allah’ın azabı başlarına inmeden asla inanmayacaklarını söylemiş olmaktadırlar. Dolayısıyla âyet, onların hiç ihtimal vermedikleri bir anda belalarını bulacaklarını ifade etmektedir.

“Allah’ın gelmesi” ifadesini hakiki mânasıyla yorumlamak da mümkündür. Buna göre bahsi geçen günahkârlar, “Bize Allah’ı açıkça göster!” (Nisâ 4/153) diyen İsrâiloğulları gibi Allah’ı görmedikçe sadece aklî ve naklî delillerle iman etmez, vukuundan önce hiçbir uyarıya kulak asmaz, Allah’a ve O’nun ikazlarına inanmak için, Allah’ın kendisini açıktan göstermesini ve gelecek musibetlerin fiilen başlarına gelivermesini beklerler. Bu sebeple ilim ve amel, iman ve ibâdet gibi hususlara önem vermezler. Dinin diriltici beyânlarına kulak vererek felâket uçurumlarından kurtulmak istemezler. Aksine şeytanlık peşinde koşarlar. Barış, selamet ve huzur ortamını bozmaya çalışırlar. Böyle olunca durumları öyle bozulur ve bütün işler öyle kontrolden çıkar ki belalarını bulmaları için yalnız Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalır. (Elmalılı, Hak Dini, II, 738)

Zaten bütün işler sonunda Allah’a döndürülür. Kıyamet günü Allah Teâlâ, dünyadaki durumlarına göre kulları arasında hükmeder. Zulmeden, Allah’ın sınırlarını çiğneyen ve emrine karşı gelenlere ona göre; itaat eden ve iyilik yapanlara da ona göre muamele eder. iyilik sahiplerine iyilikle, günahkârlara da ceza ile mukabelede bulunur.
Nitekim İsrâiloğulları bu hususta güzel bir örnek teşkil etmektedir:

Müteşâbih: Mânaları tam olarak bilinemeyen veya herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok mânaya ihtimali olup bu mânalardan birini tercihte zorluk sözkonusu olan âyet veya kelime.

209. Size bunca açık deliller geldikten sonra yine de yanlış yola saparsanız, Allah’ın karşı konulamaz kudret sahibi olduğunu ve her işini yerli yerince yaptığını aklınızdan çıkarmayın.

210. Yoksa İslâm’a girmeyen bu akılsızlar, Allah’ın meleklerle birlikte bulutların gölgeleri arasından çıkıp yanlarına gelmesini ve böylece defterlerinin dürülmesini mi bekliyorlar? Zâten sonunda bütün işler Allah’a dönecektir.

208. âyette geçen “silm” kelimesi “ teslimiyet, itaat, barış, uzlaşma” gibi mânalara gelir. Bu sebeple müfessirlerin pek çoğu bunu “İslâm” olarak da yorumlamışlardır. Zira İslâm, bu mânaların hepsini içine almaktadır. Âyet-i kerîme ilk olarak sadece dilleriyle iman ettiklerini söyleyen münafıkları, bütün inanç, amel ve ahlâklarıyla İslâm’a girmeye ve nifakla ilgili olarak şeytanın adımlarına uymamaya çağırmaktadır. Aynı şekilde Ehl-i kitaptan müslüman olup da bir taraftan Peygamberimiz (s.a.s.)’e iman ederken, bir taraftan da “cumartesi gününün kutsiyetine saygı göstermek, deve etini ve sütünü mekruh görmek” gibi Tevrat’ın hükümlerini dikkate almaya çalışanlara hitap etmekte; onların İslâm’a bütünüyle girmelerini ve gerek itikadî gerek amelî bakımından önceki hükümlerden herhangi birine uymamalarını emretmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 176)

Âyetin esas hitap ettiği kitle ise müslümanlardır. Onlara, “Ey iman edenler, hepiniz İslâm’a tam olarak girin; onun emirlerini eksiksiz yerine getirin, kalan ömrünüzde de müslüman olmaya devam edin, müslümanlıktan ve onun prensiplerinden hiçbir zaman ayrılmayın. Sapık ve azgın kimselerin size telkin etmeye çalıştıkları şüphelere iltifat ederek şeytanın adımlarına uymayın” mesajı vermektedir.

السِّلْمُ (silm) lâfzının “sulh, barış, savaşı ve münakaşayı terk etme” mânaları dikkate alındığı takdirde ise âyet-i kerîme mü’minlere âdeta şu tâlimatları vermektedir: “Ey müminler! Allah’ın emirlerine boyun eğmekle öyle mükemmel bir toplumsal görünüm ve öyle düzenli bir İslâm dünyası meydana getirin ki aranızda isyandan, kavga ve anlaşmazlıktan, birbirinize eziyetten, eğrilikten, Allah’ın haklarına ve kulların haklarına tecavüzden, kısaca Allah rızâsına aykırı hareketlerden eser kalmasın. Böylece herkes emniyet, karşılıklı sevgi ve tam bir huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun ve âhireti için hazırlık yapsın. Bu güven ve huzur ortamını bozacak terör eylemleri ve karşıklıklara meydan verilmesin. Dünya hayatı hakkında parlak sözler söyleyip de kalpleri en merhametsizce düşmanlıklarla dolu olan, şeytanca hareket edenlerin arkasından gidilmesin.” (bk. Elmalılı, Hak Dini, II, 736)

Şâyet bu ikazlara kulak vermez, doğruyu ve yanlışı en güzel bir şekilde açıklayan bunca delilleri dikkate almaz ve sizin apaçık düşmanınız olan şeytana uyarak İslâm’ın emirlerine itaatten kayarsanız, neticesine katlanırsınız. Bundan böyle artık ileri süreceğiniz bir mazeretiniz olamaz. Âyette Allah Teâlâ’nın üstün ve ezici kudretine ve sınırsız hikmetine yer verilmesi, İslâm yolundan kayanlara büyük bir tehdit mânası taşımakta, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı her işte büyük hikmetler olduğunu göstermektedir. O, koyduğu ilâhî sisteme karşı gelen, şeytanın yollarına sapıp tevhidin, sulh ve barışın gereklerini ihlale çalışan âsilerin haklarından gelir ve belâlarını verir. Hem bu cezalandırma ilâhî hikmete uygun, yerinde ve adâletli olacaktır, hem de Allah Teâlâ iyileri kötülerden ayıracak ve onlara yine hikmeti gereği lütuf ve merhametiyle muamele edecektir.

Bilmek gerekir ki, indirilen âyetler ve gönderilen peygamberler insanlara bütün gerçekleri açık bir dille beyân etmektedir. Onlara düşen bu gerçeklere teslim olmak, inanç ve amellerini ona göre düzenlemektir. Madem ki böyle yapmıyorlar, demek ki onlar, artık Allah ve meleklerin bulutların gölgeleri arasından yanlarına inip işlerinin bitirilmesini beklemektedirler.

210. âyet-i kerîmede geçen “Allah’ın gelmesi” ifadesiyle alakalı olarak şu yorumlar yapılmıştır:

Selef âlimleri, bu ifadenin müteşâbih olduğunu, gerçek mânasını Allah’tan başkasının bilemeyeceğini dolayısıyla te’vil edilmeyip olduğu gibi bırakılması gerektiğini söylemişlerdir. Ehl-i Sünnet kelam âlimleri ise bu ifadeyi “Allah’ın âyetlerinin, hükmünün, buyruğunun veya azabının gelmesi” şeklinde açıklamışlardır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 123; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 182) Buna göre:

Birinci olarak “Allah’ın gelmesi”, Allah’ın emir ve iradesinin zuhûr etmesi, tam bir kudret ve şiddetle ortaya çıkması mânasındadır. Sözü edilen günahkârların cezalandırılmaları hususunda her türlü sebep ve vasıtalar tükenmiş ve ancak her şeyi bitirecek olan Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalmıştır. İşte o günahkârlar bu neticeyi beklemektedirler. Aslında buluttan canlılar için bir rahmet olan yağmur beklenir. Şayet rahmet beklenen buluttan azap yağacak olursa durum daha şiddetli ve korkunç olur. Zira belâ, umulmadık bir yerden gelirse insanı daha çok gam ve kedere boğar.

İkinci olarak, “Allah’ın gelmesi” imkânsız bir durumdur. Bunlar, “iman etme”lerini “Allah’ın gelmesine” bağlamakla, Allah gelmeden veya Allah’ın azabı başlarına inmeden asla inanmayacaklarını söylemiş olmaktadırlar. Dolayısıyla âyet, onların hiç ihtimal vermedikleri bir anda belalarını bulacaklarını ifade etmektedir.

“Allah’ın gelmesi” ifadesini hakiki mânasıyla yorumlamak da mümkündür. Buna göre bahsi geçen günahkârlar, “Bize Allah’ı açıkça göster!” (Nisâ 4/153) diyen İsrâiloğulları gibi Allah’ı görmedikçe sadece aklî ve naklî delillerle iman etmez, vukuundan önce hiçbir uyarıya kulak asmaz, Allah’a ve O’nun ikazlarına inanmak için, Allah’ın kendisini açıktan göstermesini ve gelecek musibetlerin fiilen başlarına gelivermesini beklerler. Bu sebeple ilim ve amel, iman ve ibâdet gibi hususlara önem vermezler. Dinin diriltici beyânlarına kulak vererek felâket uçurumlarından kurtulmak istemezler. Aksine şeytanlık peşinde koşarlar. Barış, selamet ve huzur ortamını bozmaya çalışırlar. Böyle olunca durumları öyle bozulur ve bütün işler öyle kontrolden çıkar ki belalarını bulmaları için yalnız Allah’ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalır. (Elmalılı, Hak Dini, II, 738)

Zaten bütün işler sonunda Allah’a döndürülür. Kıyamet günü Allah Teâlâ, dünyadaki durumlarına göre kulları arasında hükmeder. Zulmeden, Allah’ın sınırlarını çiğneyen ve emrine karşı gelenlere ona göre; itaat eden ve iyilik yapanlara da ona göre muamele eder. iyilik sahiplerine iyilikle, günahkârlara da ceza ile mukabelede bulunur.

Nitekim İsrâiloğulları bu hususta güzel bir örnek teşkil etmektedir:

Müteşâbih: Mânaları tam olarak bilinemeyen veya herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok mânaya ihtimali olup bu mânalardan birini tercihte zorluk sözkonusu olan âyet veya kelime.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
211. Sor İsrâiloğulları’na: Kendilerine gerçeği gün gibi gösteren nice apaçık belgeler verdik de, bunları dikkate aldıklarında ne oldu, onlara aykırı gittikleri zaman ne oldu? Kim Allah’ın nimeti kendisine geldikten sonra onu değiştirirse, şunu bilsin ki, Allah’ın cezası çok şiddetlidir.

İsrâiloğulları’na verilen apaçık belgeler, Hz. Mûsâ’nın asası, parlayan eli, denizin yarılması, yerden suların fışkırması, dağın başlarına dikilmesi, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi gibi peygamberleri eliyle gerçekleşen mûcizelerdir. Veya bundan maksat, önceki ilâhî kitaplarda bulunup da İslâm dininin doğruluğuna, Efendimiz (s.a.s.)’in peygamberliğine şâhitlik eden âyetlerdir. Ayette geçen “Allah’ın nimeti”nden maksat ise, O’nun peygamberleri vasıtasıyla gösterdiği mûcizeler ve indirdiği âyetlerdir. Gerçekten de bunlar Allah’ın en büyük nimetleridir. Çünkü bunlar, sapıklıktan kurtulup doğru yolu bulmanın en önemli sebepleridir. İnsanların hidâyeti için gelen bu nimetleri, maksadının aksine sapıklık sebebi kılmak, o nimetleri değiştirmek anlamı taşır. İşte İsrâiloğulları, gördükleri bu mûcizeler ve okuyup öğrendikleri bu ayetlere rağmen, Allah’ın emrine karşı gelmişler, İslâm dininin doğruluğunu gösteren ayetleri tahrif etmişler, peygamberleri öldürmüşler ve Allah ile yaptıkları ahitleri değiştirmişlerdir. Aynen yahudilerin yaptığı gibi, gördükten ve anladıktan sonra alınması gereken dersleri almamak; nimete nankörlükle karşılık vermek; imanı küfre, hidâyeti sapıklığa ve nihâyetinde ebedi saadeti ebedi pişmanlığa çevirmek suretiyle Allah’ın âyetlerini değiştirmeye kalkışanlar, Allah’ın pek şiddetli olan azabına uğrayacaklardır.

Onları bu yanlışa sürükleyen en önemli etken, dünya sevgisidir. Gerçekten de dünya hayatı ve dünya nimetleri kâfirlere sevdirilmiş, gözlerine güzel gösterilmiş; kalplerindeki dünya muhabbeti iliklerine işlemiştir. Şeytan bu hususta üzerine düşen görevi tam olarak yerine getirmiştir. Onlar, dünyadan başka hiçbir şeyi istemezler; ellerindeki en mühim değer ölçüsü dünya ve dünyalık şeylerdir. Bu sebeple iman edenlerle, özellikle de onların fakir ve garipleriyle alay ederler. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili şu üç rivayet dikkat çekmektedir:

❂ Ebû Cehil ve diğer ileri gelen müşrikler İbn Mes‘ûd, Ammâr, Habbâb, Amir b. Füheyre (r.a.) gibi fakir müslümanlarla alay ediyorlardı. Zira kâfirler rahatlık ve nimetler içinde yüzerken onlar fakr-ü zaruret içinde kıvranıyor ve çeşitli eziyetlere katlanıyorlardı.
❂ Beni Kurayza, Beni Nadîr ve Beni Kaynuka yahudilerinin ileri gelenleri, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan fakir müslüman muhacirlerle alay ediyorlardı.
❂ Abdullah b. Ubeyy ve beraberindeki münafıklar, zayıf müslümanlar ve fakir muhacirler ile alay ediyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 5)

Bu sebeplerin hepsi veya bunlardan biri üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir. Bununla birlikte âyet-i kerîmeler, bahsedilen özellikleri taşıyan herkesi şumûlüne almaktadır. Dünya hayatına aldanmayan, iman edip takvâ sahibi olan müslümanlar, kıyamet günü bunlardan çok üstün bir durumda olacaklardır. Zira kâfirler cehennemin en derin çukurlarına atılırken mü’minler cennetin en yüksek yerlerinde iskân edileceklerdir. Mü’minler sayısız ilâhî ikram ve lutuflara nâil olurken kâfirler o gün zillet ve alçaklığın son noktasında bulunacaklardır. Dünyada kâfirler mü’minlere gülüp onlarla alay ederken, âhirette mü’minler onların hallerine güleceklerdir. (bk. Mutaffifîn 83/29-369) Allah, dilediği kullarına hem dünya hem de âhirette hesaba gelmeyecek derecede çok rızık verir, büyük lutflarda bulunur. Hakiki mânada zengin yalnız O olup, hazinelerinin bitmesinden korkmaz. O’nun, istediği şekilde ve miktarda rızık vermesine de engel olacak hiçbir kudret tasavvur olunamaz.

Fakat bu sınırsız ilâhî rızıklara ermenin kulluk planında bir bedeli, bir kısım şartları vardır:

212. Dünya hayatı kâfirlere süslü ve sevimli gösterildi. Bu sebeple iman edenlerle alay edip dururlar. Halbuki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kıyâmet günü onlardan üstün olacaklardır. Allah dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır.

İsrâiloğulları’na verilen apaçık belgeler, Hz. Mûsâ’nın asası, parlayan eli, denizin yarılması, yerden suların fışkırması, dağın başlarına dikilmesi, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi gibi peygamberleri eliyle gerçekleşen mûcizelerdir. Veya bundan maksat, önceki ilâhî kitaplarda bulunup da İslâm dininin doğruluğuna, Efendimiz (s.a.s.)’in peygamberliğine şâhitlik eden âyetlerdir. Ayette geçen “Allah’ın nimeti”nden maksat ise, O’nun peygamberleri vasıtasıyla gösterdiği mûcizeler ve indirdiği âyetlerdir. Gerçekten de bunlar Allah’ın en büyük nimetleridir. Çünkü bunlar, sapıklıktan kurtulup doğru yolu bulmanın en önemli sebepleridir. İnsanların hidâyeti için gelen bu nimetleri, maksadının aksine sapıklık sebebi kılmak, o nimetleri değiştirmek anlamı taşır. İşte İsrâiloğulları, gördükleri bu mûcizeler ve okuyup öğrendikleri bu ayetlere rağmen, Allah’ın emrine karşı gelmişler, İslâm dininin doğruluğunu gösteren ayetleri tahrif etmişler, peygamberleri öldürmüşler ve Allah ile yaptıkları ahitleri değiştirmişlerdir. Aynen yahudilerin yaptığı gibi, gördükten ve anladıktan sonra alınması gereken dersleri almamak; nimete nankörlükle karşılık vermek; imanı küfre, hidâyeti sapıklığa ve nihâyetinde ebedi saadeti ebedi pişmanlığa çevirmek suretiyle Allah’ın âyetlerini değiştirmeye kalkışanlar, Allah’ın pek şiddetli olan azabına uğrayacaklardır.

Onları bu yanlışa sürükleyen en önemli etken, dünya sevgisidir. Gerçekten de dünya hayatı ve dünya nimetleri kâfirlere sevdirilmiş, gözlerine güzel gösterilmiş; kalplerindeki dünya muhabbeti iliklerine işlemiştir. Şeytan bu hususta üzerine düşen görevi tam olarak yerine getirmiştir. Onlar, dünyadan başka hiçbir şeyi istemezler; ellerindeki en mühim değer ölçüsü dünya ve dünyalık şeylerdir. Bu sebeple iman edenlerle, özellikle de onların fakir ve garipleriyle alay ederler. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili şu üç rivayet dikkat çekmektedir:

❂ Ebû Cehil ve diğer ileri gelen müşrikler İbn Mes‘ûd, Ammâr, Habbâb, Amir b. Füheyre (r.a.) gibi fakir müslümanlarla alay ediyorlardı. Zira kâfirler rahatlık ve nimetler içinde yüzerken onlar fakr-ü zaruret içinde kıvranıyor ve çeşitli eziyetlere katlanıyorlardı.
❂ Beni Kurayza, Beni Nadîr ve Beni Kaynuka yahudilerinin ileri gelenleri, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan fakir müslüman muhacirlerle alay ediyorlardı.
❂ Abdullah b. Ubeyy ve beraberindeki münafıklar, zayıf müslümanlar ve fakir muhacirler ile alay ediyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 5)

Bu sebeplerin hepsi veya bunlardan biri üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir. Bununla birlikte âyet-i kerîmeler, bahsedilen özellikleri taşıyan herkesi şumûlüne almaktadır. Dünya hayatına aldanmayan, iman edip takvâ sahibi olan müslümanlar, kıyamet günü bunlardan çok üstün bir durumda olacaklardır. Zira kâfirler cehennemin en derin çukurlarına atılırken mü’minler cennetin en yüksek yerlerinde iskân edileceklerdir. Mü’minler sayısız ilâhî ikram ve lutuflara nâil olurken kâfirler o gün zillet ve alçaklığın son noktasında bulunacaklardır. Dünyada kâfirler mü’minlere gülüp onlarla alay ederken, âhirette mü’minler onların hallerine güleceklerdir. (bk. Mutaffifîn 83/29-369) Allah, dilediği kullarına hem dünya hem de âhirette hesaba gelmeyecek derecede çok rızık verir, büyük lutflarda bulunur. Hakiki mânada zengin yalnız O olup, hazinelerinin bitmesinden korkmaz. O’nun, istediği şekilde ve miktarda rızık vermesine de engel olacak hiçbir kudret tasavvur olunamaz.

Fakat bu sınırsız ilâhî rızıklara ermenin kulluk planında bir bedeli, bir kısım şartları vardır:

213. İnsanlar, başlangıçta aynı dine inanan tek bir ümmetti. Sonra kimi iman kimi inkâr ederek anlaşmazlığa düştüler de Allah onlara, müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hakem olması için o peygamberlere dinî gerçekleri içeren kitaplar indirdi. Ancak Ehl-i kitap, kendilerine apaçık gerçekler geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden o gerçek hakkında anlaşmazlığa düştüler. Sonra Allah, kendi iradesiyle, onların anlaşmazlığa düştükleri konuda, iman edenlere doğru yolu gösterdi. Allah, dilediği kimseyi dosdoğru yola eriştirir.

İnsanlar, başlangıçta Hz. Âdem’e indirilen İslâm dini etrafında toplanan ve hep birlikte ona uyan bir tek ümmet idi. Aralarında herhangi bir anlaşmazlık sözkonusu değildi. Fakat sayılarının artması, beşeri münâsebetlerin çeşitlenmesi ve bir kısım menfaat çekişmeleri üzerine birlik bozulmaya ve aralarında bir kısım anlaşmazlıklar çıkmaya başladı. Nitekim şu âyet-i kerîme bu gerçeğe dikkat çeker:

“İnsanlar başlangıçta tevhid dinine inanan tek bir ümmetti. Sonradan ayrılık ve anlaşmazlığa düştüler.” (Yûnus 10/19)
Bunun üzerine Allah Teâlâ, bir taraftan iman edip sâlih amel işleyenleri cennetle müjdeleyen, diğer taraftan inkâr ve isyan yolunu tutanları cehennemle korkutan peygamberler gönderdi. O peygamberlerle beraber gerçeğin bilgisini taşıyan, en doğru hükümleri içeren kitaplar indirdi. Bununla, insanların anlaşamadıkları hususları hükme bağlayarak adâlet ve barışın tesisini istedi. Demek ki ilâhî kitapların indiriliş gâyelerinden biri, doğru olan ölçüyü ortaya koyarak insanlar arasındaki problemleri çözmektir. Yoksa o ölçüler üzerinde münâkaşa etmek değildir. Hal böyleyken, bizzat kendilerine kitap verilmiş olanlar ve onun ne demek istediğini anlayanlar, o kitabın bildirdiği gerçekler hakkında anlaşmazlığa düştüler. Anlaşmazlığı kaldırmak için indirilen kitabı, anlaşmazlığın daha da kökleşme vâsıtası kıldılar. Halbuki Allah’ın açık emrinin bulunduğu hususlarda insanların akıllarıyla içtihat etmeleri caiz değildir. Bu alanda bir içtihad, Allah’ın muradının aksine ayrı bir kanun koyma girişimidir. Bu ise, Allah’ın emrine uyarak anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak yerine, insanlar arasına yepyeni ihtilaf tohumları ekmek anlamını taşır. Allah’tan gelen apaçık âyetleri, delil ve bürhanları görmelerine, işin hakîkatine vâkıf olmalarına rağmen, bu anlaşmazlıklarının sebebi, sırf birbirlerine karşı olan kıskançlık, menfaat hırsı, zulüm ve haksızlık duygularıdır. Nitekim Hz. Âdem’in iki oğlundan biri olan Kâbil’in kardeşi Hâbil’i öldürmesine sebep, işte bu kıskançlık hastalığıydı. Yine İsrâiloğullarının İslâm dini ve Peygamberimize karşı olan düşmanca tutumları da bu kıskançlığın bir neticesiydi.

Allah Teâlâ, ilâhî gerçekler hakkında daha önce insanlığın içine düştüğü anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak ve gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koymak üzere Hz. Muhammed (s.a.s.)’i peygamber olarak gönderdi ve ona Kur’ân-ı Kerîm’i inzal buyurdu. Allah Resûlü (s.a.s.), her alanda ihtilafa düşmüş, dağılmış ve çözülmüş bir halde bulunan insanlığa doğru yolu göstermek, onları tevhid inancı etrafında birleştirerek başlangıçta olduğu gibi yeniden tek ümmet hâline getirebilmek için çok çalışmış ve bu yolda büyük gayretler göstermiştir. Cenâb-ı Hak, peygamberine ve kitabına inananlara kendi izin ve iradesiyle hidâyet vermiş; onları dosdoğru yola ulaştırmıştır. Fakat bu hidâyetten nasip alamayanlar olacak, dolayısıyla insanlar arasındaki anlaşmazlıklar da devam edecektir.

Eğer insanlar arasında anlaşmazlık olmasaydı ne hakime, ne onun vereceği hükme, ne de cezaî müeyyidelere ihtiyaç olurdu. Yine şâyet bu anlaşmazlıklar sebebiyle farklı milletler ve ideolojiler ortaya çıkmasaydı ne savaşa, ne de devletler ve milletler arası hukuka gerek duyulurdu. Fakat sünnetullah denilen ilâhî yasalar gereği insanlar ihtilaf etmişlerdir. Bu sebeple insanlık tarihi boyunca insanlar arası kavgalar, milletler arası savaşlar hep devam edegelmiştir. Şu âyet-i kerîme bu hususa açıklık getirmektedir:

“…Eğer Allah dileseydi, o peygamberlerin hemen ardından gelen insanlar, kendilerine bu kadar açık deliller ulaştıktan sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Ne var ki, aralarında anlaşmazlığa düştüler de onlardan iman eden de oldu, inkâr eden de. Şâyet Allah dileseydi onlar birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat Allah dilediğini yapar.” (Bakara 2/253)

O halde bir tarafta hakkın dostları, diğer tarafta da hakkın düşmanları bulunacak; hakkı savunanlar düşmanlarıyla her kademede etkin bir mücadele vereceklerdir. Yeri geldiğinde o uğurda sıkıntılara katlanacak, canlarıyla ve mallarıyla cihad edecek ve büyük fedakârlıklar göstereceklerdir. İşte bir sonraki âyet bu hususa dikkat çekmektedir:

214. Yoksa ey mü’minler! Sizden önceki mü’minlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden, onların yaşadıkları sıkıntıları çekmeden cennete girebileceğinizi mi sandınız? Onlara öyle ezici fakirlikler, öyle kımıldatmayan sıkıntılar dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda peygamber ve yanındaki mü’minler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek hale geldiler. Şunu bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.

Âyetin iniş sebebi olarak şu rivayetleri zikretmek mümkündür: Müşriklerin baskıları neticesinde Mekke’den Medine’ye hicret eden Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ve beraberindeki muhacirler çok zarara uğramışlardı. Zira mallarını ve mülklerini terk ederek çıkmışlar, evlerini barklarını müşriklerin ellerine bırakmışlardı. Medine’de de yahudiler, Allah Resulü’ne olan düşmanlıklarını açıkça ortaya koymuşlardı. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ hem peygamberimizi hem de müslümanları teselli etmek ve kalplerini serinletmek üzere bu âyeti indirmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 17)

Bir diğer rivayete göre bu âyet, müslümanlara zorluk, sıkıntı ve meşakkatlerin isabet ettiği Hendek savaşı hakkında nâzil olmuştur. Bu savaşta sıkıntılar, “O sırada düşman orduları üstünüzden ve altınızdan size saldırmıştı da, korkudan gözler yerinden kaymış, yürekler ağızlara gelmişti. Hatta Allah hakkında yakışıksız, olmadık zanlar besliyordunuz. Mü’minler orada böyle çetin şartlarla denendiler ve sarsıldıkça sarsılıp, şiddetle silkelendiler” (Ahzâb 33/10-11) âyetlerinde beyân edilen noktaya ulaşmıştı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 463; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 17)

İman ve hidâyet, Allah’ın büyük bir nimeti olup cennete girebilmenin en mühim şartıdır. Fakat bu büyük nimetlerin şükrü zor, bedeli de ağırdır. İman, mücerred bir iddia ve boş bir temenni değildir. Onun doğruluğunu veya yalanlığını ortaya çıkaran, amellerdir. Âyet-i kerîme bu noktaya dikkat çekmekte, mücerred iman sözüyle cennete girilemeyeceğini, imanın gereğinin mutlaka yerine getirilmesi lazım geldiğini, dolayısıyla bu yolda her türlü meşakkatlere, sıkıntılara katlanarak ilâhî emirler muhtevasında bir kulluk hayatının yaşanması zaruretini haber vermektedir. Şu âyet-i kerîmeler de aynı mevzuya temas eder:

“Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri ve dâvası uğrunda sabredip direnenleri ortaya çıkarmadan kolayca cennete girivereceğinizi mi sandınız?” (Al-i İmrân 3/142)

“Elif. Lâm. Mîm. İnsanlar, hiç imtihana tâbi tutulmadan, sadece “İnandık!” demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Gerçek şu ki biz, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Böylece Allah, doğru söyleyenleri de ortaya çıkaracak, yalancıları da elbette ortaya çıkaracaktır.” (Ankebût 29/1-3)

Görüldüğü üzere İslâm yolunda bir takım sıkıntılar karşısında bunalan müslümanları hem teselli etmek hem de uyarmak üzere gelen bu âyet-i kerîme, ümmet-i Muhammed’in de geçmiş ümmetler gibi ihtilaflar, sıkıntılar, zorluklar ve meşakkatlere maruz kalacağını; bunlara sabırla katlananların nihâyetinde başarılı olacaklarını haber vermektedir. Peygamber Efendimiz’in şu hadis-i şerifi, önceki ümmetlerin başlarına gelen sıkıntılardan bazılarına işaret etmektedir:
Habbâb b. Eret (r.a.) anlatıyor: “Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Kâbe’nin gölgesinde hırkasını yastık yapmış istirahat ederken müşriklerden gördüğümüz ezâ ve cefâlardan şikâyette bulunduk ve:

«- Bizim için Allah’tan yardım istemeyecek misin, bizim için Allah’a dua etmeyecek misin» dedik. Bunun üzerine buyurdular ki:

«Sizden önceki ümmetler içinde bir adam için yerde bir kuyu kazılır, adam oraya atılır, bir testere getirilip başına konulur ve ikiye biçilirdi de bu onu dininden döndüremezdi. Yine demir taraklarla bir adamın etleri kemiklerinden ve kaslarından sıyrılırdı, bu işkenceler de onu dîninden çeviremezdi. Vallahi, Allah Teâlâ İslâm’ı mutlaka tamamlayacaktır. Hatta sizden biri süvari olarak San’a’dan Hadramevt’e kadar yolculuk yapacak da Allah’tan ve sürüsünü kurda kaptırmaktan başka bir şeyden korkmayacak; fakat siz acele ediyorsunuz»” (Buhârî, Menâkıb 25; Ebû Dâvûd, Cihâd 97)

Kur’ân-ı Kerîm’de önceki zamanlarda yaşayan müslümanların karşılaştıkları eziyet ve işkencelerden bahsedilir. Ateşlerde yakılan Ashâb-ı Uhdûd, el ve ayakları çaprazlama kesilip hurma dallarına asılarak şehîd edilen sihirbazlar, bir mağaraya sığınıp orada üçyüz dokuz sene uyutulan Ashâb-ı Kehf ve inanmayan şehir halkı tarafından hunharca şehîd edilen Habib-i Neccâr’ın hâli dikkat çekici birer misal olarak zikredilebilir.

Bu âyet-i kerîmede, Allah’a vâsıl olmak ve Hak katında yüksek derecelere erişebilmek için nefsânî arzuların terk edilip, terbiye ve tezkiye yolunda bir takım riyâzatlara, sıkıntı ve zorluklara katlanmak gerektiğine işaret bulunmaktadır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:

“Cennet, nefsin hoşlanmadığı, ona zor gelen şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem ise onun hoşlanıp sevdiği şehevî arzularla çevrilmiştir.” (Müslim, Cennet 1; Tirmizî, Cennet 21)

Bundan sonraki âyet-i kerîmelerde ibâdet, ahlâk ve muâmelata dair hükümler bildirilmekte; müslümanlara anlaşmazlıklardan uzak durarak tek bir ümmet olmanın ve ilâhî yardıma ermenin yolu gösterilmektedir:

215. Rasûlüm! Sana, Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “Sevap kazanmak için harcayacağınız şeyleri öncelikle ananıza, babanıza, akrabanıza, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara verin.” İyilik olarak her ne yaparsanız, Allah onu mutlaka bilir.

Âyetin iniş sebebi şöyledir: Bir defasında Allah Resûlü (s.a.s.), ashâbını Allah yolunda harcamaya teşvik etmişti. Bunun üzerine zengin ve oldukça da yaşlı bir sahabî olan Amr b. Cemûh (r.a.): “Ey Allah’ın Rasûlü! Hangi malımızı nereye harcayacağız” diye sorunca bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 69)

اَلْخَيْرُ (hayr) kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’in değişik yerlerinde “iyi, güzel, refah, bolluk, zenginlik, faydalı ve değerli şeyler, maddi manevî nimetler” gibi mânalarda kullanılmaktadır. Bu âyet-i kerîmede ilk geçtiği yerde farz veya nafile olarak harcanacak “mal”; ikincisi ise mutlak olarak Allah rızâsı için yapılan “iyilik” anlamındadır.

Farz olan zekâtın kimlere verileceğini Tevbe sûresinin 60. âyeti açıklamaktadır. Bu âyet-i kerîme ise Allah rızâsı için ana-babaya iyilik etmeye, yakın akrabayı görüp gözetmeye ve ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını gönül hoşluğuyla karşılamaya teşvik etmektedir. İster belirtilen yerlere olsun, ister onun dışındaki iyilik yollarına olsun yapılan küçük büyük bütün iyilikleri Allah Teâlâ bilmektedir ve mükâfatını bol bol verecektir.

Allah’ın rızâsını ve mükâfatını kazandıracak amellerden biri de, O’nun yolunda savaşarak malla beraber canı da verebilmektir:

216. Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı. Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir. Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz.

İslâmî bir hayat düzeni tesis edebilmek, tesis edilen bu hayatı koruyup idâme ettirebilmek, dinin korunmasını zaruri gördüğü canı, malı, aklı, nesli ve namusu koruyabilmek için mü’minlerin üzerine savaş farz kılınmıştır. Âlimlerimizin çoğunluğuna göre savaş, farz-ı kifâyedir. müslümanlardan bir kısmının bunu yerine getirmesiyle diğerleri üzerinden mesuliyet düşer. Ancak hiç kimse bu farzı yerine getirmezse bütün müslümanlar sorumlu olur.

Savaş, tabiatı itibariyle zor, meşakkatli ve sıkıntılı bir iştir. Mal ve can için tehlikelerle doludur. Savaşan insanlar hayatlarını tehlikeye atar, vatanlarından ayrılır, bir takım eziyetlere katlanır ve dünya zevklerinden mahrum olurlar. Savaşan ülkeler ictimâî, iktisadî, siyasî ve coğrafî açıdan sarsılmalar, bozulmalar ve krizlere maruz kalırlar. Bu sebeple kimse ondan hoşlanmaz. Fakat zaruri hale geldiğinde yapılması kaçınılmaz olan savaşların, bu zorluklar yanında, fert ve toplum hayatında sağladığı pek çok faydası da bulunmaktadır. Bu açıdan âyet-i kerîmenin devamında, bir mânada savaşın farz kılınma gerekçesini açıklamak üzere: “Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir. Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz” (Bakara 2/216) buyrulur.

Şâir, âdetâ bu âyetin tefsiri sadedinde ne güzel söyler:

“Çok hayr olur kim çekilirsin geri andan
Her tab‘ına hoş gelmeyeni şer mi sanırsın.”
(Münîb, Hoca Mustafa)

Meselâ insan nefsi, yapılmasında bir takım zorluklar bulunan emirlerden, bunlar arasında savaştan ve savaşmaktan hoşlanmaz. Halbuki bunlar yerine getirildiği takdirde büyük hayırlara vesile olacaktır. Savaşta iki güzel neticeden birisi mutlaka gerçekleşecektir: Ya Allah’ın rızâsıyla beraber zafer ve ganimet elde edilecek; ya da şehâdet rütbesine erilerek cennet kazanılacaktır. Yine nefis yasaklanan şeyleri yapmayı, savaşmayıp rahat içinde oturmayı, yiyip içip keyfince yaşamayı ister. Halbuki bunlar, neticesi itibariyle kötü bir durumdur. Çünkü cihada çıkmamak ve savaşmamak, Allah’ın yardımının kesilmesine, düşmanların İslâm’a ve müslümanlara saldırmasına, zillet ve aşağılığa mahkum olmaya, büyük bir mükâfatın kaybedilmesine ve ilâhî cezanın gerçekleşmesine sebeptir. Bunun ise iyi bir şey değil tam aksine çok kötü bir durum olduğunda şüphe yoktur. Dolayısıyla bizim dinimiz, dünyamız ve âhiretimiz için neyin hayırlı neyin zararlı olduğunu biz değil, ancak Cenab-ı Hak bilir. Buna göre bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını emir buyurur. O halde hoşa gitsin veya gitmesin, sevindirsin veya üzsün kullara düşen Allah’ın emir buyurduğu her şeyi gönül hoşluğuyla karşılamaktır.

Savaşın farz kılındığını bildiren bu âyette savaş için herhangi bir vakit tayin edilmemişti. Dolayısıyla gelen âyette, haram aylarda savaşmanın hükmü ve ona bağlı bir takım hususlar açıklanmaktadır:

Hayr: İyilik, güzellik. Tab‘ına: Gönlüne, nefsine. Şer: Kötü, zararlı.

217. Sana haram ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki: “O ayda savaşmak büyük günahtır.” Fakat insanları Allah yolundan alıkoymak, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Harâm’ı ziyâret etmeyi engellemek ve orada oturanları yerlerinden yurtlarından etmek Allah katında daha büyük günahtır. Çünkü fitne, adam öldürmekten daha beterdir. Güçleri yetse, dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Hanginiz dininden döner de kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri dünya ve âhirette boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktir ve orada ebedî kalacaklardır.

Âyet-i kerîmenin iniş sebebi hülasa olarak şöyledir:

Resul-i Ekrem (s.a.s.), hicretin ikinci senesi Cemâziyelâhir ayının son günlerinde Abdullah b. Cahş kumandasında sekiz kişilik bir askerî birliği, Mekkeli müşriklere ait ticâret kervanını takip etmek üzere göndermişti. Kervanın başında Amr b. Hadramî bulunuyordu. Birlik kervana hücum edip Amr’ı öldürdü, iki kişiyi esir aldı ve ganimetlerle beraber Medine’ye döndü. Bu hâdise haram aylardan olan Receb’in birinci gününe tesadüf etmişti. Fakat onlar henüz, önceki ayın son gününde olduklarını zannediyorlardı. Durumdan haberdar olan Kureyş müşrikleri, “Haram aylarda savaş olur mu?” diyerek Peygamber Efendimiz ve müslümanlar aleyhinde propaganda yapmaya başladılar. Allah Resulü (s.a.s.), Abdullah ve arkadaşlarına “Ben size haram ayda savaşmanızı emretmemiştim” buyurdu. Gelen ganimetleri ve esirleri taksim etmeden öylece bıraktı. Abdullah ve arkadaşları da helak olmaktan korkmaya başladılar. Böyle bir hâdise üzerine inen bu âyet-i kerîme, mes’eleyi çözüme kavuşturarak müslümanların rahatlamasına vesile oldu. Efendimiz, ganimetleri hak sahiplerine taksim ederek beşte birini de kendisi aldı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 472 vd.)

Evet, haram ayda savaşmak ve adam öldürmek büyük günahtır. Fakat müşriklerin yaptıkları cürümler bundan daha büyüktür. Onlar, insanları Allah yolundan döndürüyorlar, Allah’ı ve O’nun dinini inkâr ediyorlar, mü’minlerin Mescid-i Haram’a girmelerine mani oluyorlar ve Beyt-i Haram’ın gerçek sakinleri ve sahipleri olan Peygamberimiz ve ashâbını oradan çıkarıyorlar. Bütün bunlar, Allah katında müslümanların haram ayda yaptıkları savaştan ve diğer kusurlardan daha büyük bir suçtur. Müşriklerin ısrarla devam ettikleri bu faaliyetlerin her biri aynı zamanda tam bir fitnedir. Fitne ise bir iki kişinin öldürülmesinden daha beterdir. Dolayısıyla bu suçları pervasızca işleyen müşriklerin, müslümanları ayıplamalarını makul kabul etmek mümkün değildir. Olsa olsa bu, hak ölçülerini aşan zalimce ve fasıkça bir tavırdır.

Kâfirler, din konusundaki fitnelerine ve düşmanlıklarına devam edecekler; bundan asla vazgeçmeyeceklerdir. Eğer güçleri yeterse müslümanlarla, onları dinlerinden döndürünceye kadar savaşmayı sürdüreceklerdir. Burada “güçleri yetse” kaydı, mü’minlerin imandaki salâbetine ve sebatlarının sağlamlığına işaret etmektedir. Bu sebeple müslümanlar dinlerine sımsıkı sarılmak, kâfirlerle olan mücâdelelerinde ona göre hazırlık yapıp tedbir almak zorundadırlar. Zorluklar karşısında dinlerinden dönmeyi bir an bile akıllarına getirmemeleri gerekir. Çünkü müslüman olduktan sonra dinden dönmek çok büyük bir suçtur. Âyet-i kerîme dinden dönenlerin hazin akıbetleriyle alakalı olarak şu tespitte bulunmaktadır: “Hanginiz dininden döner de kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri dünya ve âhirette boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktir ve orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara 2/217)

müslüman olduktan sonra dinden çıkan veya başka bir dine giren kimseye “mürted” denilir. Böyle durumda olan kişiler, eğer tekrar iman etmeden ölürlerse müslüman iken yaptıkları hayırlı amellerin hepsi boşa gider; âhirette bunların hiçbir faydasını göremezler. Eğer ölmeden evvel tevbe edip imana gelirlerse Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik’e göre önceki amelleri boşa gider; bunlar geri dönmez. İmam Şafii’ye göre imanla beraber ameller de geri döner ve boşa gitmez.

Allah yolunda hicret ve cihad eden mü’minlere va‘dedilen müjdelere gelince:

218. İman edenler, Allah yolunda hicret edip savaşanlar var ya, işte Allah’ın rahmetini umacaklar onlardır. Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Abdullah b. Cahş ve arkadaşları, haram ayda savaşmaları sebebiyle gönüllerine gelen gam ve kederin bir önceki âyetle ferâha tebdîl edilmesinden sonra bu kez yaptıklarından dolayı sevap ümit etmeye başladılar. Efendimiz’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü, bunun, bize Allah yolunda cihad edenlerin ecrinin verileceği bir gazâ olmasını umabilir miyiz?” dediler. Onların bu umutlarını tasdik etmek üzere bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 483-484)

Âyet-i kerîme, bir kulun Allah’ın rahmetini ve ebedî saadeti umabilmesi için yapması gerekenleri haber vermektedir. Bunlar, kâmil mânada iman etmek, gerektiğinde Allah yolunda vatanı, yurdu, malı mülkü terk ederek hicret etmek, Allah’ın emirlerini tam olarak yerine getirebilmek için cihad etmek yani elden gelen bütün gayreti sarfetmektir. Bunlar kurtuluşun temel esaslarını teşkil ederler. Bu esasları yerine getirenler, Allah’ın rahmetine, rızâ ve cennetine nâil olacaklardır. Onların yaptıkları, mürtedlerin amelleri gibi boşa gitmeyecektir. Üstelik var olan günahlarını da Cenâb-ı Hak bağışlayacak, onlara merhametiyle muamele edecek ve âhirette bol bol mükafat verecektir.

Âhiret saadetini elde edebilmek için dünya hayatında haram ve helâllere titizlikle dikkat edilmesi gerekir. Bunun için de ashâb-ı kirâm yeri geldikçe kendilerine lâzım olan hususları Allah Resûlü’ne soruyor, inen âyetler de bu sorulara cevap veriyordu. Aşağıda gelen âyetlerde onların sordukları bazı hususlar ve verilen cevaplar yer almaktadır:

219. Rasûlüm! Sana içki ve kumarın hükmünü soruyorlar. Şöyle de: “Onlarda büyük bir günah ve zarar, bununla birlikte insanlar için birtakım faydalar da vardır; fakat günah ve zararları faydalarından daha büyüktür.” Yine sana Allah yolunda neyi harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “İhtiyaç fazlası olup kolayınıza geleni verin.” Allah, etraflıca düşünesiniz diye size âyetleri böylece açıklıyor.

Âyet-i kerîmenin iniş sebebi şöyledir: Hz. Ömer, Muâz b. Cebel ve bir grup Ensar, Resûlullah (s.a.s.)’e geldiler ve: “Ey Allah’ın Rasûlü, bize içki ve kumar hakkında bir fetva ver; birisi aklı gideriyor, diğeri malı zayi ediyor” dediler. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 73)

Bu âyet-i kerîmeyle içki ve kumar kesin olarak yasaklanmamakta, fakat bunların artık yasaklanacağına dair çok ciddi uyarılar yapılmaktadır. Bu sebepledir ki bu âyetin inmesinden sonra pek çok müslüman içki içmeyi ve kumar oynamayı terk etmiştir. İçki ve kumarı kesin olarak ise Mâide sûresi 90-91. âyet-i kerîmeler yasaklamıştır.

Âyette geçen الْخَمْرُ (hamr) kelimesi sözlükte örtmek demektir. Sarhoş edici içkilere, insan aklını örtüp onu iyiyi kötüden ayıramaz hale getirmesi sebebiyle “hamr” ismi verilmiştir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Hamr, üzüm suyundan, kuru üzüm, kuru hurma, buğday, arpa ve mısırdan olur. Hamr, aklı örten ve sarhoş eden nesnedir.” (Ebû Dâvûd, Eşribe 1)

“Sarhoş eden her şey hamrdır ve sarhoş eden her şey haramdır.” (Müslim, Eşribe 73-75; Tirmizî, Eşribe 1-2)
“Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır.” (Ebû Dâvûd, Eşribe 5; Tirmizî, Eşribe 3)

Bu hadis-i şeriflerden hareketle muteber İslâm fıkıh mezheplerinin tamamı: “Sarhoşluk veren nesnelerin azı da çoğu da haramdır; bunlar içilemez ve vücuda alınamaz” hükmünde birleşmişlerdir.

Âyetteki الْمَيْسِرُ (meysir), kumar demektir. Kumar ise zar gibi ne olacağı belli olmayan tehlikeli bir şeye bağlanarak mal vermek veya almaktır. “Meysir” kelimesinin aslında “kolaylık” ve “soygun” mânaları vardır. Zira kumar, malı herhangi bir yorgunluk ve güçlük çekmeksizin alma yoludur. Yine o bir çeşit soygundur. Haksız yollardan ve kolaylıkla mal kazanmaya sebep olan bütün kumar çeşitleri, hatta çocukların ceviz ve benzeri şeylerle oynadıkları oyunlara kadar hepsi âyetin muhtevasına dâhildir.

İçki ve kumarın hem fert hem de toplum hayatına çok büyük zararları vardır. Bu sebeple onların kullanımında büyük bir günah mevcuttur. Her ikisi de malların yok ve insanların perişan olmasına sebeptir. İnsanlar arasında kin ve nefretin oluşmasına yol açarlar. Allah’a kulluğa, O’nu zikretmeye, namazı vaktinde kılmaya ve vakti en faydalı şeylerle geçirmeye mani olurlar. Genellikle biri diğerine sürükler; bunun için birlikte zikredilmişlerdir. Özellikle içki, akıl ve iradenin doğru kullanılmasını engeller, giderek alışkanlık yapar ve insan sağlığına zarar verir. Kumar ise insanları tembelliğe, çalışıp gayret göstermeden yiyip içmeye sevkeder.

Bunlarda dünyevi olarak insanlar için bir takım geçici menfaatler de söz konusudur. Mesela içki satan kimseler bir takım ticâri faydalar sağlayabilirler. Ayrıca içki, zayıf yapılı olan kişilere kısmen kuvvet verebilir. Yenen şeylerin hazmını kolaylaştırır. Geçici zevklere, neşelenmeye ve dertleri unutmaya yarar. Kumar da, dünyevi olarak, herhangi bir risk, çalışma, güçlük ve yorgunluk olmaksızın mal elde etmeye vesile olur. Fakat içki ve kumarın günah ve zararları, faydalarıyla ölçülmeyecek derecede çok ve büyüktür. Faydaları az, değersiz ve geçici; zararları ise büyük ve kalıcıdır. Dünyada ferdin beden, ruh ve ahlâkını, buna ilaveten toplumun birlik ve düzenini tahrip ettikleri gibi, âhiretteki vebâlleri de oldukça ağırdır.

Dolayısıyla içki ve kumarı terk etmek, onlar yüzünden isrâf edilen malları iyilik yollarında harcamak gerekir. Bu bakımdan âyetin devamında “Allah yolunda nelerin harcanması gerektiği” sorusuna “afv”ın harcanması emredilmektedir. Burada الْعَفْوُ (afv), “ihtiyaç fazlası olup kolaylıkla infak edilebilecek şey” mânasında kullanılmıştır. İnsan öncelikle kendi ihtiyaçlarını, ailesinin, ana babasının ve geçiminden sorumlu olduğu diğer kimselerin ihtiyaçlarını karşılayacak, bunlardan arta kalan malından da gönül hoşluğuyla Allah yolunda harcayacaktır. Kendisinin ve yakınlarının muhtaç olduğu malları başkalarına vermek zor olduğundan, âyette böyle bir teklifte bulunulmamıştır. Zaten İslâm’da, iyilik yapacağım diye aile efradını nafakasız bırakmak caiz görülmemiştir. Fakat şahsî ve ailevî ihtiyaçtan fazla kalan malın olabildiği kadar yoksullara verilmesine de bir teşvik vardır. Zira fakir ve yoksulların zaruri ihtiyaçlarını karşılayarak toplumsal adâletin sağlanabilmesi için, zenginlerin vereceği farz olan zekâtla sınırlı kalınmayıp, nâfile sadaka ve infaklara da ağırlık verilmelidir.
Yetimlerin haklarını koruma ve onların iyiliğine olan şeyleri yapmaya gelince:

220. Allah, hem dünyada hem de âhirette faydanıza olan şeyleri düşünesiniz diye âyetlerini size işte böyle açıklamaktadır. Sana yetimleri de soruyorlar. De ki: “Onları ve mallarını koruyup gözetmek onları kendi hallerine bırakmaktan daha hayırlıdır. Şâyet kendileriyle bir arada yaşar, mallarını mallarınıza katarsanız, zâten onlar sizin kardeşlerinizdir; kardeşliğin gereğini yapın.” Kaldı ki Allah, haksızlık yapanla koruyup gözeteni pek iyi bilir. Allah dileseydi, işinizi sarpa sardırır, altından kalkamayacağınız sorumluluklarla sizi zahmete sokardı. Şüphesiz Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

Yetimlerle alâkalı olarak:

“Yetişkinlik çağına erinceye kadar, muhafaza ve yardım maksadıyla en güzel şekilde olanı dışında, yetimin malına yaklaşmayın” (En‘âm 6/152),

“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınlarına sadece ateş doldurmuş oluyorlar. Onlar pek yakında çılgın alevli bir ateşe gireceklerdir” (Nisâ 4/10) gibi âyet-i kerîmeler inince müslümanlar, yetimlerle beraber oturmayı ve aynı sofrada yiyip içmeyi terk ettiler. Hatta yanında yetim bulunan kişi, onun için müstakil bir oda ayırıyor ve her öğün yemeğini özel olarak kendisine ikram ediyordu. müslümanlar, yetimlerin mallarını kendi mallarından ayırmışlardı. Şayet yetim için hazırlanmış yemekten arta kalan bir şey olursa ona dokunulmuyor, bozuluncaya kadar öylece bekletiliyordu. Bu durum, müslümanlara oldukça zor gelmeye başladı. Nihâyet Allah Resûlü (s.a.s.)’e gelerek: “Yâ Rasûlallah, her birimizin yetimlere ayıracak özel yerimiz ve onlara ayrı olarak ikrâm edebileceğimiz yiyecek ve içeceğimiz yok” dediler. Bunun üzerine söz konusu âyet-i kerîme indi ve müslümanlar yiyecek ve içeceklerini yetimlerinkiyle birleştirdiler. (Ebû Dâvûd, Vesâyâ 7; Nesâî, Vesâyâ 11)

Kur’ân-ı Kerîm’de yetim haklarıyla alakalı uyarıcı keskin ifadeler, bu hususta kötü niyet taşıyan ve koruyup kollamaktan ziyade haksızlığı tercih eden kimseleri hedef almaktadır. Samimi ve iyi niyetli olanların bundan çekinmelerine gerek yoktur. Zira yetimlerle ilgilenmek ve haklarını koruyup kollamak, onları çaresiz bir şekilde kendi hallerine bırakmaktan şüphesiz daha hayırlıdır. Bunda her iki taraf için de büyük hayırlar vardır. Koruyup kollayanlar böylece çokça sevap elde etme imkânına sahip olmaktadır. Yetimlerin de bu yolla durumları düzeltilmekte ve mallarının korunup artırılması söz konusu olmaktadır.

Faydalı olmak niyetiyle yetimlerle birlikte yaşayan, beraber yiyip içen, malını malına ortak eden veya evlilik yoluyla akraba olup işlerini uhdelerine alan kimseler, onların kendilerinin din kardeşleri olduklarını asla unutmamalıdırlar. Din kardeşliği, neseb kardeşliğinden daha mühim ve daha kuvvetlidir. “Bütün mü’minler kardeştir; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin” (Hucurât 49/10) âyet-i kerîmesi, din kardeşliğinin gereğinin, kardeşlerin halini ıslah etmek ve faydalarına çalışmak olduğunu beyân etmektedir. Kendisine hiçbir şeyin gizli kalması mümkün olmayan Allah Teâlâ, gönüllerden geçeni bile bilmektedir. Dolayısıyla kimin yetimlerin hallerini düzeltmek ve onlara samimi olarak yardımcı olmak niyetiyle, kimin de bozmak, tahrip etmek ve çalıp çırpmak niyetiyle hareket ettiğini çok iyi bilmektedir. Her birine yaptıklarına uygun tarzda mukabele edecektir.

Allah Resûlü (s.a.s.), yetimi koruyup gözetmenin yüksek faziletini haber vermek üzere, orta parmağı ile işaret parmağını birleştirip aralarını biraz açarak:

“Ben ve yetimi koruyup gözeten kimse, cennette şöyleyiz” buyurmuştur. (Buhârî, Talâk 25; Müslim, Zühd 42)

Cenab-ı Hakk’ın yetimlerle alakalı olarak gücünüz nispetinde vermiş olduğu emirleri dikkatle ve titizlikle yerine getirin. Yanlış değerlendirmelerde bulunarak ihmalkârlık göstermeyin. Zira Allah dileseydi sizi zorluklara koşar, ağır yükümlülüklerle zahmetlere sokar, aciz bırakır ve yetimlere hiç karıştırmazdı. Kendi derdinize düşer, yetimlerin hâlini ne ıslah edebilir ne de bozabilirdiniz; hiç bir şey yapmaya gücünüz yetmezdi. Bu sebeple Allah’ın verdiği güç, kuvvet ve diğer imkânlara bir şükür olmak üzere yetimlere iyi davranın ve onları koruyup kollayın. Allah’ın çok güçlü olduğunu, her işinde en güzel hüküm ve hikmet sahibi olduğunu unutmayın.

Cenâb-ı Hak, gerektiğinde yetimlerle, mü’min köle ve câriyelerle evliliği teşvik etmek üzere de şöyle buyurur:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
221. Müşrik kadınlar iman etmedikçe onlarla evlenmeyin. Şunu bilin ki, müşrik hür bir kadın hoşunuza gitse bile, mü’min bir câriye ondan daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de, iman etmedikleri sürece mü’min kadınlarla evlendirmeyin. Yine bilin ki müşrik bir erkek hoşunuza gitse bile, mü’min bir köle ondan daha hayırlıdır. Çünkü müşrikler, insanı cehenneme çağırırlar. Allah ise, izni ve keremiyle, cennete ve bağışlanmaya çağırır. Allah, insanlar düşünüp ders alsınlar diye âyetlerini böyle açıklar.

Âyetin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir olay nakledilir: Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Mersed el-Ganevî’yi, müslümanları gizlice oradan çıkarmak üzere Mekke’ye göndermişti. Bu sırada ona, cahiliye döneminde âşık olduğu Anâk isminde bir kadın gelerek: “Benimle baş başa kalmak istemez misin” dedi. Mersed, “İslâm, zinâyı haram kıldı” karşılığını verdi. Kadının, “Peki, öyleyse benimle evlenir misin?” sualine ise Mersed: “Evet, fakat bu hususta Resûlullah’dan izin almam gerekir” şeklinde cevap verdi. Mersed, izin almak üzere Peygamber (s.a.s.)’e gidip durumu izah edince söz konusu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 75)

Bu âyet-i kerîme, mü’min erkek ve kadınların, imansızlıkta devam ettikleri müddetçe müşrik erkek ve kadınlarla evlenmelerini kesin olarak yasaklamaktadır. Ancak Mâide sûresindeki “Sizden önce kitap verilmiş olanların hür ve iffetli kadınları size helâldir” (Mâide 5/5) âyetiyle, mü’min erkeklerin, dinî durumları ne olursa olsun Ehl-i kitap kadınlarla evlenmelerine cevaz verilmiştir. Diğer bir ifadeyle Mâide sûresindeki âyet, tefsirini yaptığımız âyetin birinci kısmının hükmünü tahsis etmiştir. İkinci kısmın hükmü ise aynen devam etmektedir. Yani bir mü’min kadının gayri müslim bir erkekle evlenmesi veya evlendirilmesi hiçbir surette caiz değildir.

Müşriklerle evliliğin yasaklanmasının hikmeti, onların kötülüklerinden, özellikle de dinî yönden zararlarından fert, aile ve toplum olarak mü’minleri korumaktır. Çünkü kalpleri şirk ve küfürle dolu olduğu için onlar sözleri, davranışları ve halleriyle insanları dâima cehenneme çağırırlar. Bu sebeple onlarla içli dışlı olmak son derece tehlikeli bir durumdur. Bu tehlike, dünyevî tehlikelerden olmayıp ebedî bir bedbahtlık tehlikesidir. Halbuki Allah Teâlâ, kullarını cennete ve bağışlanmaya, iman edip sâlih ameller işleyerek ebedî saadeti kazanmaya davet etmektedir.

Önceki âyette evlilikten bahsedilince şimdi söz kadınların özel hallerine gelmektedir:

222. Rasûlüm! Sana kadınların âdet görmesini de soruyorlar. Şöyle de: “O, rahatsızlık veren bir durumdur. Bu sebeple âdet gördüklerinde kadınlardan uzak durun ve onlar temizleninceye kadar kendileriyle cinsî münâsebette bulunmayın. Temizlendikleri zaman Allah’ın izin verdiği yerden onlara yaklaşın.” Şüphesiz Allah çok tevbe edenleri de, çok temizlenenleri de sever.

“Hayız”, sözlükte “suyun akıp taşması, kanın akması” mânalarına gelir. Dinî olarak ise bu kelime, büluğ çağına gelmiş sağlıklı bir kadının rahminden düzenli aralıklarla kanın akmasını ifade eder. Bu hâl, Türkçe’de “aybaşı hâli, âdet görme, âdet kanaması” şeklinde isimlendirilir. Bu durumdaki kadınlar namaz kılamaz, oruç tutamaz, mescide giremez, Kur’an okuyamaz ve Mushaf-ı Şerif’e dokunamazlar. Onlarla cinsî münasebet de yasaktır.

Câhiliye döneminde insanlar, hayızlı olan kadınları evlerinde tutmazlar, onlarla beraber bulunmazlar ve birlikte yiyip içmezlerdi. Yahudilerin ve Mecusilerin uygulamaları da bu şekilde idi. İslâm geldikten sonra da bir müddet durum böylece devam etti. Nihâyet Ebuddehdah (r.a.) birgün Peygamber Efendimize: “Yâ Rasûlallah! Hayızlı oldukları zamanlar kadınlara nasıl davranalım?” şeklinde sorunca sözkonusu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 77; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 517)

Hayız hali, bir hastalık olup tiksindirici ve eziyet verici bir özelliğe sahiptir. Bu sebeple âyet-i kerîme hayızlı olan kadınlardan uzak durmayı ve onlara yaklaşmamayı emretmektedir. Bundan maksat, bedenlerin birbirinden uzak ve ayrı olması değil, cinsî mün3asebette bulunmamaktır. Bir kısım hadis-i şeriflerden (bk. Müslim, Hayz 16) ve tatbikattan anlaşıldığı üzere, cinsî münasebette bulunmamak şartıyla, hayızlı kadınla kocası arasında başka bir sınırlama bulunmamaktadır. Hayız hâli sona erip guslederek temizlendikten sonra kadınlarla cinsî münasebet serbesttir. Cenâb-ı Hak, günahlarından ve hatalarından çok çok tevbe edenleri sever. Yine O, maddî manevî pisliklerden titizlikle temizlenenleri de sever. Dolayısıyla Allah’ın sevdiklerini siz de sevin ve O’nun seveceği bir kul olmaya çalışın. Kadınlarla olan özel ilişkilerinizi de şu ilâhî talimata uygun gerçekleştirin:

223. Kadınlarınız size çocuk yetiştiren bir ekinliktir. O halde ekinliğinize dilediğiniz zamanda dilediğiniz biçimde varın. Ancak mutluluğa ermeniz için önceden hazırlık yapmayı ve kendi geleceğiniz için geliri hiç tükenmeyecek hâsılat göndermeyi ihmal etmeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının ve O’na kavuşacağınızı bilin. Rasûlüm! Erişecekleri ilâhî lutuflarla mü’minleri müjdele!

İslâm aile ve toplum yapısı içinde kadınların çok önemli bir yeri vardır. Nesillerin çoğalması, yetiştirilip terbiye edilmesi onlara bağlıdır. Bu sebeple âyet-i kerîme onları ekinliğe benzetmiştir. Erkeğin nutfesi tohum, kadın tarla, doğacak çocuk da bitecek ekin mesâbesindedir. Müslüman nesiller, Allah’ın emrine uygun en temiz yollarla bu şekilde doğup yetişecektir.

Mü’minin hedefi, Allah ve Rasûlü’nün isteği istikâmetinde dürüst bir hayat yaşayarak her bir ameliyle âhiret sermayesini artırmak ve ilâhî rızâya nâil olabilmektir. Âyetin “Ancak mutluluğa ermeniz için önceden hazırlık yapmayı ve kendi geleceğiniz için geliri hiç tükenmeyecek hâsılat göndermeyi ihmal etmeyin” (Bakara 2/223) kısmı, bizleri bu hedefe yönlendirmektedir. Bu ifade bir yönüyle cinsî münasebet öncesinde mutluluğu artırıcı bir kısım ön hazırlıkların yapılmasını imâ ettiği gibi, kadınlarla münâsebetlerde sadece şehveti tatmin düşüncesine takılıp kalmayıp, daha yüksek niyetlerle hareket edilmesi gerektiğini de öğütler. Dünyada ve âhirette göz aydınlığı olacak müslüman ve ahlâklı nesiller yetiştirmek bu ulvî niyetlerden biri olmalıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, mü’minlerde şöyle dua etmelerini istemektedir:

“Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve zürriyetimizden gözümüzü aydınlatacak, gönlümüzü sevindirecek sâlih kimseler ihsan eyle! Bizi takvâ sahiplerine önder yap!” (Furkân 25/74)

O halde Allah’tan korkmalı, emir ve yasaklarının gereğini titizlikle yerine getirmeli, bir gün mutlaka O’nun huzuruna varacağımızı kesinlikle bilmeliyiz. Bu sebeple orada yüzümüzü güldürecek işler yapmaya, bizi rezil rüsvâ edecek şeylerden de kaçınmaya gayret göstermeliyiz. Bu ilâhî buyruklara inanan ve o istikamette yaşayan mü’minlere hep müjdeler, sevindirici haberler vardır.

Niyetleri dâima Allah’ın rızâsını kazanmaya çalışmak olan mü’minler, O’nun ism-i celîlini nerede ve nasıl kullanacaklarına da dikkat etmelidirler:

224. Allah’ın adını, olur olmaz ettiğiniz yeminleriniz yüzünden iyilik yapmanızın, kötülüklerden sakınmanızın ve insanların arasını düzeltmenizin önünde bir engel hâline getirmeyin. Allah, her şeyi işiten ve bilendir.

Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir olay rivayet edilmektedir: Beşîr b. Nûmân el-Ensârî, Abdullah b. Revâha’nın kız kardeşi olan hanımını boşadı. Sonra onunla yeniden evlenmek istedi. Bu sırada Abdullah, Beşîr’in yanına gitmemeye, onunla konuşmamaya ve kız kardeşiyle onun arasını düzeltmemeye yemin etmişti. Kendisine Beşîr’in yeniden evlenme teklifi bildirilince: “Ben şöyle şöyle yapmamağa Allah adına yemin ettim. Dediğiniz şeyi yapabilmem için yemînimi bozmam gerekir” dedi. Bu olay üzerine bu âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 80; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 65)

Yemin, Allah’ın adını zikrederek, “vallahi, billâhi” diyerek bir sözün doğuluğunu kuvvetlendirmeye çalışmaktır. Bu şekilde yapılan yeminin mânası ise, “doğru söylediğime ve dediğimi yapacağıma Allah’ı şâhit tutuyorum” demektir. İslâm’a göre insanlar ancak Allah adına yemin edebilirler; başka varlıklar üzerine yemin etmeleri caiz değildir.

En yüce varlık olan Allah adına yapılan yeminin, O’na olan tâzimin bir gereği olarak tutulması ve bozulmaması lâzımdır. Bunun için de mü’min, hangi şeye ne maksatla yemin ettiğine ve yemininin Allah’ın rızâsına uygun olup olmadığına dikkat etmelidir. Eğer yapılan yemin “iyilik yapmak, kötülüklerden sakınmak, insanların arasını düzeltmek” gibi hayırlı işleri engellemek gayesini taşıyorsa, bu Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına aykırıdır. Öncelikle böyle bir yemin yapılmamalıdır; yapıldıysa da mutlaka bozulmalıdır. Bunun Allah’a bir saygısızlık olacağı zannedilmemelidir. Bu hususu daha da açıklığa kavuşturmak üzere diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“İçinizden fazilet ve servet sahibi kimseler, bundan böyle akrabalarına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere mallarından bir şey vermeyeceklerine dair yemin etmesinler. Affetsinler, hoş görsünler! Öyle ya, onları bağışlamanıza karşılık Allah’ın da sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Nûr 24/22)

Resûlullah (s.a.s.) de şöyle buyurur:

“Bir şey hakkında yemin edip başkasını daha hayırlı gören kişi yemîninin kefâretini versin ve daha hayırlı gördüğü şeyi yapsın.” (Müslim, Eymân 12; Tirmizî, Nüzür 5)

İnsanın sorumlu tutulacağı yemine gelince:

225. Kasıtsız yaptığınız yeminler yüzünden Allah sizi sorumlu tutmaz; ancak bile bile yaptığınız yalan yeminlerden sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayan, ceza vermekte acele davranmayandır.

Bir insan, ya bilerek, ne dediğinin farkında olarak ve neticesini düşünerek yemin eder. Veya ne dediğinin farkında olmadan, doğru veya yalan olduğuna dikkat etmeden alışkanlık gereği ağzından yemin sözleri dökülür. Yahut yalan ve asılsız olduğu bilinmeyen bir hususta yemin eder.

Birinci kısım “kasıtlı” yapılan yemindir ve bunun sorumluluğu vardır. Yalan olduğunu bile bile yemin eden kişinin, kefâretle günahını affettirmesi mümkün değildir. Âhirette mutlaka cezasını çekecektir. Âyetteki “fakat bile bile yaptığınız yalan yeminlerden sorumlu tutar” (Bakara 2/225) ifadesi, yeminin bu çeşidinden bahseder. Geleceğe yönelik “vallahi şöyle yapacağım, böyle yapmayacağım, şöyle yaparsam şöyle olsun” şeklinde kasıtlı olarak yapılan yeminlerden dönüldüğü takdirde ödenmesi gereken kefâret ise, Mâide sûresi 89. âyette beyân edilmektedir.

İkinci ve üçüncü kısım yemin, âyette اَللَّغْوُ (lağv) diye ifade buyrulan ve itibar edilmemesi gereken bir yemin çeşididir. Allah Teâlâ, bu tür yeminlerden sorumlu tutmayacağını ve bunların dünyada bir kefâret, âhirette de bir ceza gerektirmeyeceğini haber vermektedir.

Kocanın, hanımından uzaklaşmak için yaptığı yeminle ilgili hükümse şöyledir:

226. Hanımlarıyla cinsî münâsebette bulunmayacaklarına dâir yemin edenlere dört ay bekleme süresi vardır. Şayet bu süre içinde yeminlerinden cayıp eşlerine dönerlerse, şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

اَلْإيلَاءُ (îlâ), kocanın bir müddet hanımıyla ilişkide bulunmayacağına dâir yemin etmesidir. Câhiliye döneminde bir erkek, eğer hanımından hoşlanmaz ve onun başka biriyle de evlenmesini istemezse, ebedî olarak ona yaklaşmayacağına yemin ederdi. Böylece onu ne dul ne de kocalı, ikisi arasında perişan bir duruma düşürürdü. Hedef, kadınları baskı altında tutmak, zulmetmek ve onlardan bir takım haksız menfaatler elde edebilmekti. Bu sebeple İslâm, kadına zarar vermek niyetiyle yapılan îlâyı yasaklamış, iyi niyete bağlı yapılan îlâyı ise dört aylık bir süreyle sınırlandırmıştır. Bundan böyle hanımına yaklaşmamak üzere yemin eden kişinin, en fazla dört ay bekleme hakkı vardır. Bu süre içinde yeminini bozup eşine dönerse, yemininin keffâretini öder ve evlilik hayatına devam eder. Eğer yemininden dönmez ve dört aylık süre tamamlanırsa bu, boşanmayı kastetmek mânasına geldiğinden Hanefî mezhebine göre hanım kesin (bâin) talâk ile kocasından boşanmış olur.

Bu vesileyle şimdi de boşanmış kadınları ilgilendiren hükümler açıklanmak üzere şöyle buyruluyor:

227. Eğer boşanmaya karar verirlerse, boşanabilirler. Şüphe yok ki Allah, her şeyi işiten ve bilendir.

اَلْإيلَاءُ (îlâ), kocanın bir müddet hanımıyla ilişkide bulunmayacağına dâir yemin etmesidir. Câhiliye döneminde bir erkek, eğer hanımından hoşlanmaz ve onun başka biriyle de evlenmesini istemezse, ebedî olarak ona yaklaşmayacağına yemin ederdi. Böylece onu ne dul ne de kocalı, ikisi arasında perişan bir duruma düşürürdü. Hedef, kadınları baskı altında tutmak, zulmetmek ve onlardan bir takım haksız menfaatler elde edebilmekti. Bu sebeple İslâm, kadına zarar vermek niyetiyle yapılan îlâyı yasaklamış, iyi niyete bağlı yapılan îlâyı ise dört aylık bir süreyle sınırlandırmıştır. Bundan böyle hanımına yaklaşmamak üzere yemin eden kişinin, en fazla dört ay bekleme hakkı vardır. Bu süre içinde yeminini bozup eşine dönerse, yemininin keffâretini öder ve evlilik hayatına devam eder. Eğer yemininden dönmez ve dört aylık süre tamamlanırsa bu, boşanmayı kastetmek mânasına geldiğinden Hanefî mezhebine göre hanım kesin (bâin) talâk ile kocasından boşanmış olur.

Bu vesileyle şimdi de boşanmış kadınları ilgilendiren hükümler açıklanmak üzere şöyle buyruluyor:

228. Geri dönülebilir talâk ile boşanan kadınlar, üç âdet müddetince bekleyip kendilerini gözetlemelidirler. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, Allah’ın rahimlerinde yarattığı hayız hâlini veya hamileliği gizlemeleri kendilerine helâl değildir. Eğer barışmak ve aralarını düzeltmek isterlerse kocaları, bu süre içinde onları geri almaya başkalarından daha çok hak sahibidirler. Erkeklerin hanımları üzerinde hakları olduğu gibi, hanımların da kocaları üzerinde meşrû hakları vardır. Ancak erkekler kadınlara göre bir derece daha fazla hak sahibidirler. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

اَلطَّلَاقُ (talâk), belli sözlerle evlilik bağını kaldırmak ve çözmek demektir. Bunun geri dönülebilir olanı vardır ki buna fıkıhta “ric‘î talâk” denilir. Bu, yeniden mehir ve nikaha gerek olmaksızın kocaya, boşadığı hanımıyla normal evlilik hayatına dönme imkânı veren bir boşamadır. Bir de geri dönülemeyeni vardır ki bu da “bâin talâk”tır. Bu ise, yeni bir mehir ile nikahlanmadıkça normal evlilik hayatına dönüş imkânı bırakmayan boşama şeklidir.

Nikah altında olduğu halde kendileriyle ilişkide bulunulmamış kadınların, boşanmaları durumunda iddet beklemeleri gerekmez. (bk. Ahzâb 33/49) Herhangi bir sebeple hayız görmeyen kadınların bekleme süreleri üç ay, hâmile kadınların iddeti ise rahimlerinde bulunan çocuğu doğuruncaya kadardır. (bk. Talâk 65/4) Câriyenin iddeti ise iki hayız veya temizlik süresidir. (Ebû Dâvûd, Talâk 6) Dolayısıyla âyette bahsedilen “boşanmış kadınlar”dan maksat, kendileriyle nikah sûretiyle cinsî münâsebette bulunulmuş, hayız gören, hür ve geri dönülebilir talâkla boşanmış kadınlardır. Bunların bekleme süreleri Hanefilere göre üç hayız müddeti, Şafiilere göre ise üç temizlik müddetidir. Bu ihtilaf, اَلْقُرُوءُ (kurû’) kelimesinin hem “hayız” hem de “temizlik” mânasına gelmesinden kaynaklanmaktadır.

İddet beklemenin hikmeti, boşanmış olan hanımda kendisini boşayan kocasından bir çocuk olup olmadığını tespit ederek nesli korumaktır. Bu sebeple boşanmış kadınlar, bu bekleme süresi içinde kendilerini gözetlemeli, hayız veya hamilelik durumlarını yakından takip etmeli ve Allah Teâlâ neyi takdir buyurmuşsa ondan herhangi bir şeyi kesinlikle gizlememelidirler. Doğru olanı söylemelidirler. Mü’min olmanın, Allah’a ve âhirete inanmanın gereği budur.

Diğer taraftan kocalar, pişmanlık duyarlar, hanımlarıyla aralarında bulunan sürtüşmeyi düzeltmek ve onlara iyilikle muamele etmek niyetiyle yeniden evliliğe dönmek isterlerse, bekleme müddeti içinde hanımlarına dönüp onları tekrar nikâhları altına alma hakkına sahiptirler. İddet müddeti içinde bunda herhangi bir problem yoktur. Fakat boşanmış kadınlar iddetlerini tamamlamış olurlarsa, eğer üçüncü defa boşanmamış iseler, bu durumda evlilik hayatına dönebilmek için kadının da bunu istemesi gerekir ve yeniden mehir belirlenerek nikah kıyılır. Her iki durumda da, aile hayatının devamını sağlamak ve çocukların haklarını korumak gibi hikmetlere binâen diğerlerine nispetle eski kocalara öncelik verilmiştir.

İslâm dinine göre koca ile hanım arasında karşılıklı yerine getirilmesi gereken bir takım haklar ve sorumluluklar vardır. Bunlar, erkeğin ve hanımın sahip oldukları istidat ve kabiliyetleri, fizikî ve ruhî durumları, aile ve ictimâî hayat içindeki konumları dikkate alınarak ehliyet, adâlet ve hakkaniyet ölçüleri içerisinde dengeli bir şekilde taksim edilmiştir. Evlilik hayatının sıhhatli yürüyebilmesi, ailenin bir huzur ve saadet mekânı hâline gelebilmesi için bu sorumlulukların titizlikle ifâ edilmesi zaruridir. Hülasa etmek gerekirse koca hanımının mehrini verecek, meşrû çerçevede nafaka ve meskenini temin edecek ve ona en güzel şekilde davranmaya gayret gösterecektir. Haklarını koruyacak, zulüm ve haksızlık yapmaktan uzak duracaktır. Aynı şekilde hanım da kocasına itaat edecek, iffetini koruyacak ve çocuklarını İslâm ahlâkı üzere terbiye edecektir. Erkek ve hanım, evlilikten beklenen hedefleri gerçekleştirmek üzere ortak hareket etmelerine rağmen, hak itibariyle erkeklerin hanımlar üzerinde bir derece üstünlükleri bulunmaktadır. Erkeğin fizikî gücünün hanımınkinden üstün olduğunda şüphe yoktur. Yine erkek ve hanımın kalbî ve ruhî yapıları birbirinden farklılık arzettiği gibi, biyolojik yapılarında da belirgin farklar mevcuttur. Buna bağlı olan hak ve sorumluluklar da farklıdır. Meselâ aile düzeninin tesisi ve evin geçiminin sağlanması hususunda birinci derecede sorumluluk erkeğe aittir. Buna dayalı olarak erkeğe verilen hak da bir derece fazla olmuştur. Bu hak Nisâ sûresi 34. âyette açıklanan “kavvâmlık” yani “koruma ve idâre etme” hakkıdır.

Talâkın sayısı ve kadına verilen mehrin akıbeti hakkında şöyle buyruluyor:

229. Boşamadan iki defa geri dönülebilir. Bundan sonra erkeğin vazîfesi ya güzelce geçinmek veya tatlılıkla ayrılmaktır. Ey kocalar! Boşanma durumunda, daha önce kadınlarınıza vermiş olduğunuz mehir ve hediyelerden hiçbir şeyi geri almanız size helâl değildir. Ancak karı koca Allah’ın koyduğu ölçülere riâyet edemeyeceklerinden endişe ederek boşanmak isterlerse durum değişir. Ey hakemler, veliler! Karı kocanın Allah’ın koyduğu ölçülere riâyet edemeyeceklerinden endişe ederseniz, bu durumda kadının, kocasından aldığının bir kısmını boşanmak için ona geri vermesinde, erkeğin de bunu almasında ikisine de bir günah yoktur. Bunlar Allah’ın belirlediği sınırlardır, sakın bu sınırları aşmayın. Kim Allah’ın koyduğu sınırları çiğnerse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.

İslâm boşama hakkını erkeğe vermiştir. Tarafların anlaşmasına bağlı olarak bu hakkın kadına verilmesi de mümkündür. Yine İslâm, boşama sayısını üçle sınırlandırmak sûretiyle, câhiliye dönemi zulümlerinden biri olan kadının sınırsız boşanıp geri alınma hakkını kocanın elinden almıştır. Buna göre kocanın üç boşama hakkı vardır. Bunlar kadının temizlik hâlinde olacak ve bir temizlik müddeti içinde ancak bir kez boşama mümkün olabilecektir. (bk. Müslim, Talâk 1 vd.) Geri dönülebilir talâkla hanımını iki kez boşayan koca, bundan sonra ya onu iyilikle nikahı altında tutmalı veya iddet müddeti bittiği halde hanıma dönmemek sûretiyle onu güzellikle serbest bırakmalıdır. Ona malî haklarını tam olarak ödemeli ve onu kötülükle yâd edip insanları ondan nefret ettirmeye çalışmamalıdır.

Erkeklerin, nikah sırasında hanımlarına verdikleri mehirden, daha sonra onlara verdikleri mal ve hediyelerden az veya çok herhangi bir şeyi geri almaları helâl değildir. Verdiklerini almaları caiz olmadığına göre, hanımların diğer mallarından almaları ise asla caiz olamaz. Kocalar buna tenezzül etmemeli, hanımlarına baskı yaparak boşama bahanesiyle verdiklerini geri almaya ve onlardan istifade etmeye kalkışmamalıdırlar. Böyle bir teşebbüs, kesinlikle haramdır. Bu hususta şu âyet-i kerîmeler de dikkat çekicidir:

“Eğer siz bir eşi boşayıp da yerine bir başka eş almak isterseniz, boşadığınız eşe yüklerle mehir vermiş olsanız bile, ondan hiçbir şeyi geri almayın. Yoksa siz fuhuş yaptı diye eşinize iftira ederek ve apaçık bir vebâl yüklenerek mi verdiğinizi geri alacaksınız?” (Nisâ 4/20)

“Onlar apaçık bir hayâsızlık yapmadıkça, kendilerine verdiğiniz şeylerin bir kısmını geri almak için onları sıkıştırmayın…” (Nisâ 4/19)

Fakat tefsirini yaptığımız âyet-i kerîmede bir istisnâ bulunmaktadır. Eğer karı koca, Allah’ın evlilikle ilgili ölçülerini, emir ve yasaklarını yerine getirememekten, karşılıklı hakların ihlâlinden endişe ederler ve hatta gayr-i meşrû yollara düşmekten korkarlarsa bu durumu ayrı değerlendirmek gerekir. Bu noktada hâkimlere ve yetkili şahıslara söz düşmektedir. Eğer yetkili şahıslar, erkek ve hanımın Allah’ın ölçülerine riâyet edememelerinden endişe duyar ve bunun da bir kısım alâmetleri görünmeye başlarsa, bu durumda kadın, nikah bağından kurtulmak için boşanma karşılığında gerek mehir gerekse başka mallarından kocasına bir bedel ödeyebilir. Bunda ne verdiği için hanıma ne de aldığı için kocaya bir günah terettüp etmez. Bu şekilde meydana gelen boşanmaya fıkıhta اَلْمُخَالَعَةُ (muhala‘a) denilmekte olup, yeni bir nikah yapmadan eşlerin birbirine dönüşüne imkân vermez. Bununla alakalı olarak asr-ı saadette şöyle bir hâdise cereyan etmiştir:

Sâbit b. Kays’ın hanımı Resûlullah (s.a.s.)’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sâbit b. Kays’ın ne dinine ne de ahlâkına bir şey diyeceğim var. Fakat müslüman olduktan sonra tekrar küfre dönmek istemiyorum. Çünkü, artık ona katlanacak tâkatım kalmadı” dedi. Efendimiz: “Bahçesini geri verecek misin” diye sorunca kadın “Evet” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Sâbit’e. “Bahçeyi kabul et ve onu boşa” buyurdu. (Buhârî, Talâk 12)

Nihâî boşanmayı ve ondan sonraki durumu beyân etmek üzere de şöyle buyruluyor:

230. Şâyet koca eşini üçüncü kez boşarsa, artık o hanım bir başka erkekle bilfiil evlenip boşanmadıkça tekrar eski eşiyle evlenmesi helâl olmaz. Eğer onu ikinci kocası da boşarsa, Allah’ın koyduğu ölçülere riâyet edebileceklerine inandıkları takdirde eski karı kocanın yeniden evlenmelerinde bir günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın, önemini bilecek ve gereğince amel edecek bir toplum için açıkladığı ölçülerdir.

Âyete göre erkeğin, hanımını iki talâkla boşadıktan sonra, üçüncü bir kez daha boşadığı takdirde, artık ne ric’at yoluyla ne de yeni bir nikah akdiyle ona dönmesi mümkün olabilir. Ancak bu kadın başka bir erkekle sahih bir nikahla evlenir, onunla birlikte olur, vardığı ikinci koca da onu boşarsa, bu takdirde eski karı-kocanın tekrar evlenebilme imkânı doğar. Eğer Allah’ın koyduğu ölçülere riâyet edebileceklerse bunların tekrar evlenmelerinde ikisine de bir günah yoktur.

Âyette “nikah” kelimesi mutlak olarak kullanılmıştır. Bundan pek çok âlim, nikah akdiyle beraber cinsî münasebetin de vuku bulması gerektiği hükmünü çıkarmışlardır. Çünkü Allah Resûlü (s.a.s.)’in bu yönde bir açıklaması vardır. Rivayete göre Rifâa isimli sahâbînin hanımı, Resûlullah (s.a.s.)’e gelerek: “Yâ Resûlallah! Rifâa beni üç talâkla boşadı. Sonra Abdurrahman b. Zübeyr benimle evlendi” dedi ve yeni kocasından bir kısım şikâyetlerde bulundu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.) tebessüm ederek: “Tekrar Rifâa’ya dönmek istiyor musun?” diye sordu. Kadın, “Evet”, deyince Peygamberimiz cinsî münasebetiş kastederek: “Fakat, sen ikinci kocanın balcağızından, o da senin balcağızından tatmadan bu mümkün olmaz” buyurdu. (Buhâri, Talâk 4)

Gelen âyetlerde ise boşanma ile alakalı diğer bir kısım hükümler şöyle beyân edilmektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
231. Kadınları boşadığınızda, onlar da bekleme süresini tamamladıklarında ya onları yanınızda güzellikle tutun veya kendilerinden tatlılıkla ayrılın. Sırf kendilerine haksızlık etmek ve zarar vermek için onları nikâh altında tutmayın. Böyle davranan, sadece kendine yazık etmiş olur. Sakın Allah’ın âyetleriyle eğlenmeye kalkmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetlerini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti düşünün. Allah’a karşı gelmekten sakının ve iyi bilin ki Allah, her şeyi hakkiyle bilmektedir.

Bir kısım erkekler hanımını boşuyor, iddet müddeti bitmeye yaklaşınca onu yanına alıyor, sonra sırf ona zarar vermek ve baskı uygulayarak verdiği mehri geri alabilmek kastıyla tekrar boşuyordu. Bu durum böylece tekrar edip duruyordu. Allah Teâlâ, bu yanlış uygulamayı yasaklamak ve kadınları zarardan korumak üzere bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 652)

Buna göre hanımları boşayıp iddetleri bitmeye yaklaşınca ya iyilikle, meşrû ölçüler içinde onları nikah altında tutmak ve onlarla güzel bir şekilde geçinmek gerekir. Ya da onları yine iyilik ve güzellikle salıvermek, iddetlerini tamamlayıp boşanmalarına imkân tanımak gerekir. Bunun dışında onlara zarar vermek, intikam almak ve haklarına tecâvüzde bulunmak gibi yanlış düşüncelerle onları nikah altında tutmaya çalışmak haramdır. Böyle davrananlar, günaha girdiklerinden dolayı sadece hanımlarına değil gerçekte kendilerine zulmetmiş olacaklardır. Âyetteki “Sakın Allah’ın âyetleriyle eğlenmeye kalkmayın” (Bakara 2/231) ifadesi, ciddi bir uyarı özelliği taşımaktadır. Allah’ın herhangi bir konudaki emrini veya yasağını görmezlikten gelmek, hiçe saymak ve ona uygun davranmamak, bir mânada onlarla alay etmek olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla her konuda olduğu gibi, evlenme ve boşanma konusunda da ciddi olunmalı, Allah’ın emrine uygun davranılmalıdır. Bunun için de Allah’ın üzerimizde bulunan nimetlerini, bunlar içinde de özellikle bize öğüt vermek, gerçekleri öğretmek ve yanlışlardan sakındırmak üzere indirdiği Kur’ân-ı Kerîm’i, ondaki mâna, hüküm ve hikmetleri, bununla birlikte Kur’an’ın canlı bir tefsiri olan Allah Resûlü’nün sünnetini hep hatırda tutmak, onlardan gereği gibi istifade etmek lazımdır.

Şimdi de boşanmış ve bekleme müddetini tamamlamış kadınların yeniden evlilikleriyle ilgili önemli bir noktaya dikkat çekmek üzere buyruluyor ki:

232. Kadınları boşadığınız zaman, onlar da bekleme süresini tamamladıklarında ey hâkimler ve veliler, meşrû bir şekilde anlaştıkları takdirde, onların mevcut kocalarıyla veya bir başka erkekle yeniden evlenmelerine engel olmayın. Bu, sizden Allah’a ve âhiret gününe inananlara verilen bir öğüttür. Bu öğütlere uygun davranmak, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Zira işin gerçeğini Allah bilir, siz bilemezsiniz.

Âyet-i kerîmenin iniş sebebi şöyledir: Ma‘kıl b. Yesâr’ın kız kardeşini, kocası boşadı ve iddetini tamamlayıncaya kadar bekledi. İddeti bittikten sonra onu tekrar nikahlamak üzere müracatta bulundu. Fakat Ma‘kıl bunu kabul etmedi. Bu hâdise üzerine bu âyet indi. (Buhâri, Tefsir 2/40) Tirmizî rivayetinde şöyle bir detay bulunmaktadır: Adam ağabeyi Ma‘kıl’den hanımını isteyince o: “Alçak herif, sana iyilik ettim ve kız kardeşimi seninle evlendirdim. Sen de onu boşadın. Allah’a yemin olsun ki, sonsuza kadar o bir daha sana dönmeyecektir” dedi. Bu âyet inip Ma‘kıl onu işitince: “Rabbimin emrini işittim ve ona itaat ettim” dedi. Sonra adamı çağırıp ona da: “Kardeşimi seninle tekrar evlendiriyorum ve sana ikramda bulunuyorum” dedi. (Tirmizî, Tefsir 2/28)

Âyet-i kerîme, boşanmış kadınların yeniden evlenmesinde bir şekilde söz sahibi olan kocalara ve velilere hitap ederek, onların meşrû çerçeve içinde ve huzurlu bir evlilik hayatı sürmek niyetiyle istedikleri erkeklere varmalarına engel olmamalarını istemektedir. Buna göre kocalar, boşadıkları hanımların sahih bir akitle başka erkeklerle evlenmelerine mani olmamalı, velîler de sorumlulukları altında bulunan boşanmış kadınların, istedikleri takdirde, önceki eşleriyle tekrar evlenmelerini engellememelidirler. Zira böyle bir davranış, o hanımlara bir fayda sağlamayacağı, nefislerinin arınıp ruhlarının temizlenmesine vesile olamayacağı gibi, aksine fert ve toplum hayatında bir kısım ahlâkî problemlere, aile şerefini zedeleyecek davranışlara ve rezâletlere yol açabilir. Böyle tehlikeli durumlara kapı aralamamak için Allah Teâlâ’nın bu hususta koyduğu hükümleri tatbik etmek, tek çıkar yoldur. Bu hükümler, Allah ve âhirete inananlara öğüt veren, doğruyu gösterip yanlıştan sakındıran ilâhî yasalardır. Yine bunlar, insanlık için en feyizli, en bereketli, en temiz olan ve pek ziyâde temizliği sağlayan hükümlerdir. Şöyle ki: Meşrû şartlar altında kadının rızâsı ile istediği erkekle nikahlanmasına engel olmamak, zorluk çıkarmamak ve baskı yapmamak öncelikle ilâhî emre sarılmak olacağından bir hayır ve sevaptır. İkinci olarak, karı ve kocanın iffetli davranabilmeleri açısından son derece temiz ve nezih bir durumdur. Çünkü evlenmelerine mâni olunduğu takdirde şüphe altında kalmalarından korkulur. Özellikle hanımlar ve erkekler arasındaki kalbî alakâların esrârengiz bir boyutu olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Zira bütün işlerin hakikatini, gizli ve açık yönlerini en iyi Allah Teâlâ bilir, fakat biz bilemeyiz.

Şimdi de ister nikahlı ister boşanmış olsun annelerin yavrularını emzirmeleri ve onların nafakaları beyân edilmektedir:

233. Anneler, emzirme süresini tamamlatmak isteyen babalar için çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Annelerin yiyecek ve giyeceklerini meşrû çerçeve içinde temin etmek, çocuğun gerçek sahibi olan babaya düşer. Kimse gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutulamaz. Hiçbir anne ve baba çocukları yüzünden zarara uğratılamaz. Baba öldüğünde aynı sorumluluk vârisine düşer. Anne ile baba, birbirine danışıp anlaşarak iki yıl dolmadan çocuğu memeden kesmeye karar verirlerse, bundan dolayı ikisine de bir günah yoktur. Ey babalar! Şâyet çocuklarınızı süt anneye emzirtmek isterseniz, uygun olan ücreti verdikten sonra, bunda da size bir günah yoktur. Allah’a karşı gelmekten sakının ve şunu bilin ki Allah, bütün yaptıklarınız görmektedir.

Cenâb-ı Hakk’ın, kullarına tavsiye buyurduğu emzirme süresi, tam olarak iki yıldır. Anne-baba istedikleri takdirde çocuklarını iki yıla kadar emzirebilirler. Fakat, çocuğun büyümesi ve gelişmesi bakımından bir sıkıntı oluşmayacak tarzda, aralarında istişâre edip anlaşarak iki seneden önce de çocuğu sütten ayırabilirler. Buradan, iki sene emzirmenin farz değil, bir tavsiye olduğu anlaşılmaktadır. Çocuğu öz annesinin emzirmesi önemlidir. Herhangi bir zaruri durum olmadığı takdirde bu, annenin dinî bir vazifesidir. Fakat şartlar gerektirdiğinde çocuğu süt anne de emzirebilir. “Çocuk kendisine ait olan” baba, hem annenin yiyecek ve giyeceğini meşrû ölçüler içinde imkânları nispetinde karşılamalı, hem de eğer çocuğu süt anneye verirse, onun ücretini en uygun miktarda ve vaktinde ödemelidir. Öldüğü takdirde bu sorumlulukları vârisi yerine getirmelidir. Allah Teâlâ, hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle sorumlu tutmadığından, bu uygulamalar esnasında herkes imkânlarına göre hareket etmeli, ne ana, ne baba, ne çocuk, ne süt anne ne de bir başkası asla zarar görmemelidir. Diğer bir ifadeyle şeriat, örf ve aklın güzel gördüğü bir yol takip edilerek onlara zarar verecek söz ve davranışlardan uzak durulmalıdır. Zira Allah, bütün yaptıklarımızı tam olarak görmektedir. Dolayısıyla O’ndan, zât-ı ulûhiyetine yaraşır bir şekilde korkmak, emir ve yasaklarına uygun hareket etmek ve çocukları da anne sütü ile beslemeye özen göstermek lazımdır.

Peki kocaları ölen kadınlar ne yapmalılar? Onlar hakkındaki hükümler de şöyle haber verilir:

Bebek için en tabiî ve en faydalı beslenme maddesi, anne sütüdür. Anne sütünde bebeğin büyümesini ve gelişmesini sağlayacak tüm besinler, en ideal miktar ve nispette yer almaktadır. Anne sütü temizdir ve en uygun sıcaklıktadır. Bu sebeple hiçbir yiyecek veya içecek anne sütünün yerini tutamaz. Anne sütünün, beslenmeye ilâveten, aynı zamanda bebeği hastalıklardan koruyucu özelliği de vardır. Anne sütüyle beslenen çocuklarda başta enfeksiyon hastalıkları olmak üzere birçok hastalığın ve allerjilerin görülme sıklığı azalmakta, üstelik beyin ve zeka gelişimi daha iyi olmaktadır. Emzirme sırasında anne ile bebek arasında aynı zamanda güçlü bir duygusal bağ oluşmakta ve bu güven bağı, bebeklerin çocukluk dönemlerini dahi müspet yönde etkilemektedir. Emzirmenin, sadece bebek açısından değil, anne sağlığı açısından da büyük önemi vardır. Bebeklerini emziren kadınlar, doğumun menfi etkilerinden daha erken bir zamanda kurtulabilmekte, kanamanın azalıp rahmin bir an önce toparlanmasına yardımcı olmakta ve ileri yaşlarda göğüs kanseri görülme riski azalmaktadır.

234. Vefat eden mü’minlerin geride bıraktıkları eşleri, yeniden evlenebilmek için dört ay on gün bekleyeceklerdir. Bekleme süresi dolunca, meşrû çerçevede kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Kocaları vefat etmiş kadınların, dört ay on gün beklemeleri farzdır. Bu süre içinde hem hamile olup olmadıkları kesin olarak anlaşılır, hem de eşlerinin ölümüyle sarsılan ruh hallerinin düzelip hayata intibak sağlamalarına zemin hazırlanmış olur. Eğer hâmile iseler, çocuklarını doğuruncaya kadar beklemeleri gerekir. (bk. Talâk 65/4) Bu süre zarfında evlenemezler, kendilerine açıktan evlilik teklifi yapılamaz ve zaruri bir durum olmadıkça kocalarının evlerinde kalırlar. Bu hususla alakalı olarak Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Allah’a ve âhiret gününe inanan bir kadının, herhangi bir ölü için üç günden fazla yas tutması caiz değildir. Ancak ölen kişi kocası ise, onun için dört ay on gün yas tutar.” (Buhârî, Talâk 46; Müslim, Talâk 58) Yas tutan kadın ise renkli elbiseler giymez, makyaj yapmaz ve koku sürünmez. (bk. Buhârî, Cenâiz 31) Yas tutmanın sebebi nafaka, mesken ve benzeri ihtiyaçlarının karşılanmasının yegâne sâikı olan nikah nimetinden mahrum kalmasından dolayı kadının, gönül kırıklığı ve üzüntüsünü ortaya koymasıdır. Zira ölüm ve bununla gelen nikahtan mahrumiyet, sevinilecek bir durum değil, iffetli yaşama hassasiyeti taşıyan ince ruhlu kadınlar için ciddi bir mâtem sebebidir. Fakat bunlar, iddetlerini tamamladıklarında, bu süre içinde yapmaları yasak olan bazı meşrû şeyleri yapmalarında bir sakınca yoktur. Mesela makyaj yapıp süslenebilir, koku sürünebilir ve açıktan evlilik tekliflerine muhatap olabilirler. İçlerindeki kadınlık duygularını meşrû ölçüler içinde hayâ ve edep dairesinde ortaya koyabilirler. Onlar üzerinde söz sahibi olan kişiler, buna mâni olmamalıdırlar. Çünkü bunda kendileri için bir günah söz konusu değildir. Evlenecek olan erkekler de onlara evlilik tekliflerini adabına uygun yapmalıdırlar. Şöyle ki:

235. Vefat iddeti bekleyen kadınlara evlenme isteğinizi üstü kapalı bir şekilde çıtlatmanızda veya bunu gönlünüzde gizlemenizde size bir günah yoktur. Allah biliyor ki, nikâhlamak üzere siz onları hatırınızdan geçireceksiniz; fakat günah olmayacak bir sözle bunu hissettirmeniz dışında onlarla gizlice sözleşmeyin. Bekleme süresi dolmadan da onları nikâhlamaya kalkışmayın. Şunu iyi bilin ki, evlenme konusunda içinizden geçenleri Allah çok iyi bilmektedir. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının. Yine bilin ki Allah, çok bağışlayandır, ceza vermekte hiç acele etmeyendir.

Burada kullanılan اَلتَّعْر۪يضُ (ta‘rîz), bir şeyi üstü kapalı olarak bildirmek, çıtlatmak, hem o mânaya hem de başka mânaya ihtimâli olacak şekilde ifade etmeye çalışmaktır. Vefât iddeti bekleyen kadınlara, “sen çok güzel ve sâliha bir hanımsın”, “senin gibi bir hanıma istek duyuyorum”, “şöyle şöyle vasıflara sahip bir hanıma muhtacım”, “sana arzu duyan niceleri var”, “ben ahlâkı güzel, infakı bol, hanımlarla geçimi güzel biriyim” gibi üstü kapalı sözlerle nikâhlarına tâlip olunduğunu çıtlatmakta bir sakınca yoktur. Bu tür evlenme arzu ve düşüncelerini açığa vurmayıp içimizde saklamamızda da bir günah yoktur. Fakat “ben seninle evlenmek istiyorum”, “ben senin nikâhına tâlibim” gibi açık ifadeler kullanmak caiz değildir.

Belirtilen şekilde meşrû sözler söylemek dışında o kadınlarla gizlice anlaşmak, neticesi gayr-i meşrû ilişkiye varacak şekilde sözleşmek haramdır. Farz olan bekleme süresi dolmadan önce onlarla nikah akdinde bulunmak ve buna azmetmek de haramdır. Allah’ın helâl kıldıklarıyla yetinmeli, sabırsızlık göstererek böyle yasak yollara teşebbüs edilmemelidir. Allah, içimizden geçirdiğimiz düşünce ve niyetlerimizi de en iyi şekilde bilmektedir. Bu inançla, haramlardan uzak durarak Allah’ın azabından sakınmak gerekir. Şayet daha önce bir kısım hatalarımız olduysa, şüphesiz Allah günahları çok bağışlayandır. Günah işliyor, fakat cezasını hemen görmüyorsak, bu da Rabbimizin Halîm olmasından, yâni cezalandırmada acele etmemesindendir. Dolayısıyla buna da aldanmamak ve bir an önce hatalardan dönmek gerekir.

Bundan sonraki iki âyet-i kerîme, boşanma ve mehirle alakalı bazı özel durumları açıklığa kavuşturmaktadır:

236. Evlenip de henüz kendileriyle cinsî münâsebette bulunmadığınız veya mehirlerini belirlemediğiniz kadınları boşamanızda size bir günah yoktur. Fakat onlara, mânevî tazminat olarak bir geçimlik verin. Zengin olanlar kendi güçlerine, fakir olanlar da kendi imkânlarına göre, onlara gönüllerini alacak ve örfe uygun düşecek şekilde uygun bir geçimlik versin. İyilik ve ihsân sahiplerine yakışan da budur.

237. Mehirlerini belirlediğiniz halde kendileriyle cinsî münâsebette bulunmadan onları boşarsanız, bu durumda kararlaştırdığınız mehrin yarısını onlara vermeniz gerekir. Ancak kadınlar alacakları mehirden vazgeçebilir veya nikâhı elinde bulunduran erkekler mehrin tamamını bağışlayabilir. Fakat ey erkekler! Sizin cimrilik yapmayıp mehrin tamamını vermeniz takvâya daha uygun bir davranıştır. Birbirinize erdemli ve lutufkâr davranmayı ihmal etmeyin. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.

Mehri belirlenmeden ve kendisiyle cinsî münasebette bulunulmadan boşanılan kadına verilecek şeyin asgarisi, baştan aşağı örtünmeyi sağlayacak bir başörtüsü, bir elbise ve bir pardesüdür. Bunların bedelini para olarak vermek de mümkündür.
Kur’ân-ı Kerîm’in tesis etmek istediği fert, aile ve toplum düzeninin ruhunu pek güzel aksettiren bu âyetler, önce boşanmayla ilgili kaidelerden bir kısmını belirleyerek karşılıklı hakları tespit etmekte, sonra da insanlara bu kaidelerin ötesinde pek yüce bir hedef göstermektedir. O da “faziletli davranmak, insanlar arası ilişkilerde fazileti elden bırakmamak”tır. Özellikle 237. âyetin verdiği bu dersi safhalar halinde şöyle ele alabiliriz:

Önce her iki tarafın hak ve sorumlulukları net bir şekilde ortaya konmuştur ki, bu “kararlaştırılmış mehrin yarısını vermek” şeklindedir.
Daha sonra her iki tarafa da, kendilerine verilmiş olan haklarda tasarruf yetkisi tanınmış ve bu haklardan fedakârlıkta bulunabilecekleri hatırlatılmıştıur. Buna göre, kadın isterse hakkı olan mehri almayıp karşı tarafa bağışlayabilir. Veya erkek, mehrin sadece yarısını vermekle yükümlü olduğu halde, gönül alma yolunu seçerek kadına mehrin tamamını verebilir.
Kullar “mehri tamamen ödemek, hiç almamak veya tümünü bağışlamak” şıklarından birini tercih etme hususunda serbest bırakılmışlardır. Ancak Kur’an, mecbur tutmamakla birlikte, Allah’ın rızâsını arayanları, üçüncü şıkka yönlendirmektedir.
Böylece fedakârlığın kuvvetli tarafa yakıştığını belirtmek suretiyle, Kur’an medeniyetinin en önemli esası tespit edilmiş bulunmaktadır: “Aranızda fazileti ihmal etmeyin.” Bu, hakkı kuvvette arayan maddeci anlayışa karşılık, kuvvetini haktan alan bir muhteşem medeniyet anlayışıdır ki, bu âyetten sonra Bakara sûresinin sonuna kadar devam eden âyetler, özellikle faiz ve zekâtla ilgili emir, yasak, teşvik ve sakındırmalar hep bu anlayışı perçinlemekte ve müslümanları tepeden tırnağa bir fazilet âbidesi hâline getirecek bir terbiyeyi işlemektedir.
Âyetin en son cümlesi ise, her şeyi açıklayan ve insanın içindeki bütün iyilik çekirdeklerini bir nükleer enerji santralı gibi harekete geçiren bir cümledir: “Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.” (Bakara 2/237) Hiçbir hakkın zâyi olmayacağı, hiçbir iyiliğin de karşılıksız kalmayacağı büyük hesap gününe inanan bir kimse için bundan başka bir öğüde ihtiyaç var mıdır? (Kandemir ve diğerleri, Kur’ân-ı Kerîm Meâli, I, 133)

Dolayısıyla müslüman Kur’an’ın bayraklaştırdığı bu fazilet anlayışını iyi anlamalı, kendini tamamen dünyaya kaptırmamalı, faziletlerle dolu bir hayat yaşamaya çalışmalı, bunun için de namaza gereken ehemmiyeti vermelidir:

238. Namazları, özellikle orta namazı vaktinde, eksiksiz ve şartlarına uygun olarak kılmaya devam edin. Allah’ın huzurunda derin bir saygıyla el bağlayıp divan durun.

“Namazı muhafaza”, en kıymetli varlıklarımızı koruduğumuz gibi, namazları da öyle korumak, onları eksiksiz bir şekilde vakitlerine, rukûn ve şartlarına, vâciplerine, sünnetlerine ve âdâbına dikkat ederek, huşû içinde devamlı kılmaktır. “Namazlar”dan maksat, bir günde kılınan beş vakit namazdır. “Orta namaz”ın hangisi olduğu hakkında ise farklı rivayetler vardır. Bu göre:

1. Maksat ikindi namazıdır. Çünkü o, geceleyin kılınan akşam ve yatsı namazlarıyla gündüzün kılınan sabah ve öğle namazları ortasında yer almaktadır. Bu mânaya, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz’in Hendek gazvesi sırasında buyurduğu şu söz de delâlet etmektedir:

“Müşrikler bizi orta namaz yâni ikindi namazından alıkoydular. Allah onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.” (Müslim, Mesâcid 205; Buhârî, Cihâd 98)

İkindi vaktinde insanlar, ticâret, alış veriş ve diğer çalışmalarla yoğun bir şekilde meşgul olduklarından, bu hengâmede ikindi namazının kaçırılmamasına dikkat çekilmiştir. Efendimiz de, “İkindi namazını kılmayan kimse ehlini ve malını kaybetmiş gibidir” ikâzında bulunmuştur. (Buhârî, Mevâkît 14; Müslim, Mesâcid 200)

2. Sabah namazıdır. Nitekim Rasûllullah (s.a.s.), bir gün sabah namazını kılıp rukudan önce kunut yapmış, elini kaldırıp dua etmiş ve sonunda: “İşte bu, içerisinde boyun büküp dua ederek kılmamız emredilen orta namazıdır” buyurmuştur. (Beyhaki, Sünenü’l-Kübra, I, 461)

3. Öğle namazıdır. Zeyd b. Sabit (r.a.) şöyle anlatır: “Peygamber (s.a.s.), öğle sıcağında namaz kılar, insanlar da kendilerini sıcaktan koruyacak barınaklarında bulunurlar, cemaate gelmezlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, orta namazdan bahseden âyeti indirdi ki maksat öğle namazıdır.” Rivayete göre o zaman öğleyin Efendimiz (s.a.s.)’in arkasında ancak bir iki saf cemaat bulunurdu. Resûlullah (s.a.s.): “Vallahi, gönlümden geçiyor ki şu namaza gelmeyen kavmin üzerlerine evlerini yakayım” buyurmuş, bunun üzerine bu âyet inmiştir. (Buhârî, Ezan 29; Nesâî, İmâmet 49) Bir de öğle namazı, Resûlullah’ın Cebrâil’in imamlığı ile kıldığı ilk namazdır. Bundan başka cuma namazı bu vakittedir. Bunun fazileti ise bilinmektedir.
4. Akşam namazıdır.

5. Yatsı namazı olduğu da söylenmiştir.

6. Beş vakit namazın tamamıdır. Çünkü namaz, iman ile diğer ameller arasında ortada bulunan bir ibâdettir.

7. Orta namaz beş vakit namazdan başka bir namaz olup, mesela gece namazı olması da mümkündür. Çünkü en özenilen ve insanın en dingin olduğu vakitte kılınan namaz olması sebebiyle bu mâna da göz ardı edilemez. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 164-165; Elmalılı, Hak Dini, I, 810-812)

Bu görüşler içinde orta namazın “ikindi namazı” olması görüşünün delilleri daha kuvvetli olup müfessirler daha çok bu görüş üzerinde karar kılmışlardır. Fakat mevsimlere ve iklimlere göre bu vakitlerden birinin önem kazandığı da bir gerçektir. Mesela Mekke-Medine için orta namaz ikindi iken, Türkiye için sabah namazı olabilir. Bunun delillerinden biri ay takvimine göre günün ilk namazı akşam olup buna göre orta namaz sabah namazıdır. Ayrıca Türkiye’de en çok kaçırılan namaz da sabah namazıdır. “Orta namaz” ifadesinin beş vakti içine alması ise ayrı bir mâna ve önem taşımaktadır.

Âyetin, “Allah’ın huzurunda derin bir saygıyla el bağlayıp divan durun” (Bakara 2/238) kısmı, namaz kılarken kulun Allah huzurunda saygıyla duruşunun nasıl olması gerektiğini haber verir. Burada geçen “kunût” kelimesinde “bir şeye ısrarla devam edip durmak, itaat etmek, huşû içinde olmak, susmak ve kıyamda durmak” gibi mânalar vardır. Dolayısıyla âyet bize, Allah’a gönülden itaat ve kulluğa devam etmemizi, ibâdetlerimizi huşû içinde edâ etmemizi, susarak ve etraftan alakamızı keserek dikkatimizi namaza teksif etmemizi ve mümkün olduğu ölçüde kıyam, kıraat, rukû, secde ve dualarımızı uzun yapmamızı emretmektedir.

Âyetin şöyle bir de iniş sebebi vardır:

Zeyd b. Erkam (r.a.) der ki: “Biz namaz kılarken konuşurduk. Yine kişi namazda yanında bulunan arkadaşı ile konuşurdu. Bu âyetle, namazda susmakla emrolunduk ve konuşmamız yasaklandı.” (Müslim, Mesâcid 35; Buhârî, Amel fi’s-Salât 2)

Namaz kulu Allah’a bağlayan o kadar mühim bir ibâdettir ki, Yüce Rabbimiz, ne durumda olunursa olunsun hiçbir şekilde onun terk edilmesine izin vermemektedir:

239. Eğer bir korku ve tehlike söz konusu olursa namazınızı yürürken veya binek üzerinde kılabilirsiniz. Emniyete kavuştuğunuzda ise, bilmediklerinizi size öğrettiği şekilde Allah’ı zikredin; namazı şartlarına uygun olarak kılın.

Bu âyet-i kerîme, düşmanın saldırması, yırtıcı hayvanın parçalaması, yılan, akrep gibi haşerâtın sokması gibi tehlikeli ortamlarda bile namazın nasıl kılınabileceğini öğretmektedir. Bu durumdaki kişi, piyâde veya binitli olarak nasıl durabilirse, hangi tarafa yönelebilirse, belki imâ ile de olsa öylece namazını kılabilir. Yâni mevcut şartların tanıdığı imkânlar doğrultusunda imâ ve işaret dâhil olmak üzere nasıl kılınabilecekse namaz öylece kılınmalıdır. Namazın vücut hareketleriyle ilgili olarak bir kısım farz, vacip ve sünnetleri bulunsa da, ondan maksat gönülden Allah’ı zikretmek ve kulluğumuzu O’na arzetmektir. Bu sebeple, vücut hareketlerini yapmaya bir mâni çıktığında, onlar terk edilebilir, fakat namaz asla terk edilemez. Zira namazın ruhunu teşkil eden zikir, her durumda mümkündür. Bu şekilde kılınan namaza “korku namazı” denilir. Bu namazın savaş esnâsında cemaatle kılınması konusu Nisâ sûresi 101-13. âyetlerde açıklanmıştır. Şartlar normale döndüğünde ve korku gidip emniyet hâli geldiğinde ise namazlar, Allah Teâlâ’nın öğrettiği ve Peygamber Efendimiz’in tatbik ettiği şekilde bütün şartlarına, farz, vâcip, sünnet ve âdâbına dikkat edilerek kılınacaktır. Ruhsatların ne zaman ve hangi şartlar altında kullanılacağı bellidir. Bunları normal zamanlara da taşırmamak ve gevşeklik göstermemek lazımdır.

Yaratılışın esas gayesi olan kulluğa ve kulluğun da en mühim vasıtası olan namaza temas edildikten sonra şimdi de kocası ölmüş kadınların kalan bir kısım haklarını da beyân etmek üzere şöyle buyrulmaktadır:

240. Kendilerine ölüm gelip de geride eşler bırakacak olanlarınız, onların bir yıl süreyle evlerinden çıkarılmadan geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler. Şâyet onlar kendi istekleriyle çıkıp giderlerse, kendileri hakkında meşrû olarak yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

Bu âyet-i kerîme, İslâm’ın ilk yılarında henüz kadınlara miras hakkı verilmeden önce, kocası vefat etmiş olan hanımların bekleme sürelerini ve nafakalarının teminini emretmekteydi. Buna göre bu durumdaki kadınlar bir yıl süreyle kocalarının evlerinde kalacak ve geçimlerini oradan sağlayacaklardı. Kendi arzularıyla evden çıktıkları takdirde ise, evlenmeden beklemek şartıyla, nafaka haklarından vazgeçmiş oluyorlardı. Daha sonra kadına duruma göre dörtte veya sekizde bir miras verilmesini emreden ayetle (bk. Nisâ 4/12) vârise vasiyette bulunmak neshedilince, buradaki vasiyet hükmü de kaldırılmıştır. Âyetten anlaşılması mümkün olan bir yıllık bekleme süresi ise, önce geçen ve kocası ölen hanımlara dört ay on gün bekleme mecburiyeti getiren Bakara sûresi 234. âyetle kaldırılmıştır.

Boşanmış kadınların haklarına gelince:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
241. Boşanmış kadınlara geçimlerini sağlamak için verilmesi gereken bir nafaka vardır ki, bu da takvâ sahibi olanlar üzerine bir borçtur.

242. Düşünüp anlamanız için Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor.

Boşanmış kadınlara verilecek şeylerden maksat, kendileriyle ilişkiden sonra boşanan kadınlar için iddet nafakası, mehirsiz nikahlanan ve kendisiyle ilişkide bulunulmadan boşanmış kadınlar için de müt‘a olabilir. Müt‘anın hükmü Bakara 236. âyette açıklandığından, burada bahsedilenin, boşanmış kadının iddet nafakası olduğu anlaşılmaktadır. Koca boşadığı kadının, meşrû çerçevede ve maddî imkânlarına göre iddet müddeti içinde nafakasını temin edecektir. Allah’tan korkan ve O’nun azabından emin olmak isteyenler üzerine bu bir borçtur. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın bizim dünya ve âhiret saadetimiz için beyân ettiği âyetler, emrettiği hükümlerdir. Bunlar üzerinde inceden inceye düşünmemiz ve gereğine göre amel etmemiz lazımdır. Çünkü dünya hayatının sonu ve bütün yaptıklarımızın hesabını vereceğimiz âhiret hayatının başlangıcı olan ölüm kaçınılmazdır:

243. Sayıları binlerce olduğu halde ölüm korkusuyla yurtlarını terk edip gidenleri görmedin mi? Allah onlara: “Ölün!” buyurdu; öldüler de sonra onları yeniden diriltti. Doğrusu Allah, insanlara karşı çok lutufkârdır, fakat insanların çoğu şükretmez.

244. Allah yolunda savaşın ve iyi bilin ki Allah, her şeyi hakkıyla işiten ve bilendir.

243. âyette bahsedilen kimselerle ilgili olarak şöyle bir olay anlatılır:

İsrâiloğulları’ndan Vâsit civarında Dâverdân denilen bölgede oturan bir topluluk vardı. Orada vebâ salgını çıktı. Zenginler ve önde gelenler kaçıp gitti, fakir ve çaresizler kaldı. Geride kalanların çoğu helâk oldu. Kaçanlar ise ölümden kurtulup hastalık ortadan kalkınca sıhhatli olarak geri döndüler. Kasabada kalıp helâk olmayanlar, “Kaçan arkadaşlarımız bizden daha ihtiyatlı davrandılar. Eğer biz de onlar gibi yapsaydık, hepimiz hayatta kalırdık. Şayet ikinci bir kez daha veba salgını olursa biz de buradan, veba olmayan yere çıkıp gideceğiz” dediler. Bir yıl sonra tekrar vebâ çıktı. Kasabanın tüm halkı kaçıp iki dağ arasında bir vâdiye indiler. Buraya yerleşip kurtulduklarını sandıkları sırada, vâdinin alt ve üst tarafından birer melek onlara, “Ölünüz!” diye nidâ etti. Allah’ın emri ve dilemesiyle herhangi bir hastalık olmaksızın hepsi, tek bir insanın ölümü gibi, bir anda öldüler. Hayvanları da öldü. Üzerlerinden sekiz gün geçti. Cesetleri şişip dağıldı ve koktu. Etraftaki insanlar gelip onları defnetmek istediler, fakat buna güç yetiremediler. Sonunda yırtıcı hayvanların parçalamasından korumak için etraflarını duvarla çevirdiler. Bir müddet böylece kaldılar. Cesetleri çürüdü ve kemikleri ortada kaldı. Hazkîl adında bir peygamber, bu çürümüş cesetlerin yanına uğradı. Gördüğü şeyin çokluğu sebebiyle durup hayretler içinde tefekkür etmeye başladı. Bu sırada Allah Teâlâ ona, “Sana bir mûcize göstermemi ister misin?” diye vahyetti. “Evet” deyince Cenâb-ı Hakk ona: “Ey kemikler! Allah sizin toplanıp bir araya gelmenizi emrediyor” diye nidâ etmesini söyledi. O da böylece nidâ edince vâdide bulunan bütün kemikler bir araya toplanıp bir kısmı bir kısmına bitişerek etsiz ve kansız, kemikten cesetler haline geldiler. Sonra Allah Teâlâ ona tekrar: “Ey ruhlar! Allah size dirilip ayağa kalkmanızı emrediyor” demesini istedi. O da bu şekilde söyleyince kalktılar ve: سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ وَ بِحَمْدِكَ لَا إِلٰهَ اِلَّا أَنْتَ (Sübhânekellahumme ve bihamdike lâ ilâhe illâ ente) “Ey Allah! Seni tüm noksan sıfatlardan pak ve uzak tutar, seni tesbih eder ve sana hamd ederiz. Senden başka ilâh yoktur!” diyerek yeniden hayata döndüler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 794-795)

Bu kıssa, mü’minleri zarûrî bir son olan ölümden korkmamaya ve Allah yolunda cihad edip şehîd olmaya teşvik etmektedir. Allah’a teslimiyet ve tevekküle çağırmaktadır. Korkunun ölüme fayda vermeyeceği gerçeğinden hareketle, ölümden kaçmak yerine üzerimize terettüp eden vazifeleri yapmaya gayret göstermemiz tavsiye edilmektedir. Zira nerede olursak olalım ölüm mutlaka gelecek ve ondan kaçış mümkün olmayacaktır. O halde bunun Allah yolunda gerçekleşmesi en akıllı yoldur.

O halde mü’minler, hiçbir şeyden korkmadan ve çekinmeden Allah yolunda savaşmalıdırlar. Onun dinini yüceltmek gayesiyle mücâhede ve mücâdele etmelidirler. Gerektiğinde mallarını ve canlarını o uğurda cömertçe harcamalıdırlar. Çünkü böyle yaptıklarında iki güzel neticeden birine mutlaka kavuşacaklardır. Yâ gâlip gelip zafer elde edecekler veya şehîd olup Allah’ın rızâsına ve nimetlerine ereceklerdir. Çünkü Allah her şeyi hakkiyle işitmekte ve bilmektedir. Yapılan amellerin mükâfatını fazlasıyla verecektir ki, bir sonraki âyette özellikle bu konuya temas edilmektedir:

245. Kim Allah’a güzel bir borç verecek olursa, Allah onu kat kat fazlasıyla kendisine geri ödeyecektir. Allah, geçimliğinizi ve iç dünyanızı bazan olur sıkar daraltır, bazan olur açar genişletir. Zâten siz, eninde sonunda yalnız O’na döndürüleceksiniz.

Karz-ı hasen”, gönülden koparak, güzel bir niyet ve ihlasla, dişinden tırnağından kırparak, helâl ve temiz olan şeylerden verilen borçtur. Şahsi menfaat ve çıkar sebebiyle değil, sadece Allah’ı râzı etmek için verilen borçtur. Allah’a verilen karz-ı hasen ise, O’nun yolunda yapılan cihad ve infaklardır. Allah bunlara mükâfat olarak kat kat karşılık verecektir. Bunun miktarını ancak Allah bilir. Yalnız bir kısım âyetlerde bu miktarın bire yediyüz ve daha fazla olabileceği haber verilir. (bk. Bakara 2/261)

Bu âyetin, Ebuddahdâh isimli sahâbe hakkında indiği rivayet edilir. Bir gün: “Ey Allah’ın Rasûlü, benim iki bahçem var. Birini tasadduk etsem onun bir benzeri bana cennette verilir mi?” diye sorunca Peygamber Efendimiz: “Evet” buyurdu. O: “Hanımım Ummuddahdâh da benimle beraber olacak mı?” diye sordu. Efendimiz: “Evet” buyurdu. “Çocuğum da benimle beraber olacak mı?” sorusuna Efendimiz yine “Evet” dedi. Bunun üzerine اَلْحَن۪ينَةُ (Hanîne) adındaki en güzel bahçesini tasadduk etti. Sonra bahçeye varıp kapısında durarak yaptıklarını hanımına haber verdi. Hanımı: “Yaptığın alış verişi Allah mübârek kılsın” dedi. Bunun üzerine bahçeden çıkıp orasını Allah Resûlü (s.a.s.)’e teslim ettiler. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 141-142)

Allah Teâlâ, fert ve toplumlara bazan darlık verir, bazan genişlik verir. Bazan rızkı azaltır, bazan bollaştırır. Darlık olunca ümitsizliğe kapılmamalı, bolluk olunca da şımarmamalıdır. Her iki halde de imkânlar nispetinde dişinden tırnağından keserek Allah yolunda vermeye gayret gösterilmelidir. Şu hadis-i kudsî, Allah’a güzel bir borç vermenin mânasını daha muşahhas hâle getirmektedir:

“Allah Teâlâ kıyâmet gününde şöyle buyurur: «Ey Âdemoğlu! Hastalandım, beni ziyaret etmedin.» Âdemoğlu: «Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl ziyaret edebilirdim?» der. Allah Teâlâ: «Falan kulum hastalandı, ziyaretine gitmedin. Onu ziyaret etseydin, beni onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun? Ey Âdemoğlu! Beni doyurmanı istedim, doyurmadın» buyurur. Âdemoğlu: «Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl doyurabilirdim?» der. Allah Teâlâ: «Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer ona yiyecek verseydin, verdiğini benim katımda mutlaka bulacağını bilmez misin? Ey Âdem oğlu! Senden su istedim, vermedin» buyurur. Âdemoğlu: «Ey Rabbim! Sen âlemlerin Rabbi iken ben sana nasıl su verebilirdim?» der. Allah Teâlâ: «Falan kulum senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin, verdiğinin sevabını katımda bulurdun. Bunu bilmez misin?» buyurur.” (Müslim, Birr 43)

Nihâî dönüşümüz Allah’a olacağı ve yaptıklarımızın hesabını O’na mutlaka vereceğimiz için ilâhî tâlimatların sesine kulak vermemiz ve hayatımızı ona göre düzenlememiz icâb etmektedir. Allah yolunda savaşmayı ve yapacağımız her türlü fedakârlığı büyük bir kazanç kapısı olarak görmeli ve kaybedenlerden olmamaya çalışmalıyız. Şimdi bunun kazananlar ve kaybedenleriyle güzel bir misâli verilmektedir:

246. Mûsâ’dan sonra İsrâiloğulları’ndan önde gelenlerin neler yaptığına bir baksana! Hani peygamberlerine: “Başımıza bir hükümdar tâyin et de onun emrinde Allah yolunda savaşalım” diye müracaatta bulunmuşlardı. O da: “Şayet size savaş farz kılınır da ya korkup savaşmazsanız, ne olacak?” diye sorunca, onlar: “Yurdumuzdan sürülmüş, çoluk-çocuğumuzdan edilmişken nasıl olur da Allah yolunda savaşmayız!” dediler. Fakat kendilerine savaş farz kılınınca, pek azı dışında, hepsi sözlerinden döndüler. Allah, o zâlimleri çok iyi bilmektedir.

İçinde “doldurmak” mânası bulunan الْمَلَأ (mele) ismi, bir topluluk ifade eder. Toplandıkları zaman göz ve yer dolduran; insanların gözlerini mehâbetle, meclisleri güzelliklerle dolduran bir topluluk ve cemiyet demektir. Daha ziyâde toplumun ileri gelen, görüşüne müracaat edilen, şeref ve söz sahibi kimselerini belirtmek için kullanılır. Âyette zikredilen peygamberin, İşmûyil (a.s.) olduğu söylenir. Fakat Kur’an’ın anlattığı bu kıssadan maksat, hâdisenin tarihini ve kahramanların isimlerini bildirmek değil, vuku bulan olayın mânasını idrak edip ondan gerekli ibretleri alabilmektir. Bu sebeple “peygamberlerden biri” buyrulup isim verilmemiş, Peygamber Efendimiz’e dahi gizli îmada bulunulmuştur.

İsrâiloğulları’ndan sözü edilen grup, peygamberlerinden, emrinde savaşmak üzere bir kumandan tayin etmesini istemişler, o da kavminin hâlet-i ruhiyelerini çok iyi bildiğinden savaşın emredilmesi durumunda zuhur edebilecek zâfiyetlerle ilgili endişelerini dile getirmiştir. Onlar, “hangi şartlar altında olursa olsun biz Allah yolunda savaşa hazırız” diyecekleri yerde, savaşma gerekçeleri olarak, yurtlarından çıkarılmalarını ve evlatlarından uzak bırakılmalarını ileri sürmüşlerdir. Himmetlerini ulvî değil, süflî bir gâyeye bağlamışlardır. Dolayısıyla savaş farz kılınınca da, peygamberin endişesi doğru çıkmış, çok azı müstesnâ hiçbiri sözünde durmamış, emre riâyet etmemiş ve hepsi dönüvermişlerdir. Bu ise büyük bir zulüm ve vahim bir hata idi. Allah zâlimleri çok iyi bilmekte ve onlara ona göre muamele etmektedir.

Olayın ikinci safhası şöyle:

247. Peygamberleri onlara: “Allah size hükümdar olarak Tâlût’u tâyin etti” dedi. Hemen itiraz edip “O bize nasıl hükümdar olabilir ki? Biz hükümdarlığa ondan daha layığız; kaldı ki kendisine verilmiş öyle fazla bir serveti de yok” dediler. Peygamberleri şöyle cevap verdi: “Allah onu seçip size üstün kıldı. Ona hükümdarlık için gerekli geniş ilimle birlikte, iktidarını yürütebileceği sağlam bir yapı bahşetti. Allah hükümdarlığı kime dilerse ona verir. Allah’ın lutfu çok geniş, ilmi sonsuzdur.”

Peygamberleri onlara Allah’ın emriyle Tâlût isminde birini hükümdar tâyin etti. Tâlût, ne peygamberlerin ne de hükümdarların geldiği soydandı. Bu sebeple İsrâiloğulları, hükümdar tâyin edilen bu kişinin, kral soyundan gelmemesini içlerine sindiremediler. Zira onlara göre iktidar, büyük servet ve sermâye sahiplerinin olmalıydı. Halbuki bu fikir, cemiyetin menfaatine ve adâlet prensibine aykırıdır. Çünkü iktidâra, zenginlerin değil, ehil olan kimselerin geçmesi gerekir. Bu da, kişinin mânevî gücü, bilgisi ve tecrübesiyle birlikte kuvvet ve cesâretine bağlıdır. Bundan dolayı Allah Teâlâ onlara, bu düşüncelerinin yersiz olduğunu ve hükümdar olmaya, Allah’ın bunun için seçtiği kimselerin hak sahibi olduklarını bildirmiştir. Nitekim, “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın” (Âl-i İmrân 3/26) âyetinde de bu ilâhî kanuna işaret edilir.

Âyet-i kerîme, Tâlût’un hükümdarlığa ehil olduğunu açıklamakta ve bu ehliyeti de onda bulunan iki husûsiyete bağlamaktadır: İlim ve kudret. Bu iki vasıf, hükümdarlığa hak kazanmak için onların ileri sürdüğü ilk iki vasıftan yani mal ve makamdan daha üstündür. Bu gerçeği şu şekilde izah etmek mümkündür:

İlim ve kudret, gerçek olgunluk vasıflarındandır. Mal ve makam böyle değildir.
İlim ve kudret, insanın kendi cevherinde bulunan mükemmelliklerdendir. Mal ve makam ise, insanın zâtından ayrı iki şeydir.
İlim ve kudreti insandan koparıp almak mümkün değildir. Mal ve makamı ise insandan soyup almak mümkündür.
Devletin ve milletin menfaatini koruyup düşmanın kötülüklerini yok etmede siyâset ilmini, harp sanatını iyi bilen ve savaşa son derece dayanıklı olan bir kimseden elde edilecek fayda, işleri zabt-u rabt altına alabilecek liyâkati ve düşmanı geri döndürecek gücü olmayan, bununla birlikte asil ve zengin olan bir kimseden elde edilecek faydadan çok daha fazla ve mükemmeldir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 147-148)

Tâlût hükümdar tayin edildikten sonra İsrâîloğulları bu sefer de peygamberlerinden, onun hükümdar olduğunu gösteren bir delil getirmesini istediler:

248. Peygamberleri devamla şunu söyledi: “Tâlût’un hükümdar olduğunun alâmeti, size meleklerin taşıdığı sandığın gelmesidir. O sandığın içinde Rabbinizin size bağışladığı bir gönül huzuru ile Mûsâ ve Hârûn ailesinden kalan şeyler bulunmaktadır. Eğer gerçekten mü’min iseniz bunda sizin için kesin bir delil, bir işaret vardır.”

Bu delil, daha önce ellerinden çıkmasına mâni olamadıkları Tâbût’un geri gelmesi olacaktır. Tâbût, sandık demektir. Hz. Mûsâ tarafından yaptırılmıştır. Onda bir sekînet yani gönül huzûru ve yüksek moral veren bir husûsiyet vardı. Yine onun içinde Tevrât levhaları, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’dan kalan elbise, asâ ve sancak gibi bir kısım eşya bulunuyordu. Bu sandık seferde askerlerin önünde götürülür, böylece askerin morali yükselir, güçleri ve mâneviyâtı takviye olurdu. Nihâyet Allah Teâlâ, bu sandığı melekler vasıtasıyla Tâlût’un evinin önüne koydurdu. Bunu gören İsrâîloğulları, Tâlût’un hükümdarlığını kabul ederek itirazlarından vazgeçtiler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 821)

Sandığı getirtmek suretiyle Cenâb-ı Hak, Tâlût’un hükümdarlığına dâir İsrâiloğullarının istediği alâmeti göstermişti. Ancak, ilk anda peygamberin emrine karşı itiraz etmeleri ve teslimiyetteki zafiyetleri sebebiyle onların îman seviyelerini ortaya çıkaracak bir imtihan da kaçınılmaz olmuştu:

249. Tâlût ordusuyla birlikte hareket edince askerlerine hitâben şöyle dedi: “Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Ondan içen benden değildir. Ondan hiç tatmayan ise elbette bendendir. Ancak sadece eliyle bir avuç alanlara izin var.” Fakat pek azı dışında hepsi ondan içti. Tâlût ve beraberindeki mü’minler ırmağı geçince geride kalanlar: “Bu gün bizim Câlût ve ordusuyla savaşacak gücümüz kalmadı” dediler. Allah’ın huzuruna çıkacaklarını kesin olarak bilenler ise: “Az sayıdaki nice topluluk, çok sayıdaki nice kalabalığı Allah’ın izniyle yenmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir” dediler.

Tâlût, hükümdar olduktan sonra ordusunu düzene koydu ve Câlût’un üzerine yürüdü. Mevsimin çok sıcak olması sebebiyle askerin suya ihtiyacı da fazlaydı. Fakat o dönemin peygamberine Cenâb-ı Hak’tan bir tâlimât geldi. Tâlût’un askerleri bir nehirle imtihan edileceklerdi. Bu ilâhî emri öğrenen Tâlût:

“–Allah sizi su ile imtihan edecek. Kim kanıncaya kadar ondan içerse benim askerîm değildir!” dedi. Önlerindeki ırmaktan ancak bir avuç içmeye izin verilmişti. Tâlût ve askerleri, bahsedilen ırmağın kenarına geldiler. Rivayete göre ordu 80.000 kişi idi. Bunun 76.000 kişisi tâlimât dışında kana kana su içtiler. Sadece 4.000 kişi emre itaat etti. Daha sonra bunların pek çoğu da firâr etti. Geriye 313 kişi kaldı. Bu sayı, Bedir savaşına katılan mü’min askerlerin sayısıyla aynıdır. Nitekim Berâ (r.a.)’ten şöyle nakledilmektedir: “Biz, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ashâbı olarak şöyle derdik: «Bedir’de bulunanların sayısı, Tâlût’un Filistin nehrini beraber geçtiği mü’min askerlerinin sayısı olan 313’tür.»” (Buhârî, Megâzî 6)

Irmaktan, bir avuçtan fazla su içenlerin susuzlukları daha da arttı; dudakları kurudu ve hâlsiz kalıp bîtap düştüler, nihâyetinde perişan oldular. Emri dinleyenlere ise, aldıkları bir avuç su kâfî geldi. Ayrıca îmanları kuvvetlenip, cesâret ve güçleri ziyâdeleşti.

Tâlût’un ordusunda iki farklı insan karakteri görülmektedir. Birisi verdiği sözü tutamayan, nefsinin arzularına gem vuramayan ciddiyetsiz bir karakterdir. Bunlar başlarındaki komutanın uyarılarını kısa sürede unuttular ve işin akıbetinin nereye varacağını düşünmeden kaygısızca ırmağın suyundan bol bol içtiler. İşin ilginç yanı bu yapıda olanların sayıca oldukça fazla olmalarıdır. Bunlardan zor da olsa ırmağı geçenler ise yine emre itaatteki ihmalleri sebebiyle kendilerinde düşman kuvvetlerine karşı savaşacak bir güç bulamamışlardır. İkincisi ise kararlı ve sabırlı bir karakterdir ki, bunlar emredileni aynen tatbik etmiş ve başarıya ulaşmışlardır. Fakat bunların kalbi yapılarının çok metin olduğu görülmektedir. Bunun da sebebi Allah’ın huzuruna varacaklarına ve O’na hesap vereceklerine yakînen inanmalarıdır. Bu iman ve güvenin bir neticesi olarak da, kendilerinden kat kat fazla düşman ordusuyla karşılaşınca, Allah’ın izniyle başarıya erecekleri itminanıyla, “Az sayıdaki nice topluluk, çok sayıdaki nice kalabalığı Allah’ın izniyle yenmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir” (Bakara 2/249) diyebilmişlerdir.

Âyet-i kerîmede askerî disipline dikkat çekilmektedir. Bir ordunun gâlibiyet sebeblerinden birisi, her şeyden önce kumandanın emirlerine harfiyen riâyet etmektir. Zafere ulaşmak, sayıya değil, haklı olmaya, doğruluğa, îman ve mâneviyâta bağlıdır. Zafer, çoğu kez kemiyetten ziyâde keyfiyet sahibi ordulara lütfedilir. Peygamber Efendimizin yaptığı gazvelerde, bu hâlin en bâriz tezâhürleri görülmektedir.

Gelen âyet-i kerîmelerde ise düşman üzerine giden askerlerin sahip olmaları gereken bir kısım vasıflara işaret edilmektedir:

250. Savaşmak üzere Câlût ve ordusuyla karşı karşıya geldikleri zaman da şöyle yalvardılar: “Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlamlaştır ve kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!”

Âyet- kerîmelerden anlaşılacağı üzere Allah yolunda savaşacak asker:
Korkulu ve dehşetli manzaraları gördüğünde çok sabırlı olmalıdır. Bu, savaşacak kimseler için gerekli birinci esastır. Çünkü korkak askerlerden beklenen fayda elde edilemez.
Savaş için gerekli olan silahlar ve aletler olmalı; insanın sebat edip durmasını sağlayacak ve kaçmaya yeltenmesini engelleyecek güzel bir birlikle beraber bulunulmalıdır.
Düşmanı yenebilmeleri için, düşmandan daha çok yiyecek ve içeceğe sahip olmalıdırlar.
İlâhî yardımın geleceğine inanıp Cenâb-ı Hakk’a tazarrû hâlinde bulunmalıdırlar. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 158)

İki ordu karşılaştığında, Câlût, kendisiyle mübârezeye çıkacak, yâni ordusunu temsîlen kendisiyle vuruşacak bir er diledi. Karşısına Dâvûd (a.s.) çıktı, sapanını çıkardı ve taşını yerleştirerek Câlût’a fırlattı. Taş, Câlût’un tam alnına isâbet etti ve atından düşerek öldü. Bu hâdise, insanların nazarında kuvvetli görünenin, hakîkatte zayıf, zayıf görünenin de Allah’ın yardımıyla kuvvetli olabileceğini göstermektedir.

Bu zaferden sonra Allah Teâlâ, Dâvûd (a.s.)’a hükümdarlık ve hikmet yâni peygamberlik verdi. “Hikmet”, işleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak, yerli yerine koymaktır. Bu mânanın kemâli ve zirvesi ise, ancak nübüvvet ile gerçekleşir. Bu sebeple buradaki “hikmet”ten maksadın nübüvvet olduğu da söylenmiştir. Yine Allah ona, dilediği şeyleri öğretmiştir. Demiri yumuşatarak zırh yapması, kuşların dilini bilmesi ve dağlarla beraber zikretmesi buna misal verilebilir.

Âyet-i kerîmenin devamında, “Eğer Allah bu şekilde insanların bir kısmı eliyle diğer bir kısmını bertaraf etmeseydi, hiç şüphesiz yeryüzü fesâda uğrar, dirlik ve düzen kalmazdı. Fakat Allah, bütün varlıklara çok büyük lutuf ve inâyet sahibidir” (Bakara 2/251) buyrularak toplum hayatında cârî olan ilâhî nizamın bir ölçüde izahı yapılmaktadır. Şâyet Allah Teâlâ savaşı meşrû kılarak haksızlık, bozgunculuk ve saldırganlık taraftarlarını, yeryüzünün ıslahı, düzeni ve imârı için gayret gösteren mücahitlerle defetmeseydi böylece iyilik yanlılarını, çocukları ve kadınları korumasaydı, her taraf bozguna uğrar, düzen dağılır, çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. İnsanlar devamlı olarak bozguncuların ve saldırganların hücumuna uğrar, çiğnenir ve mahvolurlardı. Sosyal adâlet ve eşitlik kaybolur, nihayet fıtrat-ı selîmesi bozulan herkes saldırganlaşır, karşı koyacak bir güç bulunmayınca da hepsi mahvolurdu.

Diğer taraftan, Allah Teâlâ insanlar arasında ictimâî dengenin kurulmasını birtakım sebeplere bağlamıştır. Bu itibarla insanların bir kısmı zengin bir kısmı fakir, bir kısmı güçlü bir kısmı zayıf, bir kısmı sıhhatli bir kısmı hasta, bir kısmı mü’min bir kısmı münkir olarak imtihan sahnesinde yerini almıştır. İnsanların cemiyet hâlinde yaşayabilmeleri, bu gruplar arasında kurulacak sıhhatli münâsebetlere bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında tıpkı elektrik yüklü artı ve eksi kutuplar arasında kıvılcım ve enerji meydana gelmesi gibi, ıslah edici ve ifsat edici insanlar arasında vuku bulan mücâdele ve savaşlarda da pek çok hikmetler bulunmaktadır. Çünkü Allah, bütün varlıklara ve bu arada özellikle akıl sahibi olan insanlık âlemine sonsuz bir lutuf ve rahmet sahibidir. O, asla fesada razı olmayacağı gibi, yeryüzünün imar edilmesini, üzerinde insanların lutuf ve ikramıyla yaşamasını, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere ulaşmalarını istemektedir. Bu bakımdan fesadın ortadan kalkıp düzenin tesisi için; salah ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk yapanları defetmesi lazımdır. İşte Allah, savaşı bu hikmetle meşrû kılmıştır.

Bütün bunlar, Allah’ın ibret alınacak, üzerinde düşünülüp gereği yapılacak âyetleridir. Bu âyetleri Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e her türlü şüphe ve hatadan, bozulup değiştirilmeden uzak bir şekilde sırf hak ve gerçek olarak vahyetmiştir. Zira Hz. Muhammed (s.a.s.), şüphesiz ilâhî vahye muhatap olan peygamberlerden biridir. O halde peygamber olarak vazife ve sorumluluğunu harfiyen yerine getirmelidir.

Fakat Allah’ın seçkin kulları olan peygamberlerin de fazilet ve makam itibariyle birbirinden fark eden yönleri vardır. Gelen âyet bu hakikati beyân etmektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
251. Nihâyet Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût’u öldürdü. Allah Dâvûd’a hükümdarlık ve hikmet verdi; ayrıca ona dilediği pek çok şey öğretti. Eğer Allah bu şekilde insanların bir kısmı eliyle diğer bir kısmını bertaraf etmeseydi, hiç şüphesiz yeryüzü fesâda uğrar, dirlik ve düzen kalmazdı. Fakat Allah, bütün varlıklara çok büyük lutuf ve inâyet sahibidir.

Âyet- kerîmelerden anlaşılacağı üzere Allah yolunda savaşacak asker:
Korkulu ve dehşetli manzaraları gördüğünde çok sabırlı olmalıdır. Bu, savaşacak kimseler için gerekli birinci esastır. Çünkü korkak askerlerden beklenen fayda elde edilemez.
Savaş için gerekli olan silahlar ve aletler olmalı; insanın sebat edip durmasını sağlayacak ve kaçmaya yeltenmesini engelleyecek güzel bir birlikle beraber bulunulmalıdır.
Düşmanı yenebilmeleri için, düşmandan daha çok yiyecek ve içeceğe sahip olmalıdırlar.

İlâhî yardımın geleceğine inanıp Cenâb-ı Hakk’a tazarrû hâlinde bulunmalıdırlar. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 158)

İki ordu karşılaştığında, Câlût, kendisiyle mübârezeye çıkacak, yâni ordusunu temsîlen kendisiyle vuruşacak bir er diledi. Karşısına Dâvûd (a.s.) çıktı, sapanını çıkardı ve taşını yerleştirerek Câlût’a fırlattı. Taş, Câlût’un tam alnına isâbet etti ve atından düşerek öldü. Bu hâdise, insanların nazarında kuvvetli görünenin, hakîkatte zayıf, zayıf görünenin de Allah’ın yardımıyla kuvvetli olabileceğini göstermektedir.

Bu zaferden sonra Allah Teâlâ, Dâvûd (a.s.)’a hükümdarlık ve hikmet yâni peygamberlik verdi. “Hikmet”, işleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak, yerli yerine koymaktır. Bu mânanın kemâli ve zirvesi ise, ancak nübüvvet ile gerçekleşir. Bu sebeple buradaki “hikmet”ten maksadın nübüvvet olduğu da söylenmiştir. Yine Allah ona, dilediği şeyleri öğretmiştir. Demiri yumuşatarak zırh yapması, kuşların dilini bilmesi ve dağlarla beraber zikretmesi buna misal verilebilir.

Âyet-i kerîmenin devamında, “Eğer Allah bu şekilde insanların bir kısmı eliyle diğer bir kısmını bertaraf etmeseydi, hiç şüphesiz yeryüzü fesâda uğrar, dirlik ve düzen kalmazdı. Fakat Allah, bütün varlıklara çok büyük lutuf ve inâyet sahibidir” (Bakara 2/251) buyrularak toplum hayatında cârî olan ilâhî nizamın bir ölçüde izahı yapılmaktadır. Şâyet Allah Teâlâ savaşı meşrû kılarak haksızlık, bozgunculuk ve saldırganlık taraftarlarını, yeryüzünün ıslahı, düzeni ve imârı için gayret gösteren mücahitlerle defetmeseydi böylece iyilik yanlılarını, çocukları ve kadınları korumasaydı, her taraf bozguna uğrar, düzen dağılır, çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. İnsanlar devamlı olarak bozguncuların ve saldırganların hücumuna uğrar, çiğnenir ve mahvolurlardı. Sosyal adâlet ve eşitlik kaybolur, nihayet fıtrat-ı selîmesi bozulan herkes saldırganlaşır, karşı koyacak bir güç bulunmayınca da hepsi mahvolurdu.

Diğer taraftan, Allah Teâlâ insanlar arasında ictimâî dengenin kurulmasını birtakım sebeplere bağlamıştır. Bu itibarla insanların bir kısmı zengin bir kısmı fakir, bir kısmı güçlü bir kısmı zayıf, bir kısmı sıhhatli bir kısmı hasta, bir kısmı mü’min bir kısmı münkir olarak imtihan sahnesinde yerini almıştır. İnsanların cemiyet hâlinde yaşayabilmeleri, bu gruplar arasında kurulacak sıhhatli münâsebetlere bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında tıpkı elektrik yüklü artı ve eksi kutuplar arasında kıvılcım ve enerji meydana gelmesi gibi, ıslah edici ve ifsat edici insanlar arasında vuku bulan mücâdele ve savaşlarda da pek çok hikmetler bulunmaktadır. Çünkü Allah, bütün varlıklara ve bu arada özellikle akıl sahibi olan insanlık âlemine sonsuz bir lutuf ve rahmet sahibidir. O, asla fesada razı olmayacağı gibi, yeryüzünün imar edilmesini, üzerinde insanların lutuf ve ikramıyla yaşamasını, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere ulaşmalarını istemektedir. Bu bakımdan fesadın ortadan kalkıp düzenin tesisi için; salah ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk yapanları defetmesi lazımdır. İşte Allah, savaşı bu hikmetle meşrû kılmıştır.

Bütün bunlar, Allah’ın ibret alınacak, üzerinde düşünülüp gereği yapılacak âyetleridir. Bu âyetleri Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e her türlü şüphe ve hatadan, bozulup değiştirilmeden uzak bir şekilde sırf hak ve gerçek olarak vahyetmiştir. Zira Hz. Muhammed (s.a.s.), şüphesiz ilâhî vahye muhatap olan peygamberlerden biridir. O halde peygamber olarak vazife ve sorumluluğunu harfiyen yerine getirmelidir.

Fakat Allah’ın seçkin kulları olan peygamberlerin de fazilet ve makam itibariyle birbirinden fark eden yönleri vardır. Gelen âyet bu hakikati beyân etmektedir:

252. İşte bunlar Allah’ın âyetleridir ki, Rasûlüm, onları sana dosdoğru bir şekilde okuyoruz. Çünkü sen de, hiç şüphesiz o peygamberlerden birisin.

Âyet- kerîmelerden anlaşılacağı üzere Allah yolunda savaşacak asker:
Korkulu ve dehşetli manzaraları gördüğünde çok sabırlı olmalıdır. Bu, savaşacak kimseler için gerekli birinci esastır. Çünkü korkak askerlerden beklenen fayda elde edilemez.
Savaş için gerekli olan silahlar ve aletler olmalı; insanın sebat edip durmasını sağlayacak ve kaçmaya yeltenmesini engelleyecek güzel bir birlikle beraber bulunulmalıdır.
Düşmanı yenebilmeleri için, düşmandan daha çok yiyecek ve içeceğe sahip olmalıdırlar.
İlâhî yardımın geleceğine inanıp Cenâb-ı Hakk’a tazarrû hâlinde bulunmalıdırlar. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VI, 158)

İki ordu karşılaştığında, Câlût, kendisiyle mübârezeye çıkacak, yâni ordusunu temsîlen kendisiyle vuruşacak bir er diledi. Karşısına Dâvûd (a.s.) çıktı, sapanını çıkardı ve taşını yerleştirerek Câlût’a fırlattı. Taş, Câlût’un tam alnına isâbet etti ve atından düşerek öldü. Bu hâdise, insanların nazarında kuvvetli görünenin, hakîkatte zayıf, zayıf görünenin de Allah’ın yardımıyla kuvvetli olabileceğini göstermektedir.

Bu zaferden sonra Allah Teâlâ, Dâvûd (a.s.)’a hükümdarlık ve hikmet yâni peygamberlik verdi. “Hikmet”, işleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak, yerli yerine koymaktır. Bu mânanın kemâli ve zirvesi ise, ancak nübüvvet ile gerçekleşir. Bu sebeple buradaki “hikmet”ten maksadın nübüvvet olduğu da söylenmiştir. Yine Allah ona, dilediği şeyleri öğretmiştir. Demiri yumuşatarak zırh yapması, kuşların dilini bilmesi ve dağlarla beraber zikretmesi buna misal verilebilir.

Âyet-i kerîmenin devamında, “Eğer Allah bu şekilde insanların bir kısmı eliyle diğer bir kısmını bertaraf etmeseydi, hiç şüphesiz yeryüzü fesâda uğrar, dirlik ve düzen kalmazdı. Fakat Allah, bütün varlıklara çok büyük lutuf ve inâyet sahibidir” (Bakara 2/251) buyrularak toplum hayatında cârî olan ilâhî nizamın bir ölçüde izahı yapılmaktadır. Şâyet Allah Teâlâ savaşı meşrû kılarak haksızlık, bozgunculuk ve saldırganlık taraftarlarını, yeryüzünün ıslahı, düzeni ve imârı için gayret gösteren mücahitlerle defetmeseydi böylece iyilik yanlılarını, çocukları ve kadınları korumasaydı, her taraf bozguna uğrar, düzen dağılır, çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. İnsanlar devamlı olarak bozguncuların ve saldırganların hücumuna uğrar, çiğnenir ve mahvolurlardı. Sosyal adâlet ve eşitlik kaybolur, nihayet fıtrat-ı selîmesi bozulan herkes saldırganlaşır, karşı koyacak bir güç bulunmayınca da hepsi mahvolurdu.

Diğer taraftan, Allah Teâlâ insanlar arasında ictimâî dengenin kurulmasını birtakım sebeplere bağlamıştır. Bu itibarla insanların bir kısmı zengin bir kısmı fakir, bir kısmı güçlü bir kısmı zayıf, bir kısmı sıhhatli bir kısmı hasta, bir kısmı mü’min bir kısmı münkir olarak imtihan sahnesinde yerini almıştır. İnsanların cemiyet hâlinde yaşayabilmeleri, bu gruplar arasında kurulacak sıhhatli münâsebetlere bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında tıpkı elektrik yüklü artı ve eksi kutuplar arasında kıvılcım ve enerji meydana gelmesi gibi, ıslah edici ve ifsat edici insanlar arasında vuku bulan mücâdele ve savaşlarda da pek çok hikmetler bulunmaktadır. Çünkü Allah, bütün varlıklara ve bu arada özellikle akıl sahibi olan insanlık âlemine sonsuz bir lutuf ve rahmet sahibidir. O, asla fesada razı olmayacağı gibi, yeryüzünün imar edilmesini, üzerinde insanların lutuf ve ikramıyla yaşamasını, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere ulaşmalarını istemektedir. Bu bakımdan fesadın ortadan kalkıp düzenin tesisi için; salah ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk yapanları defetmesi lazımdır. İşte Allah, savaşı bu hikmetle meşrû kılmıştır.

Bütün bunlar, Allah’ın ibret alınacak, üzerinde düşünülüp gereği yapılacak âyetleridir. Bu âyetleri Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e her türlü şüphe ve hatadan, bozulup değiştirilmeden uzak bir şekilde sırf hak ve gerçek olarak vahyetmiştir. Zira Hz. Muhammed (s.a.s.), şüphesiz ilâhî vahye muhatap olan peygamberlerden biridir. O halde peygamber olarak vazife ve sorumluluğunu harfiyen yerine getirmelidir.

Fakat Allah’ın seçkin kulları olan peygamberlerin de fazilet ve makam itibariyle birbirinden fark eden yönleri vardır. Gelen âyet bu hakikati beyân etmektedir:

253. İşte şu peygamberler ki, biz onların bazısını bazısına üstün kıldık. İçlerinden biriyle Allah doğrudan konuşmuş, birini ise derecelerle yükseltmiştir. Biz, Meryem oğlu İsa’ya apaçık mûcizeler verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs’le destekleyip güçlendirdik. Eğer Allah dileseydi, o peygamberlerin hemen ardından gelen insanlar, kendilerine bu kadar açık deliller ulaştıktan sonra birbirleriyle savaşmazlardı. Ne var ki, aralarında anlaşmazlığa düştüler de onlardan iman eden de oldu, inkâr eden de. Şâyet Allah dileseydi onlar birbirleriyle savaşmazlardı. Fakat Allah dilediğini yapar.

Peygamberlik Allah Teâlâ’nın, seçtiği bir kısım kullarına katından bir lutuf olarak ihsan ettiği yüksek bir makamdır. Bir insanın, sadece kendi gayretleriyle bu makama ermesi mümkün değildir. Cenâb-ı Hak, insanların yollarını aydınlatmak üzere kutsal kitaplarda isimlerini zikrettiği veya etmediği pek çok peygamber göndermiştir. Bunlar “doğruluk, güvenilirlik, akıllılık, günahsızlık ve tebliğ” gibi peygamberliğin asgari şartlarını taşımada müşterektirler. Dolayısıyla onların peygamber olduğuna inanır ve bu açıdan onlar arasında bir ayırım yapmayız. (bk. Bakara 2/285) Ancak ilâhî kanunun bir tecellisi olarak bütün alanlarda görülen derece ve fazilet farkı, peygamberler arasında da görülür. Onlar, âyet-i kerîmenin de beyân buyurduğu üzere manevî faziletler, ruhî meziyetler, gösterdikleri mûcizeler, kendilerine indirilen semavî kitaplar ve icra ettikleri fonksiyonlar yönünden farklılık arzetmektedirler.

Âyet-i kerîmedeki, “İçlerinden biriyle Allah doğrudan konuşmuş” (Bakara 2/253) ifadesiyle Tûr-i Sînâ’da ve belirlenmiş gecelerde Allah Te’âlâ’nın sözünü aracısız ve elçisiz dinleyen Hz. Mûsâ kastedilmiştir. “Birini ise derecelerle yükseltmiştir” (Bakara 2/253) ifadesi ile Mîrac gecesi Sidre-i Müntehâ’dan geçirilip “ yayın iki ucu arası kadar veya daha az” (Necm 53/9) sırrı ile mutlak yakınlık makamında âlemlere rahmet olarak gönderilen, kendisine Makam-ı Mahmûd lütfedilen, Allah’ın sevgilisi ve en son peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) kastedilmiştir. Meryem oğlu İsa ise açık olarak ismen zikredilmiştir. Allah Teâlâ ona ölüleri diriltme, hastaları şifaya kavuşturma, körü ve ala tenliyi iyileştirme, çamurdan kuş yaratma, gaybî şeylerden haber verme gibi büyük mûcizeler ve peygamberliğini kanıtlayan apaçık deliller vermiştir. (bk. Âl-i İmrân 3/49-50; Mâide 5/110) Ayrıca onu, anne rahmine üflenmesinde, doğumunda, hayatı boyunca ve göğe kaldırılırken Rûhu’l-Kudüs yâni mukaddes, tertemiz rûh olan Cebrâil ile desteklemiştir. Âyetin ifade üslûbundan da kolayca anlaşılacağı üzere bütün bu üstünlükler, peygamberlerin kendi kespleriyle değil, mahza ilâhî bir ikramdır.

Resûlullah (s.a.s.), zaman zaman peygamberler arasındaki fazilet üstünlüğünün gündeme getirilip tartışılmasını edeben uygun görmemiş ise de (bk. Buhârî, Enbiyâ 35; Müslim, Fedâil 159), yeri geldiğinde bizzat kendi faziletlerini dile getirdiği de olmuştur:

“Altı şeyle diğer peygamberlerden üstün kılındım: Bana cevâmi‚u’l-kelim yani az sözle çok mâna ifade etme özelliği verildi. Düşmanın gönlüne korku salmakla yardım olundum. Bana ganimet helâl kılındı. Yeryüzü benim için temiz kılınıp mescid sayıldı. Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim ve peygamberlik benimle sona erdi.” (Buhârî, Teyemmüm 1; Müslim, Mesâcid 3, 5)

“Ben Allah’ın habîbiyim , fakat övünme yok. Kıyamet günü Hamd sancağını taşıyacağım, fakat övünme yok. Kıyamet günü ilk şefaat edecek ve ilk şefaat edilecek benim, fakat övünme yok. Cennet kapılarının halkalarını ilk hareket ettirecek ben olacağım, Allah benimle cennet kapılarını açacak, benimle birlikte fakir mü’minler cennete girecek, fakat övünme yok. Ben öncekiler ve sonrakiler arasında en kerîm insanım, fakat övünme yok.” (Tirmizî, Menâkıb 1/3616)

Hasılı Allah Te’âlâ, beşeriyet tarihi boyunca her dönemde, o dönemde yaşayan insanların istidat ve ihtiyaçlarına göre peygamberler göndermiş, şeriatler indirmiş ve teklifler koymuştur. İlk peygamber Hz. Âdem’e ancak o zamanki insanların istidatlarına uygun olarak on sahifeden ibaret ilâhî hükümler indirilmiştir. İnsanlığın istidat, kabiliyet ve ihtiyaçları peyderpey geliştikçe, gönderilecek peygamber ve indirilecek kitap ona göre seçilmiştir. Peygamberler, gönderildikleri ümmetlerin birer öğretmeni olmuşlardır. Onlara Allah’ın âyetlerini okuyup tebliğ etmişler, iman kardeşi olmanın, dünya ve âhirette mutlu olmanın yollarını göstermişlerdir. Onların vazîfesi, sadece tebliğdir; kimseyi zorla imana getirmek ve itaate sevketmek değildir. Dünyanın insan için bir imtihan alanı olmasının hikmeti de budur. Bu sebeple onların davetine herkes aynı ciddiyet ve samimiyetle kulak vermemiştir. İnsanlar ihtilâf etmişler; aynı inanca sahip olma ve aynı istikâmete yönelmede anlaşmazlığa düşmüşlerdir. İçlerinden inananlar olduğu gibi belki onlardan daha fazla inkâr edenler olmuştur. Bunun tabiî bir neticesi olarak insanlık tarihi boyunca inananlarla inanmayanlar arasında sürekli bir savaş hali devam edegelmiştir. Âyet-i kerîme bunun Allah’ın dilemesine bağlı olarak vuku bulduğunu, eğer Allah dilemeseydi savaşların ve insanların birbirlerini öldürmelerinin mümkün olmayacağını haber vermektedir. Fakat ilâhî irade, savaşın ve öldürmenin olması yönünde tecelli etmiştir. Dünyevî, uhrevî ve ictimâî dengeler açısından bu kaçınılmaz olmuştur. Şairin ifaedsiyle:

“Nedir murâdı bilinmez, fakat Hakîm-i ezel
Cihânı ma‘reke halk eylemiş, hayatı cedel.”
(Mehmet Akif Bey)

“Rabbimizin muradını tam olarak bilemesek de, insanlık tarihi boyunca yaşanan olaylar şunu göstermektedir ki, Allah Teâlâ dünyayı bir savaş alanı kılmıştır, hayatı da baştan sona hararetli bir mücâdele.”

Önemli olan bu savaş alanında mücadelemizi düzgün yapıp, hiçbir ticaret ve dostluğun bulunmadığı o büyük güne hazırlanmaktır:

Habîb: Allah’ın en çok sevdiği kul.
Kerîm: En şerefli, en cömert, en faziletli kul.

254. Ey iman edenler! İçinde hiçbir alışverişin, dostluğun ve şefaatin geçerli olmayacağı bir gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zâlimlerin ta kendileridir.

Dünya imtihan, âhiret sonuçların açıklandığı yerdir. Dünya çalışma, âhiret çalışmaların karşılığının alındığı yerdir. Dünya ekim, âhiret ise biçim yani ürünleri toplama yeridir. Bu sebeple âyet-i kerîme, dünya hayatının en güzel şekilde değerlendirilmesini, bunun için de Allah’ın verdiği rızıkların yine O’nun yolunda cömertçe harcanmasını istemektedir. İster farz, ister nâfile olsun her türlü iyilik yollarında harcamaya teşvik etmektedir. Çünkü bu, büyük bir fırsattır, bu fırsatın kaçırılmaması bizim lehimizedir. Öldükten sonra artık böyle bir fırsatın tekrar ele geçmesi imkânsızdır. Cenâb-ı Hakk’ın, son nefesteki halini haber verdiği şu kimselerin durumu ne kadar hazîndir:

“Sizden birine ölüm gelip de: «Rabbim! Ne olurdu ecelimi biraz daha erteleseydin de sadaka verip iyi kullardan olsaydım!» diye yalvarmadan önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. İyi bilin ki Allah, eceli geldiğinde hiç kimsenin ölümünü bir an geri bırakmaz. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkiyle haberdardır.” (Münafikûn 63/10-11)

Zira ölüm ve kıyametten sonra çok dehşetli bir gün gelecektir. O günde alış veriş yapmak mümkün değildir ki eksiklerimizi tamamlayabilelim; dostluk yoktur ki dostlarımızdan yardım talep edebilelim; Allah’ın izni hâricinde şefaat yoktur ki günahlarımızın affı için şefaatçilere güvenebilelim. O halde böyle dehşetli bir güne hazırlık yapmak, malı ve canı Allah yolunda harcamak ve orada pişmanlık acıları içinde mahrum kalmamaya çalışmak gerekir. Allah’ın âyetlerini ve âhiret gününü inkâr edip, orası için bir endişe taşımayan veya bir şekilde yakasını kurtarabileceğini düşünen, bu sebeple de malını sadece nefsânî arzularını tatmin yolunda İsrâf eden ve böylece ebedi azabı hakeden kâfirler, zalimlerin ta kendileridir. Onlar gibi davranmamalı, hatta onları da bu yanlış yoldan kurtaramaya çalışmalıdır.

Hidâyete erip kemâl yolunda terakki edebilmek, Allah Teâlâ’yı tanımaya bağlıdır. İşte şimdi, Cenâb-ı Hakk’ın zât ve sıfatlarını tanıtan en büyük âyet-i kerîme gelmektedir:

Ancak Allah izin verdiği takdirde, peygamberler, melekler, şehîdler, Kur’an ve bir kısım mü’minler bazı kimseler için şefaat edebileceklerdir. (bk. Tâhâ 20/109; Enbiyâ 21/28; Buhârî, Tevhid 24; Müslim, İman 302; Ebû Dâvûd, Cihâd 28; Dârimî, Fezâilu’l-Kur’ân 1)

255. Allah ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, ebedî diridir. Varlığı kendinden olup bütün kâinatı yönetendir. O’nu ne bir uyuklama ne de bir uyku yakalayabilir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmadan O’nun huzurunda kim kalkıp da şefaat edebilir? O, kullarının geleceğini de bilir, geçmişini de. Kullar ise, dilediği dışında O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmıştır. Dolayısıyla her ikisini de koruyup gözetmek O’na asla ağır gelmez. En yüce ve en büyük yalnız O’dur.

İçinde “kürsî” kelimesi geçtiği için bu âyet-i kerîmeye “Âyetü’l-Kürsî” denilmiştir. Fazilet itibariyle Kur’an’ın en büyük âyetidir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), Übey b. Ka‘b’a “Allah’ın kitâbında en büyük âyet hangisidir?” diye sorup “Âyetü’l-Kürsî’dir” cevâbını alınca onu tebrik etmiştir. (Müslim, Müsâfirîn 258; Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 14)

Peygamber Efendimiz ayrıca, “yatağına girerken Âyetü’l-Kürsî’yi okuyanı Allah Teâlâ’nın koruyacağını ve şeytanın ona yaklaşamayacağını” (Buhârî, Vekâlet 10), “bu âyetin içinde Allah’ın en yüce isminin bulunduğunu” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 461) ve “bunun Kur’an âyetlerinin efendisi olduğunu” (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân 2) haber vermektedir. Abdullah b. Mesud (r.a.) de şöyle der: “Kim Bakara sûresinin ilk dört âyetini, Âyetü’l-Kürsî’yi ve peşinden gelen iki âyeti, bir de Bakara sûresinin son üç âyetini okursa ona ve âilesine o gün şeytan yaklaşamaz ve hoşuna gitmeyecek bir durumla karşılaşmaz…” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 14)

Görüldüğü üzere Âyetü’l-Kürsî, ifade ettiği mânalar itibariyle en büyük âyet ünvânını almıştır. Zira o, Allah’ın isimleri ve sıfatları hususunda, hiçbir âyette bulunmayan bilgiler içermektedir. Onda açık ve kapalı olarak tam on yedi yerde “Allah” ismi geçmektedir.

Allah Teâlâ, öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka ilâhlığa layık hiçbir varlık yoktur. Kulluk edilmeye hak sahibi tek ilâh, yalnızca O’dur. Çünkü O Hayy’dir; diridir, ezelî ve ebedî bir hayata sahiptir. Dolayısıyla ölmesi ve fenâ bulması mümkün değildir. Bu vasfıyla Allah, bilinmesi gereken her şeyi idraki altında toplayan ve bütün varlığı kendi fiili altında bulundurandır. Yine O Kayyûm’dur; bütün varlıkları ayakta tutan, görüp gözeten, yöneten, onları bir an bile ilmi ve ilgisi dışında bırakmayandır. O’nun varlığı kendiliğinden olduğu gibi, diğer bütün varlıkların var oluşları ve varlıklarını devam ettirebilmeleri de O’na bağlıdır. Allah öyle Hayy ve öyle Kayyûm’dur ki O’nu asla ne bir uyuklama ne de bir uyku tutabilir. Çünkü uyukluyan veya fiilen uyuyan birinin o kadar çok ve muazzam varlıkları koruması, yönetmesi, kollayıp gözetmesi mümkün olamaz.

Yerde ve gökte olan her şey, bütün mahlûkât yalnızca O’nundur. Başka hiçbir kimsenin onda bir ortaklığı, söz ve tasarruf sahibi olması düşünülemez. Şefaat meselesi de, kendilerine putlarının şefaat edeceğine inanan müşriklerin zannettiği kadar kolay bir durum değildir. Allah izin vermedikçe, O’nun yanında hiç kimse en küçük bir şefaatte bulunamaz. Ancak başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, Allah’ın izin verdiği bazı kimseler, yine Allah’ın dilediği kişilere dilediği ölçüde şefaat edebileceklerdir. (bk. Müslim, İman 327; Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme 13)

Âyetin, “O, kullarının geleceğini de bilir, geçmişini de” (Bakara 2/255) kısmına şu şekilde mâna vermek mümkündür: Allah, onların gelmiş ve geçmiş, gizli ve açık bütün hallerinden haberdardır. Allah onların önlerinde olan dünya işlerini ve arkalarındaki âhıret hâllerini bilir. Veya önlerinde bulunan ve varacak oldukları âhıreti ve arkalarında bıraktıkları dünyayı bilir. Yahut gökten yere kadar önlerinde olan her şeyi ve bunların ötesindeki semâlarda bulunanları bilir. Öldükten sonra karşılaşacakları her şeyi ve yaratılmalarından önceki durumlarını veya hayır ve şerden yapıp gönderdikleri ile bundan sonra yapacaklarını hakkıyla bilir. Bu ifade, aynı zamanda Allah Teâlâ’nın, sevap veya ceza gerektiren bir durumda, şefâatçinin ve şefâat edilen kimsenin ahvalini çok iyi bildiğini de açıklamaktadır. Her şeyi bilen sadece Allah’tır. O’ndan başkası, ancak O’nun dilediği kadar bilgi sahibi olabilir. Yaratıkların herhangi birinin bilgisiyle ilâhî bilginin kıyaslanması mümkün değildir.
Âyetin, “O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmıştır. Dolayısıyla her ikisini de koruyup gözetmek O’na asla ağır gelmez” (Bakara 2/255) kısmına gelince; Arapçada اَلْكُرْسِيُّ (kürsî) kelimesi, üzerine oturmak için tahtadan yapılan ve Türkçede sandalye, koltuk veya taht olarak ifade edilen bir ev eşyasıdır. Mecazi olarak saltanat, iktidar ve hükümranlık mânasında da kullanılır. Burada Allah Teâlâ’nın yüceliğini, azamet ve kibriyâsını anlatmak için kullanılmıştır. Allah’ın azamet ve yüceliği, saltanat ve hükümranlığı gökleri, yeri ve bütün varlıkları kuşatmıştır. O’nun ihatası dışında bir varlık tasavvur etmek imkânsızdır.

Şâir der ki:

“Kürsî-i celâlin ki semâlarla zemînler,
Bir nokta kadar sahn-ı muhîtinde tutar yer.”
(Mehmet Âkif Bey)

“Allahım! Senin Kürsün yani iktidar ve saltanatın o kadar büyük, o kadar muazzamdır ki, bütün gökler ve yerler o geniş saha içinde ancak bir nokta kadar yer tutabilir.”

Bu bakımdan gökleri ve yeri ayakta tutması, gözetmesi, koruyup kollaması Allah Teâlâ’ya asla ağır gelmez. Bunu son derece kolay bir şekilde yapar. Çünkü O Aliyy’dir; yücedir, benzeri ve ortağı olmaktan münezzehtir. Yine O Azîm’dir; büyüktür, O’na nispetle her şey küçücük kalır. Buradaki “yücelik” Allah’ın kadrinin, şerefinin ve kudretinin yüceliğini; “büyüklük” de yine Allah’ın mehâbet, kahır ve kibriyâsının büyüklüğünü ifade eder. Zira Allah, cisimlere ait sıfatlardan pak ve uzaktır.

Yüce Rabbimiz, bu şekilde kendini tanıtmakta ve insanlardan özgür iradeleriyle kendisini tanıyıp varlığını, birliğini ve tek ilâh oluşunu kabullenmelerini istemektedir. Ancak bu konuda insanlar üzerinde herhangi bir zor kullanmanın asla doğru olmadığını şöyle ferman buyurmaktadır:

Anlatıldığına göre, Mûsâ (a.s.) rüyâsında meleklere: “Rabbimiz uyur mu?” diye sordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ, meleklere onu uyku bastırınca üç kez uyandırmalarını ve uyumaya bırakmamalarını emretti. Sonra Mûsâ’ya: “Eline iki dolu bardak almasını” emir buyurdu. O da aldı. Hemen Mûsâ’yı uyku tuttu ve bardakların ikisi de elinden yere düşüp kırıldı. Sonra Allah Teâlâ, Mûsâ’ya: “Ben, kudretimle gökleri ve yeri ayakta tutmaktayım. Şayet bana uyku veya uyuklama arız olsa yer ve göklerin hali nice olurdu” diye vahyetti. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 146)

256. Dinde zorlama yoktur. Gerçekten doğru eğriden ayrılıp iyice belli olmuştur. Artık kim şeytânî güçleri inkâr edip Allah’a inanırsa, muhakkak kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa sarılmış olur. Allah, işitendir, bilendir.

İslâm, hem insanların bir dini benimsemelerinde hem de dinin hâricinde herhangi bir konuda “zorlama”yı yasaklamıştır. Sadece dîne değil, her neye olursa olsun İslâm’a göre “zorlama” sayılabilecek bütün fiiller haram kılınmıştır. Dinin hedefi, zorlamak değil, hak ve özgürlüklerine karşı girişilen bu tecâvüz ve baskıdan insanları korumaktır. Dolayısıyla İslâm dininin hâkim olduğu yerlerde zorlama bulunmaz veya bulunmamalıdır. müslümanların böyle bir hedefi gerçekleştirme vazifeleri vardır.

Din; iman ve amelden oluşur. Kişinin, gönüllü olarak bir dine girmesi, onun iman esaslarını kabul etmesi ve emirlerini yerine getirmesi gerekir. Karşılığını alabilmek için dinin emir ve yasakalrının güzel bir niyet ve gönül hoşluğuyla ifâ edilme şartı vardır. İman gönül işidir. Dolayısıyla bir insanın sözle “inandım” dese bile zorla inanması mümkün değildir. Zorla kılınan namazdan, tutulan oruçtan ve yapılan herhangi bir işten de istenen neticenin alınamayacağı açıktır. O halde İslâm’a göre herkes vazifesini kendi özgür irade ve ihtiyarıyla yapmalı ve herhangi bir zorlama olmadan yaşamalıdır. Cihadın hikmeti de budur. İnsanları zorlama ve baskılardan korumak, Allah’ın kelimesini yüceltmek, hiç kimseyi sahip olduğu inançtan zorla çıkarmaya çalışmayıp, bilakis hakkın gönüllü olarak kabul edilmesini ve yayılmasını sağlamak, buna engel olmak isteyenleri ve onların zorlamalarını da bertaraf etmektir. Yoksa insanları bir dini kabule veya din değiştirmeye zorlamak değildir. Bu hususa ışık tutan bir âyet-i kerîme meâli şöyledir:

“Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunan herkes elbette topluca iman ederdi. Hal böyleyken sen şimdi iman edinceye kadar insanları zorlayıp duracak mısın? Oysa Allah’ın izni olmadan hiçbir kişinin iman etmesi mümkün değildir. Allah, akıllarını kullanmayanların kalpleri üzerine manevî pislikler yağdırır.” (Yûnus 10/99-100)

İslâm’ın ilk yıllarında müşriklerin baskı, zulüm ve işkencelerine karşı müslümanlara fiilî müdâhele yasaklanarak sadece sabretmeleri tavsiye edilmiş, Mekke dönemi bu şekilde bitmiştir. Medine’ye hicret edip bir devlet kurularak belli bir kuvvet elde edildikten sonra, önce zulme uğramaları sebebiyle savaşmalarına izin verilmiş (Hac 22/39), sonra haddi aşmamak şartıyla kendileriyle savaşanlarla Allah yolunda savaşmaları emredilmiş (Bakara 2/190), bunu müteakiben ise fitne kalmayıncaya ve hâkimiyet sadece Allah’ın oluncaya kadar kâfirlerle savaşmaları (Bakara 2/193) istenmiştir. Hudeybiye anlaşması ve Mekke’nin fethiyle bu hedefe de ulaşılmış, sonra bu âyet-i kerîme gelerek dinde zorlamayı tamamen ortadan kaldırmıştır. Ancak savaş durumları, müslüman toplum düzenini yıkmaya çalışanlara müdâhele, zorlamalara mukabele ve işlenen suçlara ceza bu hükmün dışındadır. Zorlamanın olmaması için İslâm toplumunda fitne kalmayacak, diğer din mensupları cizyelerini vererek kanunlara uygun yaşayacak ve toplum düzenini bozup başkalarının hak ve özgürlüklerine zarar verecek durumlar bulunmayacaktır. Zira bu tür durumlara ait hükümlerin ayrı olarak değerlendirilmesi ve uygulanması gerekir.

İslâm’ın hükümlerinin açıklanması, ferdî ve ictimâî hayatta yaşanıp yerleşmesiyle hakla bâtıl, hayırla şer, doğruyla eğri olan, imanla küfür tam olarak birbirinden ayrılmış ve gerçek açıkça ortaya çıkmıştır. İsteyen hür iradesiyle doğruyu da eğriyi de seçebilir: “De ki: «Gerçek, Rabbinizden gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.»” (Kehf 18/29) âyeti de bu hususa işaret eder. Fakat kim hür iradesini imandan yana kullanır, önce şeytânî güçleri reddeder, لَا إِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ (lâ ilâhe illallah) “Allah’tan başka ilâh yoktur” diyerek bütün putları kalbinden siler, akabinde Allah’a ve O’nun istediği hususlara iman ederse kopması asla mümkün olmayan en sağlam kulpa sarılmış olur. Bu sağlam kulp, Allah’ın kullarını cennete ulaştırmak için indirdiği Kur’an kulpudur. Kur’an’ın öğrettiği İslâm, iman ve ihsan kulpudur. Âyette geçen الطَّاغُوتُ (tâğût) kelimesi, “azgın, azman, azdıran, sınırları aşan, tuğyân eden” mânalarına gelir. Kur’an dilinde bu kelime insan, şeytan, put, nefis, hevâ ve heves gibi Allah’ın dışında kendisine tapılan her şeyi ifade eder. O halde tâğûtların çürük, asılsız, kırılıp dökülecek ve kendilerini tutunanı düşürüp parçalayacak kulplarına değil, ezelden ebede şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, uyuklamaz, hayy ve kayyûm, bütün yer ve göklerin yegâne sahibi, sonsuz ilim, hikmet, güç ve kudret sahibi Allah’ın kopmaz, yıpranmaz, kırılmaz sapasağlam kulpuna bütün varlığımızla sarılmak aklın bir gereğidir. Bu hayatî imtihanı başarabilenin dostu ve yardımcısı Allah olacaktır:

257. Allah, iman edenlerin dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise şeytânî güçler olup onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. Onlar cehennemin yoldaşlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır.

Velî; dost, yakın, sevgili, işleri üzerine alan kimse demektir. Bu bakımdan velî, velâyeti altındakini sahiplenir, sever, korur, yardımcısı olur ve menfaatini gözetir. Allah, iman edenlerin dostudur. Onları sever, işlerini yoluna koyar ve onların faydasına olacak şeyleri yapar. En faydalı iş, küfürden kurtulup doğru yola erişmektir. İşte Allah, dostluğun en büyük ikramı olarak mü’minleri küfür, şirk, günah, şek ve şüphe karanlıklarından kurtarıp iman, İslâm, ihsân aydınlığına ulaştırır. Kâfirlerin dostları ise, Allah’ı bırakıp peşinden gittikleri tâğûtlar yani putları, şeytanları, nefisleri, her türlü hevâ ve hevesleridir. Zira Allah’ı inkâr eden kimse, sadece bir değil yüzlerce tâğûtun kölesi olur. Bunlar ise velâyeti altında bulunanları bin bir türlü hîle, desîse ve vesveseyle hidâyet, iman, Kur’an nûrundan uzaklaştırıarak küfür, şirk, türlü türlü günahlar, sayısız şek ve şüphe karanlıklarına sürüklerler. Böylece içinde sonsuza dek kalmak üzere cehennem yoldaşı olmalarına neden olurlar.

Şimdi ise son derece dikkat çekici olaylarla birlikte şeytânî güçleri inkâr edip Allah’a inanmanın gerekliliğini ortaya koyan delilleri göstermek üzere buyruluyor ki:

258. Allah’ın kendisine verdiği mülk ve saltanatla şımarıp İbrâhim ile Rabbi hakkında tartışmaya girişeni görmedin mi? İbrâhim: “Benim Rabbim dirilten ve öldürendir” dediği zaman o: “Ben de diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrâhim: “Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir bakalım” deyince o kâfir ne diyeceğini bilemez halde donup kaldı. Allah, böylesi zâlimler gürûhuna doğru yolu göstermez.

Hz. İbrâhim’le Allah Teâla hakkında tartışmaya giren bedbahtın Nemrûd b. Ken’ân olduğu rivayet edilir. İnsanlık tarihinde kibirlenerek ilk kez rablik iddiâsında bulunan kimse odur. Allah kendisine büyük bir saltanat ve hükümranlık vermişti. Onu bolluk ve zenginlikle imtihan etmişti. Buna karşılık o, Rabbine çokça şükretmesi lâzım gelirken, aksine baş kaldırmış ve azgınlardan olmuştur.

Hz. İbrâhim yıldızlara, aya ve güneşe tapan putperest bir kavmi Allah’ın birliğine davet eden bir peygamberdir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu yönüyle daha çok öne çıkmaktadır. Bu sırada dönemin zalim hükümdarı Nemrud’u da tevhide davet etmiştir. Nemrud, “Bizi kendine inanmaya çağırdığın Rabbin kimdir?” diye sorunca Hz. İbrâhim, Cenâb-ı Hakk’ın en bilinen ve görünen iki sıfatını öne çıkararak “Benim Rabbim, canlıları dirilten, yoktan var edip onlara can veren, sonra ecelleri geldiği zaman da onları öldürendir” diye cevap vermiştir. Nemrud, bu apaçık gerçeği hemen kabul edip imana geleceği yerde, nefs-i emmâresinin gölgesinde kalarak ve gurura kapılarak: “Ben de diriltir ve öldürürüm” demiştir. Rivayete göre Nemrûd iki adam çağırtıp bunları hapsetmiş, sonra birini öldürüp diğerini serbest bırakmış ve “İşte ben bunu öldürdüm, şunu da dirilttim” demişti. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 36) Bu cevabı üzerine onun kör bir inat içinde olduğunu anlayan Hz. İbrâhim, bu hususta tartışmayı daha fazla uzatmadan Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren ikinci bir delil getirmiş: “Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de onu batıdan getir bakalım” (Bakara 2/258) demiştir. “Eğer kendini bu kadar güçlü hissediyorsan, Allah’ın yaptığı işleri yapmağa muktedir isen bu senin için gayet kolaydır ve hemen yapabilmen gerekir” demek istemiştir. Bu, Nemrud’un bir önceki gibi karışıklık ve göz boyayıcılık yapabileceği bir durum değildi. Dolayısıyla şaşırıp kaldı, söyleyecek söz bulamadı, dili tutuldu. İddiasının asılsızlığı açıkça ortaya çıkarak tartışmada yenilen ve kaybeden taraf oldu. Çünkü Allah zâlimleri; akıllarını Allah’ı tanıyıp, varlığının delilleri üzerinde düşünerek O’na kulluk etme yolunda değil, tam aksine O’nu tanımama ve baş kaldırma yolunda kullanmak suretiyle kendilerine zulmedenleri doğru yola erdirmez.

Allah’ın kudretini gösterip, ölüleri yeniden diriltmesine hiçbir engelin olmadığını kanıtlama bakımından şu örnek de pek dikkat çekicidir:

259. Veya şu kimsenin hâline bakmaz mısın ki o, altı üstüne gelip harap olmuş ıpıssız bir şehirden geçerken: “Allah, harabeye dönmüş bu yeri acaba nasıl diriltecek?” demişti. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz yıl sonra diriltti. Sonra da kendisine “Burada ne kadar kaldın?” diye sordu. O da: “Ya bir gün, yahut daha az” dedi. Allah şöyle buyurdu: “Hayır, yüz sene kaldın. Şimdi yiyeceğine ve içeceğine bak, hiç bozulmamış! Bir de eşeğine bak, kemikleri nasıl çürümüş! Biz seni insanlara yeniden dirilmenin gerçekliğine dâir bir delil kılalım diye böyle öldürüp dirilttik. Şimdi de şu kemiklere bak, onları nasıl da birleştirip yerli yerine koyuyor, sonra da onlara et giydiriyoruz!” O kişi, gerçek bu şekilde kendisine apaçık belli olunca: “Artık çok iyi biliyorum ki Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir” dedi.

Âyet-i kerîme açıkça isim zikretmediğinden dolayı, hâdisenin kahramanının kim ve geçtiği yerin neresi olduğu pek fazla mühim değildir. Maksat, anlatılan kıssadan gerekli ibret ve hikmetleri çıkarabilmektir. O da, Allah Teâlâ’nın kudretini, dirilten ve öldürenin O olduğunu, dolayısıyla âhiret kesinlikle gerçekleşip ölüleri tekrar dirilteceğini ortaya koymaktır. Bununla beraber meşhur olan görüşe göre burada sözkonusu edilen kişi Üzeyr b. Serhıya, yer ise Beyt-i Makdis’tir.

Rivayete göre İsrâîloğulları günah, şer ve bozgunculukta ileri gidince Allah onların başına Bâbilli Buhtunnasr’ı musallat etti. Buhtunnasr Şam’ı ele geçirip Beyt-i Makdis’i yerle bir eder. İsrâîloğulları’nı üç gruba ayırıp bir grubu öldürür, bir grubu Şam’da bırakır, üçüncü grubu ise esir alır. Buhtunnasr bu esirleri, beraberinde bulunan meliklere taksîm eder. Hz. Üzeyr de esir edilenler arasındadır. Daha sonra Allah Teâlâ, bir yolla Üzeyr’i onların ellerinden kurtarır. Üzeyr, azığını almış, merkebine binmiş giderken evleri yıkılmış, harabe hâline gelmiş, orada oturanlardan kimse kalmamış bir kasaba veya köy kalıntılarının yanına gelir. Buranın Beyt-i Makdis olduğu söylenir. Orada bir müddet durur, kederli ve mahzun gözlerle etrafına bakar. Âh çekerek, iç geçirerek kendi kendine, “Allah, böyle yıkılmış, harap olmuş bir beldeyi yeniden nereden ve nasıl diriltir, eski görkemli hâline nasıl getirir” der. Yalnız o bu sözü, Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretinden şüphe ettiği için değil, o zamanın âdetine uygun olarak, böyle bir imâr ve ihyâyı uzak görmesi sebebiyle söyler. O anda uykusu gelir, yatar. Allah onu öldürür, yüz sene oracıkta öylece ölü olarak kalır, sonra diriltir. Yiyecekleri hiç bozulmamış, ancak merkebi çürümüş ve sadece kemikleri kalmıştır. O harap olmuş kasaba da imar edilmiştir. Uyandığı ilk anda bir gün veya daha az bir süre uyuduğunu zanneder. Yiyeceklerine bakınca gerçekten böyle olduğunu sanır. Fakat merkebine bakınca o zaman gerçeği anlar. Allah, Üzeyr’in gözü önünde merkebini yeniden diriltir. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın kudret, kuvvet ve azametini gözleriyle müşahede eder. Allah’ın her şeye gücü yettiğini yakînen bilir ve anlar. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 46 vd.)

Yüce Allah, akıl nimetiyle donattığı kullarını üç yolla hidâyet yollarına yöneltmekte ve gerçeği bulmalarını kolaylaştırmaktadır. Birincisi aklî deliller getirmektir. Nitekim bir önceki âyet-i kerîmede beyân edildiği gibi Hz. İbrâhim’in Nemrud’la tartışırken getirdiği deliller bunun güzel bir misâlini teşkil eder. İkincisi hakikatin ve haber verilen hâdisenin nereden ve nasıl gerçekleştiğini göstermektir. Nitekim bu âyette anlatılan Hz. Üzeyr kıssası da bunun misâlidir. Üçüncüsü ise bizzat yaptırarak, yaşatarak, sebep ve sonucu tecrübe halinde göstermektir. İşte gelecek âyette Hz. İbrâhim’le ilgili olarak bunun dikkat çekici bir misâli verilmekte ve canlı bir tatbikatı yapılmaktadır:

260. İbrâhim de bir zaman: “Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. Rabbi ise: “Yoksa inanmıyor musun?” buyurdu. İbrâhim: “Elbette inanıyorum, fakat kalbim iyice kanaat getirip yatışsın diye bunu istiyorum” dedi. Bunun üzerine Allah şöyle buyurdu: “Öyleyse dört kuş yakala, onları kendine meylettir, alıştır, iyice tanı; sonra onları kesip hamur yaparak her bir dağın tepesine ondan bir parça bırak. Sonra onları çağır, bak nasıl koşarak sana gelecekler. Şunu iyi bil ki, Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

Hz. İbrâhim, önde gelen peygamberlerden biridir. Allah’a olan iman, teslimiyet ve yakarışı dillere destandır. Nemrud’a Allah Teâlâ’yı ilk olarak, “Benim Rabbim dirilten ve öldürendir” diye tanıtmaya başlamıştır. Dolayısıyla Allah’ın, bütün canlılara hayat veren, onları öldürüp tekrar diriltmeye gücü yeten bir zât olduğunda en küçük bir şüphesinin bulunması mümkün değildir. Sadece o, kalbinin iyice mutmain olması, gerçeği yakînen görerek gönlünün sükûnete ermesi, bu husustaki bilgi ve tecrübesinin “hakka’l-yakîn” derecesine ulaşması için Rabbinden ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini talep etmiştir. Cenâb-ı Hak, “Yoksa iman etmedin mi?” sorup ondan “hayır, iman ettim, ben mü’minim, imanımda şüphe yok” cevabını alarak, böyle bir sual sebebiyle Hz. İbrâhim’in imanı hususunda kıyamete kadar gelecek insanların gönlünde oluşabilecek en küçük tereddütleri bile ortadan kaldırmıştır.

Rivayete göre, Allah Teâlâ İbrâhim (a.s.)’a yakaladığı bu dört kuşu kesmesini, tüylerini yolmasını ve etlerini sıyırıp parçalara bölmesini emretti. Sonra başlarını yanında saklamak suretiyle, her dağın başına onlardan birer parça koymasını istedi. İbrâhim, her bir kuşu dört parçaya ayırdı, hamur yapıp birbiriyle karıştırdı ve dağların tepesine bundan birer parça koydu. Sonra onları “Allah’ın izniyle bana gelin” diyerek çağırdı. Her bir parçanın bir diğerine doğru uçup, bir cüsse teşkil ettiğini ve gelip kendine âit başla birleşerek eski hâlini aldığını gördü. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 81-82) Şüphesiz Allah Azîz’dir; kudreti dâima üstün olandır, emrini yerine getirtir ve yapmak istediği şeye kimse engel olamaz. Hakîm’dir; her bir işinde ve hükmünde çok ince hikmetleri vardır.

Âyetin işârî tefsiriyle alakalı şu izah yapılabilir: Hz. İbrâhim, bu sualiyle Allah’tan kalbinin ihyasını istemiştir. Allah Teâlâ da ona, gönlünün başka şeylerle olan bağlantılarını kesmesi gerektiğini haber vermiştir. Buna göre dört kuş ile nefiste bulunan dört kötü sıfata işaret edilmiştir. Tavus zineti, karga uzun emeli, horoz şehveti ve kartal da hırsı temsil etmektedir. Dolayısıyla mücâhedeyle ve riyazatla nefsinin bu mezmûm sıfatlarını boğazlayamayanlar, müşâhedeyle kalbini diriltme imkânı bulamazlar. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 121)

Nefsin her türlü kötü sıfatlarını temizleyerek kalb-i selîm ve iman-ı kâmile ulaşabilmek, böylece Allah’ın yaratmak, diriltmek, öldürmek gibi kâinattaki ilâhî kudret akışlarını seyredebilmek için en güzel çâre Allah yolunda cömertçe infakta bulunmaktır. Nitekim gelen âyetler bu hususu pek etkili ve dikkat çekici örneklerle anlatır:

Hakka’l-yakîn: Bir şeyin doğruluğunu bizzat yaşayıp tecrübe ederek bilmektir. Mesela balın tadını yiyerek ve ateşin yakıcılığını bizzat içinde yaşayıp tercüme ederek bilmek gibi.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
261. Mallarını Allah yolunda harcayanların misâli, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah, dilediğine kat kat fazlasını da verir. Çünkü Allah, lutfu pek geniş olan ve her şeyi hakkıyla bilendir.

Âyet-i kerîme, mü’minin Allah yolunda yaptığı harcamaların durumunu anlatmak üzere, duyguları coşturan ve duyarlı bir vicdanı derinden etkileyen şöyle canlı bir tabiat tablosu çizmektedir: Ekime hazır tarlasının başında bir adam ve elinde sadece bir buğday dânesi var. Onu toprağa ekiyor. Topraktan bir kök bitiyor. Bu kökten çatallanarak yedi başak çıkıyor. Her bir başağın içinde gizlenmiş yüz dâne bulunmaktadır. Hatta bir dânenin Allah’ın izniyle bundan daha fazla vermesi de mümkündür. Çünkü Allah vâsi‘dir; kullarına olan ikram ve ihsanı asla daralmaz, bitmez, tükenmez. Alîm’dir; kalplerin derinliklerine gizlenen niyet ve düşünceleri bilir, ona göre kat kat ve daha fazla verir. İşte mü’minin Allah yolunda verdiği sadakanın durumu da bunun gibidir. Yahut mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, böyle bir dâneyi toprağa eken karşılığında yedi yüz veya daha fazla dâne elde eden çiftçinin durumu gibidir.

Allah yolunda verilen sadakanın kat kat artırılmasını Peygamber Efendimiz de şöyle bir benzetmeyle izah etmektedir: “Her kim temiz ve helâl olan kazancından bir tek hurmaya denk olabilecek bir şey bile tasadduk ederse Allah onu kabul buyurur. Çünkü Allah ancak temiz olanı kabul eder. Sonra onu, sizden birinizin tayını terbiye edip büyüttüğü gibi, artırıp çoğaltır. Nihayet o sadaka dağ kadar olur.” (Buhârî, Zekât 8; Müslim, Zekât 63)

Bu örneklerle Allah yolunda koşacak ve O’nun yolunda infakta bulunacak kimselerin, Allah için sarfedilen ve ekilen dânelerin ne kadar feyizli, bereketli ve sevaplı olacağını anlamaları istenmektedir. Dolayısıyla mü’minler bir dâneyi bile küçük görmemeli, zayi etmemeli ve Allah’tan hiçbir şey kıskanmamalıdırlar. Ellerinde ne varsa, bir buğday dânesi bile olsa, Allah yolunda harcamalı ve bundan çekinmemelidirler. Allah’ın hikmet nizamı ve yeniden diriltiş sırrı ile toprağa atılan bir dâne, toprakta bitip filizlenerek yedi yüz veya daha fazla dâne verdiği gibi; insanlar da öldükten sonra dirilecekler ve dünyada Allah için yaptıkları fiiller böyle son derece bereketli bir şekilde artarak, temessül ederek terazi kefelerine konacaktır. Ayrıca bu örnekte, zıraat ilminde terakki edilip gerekli uygulamalar yapıldığı takdirde bir dâneye karşılık en az yedi yüz dâne alınabileceğine dair bir müjde de vardır. Bugün zıraat alanında kaydedilen teknik ilerlemeler sayesinde, bir buğday dânesinden çıkan çimleri çatallandıktan sonra ayırarak fide hâlinde dikmek sûretiyle bir dâneden 2000 dâneyi aşkın hâsılat alınabildiği tecrübe edilmiştir.

Cenâb-ı Hak, kendi yolunda ihlasla ve âdâbına uygun yapılan harcamalara büyük mükafatlar va‘dederek şöyle buyurur.

262. Mallarını Allah yolunda harcayıp da bunun ardından herhangi bir başa kakmada ve gönül incitici bir harekette bulunmayanlar yok mu, onlar için Rableri yanında özel mükâfatlar vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.

Allah yolunda ve Allah için yapılan harcamaların bir önceki âyette müjdelenen kat kat mükâfatını alabilmek için, onları, sevaplarını yok edip faydasız hâle getirecek âfetlerden korumak gerekir. Bu âfetlerin başında “başa kakma” ve “eziyet etme” gelmektedir.

Âyette geçen اَلْمَنُّ (menn), bir kimsenin iyilik yaptığı şahsa “sana şöyle şöyle iyilik yaptım” demek suretiyle o kimseye karşı iyiliğini bir şey sayması, az çok yaptığı iyiliğe gururlanması ve onun verecekli durumunda olduğunu hissettirmesidir. Bu tavır, gönül bulandırır, yapılan iyiliğin kıymetini eksiltir, hatta kesip yok eder. الْاَذٰى (ezâ) ise tiksindirmek mânasına gelir. İyilik yaptığı kişinin bir kusuru sebebiyle şikayette bulunmak, dil uzatmak ve iyiliği yüze vurmak birer ezâdır. İyilik ettiği kimseye: “Ben sana iyilik ettim, sen bana teşekkür bile etmedin”, “Kaç kez gelip bana eziyet veriyorsun”, “Kaç defadır isteyip duruyorsun, utanmıyor musun” veya “Devamlı sıkıntılarla geliyorsun, Allah beni senden kurtarsın, seni benden uzak etsin” gibi sözler de ezâya örnek verilebilir. Allah için infakta bulunanlar eğer bu yanlış davranışlardan uzak durur, sadakalarını göz bebekleri gibi korur ve mükâfâtını sadece Allah’tan beklerlerse, Cenâb-ı Hak onlara ecirlerini en güzel şekilde verir. Âhirette onlara hiçbir korku olmaz, sevapların yok olması gibi herhangi bir sebeple de üzüntü duymazlar.

Rivayete göre bu âyet-i kerîme Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman b. Avf hakkında inmiştir. Abdurrahman b. Avf (r.a.) malının yarısı olan dört bin dirhemi tasadduk etti ve: “Yanımda sekiz bin dirhem var. Bunun dörtbin dirhemini kendim ve çocuklarım için sakladım. Dört bin dirhemini de Rabbime güzel bir borç olarak verdim” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Sakladığını da verdiğini de Allah mübârek eylesin” buyurdu. Hz. Osman ise Tebük seferinde bin deve ve bin dinar yardımda bulundu. Rûme kuyusunu satın alıp müslümanlara vakfetti. Resûlullah (s.a.s.) ellerini kaldırarak: “Ya Rabbi ben ondan razı oldum. Sen de razı ol!” diye dua etti. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 89)

Verdiklerini Allah için vermeyip başa kakanlar şunu unutmasınlar ki:

263. Güzel bir söz ve kusurları bağışlama, ardından eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah’ın kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. O, ceza vermekte hiç acele etmeyendir.

Allah için verdikten sonra başa kakmaya ve eziyet etmeye gerek de yoktur. Çünkü bu zoraki ve mecbûrî değil, isteyerek, gönüllü olarak yapılan bir iştir. Kul bunu ancak sevap elde edebilmek ve ilâhî rızâya erebilmek için yapar. İstese yapmayabilir. Çünkü yardım isteyen veya yardım edilmesi gereken insanlara karşı tatlı dilli olmak, gönül alıcı güzel bir söz söylemek, herhangi bir kusur varsa onu da bağışlamak, başa kakarak ve eziyet ederek verilen sadakadan daha hayırlıdır. Boşa zahmet çekmeye gerek yoktur. Bu hususla ilgili olarak Yüce Rabbimiz, bir diğer âyet-i kerîmede şu tavsiyede bulunmaktadır:

“Rasûlüm! Muhtaçlara vermek üzere Rabbinden bir nimet beklerken, elinde vereceğin bir şey bulunmadığı için isteyenlerden yüz çevirmek mecburiyetinde kalırsan, o zaman hiç olmazsa onlara gönül alıcı bir söz söyle!” (İsrâ 17/28)

Aziz Mahmûd Hüdâyî (k.s.) şöyle der: “Dilenciyi güzel bir şekilde geri çevirmek, başa kakan ve eziyet eden kimsenin sadakasından daha hayırlıdır. Zira güzel söz, geri çevirmek için bile olsa dilencinin gönlünü ferahlatır, rûhunu şenlendirir. Sadaka, hem insanın maddî varlığına fayda vermek hem de kalbi mesrûr etmek sûretiyle kişiye menfaat sağlar. Cesede fayda veren şeyle, rûha eziyet verecek bir şey birleşince tam fayda temin edilmiş olmaz. Şüphesiz ki rûhu ferahlandıracak şey, cesede menfaat verenden daha hayırlıdır. Çünkü insanda rûhâniyet, çamurdan yapılmış bedene göre çok daha yüce ve şerefli bir mevkiye sahiptir.”

Nitekim Abdullah b. Zübeyr’in oğlu Âmir, fakir ve âbidlere yardım edeceği zaman, onları incitmemek için şu yolu tercih ederdi:

Yardım edeceği kimseler secdede iken para keselerini ayakkabılarının yanına hissedecekleri şekilde bırakır ve görünmeden uzaklaşırdı. Kendisine:

“–Neden yardımını, birisini göndererek yapmıyorsun?” diye sorulunca da şöyle cevap verirdi:
“–Onlardan birinin, gönderdiğim kişiyle veya benimle karşılaştığında yere bakmasını istemem, onun için böyle yapıyorum.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 411)
Şu kıssa da pek ibretlidir:

Hintli bir derviş Nişabur’lu bir tâcirin yol arkadaşı idi. Bu derviş tam bir feragatle yalınayak gidiyor, ayağını taştan ve dikenden sakınmıyordu. Tâcir ona acıdı, ayakkabısını verdi. Hintli ona dualar edip gayretle yola devam etti. Nişabur’lu her an:

“- Böyle git, şöyle git; ayağını taşlara yavaş bas, dikenin batmasından sakın!” diye tahakkümde bulundu. Hintli onun bu emirlerinden bıktı, ayakkabıyı çıkarıp tâcirin önüne koydu ve:
“- Al, bana kayıtlı bir iyilik lazım değildir. Hiçbir kayda tabi olmadan otuz senedir yalınayak dolaşıyorum. Şimdi bir ayakkabı için birinin kayıt ve hükmü altına giremem ve minnetini çekemem!” dedi. (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 414)

Şüphesiz Allah ganîdir; kullarının verecekleri sadaka ve yapacakları iyiliklere ihtiyacı yoktur. O sadakaya muhtaç fakirleri ve garipleri bol bol rızıklandırmaya, zengin olanları da fakir ve başkalarına el açar duruma düşürmeye kadirdir. Yine Allah halîmdir; her günah işleyeni anında cezalandırmaz. Başa kakan ve ezîyet edenlere de, tevbe edip yanlışlarından dönmeleri için mühlet verir.

Allah Teâla, kendi yolunda yapılan harcamaların başa kakma ve ezâdan arındırılması ve kulların yaptıkları iyiliklerin mükâfâtından mahrum kalmamaları için bu hususu ayrıca dikkat çekici bir örnekle şöylece açıklığa kavuşturmaktadır:

264. Ey iman edenler! Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş olsun diye mallarını harcayanlar gibi, başa kakıp eziyet etmek sûretiyle sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Bu şekilde hayır yapan kimsenin misâli, üzerinde biraz toprak bulunan kaygan bir kayanın hâli gibidir ki, ona şiddetli bir sağanak vurmuş da onu çıplak bir halde bırakmıştır. Böyleleri, yaptıkları hiçbir iyiliğin faydasını göremezler. Allah, kâfirler gürûhunu doğru yola ulaştırmaz.

Burada öncelikle başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle sadaka veren, Allah’a ve âhirete inanmadığı halde insanlara gösteriş için sadaka verene; başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle verilen sadaka da Allah’a ve âhirete inanmayan bir kimsenin insanlara gösteriş için verdiği kabule şayan olmayan sadakaya benzetilmektedir. Böylece nifâk ve riyânın sadakaları boşa çıkarması gibi, başa kakma ve eziyetin de sadakaları boşa çıkaracağı bildirilmektedir. Zira her iki tür sadaka da Allah için verilmiş bir sadaka değildir.

Daha sonra da kendi rızâsı için olmayıp riya için verilen, karşılığında âhirette Allah’tan bir sevap beklenmeyen sadakanın ve bu sadaka sahibinin durumunu şu örnekle açıklıyor:

Ortada pürüzsüz bir taş, taşın üstünde de azıcık bir toprak var. Bu toprağa kuvvetli bir yağmur yağıyor ve taşın üstünde topraktan hiçbir iz kalmıyor. Taş da, üzerinde topraktan hiçbir nişane olmaksızın kaskatı bir halde kalıyor.

Bu misâl, Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp insanlara gösteriş için malını harcayan kimsenin, imanın bahşettiği huzur ve saadetten habersiz olan, onu anlamayan kaskatı kalbini tasvir etmektedir. Ancak bu katılığı riyadan örtülmüş bir kabukla kapatmak istemektedir. Bu riya örtüsüne bürünmüş kaskatı kalbi, üzerinde biraz toprak bulunan pürüzsüz kaya temsil eder. Bu, yumuşaklıktan ve bitkiden eser bulunmayan bir taş parçasıdır. Katılığını gizlemek için üzeri hafif bir toprakla örtülmüştür. Tıpkı iman nurundan mahrum kalplerin katılığını riyanın örtüp kapattığı gibi. Şiddetli yağan yağmur o kaskatı kayanın üzerindeki toprağı silip götürdüğü ve onu üzerinde hiçbir bitkiden ve meyveden eser bulunmayan cascavlak bir kaya halinde bıraktığı gibi; insanlara gösteriş için malını infak eden kalpler de ne hayırlı bir meyve verir, ne de âhirette bir sevaba erişir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, I, 309)

Örneği şu şekilde izah etmek de mümkündür: Başa kakan ve inciten kimseyle münafık katı kaya gibi, bunların verdikleri sadakalar kaya üstündeki toprak gibi, kıyamet günü de şiddetli yağmur gibidir. Kıyamet günü geldiği zaman, bütün bu sadakalar, şiddetli yağmurun pürüzsüz bir taş üzerindeki toprağı giderdiği gibi kaybolur ve boşa çıkar. Çünkü o günde bu amellerin Allah’ın rızâsı için yapılmadıkları belli olur. İnanmadığı halde infak edenler; riya olsun diye, başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle sadaka verenler, yaptıkları bu amellerden o gün hiçbir fayda göremezler. Çünkü Allah kâfirler gürûhunu, âhirette kendilerine yarayacak iyilikler yapmaya muvaffak kılmaz. Bu bakımdan mü’minler de sadaka verirken dikkatli olmalı, sevaplarının boşa gitmesinden korkmalıdırlar.

Üçüncü olarak şu mâna verilebilir: Üzerinde az bir toprak bulunan çıplak düz kayaya tohum ekilip, üzerine bol yağmur yağdığı zaman, o tohum topraksız tek başına kalır. Hatta tohum da kalmaz o da oradan kaybolur gider. O kişi, ekinine ihtiyaç duyduğu zaman orada hiçbir şey bulamaz.

Kâfirlerin, münafıkların ve yaptığı amelleri sadece Allah rızâsı için yapmayanların, âhirette karşılaşacakları hüsranla alakalı olarak şu ilâhî beyânlar ne kadar ikâz edicidir:

“De ki: «Yaptıkları ameller yüzünden en çok zarara uğrayacakları size haber verelim mi? Onlar, güzel şeyler yaptıklarını zannetmelerine rağmen, dünya hayatında gerçekleştirdikleri çalışmalar boşa giden kimselerdir.»” (Kehf 18/103-104)

“Biz o gün onların yaptıkları bütün amellerin üzerine varıp, hepsini toz duman edeceğiz.” (Furkân 25/23)

Resûlullah (s.a.s.) de şöyle buyurur: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey gizli şirktir.” Ashâb-ı kirâm: “Ya Rasûlallah! Gizli şirk nedir?” diye sorunca Allah Resûlü: “Riyadır” buyurmuş, devamla: “Allah Teâlâ kullarına, amellerinin karşılığını vereceği gün: «Amellerinizi göstermek için yaptığınız kimselere gidin ve bakın onlardan bir karşılık görebilecek misiniz?» diyecektir” buyurarak riyanın ne kadar tehlikeli olduğunu ifade etmişlerdir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 428-429)

Yine Peygamber Efendimiz’in, kıyâmet günü ilk olarak hesap için çağrılan ve yaptıklarını Allah için değil de gösteriş için yapan Kur’an hâfızı, Allah yolunda öldürülen adam ve çok malı olan kimsenin hesabı kaybedip cehenneme atılmalarıyla ilgili verdiği bilgiler, gerçekten çok uyarıcı ve bizleri uyanık olmaya davet edicidir. (bk. Tirmizî, Zühd 48)

Peki mallarını Allah yolunda ihlasla harcayanların durumu nasıldır:

265. Mallarını Allah’ın rızâsını kazanmak ve gönüllerindeki imanı kökleştirip sağlamlaştırmak için harcayanların durumu, bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir bahçeye benzer ki, bol yağmur yağdığında ürününü iki kat verir. Hatta yağmur yağmasa bile az bir çisileme ona yeter. Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.

Burada, mallarını Allah rızâsı için, imanın kalbine iyice kökleşmesini sağlamak ve mükemmel bir İslâm toplumu oluşturmak üzere cömertçe harcayanların hâli yine dikkat çekici bir bahçe örneğiyle anlatılıyor: Hem yağmuru hem rüzgarı hem de güneşi, içindeki bitkilerin yetişmesine en faydalı bir şekilde alan bir muhitte güzel bir bahçe bulunmaktadır. İçerisinde her türlü sebze ve meyve bitkileri mevcuttur. Bu bahçeye kuvvetli bir yağmur düşüyor, rüzgar müsait yönlerden en faydalı bir şekilde esiyor, güneş ışınlarını yararlı bir tarzda aksettiriyor. Bu sayede bahçe meyve ve sebzelerini iki kat veriyor. Normal durumlarda mesela bin veren bu bahçe, bu yağmur sayesinde iki bin veriyor. Alelâde hallerde bir dâneye yediyüz dâne veren bu bostan, bu yağmur sebebiyle bir dâneye bin dört yüz dâne veriyor. Bu bahçe öyle bir bahçe ki, ona kuvvetli bir yağmur düşmese bile hafif bir yağmur, az bir nem, bir çisinti dahi yetiyor ve vereceği ürünü yine veriyor.

Bu örnek, mallarını Allah yolunda ve hayırlı işler gerçekleştirmek için harcayanların halini açıklamaktadır. Mallarını Allah’ın rızâsını kazanmak için ve bu sayede kendilerini, mallarını, amellerini, müslüman kardeşlerini bozucu temayüllerden ve her türlü sarsıntıdan koruyarak Allah yolunda sâbit kılmak; iyilik yapmayı ve hayr ü hasenatta bulunmayı kendilerinin ayrılmaz bir melekesi haline getirmek ve ondan sonra her türlü fazilet ve ibâdetleri kolaylıkla yapmak; hülasa ekecekleri tohumu tutturmak için ihtiyaç sahibi kimselere ve ihtiyaç bulunan yerlere adab ve erkanına uygun olarak can ü gönülden harcamada bulunanların durumları işte böyle bir bahçenin durumu gibidir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 55; Elmalılı, Hak Dini, II, 902)

Bir başka yoruma göre bu örnek mü’min bir kalbi anlatmaktadır: İmanla mâmur olmuş bir kalb, tebessümle güzelleşmiş bir gönül, sırf Allah’ın rızâsını kazanmak için harcıyor. Ve harcadığı şeyi de hayırlı olduğuna can ü gönülden inanarak veriyor. Harcadığı şey imanından coşup gelmekte, kökleri tâ vicdanın derinliklerine inmektedir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, I, 309) İşte böyle inanmış bir kalbi, üzerinde yığınlarla toprak bulunan, yağan kuvvetli bir yağmurla kabarıp canlanarak yemyeşil bir hal alan; bitkileri birbirine sarmaş dolaş olmuş verimli bir bahçe temsil etmektedir. Bu yağmur o toprağı canlandırıp yeşerttiği ve orada bol bol mahsulün yetişmesine vesile olduğu gibi, mü’minin Allah için verdiği sadakalar da onun gönlünü temizleyip arıtarak Yüce Allah ile olan alakalarını geliştirir; malını da temizleyip Allah Teâlâ’nın dilediği kadar artırır. Ayrıca bu sadakalar, yağmur sayesinde o bahçenin bütün ürünleriyle bir bütün olarak gelişmesi gibi, bir bütün olarak İslâm toplumunun hayatını ıslah eder, düzeltir ve geliştirir.

Toprağı bol o güzel bahçeye kuvvetli yağmur yağmayıp bir çisinti vursa dahi o yine vereceği ürünü verir. Aynı şekilde Allah için harcamaya hazır bir gönül, vereceği fazla bir şeyi olmayıp az bir şey verse bile o ona yeter. O gönlü cûş u hurûşa getirmeye, kendisini bütün mü’minlerle kardeş bilme, bütün bir İslâm toplumunun dertleriyle dertlenip sevinciyle sevinerek onların ayrılmaz bir parçası olma şuuruna götürmeye yeter. Çünkü Allah’a ulaşacak olan, ne etlerdir ne de kanlardır, ne de başka şeydir. Allah’a ulaşacak olan, kalplerin derinliklerinden kopup gelen “takvâ” duyguları, niyet temizliği ve ihlastır.

Böylesine güzel ve ulvî duygulardan mahrum olarak yapılan harcamaların hazin akıbeti de şu örnekle gözler önüne serilir :

266. Hiç biriniz ister mi ki, ağaçlarının arasından ırmaklar akan, içinde her çeşit mahsul bulunan, hurma ve üzümlerle dolu bir bahçesi olsun; sonra kendisine tam ihtiyarlığın gelip çattığı, bakıma muhtaç çocuklarının da bulunduğu bir sırada âniden ateşli bir kasırga gelip o bahçeyi yakıp kül etsin? Elbette istemez. İşte Allah, düşünesiniz diye size âyetleri böyle açıklıyor.

Bu örnekte bir adamdan bahsedilir. Bu adamın hurma ve üzüm bağlarından oluşan bahçesi vardır. Bu, altından ırmaklar akan, ağaçlarının arasından sular çağlayan son derece güzel, mükemmel ve muhteşem bir bahçedir. Mevsim hasat mevsimi olup ağaçlar, bağlar meyveye durmuştur. O bahçede de her türlü meyve ve sebze mevcuttur, olmayan bir şey yoktur. Her taraf refah, sevinç ve neşe dolu; her yanda ruhâniyet, parlaklık ve güzellik kendini göstermektedir. Fakat ne yazık ki durum böyle devam etmiyor; iş tersine dönmeye başlıyor. Önce adam ihtiyarlıyor, son derece ihtiyaç sahibi olduğu halde çalışıp çabalayamayacak kadar aciz bir duruma düşüyor. Aynı zamanda onun elleri ermez, güçleri yetmez, zayıf, zavallı ve aciz yavruları da vardır. Onların bakımları ve geçimleri de kendisine düşmektedir. Dolayısıyla o, son derece sıkıntılı, muhtaç ve perişan bir durumdadır. Vaziyet bu noktada iken adamın o güzelim bahçesine ateşli bir kasırga isabet ediyor ve onu bir lahzada yakıp mahvediyor. Bu adamın yerinde olmayı kim ister? Bu durum karşısında adamın kalbindeki keder ve sıkıntının ne kadar büyük olacağını düşünmek gerekir. Bu bela ve sıkıntı, evvela şu güzelim bahçenin ve içindeki ürünlerin bir daha geri gelmeyecek şekilde heder olmasıyla ortaya çıkar. Ayrıca o kimse, çalışamayacak kadar aciz olup, başkalarının kendisine yardım etmelerinden ümitsiz oluşunun yanı sıra ihtiyaç içinde kalmıştır. Bir de başka insanların, yani çoluk çocuğunun, onun bakımına muhtaç bir durumda bulunmaları ve ondan yiyecek içecek istemeleri gibi sebeplerle ihtiyacı, dolayısıyla da sıkıntısı daha da artmaktadır.

Tıpkı burada bahsedilen adan gibi, malını Allah rızâsı için veren kimse, âhiretteki cenneti ümit etmesi bakımından, bütün ihtiyaçlarını karşılama hususunda tek dayanağı o bahçe olan adam gibidir. Fakat bu kimse, yaptığı iyiliğin peşinden başa kakıp fakiri incittiği zaman, bu durum, o bahçeyi yakıp kavuran kasırga gibi olur. Aslında iyilik olmayıp zâhiren iyilik gibi gözüken bu infâkı da pişmanlık, şaşkınlık ve keder takip eder. Bu kimse o iyiliğin sevabına son derece muhtaç olduğu kıyamet gününde ondan hiçbir fayda göremez. Böylece, üzüntü ve kederlerin en büyüğü ve ah vah etmelerin en şiddetlisi içinde kalır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 58)

Hasılı iman ile yapılan iyiliklerin mükâfatı böyle cennetler; bunların Allah için yapılmasına engel olan imansızlık, riya, minnet ve eza gibi kötülükler de o ateşli kasırga gibidir. Bu kasırga, yapılan iyilikleri yakar ve en muhtaç bir durumdayken onlardan istifade imkânını tamamen ortadan kaldırır. Bu bakımdan doğru tercihte bulunup çabuk davranmalı; meyveli, verimli, gölgelerle dolu bahçeye ateşle dolu kasırga gelip onu helak etmeden dikkatli olunmalıdır.

Allah yolunda yapılan harcamalarda gözetilmesi gereken diğer âdâb hususunda ilâhî uyarılar şöyle devam ediyor:

267. Ey iman edenler! Çalışıp ürettiğiniz malların ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin iyi, temiz ve helâl olanından Allah yolunda harcayın. Size verildiğinde gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü şeyleri, iyilik yapacağım diye başkasına vermeye kalkışmayın. Şunu bilin ki, Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur; O her türlü övgüye lâyıktır.

Allah yolunda verilecek şeyler hem kazanılarak elde edilen ticaret malları, hayvanlar ve paralar hem de yerden çıkan meyveler, sebzeler ve madenler gibi şeylerdir. Allah yolunda vermek önemli olduğu gibi, verilecek malın durumu, kaliteli veya kalitesiz oluşu da o kadar önemlidir. Bu âyet-i kerîme, malın kötüsünden değil, iyi, güzel ve hoşa gidenlerinden verilmesini emretmektedir. Kendimize verildiğinde hoşlanmayacağımız, tiksineceğimiz ve gözümüzü kapamadan almaya cesaret edemeyeceğimiz değersiz âdi şeylerin Allah’ın rızâsını umarak sadaka verilmemesini istemektedir. Buna göre eğer verilen zekât ise, malın kötüsünden vermek haram; sadaka ise kötüsünü vermek harama yakın mekruhtur.

Berâ b. Âzib (r.a.)’ın anlattığına göre Ensâr, hasat mevsiminde hurma salkımlarından getirerek Mescid-i Nebevî’deki iki direk arasına bağlanan bir ipe asar, fakir Muhâcirler de onlardan yerdi. Bazıları, oraya konan hurma hevenklerinin çokluğuna bakarak bir beis olmayacağı düşüncesiyle iyilerin arasına kötü hurmaları da koydular. Allah Tealâ böyle yapanlar hakkında bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 90)

Bir diğer âyet-i kerîmede iyiliğin kemâline erişebilmemiz için sevdiğimiz şeylerden vermemiz şöyle tavsiye edilir:
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça gerçek iyiliğe erişemezsiniz. Küçük büyük her ne verirseniz, Allah onu kesinlikle bilir.” (Âl-i İmrân 3/92)
Avf b. Mâlik (r.a.)’ın anlattığına göre, Resûlullah (s.a.s.) elinde bir asâ ile yanımıza mescide geldi. Bir adam mescide sadaka olarak âdî bir kuru hurma salkımı asmıştı. Efendimiz (s.a.s.) asâ ile bu hurma salkımına dürttü ve şöyle buyurdu: “Bu sadakanın sahibi dileseydi, bundan daha iyisini verebilirdi. Bu sadakanın sahibi kıyamet günü âdi kuru hurma yiyecektir.” (Ebû Dâvûd, Zekât 17/1608)

Hz. Âişe, Allah Resûlü’nün hoşlanmadığı bir yiyecek hakkında: “Ey Allah’ın Rasûlü, onu yoksullara verelim mi?” diye sormuştu. Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.): “Kendi yemediğiniz şeyleri başkalarına vermeyiniz!” buyurdular. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 105, 123; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, III, 113; IV, 37)

Bu ve bundan önceki âyet-i kerîmelerin de işaret ettiği gibi, Allah yolunda mal harcayan, sadaka veren kimse, bir çiftçiye benzer. Sahip olduğu arâzîden fevkalâde iyi ürün elde edeceğine inanan çiftçi, zirâata gereken önemi verir ve tohumun da en iyisini eker. Çünkü o, mahsûlün iyi ve bol olması için tohumun ne kadar mühim olduğunu pekâla bilir. Aynı şekilde, tasaddukta bulunan kişi de, Allah’a ve âhıret gününe imanı arttıkça, uhrevî sermâyesini artırmak üzere malın iyisinden bolca sadaka verir. Çünkü, “Şu kesindir ki, Allah zerre kadar bile olsa kimseye zulmetmez. Ama zerre kadar bir iyilik yapılsa, onun sevabını kat kat artırır ve ayrıca kendi yüce katından pek büyük bir mükâfat verir.” (Nisâ 4/40) Eğer kul Allah’a yanındaki en güzel şeyi verirse Allah Teâlâ da onu en güzel şekilde mükâfâtlandırır. Nitekim âyet-i kerîmede, “İyiliğin mükâfatı iyilikten başka ne olabilir ki?” (Rahmân 55/60) buyrulur.

Gerçek böyle olmakla birlikte, şeytan bunu engellenek için var gücüyle uğraşır:

268. Şeytan sizi fakirlikle korkutur; sizi her türlü hayasızlığı ve ahlâksızlığı yapmaya teşvik eder. Allah ise size bağışlamayı ve bol nimet vermeyi va‘deder. Allah, lutfu pek geniş olan, her şeyi hakkıyla bilendir.

Şeytan insanın en büyük ve en açık düşmanıdır. Gâfil yakaladığı zaman ona her türlü vesvese ve kötü düşünceleri pompalar. Bir an olsun onun şerrinden emin olmak doğru değildir. Bu sebeple pek çok âyet-i kerîme, bizi şeytanın düşmanlığına karşı dikkatli ve uyanık olmaya çağırır. Burada da görüldüğü üzere şeytan insanı sürekli fakirlikle korkutur, “eğer malını ona buna harcarsan eli boş, muhtaç ve perişan kalırsın” der. Onun gözüne ihtiyacı olmayan şeyleri bile çok mühim ihtiyaçlarmış gibi gösterir. Kulu var gücüyle Allah yolunda vermekten engellemeye çalışır. Ona cimriliği, hasisliği, kötü ve çirkin fiilleri emreder. Malın nefsin hevâ ve hevesini tatmin için fenâ ve çirkef yollarda harcanmasını teşvik eder. Buna mukâbil Rabbimiz, kendi yolunda güzel niyetlerle harcamada bulunanların bu vesileyle önceki günahlarını bağışlayacağını ve onlara bol bol mükâfat vereceğini müjdelemektedir. Şüphesiz Allah, istediğini yapabilme ve dilediğini verebilme kudretine sahiptir. Bu bakımdan kulun, gönlüne doğan düşüncenin rahmânî mi, şeytânî mi olduğuna bakıp ona göre hareket tarzını belirleme mecburiyeti vardır. Bu hususta Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Âdemoğluna biri şeytandan diğeri melekten olmak üzere iki kanaldan düşünce gelir. Şeytandan gelen düşünce, kötülüğe yönlendirmek ve gerçeği yalanlamak istikâmetindedir. Melekten gelen düşünce ise iyiliğe yönlendirmek ve gerçeği doğrulamak yönündedir. İçinde melekten gelen düşünceyi hisseden kişi, onun Allah’tan olduğunu bilsin ve Allah’a hamdetsin. İçinde şeytandan gelen düşünceyi hisseden kimse de, şeytandan Allah’a sığınsın.” (Tirmizî, Tefsir 2/36)

Ancak kalbin bu inceliği yakalayabilmesi, bu ferâset ve basireti gösterebilmesi için “hikmet”le buluşması gerekir:

269. Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, ona gerçekten pek çok iyilik ve güzellik verilmiştir. Fakat bu hakikatleri ancak gerçek akıl sahipleri anlar, üzerinde düşünüp ibret alır.

“Menetmek, engellemek” mânasını taşıyan bir kökten gelen الْحِكْمَة (hikmet) sözlükte “sahibini yanılmaktan ve yanlış yollara sapmaktan koruyan şey” demektir. İnsanı yanlış yollardan koruyarak doğru yola eriştiren en mühim kaynak, dindir. Özellikle dînî bilginin temelini teşkil eden Kur’an ve sünnettir. Bu sebeple müfessirlerimiz âyette geçen hikmete şu mânaları vermişlerdir:

İbn Abbâs (r.a.) der ki: “Hikmet, Kur’an bilgisidir, onu iyice anlamaktır. O’nun nâsihini mensûhunu, muhkemini müteşâbihini, önce inenini, sonra inenini, helâl ve haramını ve mesellerini bilmektir.”

Mücâhid şöyle der: “Söz ve fiilde isâbet etmek, en doğru olanı söylemek ve yapmaktır.”
Mâlik ise şöyle demektedir: “Hikmet dini bilmek, onun hükümlerini en güzel şekilde anlamak ve ona tabi olmaktır.”
Süddî’ye göre ise hikmetten maksat, peygamberliktir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 124-125)

Buna göre Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye gibi sağlam temel kaynaklarından hareketle dini öğrenmek, anlamak ve yaşamak hikmetin ta kendisidir. Çünkü böyle davranan her türlü yanlıştan kendini korumuş, yapılacak en doğru işleri yapmış, sözünde ve fiilinde tam isâbet etmiş olacaktır. Allah, bu nimetini dilediği kullarına ihsan eder. Şüphesiz Allah’ın bu lütfuna erişmek için de kulların gayret göstermesi ve bunun yollarına girmesi gerekir. Dini anlayıp yaşama nimetine nâil olanlara pek çok hayır, iyilik ve güzellik verilmiştir. Fakat bunu kavrayarak gerekli ibret ve öğüdü alabilmek için bozulmamış, temiz bir akıl sahibi olmak gerekir. Bu akıl, vahyin terbiyesinde ve imanın gölgesinde olgunlaşmış akıldır.
Böyle akıl sahipleri, Allah’ın yaptıkları her işten haberdar olduğunu bilerek hareket ederler:

Nâsih: Sonradan gelip önceki bir âyetin hükmünü kaldıran âyet. Mensûh: Hükmü kaldırılan âyet. Müteşâbih: Mânası kapalı olan ve tam olarak anlaşılamayan âyet. Muhkem: Mânası açık seçik anlaşılan âyet.

270. Allah, yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı kesinlikle bilmektedir. Buna göre davranın da haksızlıktan kaçının. Unutmayın ki, zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.

Allah, açıkta olan şeyleri bildiği gibi gizliyi de bilen, kalplerde saklanan sırlara âşina olan yüce Yaratıcı’dır. Göklerin derinliğinde, yeryüzünün en tenha yerinde, okyanusların dibinde ve dağların içinde bile olsa küçük büyük ne varsa hepsi O’na malumdur, hiçbiri gizli kalamaz. Bu sebeple rızâsı için yapılan iyilikleri, adanan adakları ve bunların ne tür niyetlerle yapıldığını elbette Rabbimiz bilmektedir. Ona göre karşılık verecektir. Özellikle burada Allah’ın vermeye dair emirlerini tutmamak sûretiyle kendilerine zulmedenlere, âhirette ihtiyaç içinde kıvranırken yardım edebilecek hiçbir yardımcı olmayacaktır.

Yapılan iyiliklerin gizli ya da açık olmasının mükafat bakımından bir farkı var mıdır:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
271. Eğer sadakaları açıktan verirseniz bu da iyidir. Ama onları gizler ve fakirlere gizlice verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Bu sayede Allah sizin bir kısım günahlarınızı bağışlar. Zira Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır.

Farz olan zekâtı ve nafile olan sadakaları insanların göreceği şekilde açıktan vermek caizdir. Nitekim aşağıda gelecek olan 274. âyette geçen övgü sadedindeki “açıktan da verirler” ifadesi, buna temas etmektedir. Böyle davranmak, belli bir noktaya kadar güzel de karşılanabilir. Hatta farz olan zekâtı açıktan vermek, kişiyi “acaba verdi mi, vermedi mi” şeklindeki bir töhmet altında bulunmaktan kurtaracağı gibi, başkaları için de bir teşvik unsuru olacaktır. Fakat iyiliği, gösteriş korkusundan uzak bir şekilde gizli yapmak, onu fakirin eline hiçbir şekilde rencide olmayacağı bir tarzda gizlice ulaştırmak şüphesiz sevap bakımından daha hayırlıdır. Şartlarına ve âdâbına riâyet edilerek yapılan harcamalar şüphesiz daha büyük faydalar sağlayacaktır. Allah Teâlâ bunları en güzel şekilde kabul buyuracak, bol bol karşılık verecek ve bu vesileyle sahiplerinin diğer günahlarını da bağışlayacaktır. Zira Allah yolunda vermenin, günahlardan arınarak nefsi tezkiye etmede çok büyük bir rolü vardır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Onların mallarından bir miktar zekât ve sadaka al ki, böylece kendilerini günahlarından arındırıp tertemiz kılasın.” (Tevbe 9/103)

İyiliklerin gizli yapılmasının faziletiyle alakalı olarak Resûlullah (s.a.s.)’in pek mühim tavsiyeleri bulunmaktadır. Efendimiz, “sağ eliyle verdiği sadakayı sol eli duymayan kimsenin kıyâmet günü Allah’ın gölgesi altında gölgeleneceklerden biri olacağını” haber vermiştir. (Buhâri, Hudûd 19; Müslim, Zekât 91)

Ebû Zerr (r.a.), Peygamber Efendimiz’e:

“–Yâ Nebiyyallah! Hangi sadaka daha faziletlidir?” diye sorunca Allah Resûlü (s.a.s.):

“–Fakire gizlice verilen ve malı az olan kimsenin zorlanarak verdiği sadakadır” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 265, 178-179; Ebû Dâvûd, Zekât 40/1677)

Zira gizli verilen sadaka, gösterişten ve duyulsun arzusundan daha uzaktır. Bu yolla kişi, “başkaları görsün, duysun ve beni takdir etsin; ne kadar cömert insan olduğumu bilsin” şeklindeki yanlış ve zararlı düşüncelerden gönlünü koruma imkânı bulur. Şöhrete giden yolu kapayarak, nefsini kontrol edip daha çok sevap kazanabilir.

Rabbimizin âyetlerini gönül kulağıyla dinleyip gereğini yapmak isteyenlerin yollarını aydınlatacak güzel bir örnek olması bakımından İslâm tarihinin parlak sîmâlarından Zeynelâbidîn (k.s.) Hazretleri’nin şu halini ibretle temâşâ etmek lâzımdır:

Hulefâ-i râşidîni takip eden yıllarda Medine-i Münevvere’de bâzı fakirlerin kapılarına meçhûl bir kimse her sabah bir çuval erzak bırakmaktaydı. Bir sabah o fakirler uyandıklarında baktılar ki, kapılarına erzak konmamış. Sebebini merak ederlerken, o esnâda içli bir salâ sesi duyuldu ve Medine-i Münevvere, Hz. Ali (r.a.)’ın torunu Zeynelâbidîn (k.s.)’un vefâtı haberiyle çalkalandı. Herkes derin bir mâteme büründü. Peygamberimiz (s.a.s.) bu kıymetli torununa karşı son vazîfeler îtinâ ile yapılmaya başlandı. Sıra mübârek nâşının yıkanmasına geldiğinde, bu şerefli vazîfeyi yapacak olan zât, mevtânın sırtında içi su toplamış büyükçe yaralar görünce şaşırdı. Sebebini anlayamadı. Yakınlarına sorduğunda ise, Ehl-i Beyt’ten orada bulunup bu sırra âşinâ olan bir kimse, şunları söyledi:

“–Zeynelâbidîn Hazretleri her sabah hazırladığı erzak çuvallarını sırtında taşıyarak erkenden fakirlerin kapısına götürür ve kimseye görünmeden geri dönerdi. Halk da bu çuvalları kimin bıraktığını bilmezdi. Sırtında gördüğünüz yaralar, işte o çuvalları taşımaktan ötürü oluşmuş yaralardır.” (bk. İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 112, 122; Ebû Nuaym, Hilye, III, 136)
Sadakayı gizlice vermenin bir örneği de Şâh Abdullah Dihlevî (k.s.)’dan:

Hazret verdiği sadakayı çok gizli tutardı. Kendisine bir yerden bir şey geldiğinde, o gelen şey para ise, talebelerine dağıtırdı. Ama bu işi onlar murakabe hâlinde iken yapardı. Tâ ki, onlara kimin ne verdiğini, kime ne kadar verildiğini ve ne verildiğini bilmeyeler…” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 849)

Bütün bunlar, İslâm’ı en derin yönleriyle ruhuna sindirmiş gönül ehli insanların güzel hallerinden yansımalardır. Şüphesiz bu güzel hallerin zirvedeki temsilcisi Peygamberimiz (s.a.s.)’dir. O, sözüyle ve haliyle bize örnek olmakta, güneş gibi ylumuzu aydınlatmaktadır. Ama hidayeti verecek olan da yalnız Allah’tır:

Enes b. Mâlik (r.a.)’in nakline göre ise Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ yeri yarattığı vakit, yer sarsılmaya başladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak dağları yaratarak yeryüzüne yerleştirdi ve onu istikrâra kavuşturdu. Melekler dağların kuvvetine hayran kaldılar. «Ey Rabbimiz, dağlardan daha kuvvetli bir varlık yarattın mı?» diye sordular. «Evet, demiri yarattım» buyurdu. «Ey Rabbimiz, demirden daha kuvvetli bir şey yarattın mı?» dediler. Hak Teâlâ: «Evet, ateşi yarattım» buyurdu. «Ey Rabbimiz, ateşten daha kuvvetli bir şey yarattın mı?» diye yine sordular. Hak Teâlâ: «Evet, suyu yarattım!» buyurdu. «Ey Rabbimiz, sudan daha kuvvetli bir şey yarattın mı?» dediler. Hak Teâlâ: «Evet, rüzgârı yarattım» cevâbını verdi. «Ey Rabbimiz, rüzgârdan daha kuvvetli bir şey yarattın mı?» diye yine sordular. Bu sefer Hak Teâlâ: «Evet insanoğlunu yarattım. Eğer o, sağ eliyle sadaka verir ve bunu da sol eli bilmeyecek kadar gizlerse hepsinden daha kuvvetli olur» buyurdu.” (Tirmizî, Tefsir 113-114/3369; Beyhakî, Şuab, III, 244)


272. İnsanları doğru yola eriştirmek senin vazîfen değildir. Ancak Allah dilediğini doğru yola ulaştırır. Hayır olarak her ne harcarsanız, faydası kendiniz içindir. Bu sebeple siz, sadece Allah rızâsını kazanmak için vermelisiniz. İyilik olarak her ne harcarsanız, mükâfatı size tam olarak ödenir ve hiçbir şekilde haksızlığa uğramazsınız.

Peygamber Efendimiz’in vazifesi, Kur’an’ın âyetlerini tebliğ ederek insanlara doğru yolu göstermektir. “Sen de hiç şüphesiz insanlığı dosdoğru bir yola çağırmaktasın” (Şûrâ 42/52) gibi âyetler bu gerçeği teyid eder. Yoksa onun vazifesi, insanları doğru yola eriştirmek ve onların iman etmelerini sağlamak değildir. Bu mânada hidâyet, Sadece Allah Teâlâ’ya mahsustur. Nitekim bu hakikati açıklayan diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Rasûlüm! Sen sevdiğini doğru yola erdiremezsin, lâkin Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Çünkü, doğru yola girecek olanları en iyi O bilir.” (Kasas 28/56)

Rivayete göre fakîr müslümanlar çoğalınca Resûlullah (s.a.s.), müslümanların müşriklere yardım etmesini yasakladı. Böylece onların, sadakaya olan ihtiyaçları sebebiyle İslâm’a girmelerini istedi. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 130) İslâm’a girmeleri için onlara sadaka verilmesini yasaklamanın doğru olmadığını bildirdi. Çünkü hidâyet, paraya bağlı bir durum değil, tamâmen Allah’ın takdirine bağlı bir sırdır.

İbn Abbâs’tan gelen bir rivayete göre ise, Ensar’dan bazılarının Kurayza ve Nadîr oğullarından akrabaları vardı ve onlara sadaka vermek istemezlerdi. Onlara sadaka vermek için müslüman olmalarını talep ederlerdi. Böyle durumlar üzerine bu âyet nâzil olmuştur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 130-131)

Dolayısıyla bu âyet-i kerîmenin, ister müşrik, ister Ehl-i kitaptan olsun aralarında din ayrılığı olan akrabalara ve diğer insanlara, ihtiyaç içinde olmaları halinde, müslüman ve fakir yakınlar ihmal edilmeksizin sadaka vermekte bir sakınca olmadığı hakkında genel bir hüküm getirdiği anlaşılmaktadır. Mü’minler, imkânları ölçüsünde yakından uzağa herkese yardım ellerini uzatacaklar ve iman edenler öncelikli olmak üzere başka dinden olan muhtaçlara da Allah için yardım edeceklerdir. Zira yapılan bütün iyilikler ve her türlü yardımlar, sadece yapanın sevap hânesine yazılmaktadır. İyilik yapan, zâhiren başkasına olsa bile aslında ancak kendisi için iyilik yapmaktadır. O halde sırf Allah rızâsını kazanma niyetiyle iyilik ve infaka devam etmek gerekir. Zira çok cömert ve sonsuz kerem sahibi olan Yüce Mevlâmız, bunların karşılığını tam olarak ödeyecek ve kimseye zerre kadar haksızlık yapılmayacaktır.

Bununla birlikte verirken, gelen âyetin de açıkladığı gibi öncelik sırasına dikkat gösterilmelidir:

273. Vereceğiniz sadakalar, öncelikle kendilerini Allah yoluna adayan, bu sebeple yeryüzünde maişet için dolaşma imkânı bulamayan fakirler içindir. İffet ve hayaları sebebiyle halktan bir talepte bulunmadıklarından câhiller onları zengin zanneder. Sen ise onları sîmâlarından tanırsın. Hele yüzsüzlük edip de insanlardan ısrarla bir şey istemezler. İyilik olarak her ne verirseniz, Allah onu elbette bilir.

Farz olan zekâtın kimlere verileceği Tevbe sûresinin 61. âyet-i kerîmesinde bildirilmektedir. Nâfile olan sadakalar ise en yakından başlamak üzere ihtiyaçlı olan herkese verilebilir. Bu âyet-i kerîme harcamada önceliğin ilim, hicret ve cihad gibi sebeplerle kendilerini Allah yoluna adamış, bu yüzden gezip dolaşmaya, ticaretle uğraşmaya imkân ve vakit bulamayan, aynı zamanda iffet ve hayâları sebebiyle dilencilik yapmayan kimselere verilmesini tavsiye etmektedir.

Rivayete göre bahsedilen bu fakirler, Peygamberimiz zamanında “Ashâb-ı Suffe” olarak bilinen kimselerdi. Bunların sayısının dört yüze kadar ulaştığı zamanlar olmuştur. Medine’de ne kalacak yerleri, ne akrabaları, ne de kazanç getirecek bir meslekleri vardı. Sürekli Mescid-i Nebevî’ye devam ederler, Mescid’in sofasında oturur, orada yatar kalkarlardı. Kur’ân öğrenirler, Allah Resûlü’nün sohbetlerini dinlerler, genellikle oruç tutarlar, vakitlerini ibâdetle ve İslâm’ın hükümlerini öğrenmekle geçirirlerdi. Bunlar Peygamber dersânesinin, kendilerini Allah yoluna adamış dâimî talebeleriydi.

Resûlullah (s.a.s.) bir gün Ashâb-ı Suffe’nin yanına gelip onların fakirlikleri, gayretli oluşları ve kalplerinin temizliğine bakarak şöyle buyurmuştur: “Ey Suffe Ashâbı, size müjdeler olsun! Ümmetimden her kim sizin gibi içinde bulunduğu halden gönül hoşnutluğu duyarak Allah’a kavuşursa cennette benim arkadaşlarım olur.” (Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummâl, VI, 467)

Âyet-i kerîme bunlar dolayısıyla inmiş olsa da, hükmü umûma aittir. Allah rızâsı için düşmana karşı nöbet bekleyen, cihada çıkan, ilim tahsil eden, halka hizmet uğruna kendini vakfeden ve bu sebeple malı, mülkü olmayan, geçimini kazanmaya vakit bulamayan veya vakit bulduğu halde gücü yetmeyen, yoksul ve fakir müslümanlar, nerede ve ne zaman yaşamış olurlarsa olsunlar bu âyetin şumûlüne girerler. Bu vasıftaki kimselerin her zaman ve zeminde yardım edilme bakımından öncelik hakları vardır.

Cenâb-ı Hak, buradaki fakirleri üç önemli vasıfları sebebiyle övmektedir:

Birincisi, iffet ve hayâları sebebiyle nefislerini başkalarından dilenmekten menettikleri için, gerçek durumlarını bilmeyen kimse onları zengin sanır. Onlar, sağlam karakterli, onurlu insanlardır. Fakirlikleri, izzet ve şereflerini ayaklar altına sermelerine sebep teşkil edemez.

İkincisi, “sen onları sîmâlarından tanırsın” ibaresinin belirttiği gibi, fakirin, yoksulun ve çâresizin hâlinden anlayan kimseler onları gördüğü zaman, hiçbir şey söylemeye gerek olmaksızın, Sadece yüzlerine bakmak sûretiyle hâllerine âgâh olur, ihtiyaç sahibi olduklarını bilir. Şâir Örfî ne güzel söyler:

“Dil derdini gamınla dil-fikâr olan bilir,
Bîmâr hâlini yine bîmâr olan bilir.”


“Senin gönül derdini, senin gamınla ve kederinle gönlü yaralı olan bilir. Çünkü hasta olanın hâlini ancak hasta olan bilir.”
Şu misâl de, fakirin hâlini dilenmeye ihtiyaç bırakmadan anlamanın önemine dikkat çeker:
Hak dostlarından Muhammed Sevkâ Hazretleri’nin yeğeni kendisinden bir şey istemişti. Bunun üzerine Hazret ağlamaya başladı. Yeğeni:

“–Amcacığım, ağlayacağını bilseydim istemezdim.” deyince amcası şöyle cevap verdi:
“–Ben neden sen istemeden önce vermedim diye ağlıyorum.” (Ebû Nuaym, Hilye, V, 6-7)

Üçüncüsü ise onlar yüzsüzlük edip insanlardan ısrarla bir şey istemezler. Bu hususta Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Birinizin, ipini alarak arkasıyla dağdan odun getirip satmak suretiyle ihtiyâcını karşılaması, ister versinler ister vermesinler, insanlardan istemekten daha hayırlıdır.” (Buhârî, Zekât 50; İbn Mâce, Zekât 25)

“Allah Teâlâ hayâ sahibi, akıllı ve iffetli kimseleri sever. Kötü sözlü, yüzsüz ve isteyici kimselere buğzeder.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 169)

Bunların ötesinde Yüce Rabbimiz, gece gündüz, gizli ve açık devamlı infâk halinde bulunan kullarını ise şöyle övüp müjdelemektedir:

274. Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar yok mu, işte onlar Rableri yanında hakettikleri mükâfatı göreceklerdir. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.

Rivayete göre Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)’ın bir defasında yanında sadece dört dirhemi vardı. Bunun birini gece, birini gündüz, birisini gizli ve birisini de açıktan verdi. Âyet-i kerîme bunun üzerine indi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 95) Diğer bir rivayet bunun, Allah yolunda cihad için hazırlanan atların bakımını yapan; yem veren, su veren ve onları besleyenler hakkında nâzil olduğunu bildirmektedir. (Suyûtî, Lubâbu’n-Nukûl, s. 48) Buna göre Allah’a ve âhirete inanan, rızây-ı Bârî ve ebedi sermâyeye gönül bağlayan mü’minler, gece gündüz, gizli açık bütün vakitlerini hayırlı işler yaparak, bol bol iyilik ve ihsanlarda bulunarak geçirirler. Bir kuruş, bir lokma ve bir nefeslerini bile gafletle boş yere harcamazlar. Hele hele Allah’ın haram kıldığı faiz gibi haksız kazanç yollarına hiç teşebbüs etmezler:

275. Faiz yiyenler, kıyâmet günü kabirlerinden, başka türlü değil, ancak şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkacaklardır. Bunun sebebi, “Alış-veriş de tıpkı faiz gibidir” demeleridir. Halbuki Allah, alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır. Her kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizcilikten vazgeçerse, önceden aldıkları kendisine aittir. Artık onun hakkındaki kararı Allah verecektir. Kim de yeniden faizciliğe dönerse, işte onlar cehennemin yoldaşlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır.

Önceki âyet-i kerîmelerde Allah yolunda harcamanın, sadaka vermenin ehemmiyeti açıklandı. Fakir ve gariplere yardım elini uzatmanın, çâresizlere derman olmanın önemine vurgu yapıldı. Mü’minler, insanlardan bir karşılık beklemeden sırf Allah rızâsı için mallarını harcamaya teşvik edildi. Şimdi ise bunun tam tersi bir durum olarak haram kazancın başında gelen faiz musîbetinden bahsedilmekte ve bu haksız kazanç kesin bir dille haram kılınmaktadır.

Âyette geçen الرِّبٰوا (ribâ) kelimesi sözlükte “fazlalık, nemâ, artma, çoğalma, yükseğe çıkma, serpilip gelişme” gibi mânalara gelir. Dinî bir ıstılah olarak ribâ “borç verilen bir parayı veya malı belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla, yahut borç ilişkisinden doğan ve süresinde ödenmeyen bir alacağa ek vâde tanıyıp bu süreye karşılık onu fazlalıkla geri almak veya bu şekilde alınan fazlalık” demektir. (DİA, Faiz md, XII, 110) Belli malların, belli şekillerde yapılan satım akdi ile değişiminde şart koşulan veya hâsıl olan fazlalık da ribâdır. Faiz kelimesi de Arapça olup ribâ ile aynı mânada kullanılmaktadır.

İslâm’dan önce faiz, Araplar arasında son derece yaygındı. Mekke’de, Tâif’de, Medine’de faizcilik yaparak çalışmadan kazanan, halkın sırtından geçinen bankerler vardı. Bunlar, belirli süre sonunda verdikleri anaparaya ilâve olarak belli bir fazlalığı da almak üzere ihtiyaç sahiplerine borç verirlerdi. Borçlu o belirli süre sonunda borcunu ödeyemezse vâde uzatılır, buna karşılık faiz miktarı da artırılırdı. Böylece borçlu çoğu zaman aldığının kat kat fazlasını ödemek zorunda kalırdı. Bu uygulama o derece yerleşmiş ve kökleşmişti ki, Kur’an’ın da ifade buyurduğu gibi, “alış-veriş de faiz gibidir” deniliyor; faiz de tıpkı alış-veriş gibi meşrû sayılıyordu.

İnsanları uzun yıllar alıştıkları ve hayatlarında iyice kökleşmiş inanç, adet ve alışkanlıklarından vazgeçirmek oldukça zor olduğundan dolayı İslâm’da içki, kumar, faiz gibi haramlar birden yasaklanmamış; bunların haram kılınmasında tedricî bir yol takip edilmiştir. İçkinin yasaklanması dört safhada gerçekleştiği gibi, faizin haram kılınması da dört safhada gerçekleşmiştir:

Birincisi; bu konuda ilk inen hüküm Rûm sûresi'nin 39. âyetidir ve Mekke devrinde nâzil olmuştur:

“İnsanların malları içinde artacağını düşünerek faize verdiğiniz para, zâhiren artar gibi gözükse de, Allah katında artmaz. Oysa Allah’ın rızâsını isteyerek karşılıksız verdiğiniz zekât cinsinden şeylere gelince, işte böyle yapanlar, mal ve sevaplarını kat kat artıranların tâ kendileridir.”

Bu âyet-i kerîmeyle faiz yasaklanmamış, fakat faiz kazancında bereket olmayacağı belirtilmiştir. Mekke döneminde faizle alakalı bundan başka âyet-i kerîme inmemiştir.

İkincisi; Medine devrinde nâzil olan Nisâ sûresi'nin 160-161. âyetlerinde şöyle buyrulur:

“Yahudilerin yaptıkları zulümler, pek çok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları, men edildikleri faizi almaları ve insanların mallarını haksız yollarla yemeleri yüzünden daha önce kendilerine helâl kılınmış olan bir kısım temiz ve hoş yiyecekleri onlara haram kıldık. Onlardan kâfir olanlar için can yakıcı bir azap hazırladık.”

Bu âyetlerde faizin müslümanlara yasaklandığına dair açık bir hüküm olmamakla beraber, yahudilerin kendilerine haram kılındığı halde faiz aldıkları, böylece ilâhî azâbı hak ettikleri haber verilmiştir. Bu ifadeyle, faiz almanın son derece kötü ve uzak kalınması gereken bir iş olduğuna işaret olunmuştur.

Üçüncüsü; faizin müslümanlara ilk olarak haram kılınışı Medine döneminin ilk senelerinde inen Âl-i İmrân sûresinin 130. âyetiyle olmuştur:

“Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.”

Bu âyetle, o devirde yaygın bir şekilde uygulanan ve fakiri en çok ezen fahiş ribâ, yani mürekkep faiz yasaklanmıştır. Basit faizin haram olduğu hakkında henüz kesin bir hüküm inmemiştir. Bu, tıpkı içkinin, içilmesinin haram kılınmayıp sarhoş halde namaza yaklaşılmasının yasaklanması safhasına benzemektedir.

Dördüncüsü; daha sonra nâzil olan ve şimdi tefsiri yapılmakta olan Bakara sûresinin 275-279. âyetleriyle her türlü faiz kesinlikle haram kılınmıştır. Faizle ilgili son inen âyetler bunlardır. Hz. Ömer (r.a.): “Bakara sûresindeki faiz âyetleri en son inen âyetlerdendir. Resûlullah (s.a.s.) bunu yeterince açıklamadan vefat etti. Bu sebeble faizi ve faiz şüphesi olan şeyleri bırakınız” (İbn Mâce, Ticârât 56) demiştir.

Ayetler, borca karşılık veya borcun vadesinin uzatılmasına karşılık istenen câhiliye faizini yasaklamıştır. Buna ilâveten Peygamber Efendimiz (s.a.s.):

“Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık tuz cinsi cinsine birbirine eşit ve peşin olarak satılır. Malların sınıfları değişirse peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın” (Müslim, Müsâkât 81; Tirmizî, Buyû 23) buyurarak alışveriş faizini de yasaklamıştır. Buna göre aynı cins para veya malların birbiriyle peşin mübâdelesinde bedellerden birindeki fazlalık faizdir. Buna “fazlalık faizi” denir. Bedellerden birinin parayla alınıp satıldığı durumlar hariç bu malların birbiriyle vâdeli olarak mübâdelesinde de, ister tek bedel ister iki bedel vâdeli olsun yine faiz cereyan eder. Cinslerin aynı veya ayrı, miktarların eşit veya farklı olması durumu değiştirmez. Bu faiz çeşidine de “veresiye faizi” denir. İslâm hukukçularının çoğuna göre hadiste sayılan mallar sadece örnek olmak üzere zikredilmiştir. Maksat, “bunlar ve bunlar gibi olanlar” demektir. Buna göre insanların ihtiyaç duyduğu, bu sebeple değer verdiği ve herhangi bir sûrette mübâdele ettiği mallar, cinsi cinsine mübâdele edildiği zaman fazlalık bulunursa veya birbiriyle vâdeli olarak mübâdele edilirse faiz gerçekleşir, demek en uygun olandır. (Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, II, 214)

Faiz yiyenlerin hem dünya hem de âhirette durumları çok hazîn ve perişandır. Bu kimseler faiz yoluyla emek ve iş sahiplerinin çalışmalarının hâsılatını alıp, onunla geçindiklerinden tembellik içinde yatarlar, rahat ve huzurlu bir şekilde uyanamazlar, hemen kalkamazlar; pek çoğu yataklarında şeytan çarpmış gibi saatlerce gerneşerek, ağzını, yüzünü buruşturarak, sendeleye sendeleye kalkarlar. Bütün hayatları faiz düşüncesiyle ve onun dedikodusuyla geçer, düştükleri zaman da bellerini doğrultamazlar. Bunlar karınlarını faiz ile doldurduklarından dolayı, kabirlerinden kalkarken de genellikle saralı veya deli halinde kalkacaklar ve bu hal onların belirgin özellikleri olacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.), faiz yiyenlerin âhiretteki hallerini şöyle haber vermektedir:

“Mirac gecesi, bir kısım insanlara uğradım ki, karınları evler gibi iri idi. Bu karınların içi yılanlarla dolu idi ve bunlar dışardan görünüyordu. Ben:

«–Ey Cibrîl bunlar kimlerdir?» diye sordum.
«–Bunlar faiz yiyenlerdir!» cevâbını Verdi.”
(İbn Mâce, Ticârât 58)
Hz. Câbir (r.a.)’ın nakline göre, “Resûlullah (s.a.s.) faiz yiyene, yedirene, bu muameleyi yazan kâtibe ve şâhitlerine lânet etmiş ve: «Onlar müsâvîdir...» buyurmuştur.” (Müslim, Müsâkât 105-106)

Diğer bir hadîs-i şerîfte Allah Resûlü (s.a.s.), insanı helâke sürükleyen yedi şeyden birinin faiz olduğunu haber vermiştir. (Buhârî, Vasâyâ 23; Tıb 48; Hudûd 44; Müslim, İman 145)

Faiz almakla zekât ve sadaka vermenin neticesini mukayeseli bir şekilde öğrenmek isterseniz:

276. Allah, malı artırdığı sanılan faize bereket vermez ve onu eksilte eksilte sonunda mahveder. Buna karşılık malı eksilttiği sanılan zekât ve sadakaları bereketlendirir. Allah, nankörlükte ve günahta ısrarlı olanların hiçbirini sevmez.

اَلْمَحْقُ “mahk” kelimesi, bir şeyin tıpkı ay gibi, yok oluncaya kadar peyderpey azalıp kaybolması mânasına gelir. İşte faiz alan kişinin durumu böyledir. Faiz, içinde ayın on dördü gibi parlak görülen servetleri aynen hilâlin peyderpey küçülmesi gibi küçülte küçülte nihâyetinde tamâmen yok eder. Onda hiçbir bereket ve sonra gelenlerin istifade edebileceği bir fayda bırakmaz. Buna ilâveten faiz, malları kazanacak, onları işletip kâr elde edecek insanların hayatlarını da kurt gibi yiye yiye bitirir, sonunda anaparanın batmasına da sebep olur. Allah Resûlü (s.a.s.) bu hususta şöyle ikazda bulunmaktadır:
“Faiz yoluyla malını artıran her kişinin âkıbeti, malının azalarak fakîrliğe dûçâr olmasıdır.” (İbn Mâce, Ticârât 58; Hâkim, IV, 353/7892)

Buna mukabil Cenâb-ı Hak, sadakaların bereketini artırır. Sadakası verilen malın temizlenerek çoğalmasına yardım eder. Peygamberimiz şöyle buyurur:

“Sizden biriniz yeni doğan tayını terbiye edip büyüttüğü gibi Allah verilen sadakayı kabul edip büyütür.” (Buhârî, Zekât 8; Müslim, Zekât 63)

“Zekât maldan hiçbir şey eksiltmez.” (Müslim, Birr 69)

Zekât gibi Allah için yapılan bütün ibâdetler mahza hayır ve berekettir. Bunların insana yararı çok olacaktır:

277. İman edip sâlih ameller işleyen, namazı dosdoğru kılıp zekâtı verenler yok mu, işte onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.

Namaz ve zekât, sâlih amellerin başında yer alır. Ancak ehemmiyetine binâen “sâlih ameller”den sonra ayrıca bir kez daha zikredilmişlerdir. Hayatını her türlü sâlih amel, namaz ve zekâtla geçiren samimi mü’minler faiz ve benzeri gibi Allah’ın haram kıldığı şeylere asla yanaşmazlar. Akıllarından bile geçirmezler. Ebû Hanîfe Hazretlerinin hali buna ne güzel bir misâldir:

Ebû Hanîfe’nin birisinde bin siyah dirhem alacağı vardı. Adam bin beyaz dirhem vermek istedi. Ebû Hanîfe bunu kabul etmedi. Bunun faiz olabileceğinden korktuğunu söyleyip kendisine siyah dirhem verilmesini arzu buyurdu.

Yine nakledildiğine göre Ebû Hanîfe bir adamın kapısında beklerken görüldü. Kapıyı çalıyor sonra güneşin altına çekiliyordu. Sebebini soranlara şöyle dedi: “Benim bu adamda alacağım var. Borçlunun herhangi bir şeyinden istifade etmek ise caiz değildir. Bu sebeple onun duvarının gölgesinde gölgelenmekten kaçınıyorum.”

İslâm terbiyesiyle yetişmiş böylesine olgun müslümanlardan oluşan bir topluluk için dünyada korku ve üzüntü sebeplerinin asgariye ineceğinde şüphe yoktur. Çünkü böyle bir toplumda zengin fakire merhamet eder, onu korur, derdiyle dertlenir; fakir de zengine şükran duyar, onu ve servetini canı ve malı gibi korumaya çalışır. Güçlü bir toplumsal düzen, birlik ve beraberlik tesis edilerek huzurlu bir hayat imkânı sağlanmış olur. İşte faiz, böyle huzurlu bir toplum hayatını baltaladığı için gelen âyetlerde olduğu gibi fevkalade keskin ifadelerle yasaklanmaktadır.

278. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının. Eğer Allah’a gerçekten inanıyorsanız, faizden doğan, ancak henüz tahsil etmediğiniz kazançları almaktan vazgeçin.

Faizi kesin olarak yasaklayan âyetler geldikten sonra, mü’min olmanın gereği onu tamâmen terk etmektir. Çünkü imanın şartı, “işittik ve itaat ettik” demektir. Artık ilâhî emir tebliğ edilip anlaşıldığına göre, faizden mevcut alınacakların peşine düşmek, onları almaya çalışmak doğru bir davranış olmaz. Bilakis bu çok yanlış, Allah’ın rızâsına uygun olmayan ve O’nun gazabını celbeden çirkin bir teşebbüstür. Bu sebeple, Allah’ın emrini bile bile faizcilikten vazgeçmeyenlere Allah ve Rasûlü harp ilan etmiş, onlar da Allah ve Rasûlü’ne karşı savaşa girişmişler demektir. İnsanların böyle bir savaşa güç yetirmeleri ve başarılı olmaları ise mümkün değildir. Faizcilikle meşgul olmak, faiz almak ve vermek bu kadar büyük bir cinâyettir. Allah’ın açacağı savaştan maksat, emrine uymayanları cehenneme atmasıdır. Resûlullah’ın savaşı ise bizzat bildiğimiz mânada savaşmasıdır. Faizciliği terk etmeyenler gerek “faiz helâldir” inancında olan mürted veya kâfir, gerekse faizin haramlığına iman etmekle beraber imanının gereğiyle amel etmeyen fâsık mü’min olsun ikisiyle de savaşılması emredilmektedir. Çünkü bunlar zekâtı inkâr eden veya vermekten kaçınanlar gibi mürted veya bâğîdirler.

Bu âyetlerin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir rivayet nakledilir:

Tâif’te oturan Sakîf kabilesi faizcilik yapardı. Birçok kimse üzerinde faiz alacakları vardı. Mekke’nin fethinden sonra Tâif kuşatılmış, bu arada faiz yasağı da konmuş bulunduğu için bu konuda bir anlaşma yapılarak İslâm’a girmişlerdi. Anlaşmaya göre kendilerinin faiz borçları düşecek, yasaktan önce tahakkuk etmiş faiz alacaklarını ise tahsile devam edeceklerdi. Mekke Valisi Attâb b. Üseyd’e başvuran faiz borçlusu bazı Mekkeliler, Sakîf’e olan faiz borçlarını ödemeyeceklerini bildirdiler. Sakîfliler ise anlaşma gereği talepte ısrar ettiler. Durum Resûlullah (s.a.s.)’e bildirilince bu âyet nâzil oldu. Peygamberimiz de Attâb’a bir mektup yazıp “râzı olurlarsa mes’ele yok, râzı olmazlarsa onlara savaş ilan et” diye emretti. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 146-147)

Peygamber Efendimiz, Vedâ Hutbesi’nde faizin haram kılındığını herkese îlân etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Câhiliye faizi kaldırılmıştır. Lâkin «Tevbe ederseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.» (Bakara 2/279) Kaldırdığım ilk faiz, amcam Abbâs b. Abdulmuttalib’in faizidir. Onunki tamâmen kaldırılmıştır.” (Bk. Müslim, Hac 147-8; Ebû Dâvud, Büyû‘ 5/3334; Tirmizî, Tefsir 9/3087)

Cenâb-ı Hak, günahlarından, burada özellikle de faizcilikten tevbe edeceklere af ve rahmet kapısını açık tutmaktadır. Tevbe ettikleri takdirde anaparaları kendilerine aittir. Onu, faiz pisliğinden arınmış olarak almaları en tabiî haklarıdır. Böylece hem fazlasını almak sûretiyle borçluya haksızlık yapılmamış, hem de anaparanın eksilmemesi sebebiyle borç veren de haksızlığa uğramamış olacaktır. Bununla birlikte borçluya kolaylık ve müsamaha gösterilmesini tavsiye sadedinde buyruluyor ki:

279. Eğer faizcilikten vazgeçmezseniz, artık Allah ve Rasûlü’ne karşı savaş açtığınızı, onların da size savaş açtığını bilin. Eğer tevbe ederseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.

Faizi kesin olarak yasaklayan âyetler geldikten sonra, mü’min olmanın gereği onu tamâmen terk etmektir. Çünkü imanın şartı, “işittik ve itaat ettik” demektir. Artık ilâhî emir tebliğ edilip anlaşıldığına göre, faizden mevcut alınacakların peşine düşmek, onları almaya çalışmak doğru bir davranış olmaz. Bilakis bu çok yanlış, Allah’ın rızâsına uygun olmayan ve O’nun gazabını celbeden çirkin bir teşebbüstür. Bu sebeple, Allah’ın emrini bile bile faizcilikten vazgeçmeyenlere Allah ve Rasûlü harp ilan etmiş, onlar da Allah ve Rasûlü’ne karşı savaşa girişmişler demektir. İnsanların böyle bir savaşa güç yetirmeleri ve başarılı olmaları ise mümkün değildir. Faizcilikle meşgul olmak, faiz almak ve vermek bu kadar büyük bir cinâyettir. Allah’ın açacağı savaştan maksat, emrine uymayanları cehenneme atmasıdır. Resûlullah’ın savaşı ise bizzat bildiğimiz mânada savaşmasıdır. Faizciliği terk etmeyenler gerek “faiz helâldir” inancında olan mürted veya kâfir, gerekse faizin haramlığına iman etmekle beraber imanının gereğiyle amel etmeyen fâsık mü’min olsun ikisiyle de savaşılması emredilmektedir. Çünkü bunlar zekâtı inkâr eden veya vermekten kaçınanlar gibi mürted veya bâğîdirler.

Bu âyetlerin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir rivayet nakledilir:

Tâif’te oturan Sakîf kabilesi faizcilik yapardı. Birçok kimse üzerinde faiz alacakları vardı. Mekke’nin fethinden sonra Tâif kuşatılmış, bu arada faiz yasağı da konmuş bulunduğu için bu konuda bir anlaşma yapılarak İslâm’a girmişlerdi. Anlaşmaya göre kendilerinin faiz borçları düşecek, yasaktan önce tahakkuk etmiş faiz alacaklarını ise tahsile devam edeceklerdi. Mekke Valisi Attâb b. Üseyd’e başvuran faiz borçlusu bazı Mekkeliler, Sakîf’e olan faiz borçlarını ödemeyeceklerini bildirdiler. Sakîfliler ise anlaşma gereği talepte ısrar ettiler. Durum Resûlullah (s.a.s.)’e bildirilince bu âyet nâzil oldu. Peygamberimiz de Attâb’a bir mektup yazıp “râzı olurlarsa mes’ele yok, râzı olmazlarsa onlara savaş ilan et” diye emretti. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 146-147)

Peygamber Efendimiz, Vedâ Hutbesi’nde faizin haram kılındığını herkese îlân etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Câhiliye faizi kaldırılmıştır. Lâkin «Tevbe ederseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.» (Bakara 2/279) Kaldırdığım ilk faiz, amcam Abbâs b. Abdulmuttalib’in faizidir. Onunki tamâmen kaldırılmıştır.” (Bk. Müslim, Hac 147-8; Ebû Dâvud, Büyû‘ 5/3334; Tirmizî, Tefsir 9/3087)

Cenâb-ı Hak, günahlarından, burada özellikle de faizcilikten tevbe edeceklere af ve rahmet kapısını açık tutmaktadır. Tevbe ettikleri takdirde anaparaları kendilerine aittir. Onu, faiz pisliğinden arınmış olarak almaları en tabiî haklarıdır. Böylece hem fazlasını almak sûretiyle borçluya haksızlık yapılmamış, hem de anaparanın eksilmemesi sebebiyle borç veren de haksızlığa uğramamış olacaktır. Bununla birlikte borçluya kolaylık ve müsamaha gösterilmesini tavsiye sadedinde buyruluyor ki:

280. Eğer borçlu zor durumdaysa genişliğe çıkıncaya kadar ona mühlet verin. Darda olan borçluya alacağınızı bütünüyle bağışlamanız ise, bir bilseniz, sizin için daha hayırlıdır.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
281. Öyle bir günden sakının ki, onda hepiniz Allah’a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığının karşılığı tam olarak ödenecek ve kimseye haksızlık yapılmayacaktır.

İslâm, bir taraftan borçludan bir an önce borcunu ödemesini isterken, diğer taraftan da alacaklıya borçluya karşı müsamahalı davranmasını tavsiye eder. İmkanı varsa alacağını bağışlamanın kendisi için daha hayırlı olacağını müjdeler. Böylece hem müslümanlar arasındaki kardeşlik bağlarını kuvvetlendirir hem de problemlerin en güzel bir yolla çözülmesini sağlar.

Allah Resûlü (s.a.s.) Efendimiz’in borçluya gösterilecek kolaylığın mükâfâtıyla alakalı olarak birkaç beyânı şöyledir:

“Alacağını erteleyen müslüman kişi için her gün bir sadaka sevabı vardır.” (İbn Mâce, Sadakât 14)

“Zor durumda olan borçlusuna mühlet veren veya borcunu ona bağışlayan kimseyi Allah kıyamet günü kendi gölgesinde gölgelendirir.” (Müslim, Zühd 74)

“Üç şey vardır ki kıyâmet günü bunlara sahip olan mü’min, dilediği kapıdan cennete girer ve istediği hûri ile evlenir. Bunlar: Katili affetmek , borç isteyene gizlice borç vermek ve her farz namazdan sonra İhlas sûresini on kez okumaktır.” (Ali el-Mütteki, Kenzü’l-Ummâl, XV, 810)

Hz. Âişe şöyle anlatıyor:

“Resûlullah (s.a.s.), birbiriyle kavga eden iki kişinin kapı önünde bağırıp çağırdıklarını duydu. Borçlu adam, alacaklı olandan, alacağının bir kısmını bağışlamasını ve kendisine anlayışlı davranmasını istiyordu. Alacaklı olan ise:

«–Vallahi yapmayacağım!» diyordu. Onların yanına çıkan Allah Resûlü (s.a.s.):
«–Nerede o iyilik yapmayacağım diye yemin eden?» diye sordu. Alacaklı olan:
«–Buradayım ey Allah’ın Rasûlü! Nasıl istiyorsa öyle olsun!» dedi.” (Buhârî, Sulh 10; Müslim, Müsâkât 19)

Âyetlerin ve hadis-i şeriflerin istediği bütün dinî vecibeleri büyük bir dikkat, aşk ve ihlasla yerine getirmek, yasaklardan da sakınmak zarureti vardır. Zira önümüzde pek dehşetli ve belâlı bir gün olan kıyâmet günü bulunmaktadır. Şuurlu ve ihlâslı bir dinî hayatla o günün şerrinden korunmak gerekir. O günde herkes Allah’a dönecek, hayır veya şer yaptıklarının karşılığı tam olarak ödenecek ve kimseye zerre kadar bir haksızlık yapılmayacaktır.

İbn Abbâs (r.a.), Bakara sûresi 281. âyetin Kur’an’ın en son inen âyeti olduğunu söylemiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 156)

Şimdi de yapılan alış verişlerin düzgün ve kazancın helâl olmasını sağlamak, insanlar arasındaki ticâret ve borçlanma ilişkileri sebebiyle yaşanabilecek problemleri asgariye indirmek için ayrıntı sayılabilecek hususların bile yazılması tavsiye edilerek şöyle buyrulmaktadır:

282.Ey iman edenler! Belirlenmiş bir zamana kadar bir borç ilişkisi kurduğunuzda bunu yazın. Aranızdan bir kâtip bunu adaletle yazsın. Kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın. Artık o yazsın, borçlu da yazdırsın; rabbi olan Allah’tan korksun ve borçtan hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer borçlu akılca zayıf veya eksik yahut kendisi yazdıramaz durumda olursa velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki şahidi de tanık tutun. Şahitler iki erkek olmazlarsa, rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkekle -biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için- iki de kadın olsunlar. Çağrıldıklarında şahitler gelmezlik etmesinler. Borç küçük olsun büyük olsun vadesini belirterek onu yazmaktan üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah katında daha adaletli, şahitlik için daha destekleyici ve şüpheye düşmemeniz için daha uygundur. Borç ilişkisinin, aranızda alıp vererek bitirdiğiniz peşin ticaret olması müstesnadır; onu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alış veriş yaptığınızda şahit tutun. Kâtip de şahit de zarar görmesin. Eğer bunu yapar da zarar verirseniz şüphesiz bu sizin yoldan çıkmanız demektir. Allah’tan korkun, Allah size öğretiyor, Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.

Bu âyet-i kerîme, Kur’ân-ı Kerîm’deki en uzun âyettir. İnsanlar arasındaki belirli bir süreye kadar olan karşılıklı borçlanmaların yazılmasını, şâhit tutulmasını, böylece kul haklarının emniyet altına alınmasını tavsiye etmektedir. Şâhitlere şâhitlik etmelerini, vazife düştüğü zaman bundan kaçınmamalarını; kâtiplere de Allah’ın emrettiği şekilde adâletle yazmalarını emretmektedir. Yüce Rabbimiz, sonsuz merhameti sebebiyle insanların özellikle de mü’minlerin karşılıklı muamelelerinin nasıl olacağını bildirmekte; böylece onları birbirleriyle münakaşa etmekten, sürtüşmekten ve birbirlerine kin gütmekten kurtarmak istemektedir.

Borç alıp vermede en önemli husus, onun zamanında ve eksiksiz olarak ödenmesidir. Bunu sağlayabilmek için hem unutmayı hem de borcu inkârı önleyecek tedbirlere ihtiyaç vardır. Yazma, şâhit tutma, teminat alma, insanlarda emanet ve mesuliyet şuurunu geliştirme gibi hususlar bu tedbirlerin başta gelenleridir. İşte âyet-i kerîme, bunları detaylı bir şekilde açıklamaktadır. Âyette borcu teminat altına almakla ilgili emirler, dört mezhep imamının da içinde bulunduğu pek çok fakihe göre tavsiye niteliğindedir; menduptur. Bunlar, yapıldığında her bakımdan daha güzel beşeri münasebetler ve daha sıhhatli bir toplum hayatı gerçekleşmiş olur.

Ancak borcun yazılması için kendine müracaat edilen kâtibin onu yazması farzdır. Kendinden başka yazabilecek birileri varsa farz-ı kifâye, yoksa farz-ı ayn olur. Bu sebeple idârî âmirlerin belgeleri yazacak bir güvenilir kâtip tâyin etmeleri, mühim sorumluluklarından biridir. (Elmalılı, Hak Dini, II, 980)

Âyet-i kerîmede şâhit tutulacak kişilerle alakalı olarak “sizin erkeklerinizden” kaydının konması, şâhitlerin şu vasıfları taşıması gerektiğini açıklar:

- Şâhitler çocuk olmayacak, ergenlik çağına gelmiş kimselerden olacaktır.

- Şâhitler mü’minlerden olacaktır. Zira gayr-i Müslimlerin, mü’minler hakkında şâhitlik yapmaları câiz değildir. Sadece yolculuk esnasında ölmek üzere olan müslümanın yapacağı vasiyete şâhitlik yapmalarına cevaz verilmiştir. (bk. Mâide 5/106)

Bir borcun belirlenmesi için öncelikle iki erkek şâhit gereklidir. İki erkek şâhit bulunamadığı takdirde, bir erkek iki kadın şâhit yeterlidir. Bunlar râzı olduğunuz ve adâletle şâhitlik yapacak (bk. Talâk 65/2) kimselerden olmalıdır. Görüldüğü üzere âyet-i kerîmede “bir erkek şâhid”e karşılık olarak “iki kadın şâhit” talep edilmiştir. Gerekçe olarak da “biri yanıldığı takdirde diğerinin ona hatırlatması” (Bakara 2/282) şeklinde bir açıklama yapılmıştır. Zira şâhitliğe ehliyet ve liyakatin şartlarından biri de gerektiği şekilde hıfzedebilmek, akılda iyi tutmak ve unutmamaktır. Ancak şâhidin, şâhitlik yapması için hâdiseyi başından sonuna kadar her an hafızasında tutması ve aklından çıkarmaması şart değildir. Şâhitlik yapacağı sırada hakkiyle hatırlaması ve aklına getirmesi yeterlidir.

Kadının şâhitliğinin erkeğe göre yarım olması, onlar için bir eksiklik veya bir zâfiyet değildir. Bu onların fizikî ve ruhî yapılarının taşıdığı özelliklerin bir gereğidir. Allah Teâlâ, hanımlara duygu derinliği, incelik, şefkat, merhamet, hayâ, fedâkârlık, çocuk bakımı ve neslin muhâfazası gibi meziyetler ihsân etmiştir. Onların bünyesi nârin, hisleri fevkalâde kuvvetli ve merhamet duyguları yüksek olduğundan hayâtın çeşitli safhalarında birtakım süprizlerle karşılaştıklarında bazan bedenî ve rûhî zaaflara düşerler. İşte onların şâhitliğinin erkeğe göre yarım olmasının sebeplerinden biri budur. Bu İslâm’ın; erkek ve kadına ait fıtrî ve değişmez olan husûsiyetleri dikkate almasından doğan mükemmel bir hükümdür.

Cenâb-ı Hak, erkeği, hayat mücâdelesi ve evin geçimiyle mükellef kılmış, bu vazîfeyi lâyıkıyla îfâ edebilmesi için, bedenen daha kuvvetli, rûhen de daha metin yapmıştır. Kadın ise nesli korumaya, evlât yetiştirmeye ve onu en zayıf ve âciz zamânında bakıp gözetmeye, himâye etmeye memur kılınmıştır. Bu sebeple onun vazîfesi, bedeninin değil, rûhunun daha derin duygu ve hassâsiyetlerle techîz edilmesini gerektirmiştir. Bunun içindir ki, çocuğun ilk acziyet devresinde onu derin bir merhamet ve muhabbetle kucaklayıp büyütmek için kadına ilâhî bir mevhibe olarak aşırı bir hissîlik verilmiştir.

Bu hissî yapısıyla bir merhamet mecrâı olan anneye, yaratılış maksadının ve gücünün dışında bir vazîfe yüklenirse, menfî bir netîce ortaya çıkar. Dolayısıyla bir kadının suçluya acıyıp merhamet ederek adâleti yanıltma ihtimâli yüksektir. Bu da onun şâhitliğinin yarım olması husûsunda vârid olan ilâhî hükmün hikmetlerinden biri olmuştur. Diğer taraftan İslâm, şâhitliği insanın psikolojik yapısına göre tanzîm eder. Yerine göre erkeğin şâhitliği nazar-ı îtibâra alınmazken yerine göre de kadının şâhitliği tam olarak kabul edilir. Meselâ erkeklerin muttalî olma ihtimali bulunmayan yerlerde sadece kadınların şâhitliği yeterli sayılır. (Mecelle, md. 1685)

Belli bir süreye kadar borçlanmalarda kendine müracaat edilen kâtip yazmaktan, şâhit de şâhitlik yapmaktan kaçınmamalıdır. Yazarken ve şâhitlik yaparken de kimseye bir zarar vermemelidirler. Çağrıldıklarında gitmemek, yazarken veya şâhitlik yaparken doğru olanı değiştirmeye çalışmak gibi zarar verici davranışlardan uzak durmalıdırlar. Aynı şekilde onlara da yazdıktan ve şâhitlik yaptıktan sonra kimse tarafından bir zarar verilmemelidir. Onları mühim olan işlerinden alıkoymak, belirli ölçüler dışında fazladan tekliflerde bulunmak veya kâtibe ücretini vermemek gibi yanlış bir tutum içinde de olunmamalıdır. Böyle şeylere teşebbüs etmek, büyük bir günahtır.

Ayetin sonunda yer alan, “Allah’a karşı gelmekten sakının! Allah size ihtiyaç duyduğunuz bütün hükümleri ve her işte uymanız gereken yolu öğretmektedir” kısmına: “Allah’a karşı gelmekten sakının ki Allah size öğretsin” (Bakara 2/282) şeklinde meâl vermek de mümkündür. Dolayısıyla bu âyette, Allah’tan hakkiyle korkanlara Cenâb-ı Hakk’ın ilim öğreteceği vâdi vardır. Yâni takvâ sahibi kulun kalbine Yüce Allah, kendisiyle gerçekleri kavrayabileceği ve hakla bâtılı ayırabileceği bir nûr ihsan eder. (Kurtubî, el-Câmi‘, III, 406) Nitekim, “Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız size hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayıracak şaşmaz bir ölçü verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah, pek büyük lutuf ve ihsan sahibidir” (Enfâl 8/29) âyeti de bu mânaya işaret etmektedir. Hadîs-i şerîfte ise bu mânayı teyiden şöyle buyrulur:
“Öğrendikleriyle amel edene Allah Teâlâ bilmediklerini öğretir.” (Ebû Nuaym, Hilye, X, 15)

Yolculuk halindeyken borçları yazma ve borca karşılık rehin alma konusuna gelince:

283. Seferde olur da yazacak birini bulamazsanız, borç karşılığında rehin alırsınız. Birbirinize güvenir de rehin almazsanız, kendine güvenilen kişi borcunu ödesin ve Rabbi olan Allah’tan korksun. Şâhitliği de gizlemeyin. Kim onu gizlerse, şüphesiz o, kalbi günaha batmış bir kimsedir. Allah, yaptığınız her şeyi hakkiyle bilendir.

Verilecek borca karşılık rehin almak, sadece yolculukla alakalı bir durum değildir. Normal şartlarda da rehin alınıp verilebilir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), Medine’de bir yahudiden aldığı bir miktar arpa karşılığında zırhını ona rehin olarak vermiştir. (Buhârî, Buyû‘ 33; Müslim, Müsâkât 124) Âyette özellikle yolculukla alakalı olarak zikredilmesi, yolculukta borcu yazacak bir kâtip ve kalem, kağıt ve mürekkep gibi yazı malzemelerini bulmanın zorluğu sebebiyledir. Alınan rehin, borcun ödenmesini teminat altına alacak bir vesika yerine geçer.

282 ve 283. âyetlerde karşılıklı borçlanmalarda borcun tam olarak ve zamanında ödenmesini garanti altına almak için üç çeşit uygulamadan bahsedildi. Bunlar yazmak, şâhit tutmak ve rehin almaktır. Her hak sahibine hakkını verebilmek ve kimsenin en küçük bir zarar görmemesini sağlayabilmek için bunların tatbikatına itina gösterilmesi icab eder. Ancak borç veren ve alan birbirlerine güvendikleri takdirde, bu üç uygulamadan herhangi birine başvurmadan da borçlaşmaları caizdir. Dinde mühim olan kalplerde bu emniyet hissini geliştirmek, güvene karşı hıyânet etmemeyi, sırf Allah korkusuyla emâneti yerine getirebilmeyi bütün borç ilişkilerine yaymaktır. Zira teminat alınsa bile, kişilerde emânet şuuru ve mesûliyet duygusu kökleşmediği takdirde, borcun taraflarının birbirine haksızlık yapmalarına mâni olmak çoğu kez mümkün olmayabilir.

Hiçbir kimseye bildiği bir hususta şâhitliği gizlemesi caiz değildir. Dolayısıyla hakkın yerini bulması için şâhitlikten kaçınmamak hem de görüp bildiğimiz doğruyu gizlememek gerekir. Borç alanlar da borçları ne ise onu olduğu şekilde söylemeli, inkâr etmeye kalkışmamalıdırlar. Çünkü bunları gizlemek büyük bir günahtır. Bunlar esasta kalbi ilgilendiren işler olduğu için kalbe isnad edilmiş ve böyle yapanların kalplerinin günahkâr olduğu beyân buyrulmuştur.

Hangi şartlar altında olursa olsun şâhitliğin ifâ edilmesi lâzım geldiği hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın ve yakın akrabanızın aleyhinde bile olsa, Allah için doğru dürüst şâhidlik yaparak, adâleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun! Hakkında şâhidlik yaptığınız kimse zengin de olsa fakir de olsa böyle davranın. Çünkü Allah, ikisine de sizden daha yakındır, hâllerini daha iyi bilir. Şu hâlde, sakın âdil davranmaktan yüz çevirip nefsin arzularına uymayın. Eğer dilinizi eğip büker, gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün ondan yüz çevirirseniz, başınıza geleceği siz düşünün! Zira Allah, yaptığınız her şeyden hakkıyla haberdardır.” ((Nisâ 4/135; Ayrıca bk. Mâide 5/8)

İbn Abbas (r.a.)’den nakledilen bir rivayete göre şu üç şey büyük günahlardan olup, bunlardan uzak durulmalıdır:
Allah’a şirk koşmak. Bu konuda, “Şunu bilin ki, kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer ateştir” (Mâide 5/72) buyrulmuştur.
Yalancı şâhitlik yapmak.
Şahidliği gizlemek. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 191)

Zira Allah her şeyi, içimizden geçen en ince duygu ve düşünceleri bile tam olarak çok iyi bilmektedir. Nitekim gelen âyet bu hususa ışık tutmaktadır:

284. Göklerde ne var ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. İçinizden geçeni açığa vursanız da, gizleseniz de Allah onun hesabını sizden sorar. Sonra O, dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder. Allah’ın her şeye gücü yeter.

Bu âyet-i kerîme şâhitliği gizlemek ve doğruyu olduğu gibi söylememek hakkında inmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 192) Âyet-i kerîmedeki “içinizden geçen” ifadesi mutlak olduğu için, nefsin her türlü hallerini ve hareketlerini şumûlüne almaktadır. Buna göre duygu, düşünce, irade, yönelme, hayal etme, her çeşit hâtıra ile vesveseler, şüpheler, inançlar, ister ihtiyarî ve isterse gayri ihtiyarî, sürekli veya gelip geçici, iyi ve kötü insanın iç dünyasında olup biten her şey buna dâhildir. Fakat âyetin üslûbu, sibak ve siyâkı bu mutlak mânayı daraltan bir husûsiyet taşımaktadır. Şöyle ki:

Âyetteki sözün gelişi, şâhitliği gizlemek ve bildiğini söylememek gibi çirkin durumlara ait olduğundan, hesap da daha ziyâde kötülükler hakkında maruf olduğundan iyi ve güzel olanlar hesaba çekilmenin dışında kalır.

Âyetteki ف۪يۤ اَنْفُسِكُمْ (fî enfüsiküm) “içinizde bulunanlar” ibâresi, “içinizde iyice yer etmiş, karar haline gelmiş olan duygu, düşünce ve niyetler” için açık bir mâna taşıdığından, bir var, bir yok olan gelip geçici ve kararsız duygular bunun dışında kalmaktadır.

“Gizli tutmak ve açığa vurmak”, insanların iradeleriyle yaptıkları işlere ve davranışlara ait olduğundan, irade dışı olanlar bunun dışında kalır. Zira hesaba çekilmek, düşüncelerin mutlaka açığa çıkması veya gizli kalmasına bağlı değildir. Çünkü niyetlerinin açığa çıkması da, gizli kalması da tamâmen insanların kendi takdirlerine kalmış bir durumdur. Bu ise ancak kesinlikle kasıt ve niyetle olur. O halde iradeli olarak yapılan bütün işler ve ruhî haller hesaba çekilmeyi gerektirir. Böyle olmayanların gizli kalması da açığa çıkması da Allah Teâlâ’nın isteğine bağlıdır. (Elmalılı, Hak Dini, II, 991)

Bu açıklamadan sonra bu âyet-i kerîmeyle “Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz” (Bakara 2/286) gibi âyetlerin ve Allah Resûlü (s.a.s.) Efendimiz’in bu konuya açıklık getiren beyânlarının arasını telif etmek daha kolay olacaktır. Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Allah ümmetimden, işlemedikleri ve konuşmadıkları sürece gönle doğan düşüncelerin günahını bağışlamıştır.” (Buhârî, Eymân 15; Müslim, İman 201)

“…Kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa, Cenâb-ı Hak bunu yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet bir kimse iyilik yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o iyiliği on mislinden başlayıp yedi yüz misliyle, hatta kat kat fazlasıyla yazar. Kim bir kötülük yapmak ister de vazgeçerse, Cenâb-ı Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet insan bir kötülük yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o fenalığı sadece bir günah olarak yazar.” (Buhârî, Rikâk 31; Müslim, İman 207, 259)

Ashâb-ı Kirâm, zaman zaman Peygamber Efendimiz’e gelerek imanî mevzularla alakâlı olarak zihinlerinden açıklamaları mümkün olmayan bazı kötü düşüncelerin gelip geçtiğini söylediklerinde Efendimiz onlara:

“İşte o, imanın ta kendisidir” şeklinde cevap vermiştir. (Müslim, İman 209)

Hâsılı Allah Teâlâ’dan hiçbir şeyin gizli kalması mümkün değildir. Bu sebeple insanların gönüllerine yerleştirdikleri bir şeyi açığa vurmaları veya gizli tutmalarının fazla bir önemi yoktur. Kendi hür irade ve tercihleriyle isteyerek yaptıkları işlerin hepsi hesaba dâhildir. Bunların hepsinin hesabını Allah sorar da sorumluluk kesinleştikten sonra dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. O’nun azabı bile katıksız adâlet; bağışlaması ise zaten katıksız lutuf, ihsan ve inayettir.

İşte o katıksız lütuf, ihsan ve inayete nâil olabilmek için gerekli iman, itaat, teslimiyet ve niyazı öğretmek üzere miraç gecesinin paha biçilmez hediyesi olan âyetler gelmektedir:

285. Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti ve mü’minler de iman ettiler. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar da; “O’nun peygamberleri arasında hiçbir ayırım yapmayız” dediler. Sonra da: “İşittik, itaat ettik, ey Rabbimiz bizi bağışlamanı isteriz, dönüşümüz ancak sanadır” diye niyazda bulundular.

Bu âyetlerin iniş sebebi olarak şöyle bir rivayet nakledilir:

Bir önceki “İçinizden geçeni açığa vursanız da, gizleseniz de Allah onun hesabını sizden sorar” (Bakara 2/284) âyeti inince, burada işaret edilen ince mânalar, ilâhî vahyin karşısında gerçekten çok hassas bir gönle sahip olan ashâb-ı kirâma pek ağır geldi. Toplanıp Resûlullah’ın huzuruna vardılar, diz çöktüler: “Ey Allah’ın Resûlü! Namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yeteceği amellerle sorumlu olduk. Şimdiyse sana bu âyet indirildi. Halbuki bizim buna gücümüz yetmeyecek” dediler. Peygamberimiz (s.a.s.) onlara: “Siz de sizden önceki kitap ehli gibi, «İşittik ve isyan ettik» mi demek istiyorsunuz? Bilakis «İşittik, itaat ettik, ey Rabbimiz bizi bağışlamanı isteriz, dönüş ancak sanadır» deyin” buyurdu. Bunu hep birlikte söylemeye başladılar. Söyledikçe dilleri alıştı ve gönülleri yatıştı. O zaman Bakara 285. âyet nâzil oldu. Böylece Allah’a tazarrû ve niyaz ile yalvarıp yakardılar, istiğfar edip Allah’a sığındılar. Bu sebeple bir süre sonra da 286. âyet indirilerek güçlerinin yetmeyeceği ve ellerinde olmayan şeylerden hesaba çekilmeyecekleri bildirilmiş ve endişeleri giderilmiş oldu. (Müslim, İman 199)

Bakara sûresinin ilk beş âyetinde iman esaslarına yer verilmiş, müttaki olmak ve kurtuluşa erebilmek için bunlara inanmanın ve gereğince amel etmenin önemine dikkat çekilmişti. Burada sûre sona erdirilirken tekrar İslâm’ın temelini oluşturan Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman, mü’minlerin ayrılmaz bir vasfı olarak dile getirilir. Bizim inanç sistemimizde, özellikle yahudi ve hıristiyanların yaptığı gibi peygamberler arasında bir ayrım yapmak söz konusu değildir. Hiçbir ayırım yapmaksızın hepsine inanmak farzdır. Mü’min olmanın, ayrılmaz şartlarından biri de Allah’ın ve peygamberin emirleri karşısında son derece duyarlı bir gönle sahip olmak, en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün tekliflere “işittik ve itaat ettik” diyerek mukabele etmektir. Onlar için isyan ve itaatsizlik olacak şey değildir. İşitme ve itaatte eksik kalan kısımlar için de Allah Teâlâ’dan af ve bağışlanma talep edilecektir. Zira insanlar sonunda O’na dönecek ve yaptıklarının hesabını vereceklerdir. Bundan kaçış ve kurtuluş imkanı yoktur.

Ancak Allah Teâlâ’nın size sonsuz merhamet sahibi olduğunu unutmayın ve ilâhî rahmete erebilmek için âdâbına uygun tarzda Rabbinize şöyle yalvarın:

286. Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz. Herkesin yaptığı iyilik kendi yararına, işlediği günahlar da kendi zararınadır. O mü’minler, niyazlarına şöyle devam etiler: “Rabbimiz! Unutur veya hata edersek bizi cezalandırma! Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme! Rabbimiz! Kaldıramayacağımız şeyleri de bize yükleme! Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın. Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle!”

Burada yer alan “Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyle sorumlu tutmaz” (Bakara 2/286) ifadesi, Allah Teâlâ’nın kullarını sorumlu tuttuğu dini emirlerdeki ölçüyü haber vermektedir. Dolayısıyla insanlara güç yetirebilecekleri şeyleri teklif etmek, Allah’ın değişmez bir kanunudur. Bu da Rabbimizin kullara olana rahmet, merhamet ve ihsanının bir göstergesidir. “Allah sizin için kolaylık diler, fakat zorluk dilemez” (Bakara 2/185) ayeti de bu gerçeğe ışık tutmaktadır. Ancak kul, yine de Rabbine niyaz halinde olmalıdır.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, zaman zaman mü’minlerin Allah Teâlâ’ya nasıl dua edeceklerini bildirir. Burada da çok mühim dua ve niyaz örnekleri yer almaktadır. Bunlardan birincisi:

“Rabbimiz! Unutur veya hata edersek bizi cezalandırma!” (Bakara 2/286) duasıdır. Gerçekten de Cenâb-ı Hak, mü’minlerin bu duasını kabul buyurmuş, onlardan unutma ve hata yollu vuku bulan günahları affedeceğini müjdelemiştir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ hatâ, unutma ve zorlama sûretiyle işlenen günahlardan dolayı ümmetimi hesaba çekmeyecek, onları bağışlayacaktır.” (İbn Mâce, Talâk 16/2043, 2045)

İkincisi: “Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme!” (Bakara 2/286) duasıdır. Önceki ümmetlere bir kısım ağır sorumluluklar yüklenmişti. Meselâ yahudiler günde elli vakit namaz kılmak, mallarının dörtte birini vergi vermek, pislik bulaşan elbiseyi kesmek, vatanlarından sürülüp çıkarılmak, birçok konuda hemen idam cezası uygulanmak, tevbe etmek için intiharla yükümlü olmak, bir isyan üzerine hemen ceza verilmek, herhangi bir hata meydana gelirse helâl olan yiyeceklerden bazıları yasak kılınmak gibi hükümlerle sorumlu tutulmuşlardı. (bk. Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 159) İşledikleri günahlar sebebiyle de maymun ve hınzıra çevrilmişlerdi. (bk. Bakara 2/65; Mâide 5/60) İşte müminler bu gibi sıkıntılardan, zorluklardan korunmalarını niyaz ettiler, Allah Teâlâ da Peygamber Efendimiz’i göndererek fazl u keremiyle bu ağır sorumlulukları ümmet-i Muhammed’den kaldırdı. (bk. A‘râf 7/157)

Üçüncüsü: “Rabbimiz! Kaldıramayacağımız şeyleri de bize yükleme!” (Bakara 2/286) duasıdır. Yani “Dinî sorumluluk olarak güç yetmez, hiç çekilmez, takat getirilmez, yüklenecek olursa yerine getirilemeyecek, isyan ve itaatsizliğe sevkedecek tekliflerde bulunma! Dünya hayatında ceza olarak gelen, bizi mahv ve helak eden, takat yetişmez musibetler, belalar ve sevdâlar altında bizi inletme!” demektir. Bir tevcihe göre, bir önceki dua ile yerine getirilmesi zor olan sorumluluklardan Allah’a sığınılırken, bu dua ile de güç yetirmek zor olan cezalardan Allah’a sığınılmak istenmiştir. Çünkü güç yetmeyecek zor işlerle mükellef tutulan kişilerin, kusur işlemekten tamamen uzak durmaları ve cezaya uğramamaları oldukça zordur.

Dördüncüsü ise: “Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın. Kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle!” (Bakara 2/286) duasıdır. “Affet” niyazı, günahların silinmesini, yok edilmesini ve bunlarla sorguya çekilmemeyi istemektir. Her ne kadar işlenen günahlar, Allah’ın ilminde belli ve sâbit olsa da, Cenâb-ı Hak isterse onların kullara yönelik sonuçlarını silebilir ve onları bu günahlar sebebiyle cezalandırmayabilir. “Mağfiret” niyazı ise günahların açığa vurulmamasını talep etmektir. Allah Teâlâ yapılan bir günahın cezasından vazgeçebilir ama, onu açıklamaktan ve ortaya dökmekten vazgeçmeyebilir. İşte mü’minler Allah’tan hem günahlarının affını, hem de bunların gizlenmesini istemekle emrolunmuşlardır. Ancak bu şekilde halleri gizli kalabilir ve rezil olmaktan kurtulabilirler.

Bu iki âyet, toplumumuzda daha ziyâde “Âmene’r-Resûlü” ismiyle meşhur olmuştur. Peygamberimize Mirac gecesi vahyedilmiştir. (Müslim, İman 279) Bunların faziletiyle alâkalı olarak Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Bakara sûresinin sonunda iki âyet vardır ki, bir gecede okuyana onlar yeter; onu her türlü kötülüklerden korur.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’an 10; Müslim, Müsâfirin 255)

“Allah Teâlâ, Bakara sûresini iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana arşın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz, kadınlarınıza, çocuklarınıza belletiniz, öğretiniz. Çünkü bunlar hem rahmettir, hem duadır, hem Kur’ân’dır." (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 14)

Şimdi, Bakara sûresinde özetle işaret edilen bir kısım mevzuları derinlemesine izah etmek ve sûrenin sonunda yer alan mü’minlerin yardım ve zafer niyazlarına bir cevap olmak üzere Âl-i İmrân sûresi başlıyor:
 
Üst Alt