TEFSİR BAKARA Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
101. Ne zaman Allah tarafından onlara ellerindeki kitabı doğrulayan bir peygamber geldiyse, kendilerine kitap verilenlerin bir kısmı, sanki gerçeği hiç bilmiyorlarmış gibi, Allah’ın kitabını umursamayıp kulak ardı ettiler.

Kendi dinlerine ve peygamberlerine karşı bu sadakatsizliği gösterenlerin, Allah Resûlü’nün peygamberliğini reddetmesinde şaşılacak bir durum yoktur. Resûlullah (s.a.s.), onların eski kitaplarını tasdik ettiği ve bu kitapları da Son Peygamber’e inanmalarını emrettiği hâlde, Medine yahudileri bunu bilmezlikten gelip, bir bakıma kendi kitaplarını da hiçe sayarak Allah Resûlü’nün peygamberliğini kabul etmediler. Zaten onların âdeti; isyan, inkâr ve iftirâdır. Durmadan şeytana uyar ve onun peşinden giderler:

102. Onlar, Süleyman’ın saltanatı aleyhinde şeytanların uydurduğu yalanlara uydular. Oysa Süleyman hiçbir zaman kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü onlar, insanlara büyü yapmayı ve Bâbil’de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirilen bilgileri öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek: “Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın öğrettiğimiz bilgileri büyü yapmada kullanıp da kâfir olma!” demeden hiç kimseye bir şey öğretmezlerdi. Onlar ise bu iki melekten, karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Onlar, Allah’ın izni olmadıkça o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler. Fakat onlar kendilerine fayda değil zarar verecek şeyi belliyorlardı. Elbette onlar, büyüyü satın alan kimselerin âhirette hiçbir nasibi olmadığını da çok iyi biliyorlardı. Karşılığında kendilerini sattıkları şey, ne kötüdür! Keşke bunu bilselerdi!

Kitap ehlinin büyük bir kısmı, Allah’ın kitabını ihmâl ve terk ettikleri için bâtıl inançlara sahip olur, şeytanların ve şeytanlaşmış insanların uydurduğu yalan yanlış sözlerin peşinden giderler. Tahrif edilen Tevrat’a bakarak Süleyman (a.s.)’ın sadece bir kral olduğu, hükümranlığını büyü ile sağladığı, kadınlara düşkünlüğü sebebiyle âhir ömründe putlara taptığı gibi iftirâlara inanırlar. (Kitab-ı Mukaddes, 1. Krallar, 11; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 35-36)

Halbuki Hz. Süleyman bir peygamberdi ve büyü ile alâkası yoktu. Onun ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de on altı defa zikredilir. Keskin zekâsı, engin ilim ve hikmetinden bahsedilir. Bu meziyetleri sayesinde, girift hukûkî ve içtimâî meseleleri hallettiği, kendisine kuşların ve diğer hayvanların dilinin öğretildiği; bitkilere, rüzgâra, hayvanlara ve cinlere hükmettiği; erimiş bakırı kullanarak muhtelif âlet ve edevât yaptığı bildirilir. (bk. Enbiyâ 21/82; Neml 27/15-44; Sebe’ 34/12-21; Sād 38/30-40) Onun hakkında: “Biz, Dâvûd’a Süleyman’ı lütfettik. O ne güzel bir kuldu. Gerçekten o, tam bir teslimiyet ve samimiyetle sürekli Allah’a yönelir dururdu” buyrulur. (Sād 38/30)

Allah Resûlü (s.a.s.), Hz. Süleyman’ı peygamberler arasında zikredince bazı yahudi hahamları:

“–Muhammed, Dâvud’un oğlunu peygamber sanıyor. Halbuki o sadece bir sihirbazdı” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 41-42)

Âyet-i kerîmede; “Süleyman sihir yapmadı” mânası kastedilerek “Süleyman kâfir olmadı” (Bakara 2/102) buyrulması, sihrin ne kadar tehlikeli ve büyük bir günah olduğunu göstermektedir. Sihir ve büyü, âdeta küfürle denk tutulmuş, sihri öğreten şeytanların kâfir olduğu ifade edilmiştir.

Sihir, ne olursa olsun, sebebi gizli olan ince şey demektir. Sebebi gizli olduğu için hakikatin zıddına tahayyül olunan yaldızcılık, şarlatanlık, göz boyama ve aldatma şeklinde cereyan eden herhangi bir şeye sihir/büyü denir. Sihri iki kısma ayırmak mümkündür:

1. Sırf yalan ve aldatmadan ibaret olan söz ve fiillerle bir tesir icra etmek,
2. Az çok bir hakikati kötüye kullanarak bir tesirde bulunmak ve bir şey yapmaktır. Bu durumda, sebebi herkes tarafından bilinmeyen herhangi bir hakikat, insanları kandırıp aldatmak için kullanıldığında sihir olur. İslâm’a göre ilim değerlidir ve öğrenilmesi yasaklanan hiçbir bilgi yoktur. Hatta şerrinden korunmak için sihir bile öğrenilebilir. Ancak hiçbir zaman ilmi kötüye kullanmamak gerekir. Bu sebeple sihir yapmak haram, hatta küfürdür. Maalesef günümüzde çok yaygın olan bir günah olarak dikkat çekmektedir.

Nebî (s.a.s.) birgün:

“–İnsanı helâke sürükleyen yedi şeyden sakınınız!” buyurmuştu. Sahâbîler:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, onlar nelerdir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle cevap verdi:

“–Allah’a şirk koşmak, sihir ve büyü yapmak, -dînî bir ceza ile usûlünce öldürülen müstesna- Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı bir insanı katletmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum sırasında harpten kaçmak, hiçbir şeyden haberi olmayan iffetli müslüman kadınlara zina iftirasında bulunmak.” (Buhârî, Vasâyâ 23; Tıb 48; Hudûd 44; Müslim, İman 145)
Yine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Kim bir düğüm atar ve ona üfürürse sihir yapmış olur. Kim de sihir yaparsa şirke düşer. Kim fayda umarak hayvan tırnağı, nazarlık gibi câhiliye âdetlerinden bir şeyi herhangi bir yere asarsa, o astığı şeye havâle edilir. Yani Allah’ın yardımından mahrûm bırakılır.” (Nesâî, Tahrîmü’d-Dem 19/4076)

Cenâb-ı Hak, Hârût ve Mârût isminde iki meleği Bâbil’e indirmiş ve onlara bazı ince ilmî hakikatleri vermişti. Bu iki melek, hayırda kullanarak istifade etmeleri için ve bir de imtihan maksadıyla bu bilgileri İsrâiloğulları’na öğretmişlerdi. Hayır için öğrettikleri hakikatler, fesat ehli tarafından kötüye kullanılabilecek vasıfta olduğundan, melekler herkese kesin bir dille:

“–Biz imtihan için gönderildik, öğrettiğimiz şeyler fitneye müsaittir ve kötüye kullanıldığında insanı küfre götürür. Sakın bunlarla sihir yaparak küfre girme!” diye tavsiyede bulunurlardı. İnsanlardan ve cinlerden olan şeytanlar ise, böyle hayır telkin edip nasihatte bulunmak bir tarafa, meleklerin öğrettiği hakikatlerle insanlara sihir yapmasını öğretiyorlardı.

İşte yahudiler, gerek sihirbazlardan gerekse meleklerin öğrettiği hakîkatlerden, kişiyle hanımının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Görüldüğü gibi sihir o kadar büyük bir tehlikedir ki, âile gibi birbirine sıkıca bağlı en sağlam yapıyı bile bozabilmektedir. Dünyanın en yakın insanlarını birbirinden ayıran sihir, komşuları, akrabaları, toplumu ve milletleri ne hâle getirir?! Zira sihir her şeyden evvel ruhlar üzerinde tesir icrâ eder, fikirleri târumâr eder, kalpleri çeler, ahlâkı bozar ve cemiyetleri perişan eder.

Âilede koca ile eşinin arası iyi olursa, toplum da sağlam ve kuvvetli olur. Fakat ikisi arasındaki münâsebetler kötü olursa, bütün toplum bozulur. Bu sebeple yahudiler, en büyük kötülüğü yapıyor, kişiyle hanımının arasını ayırıyorlardı. Allah Resûlü (s.a.s.), bu husûsun ehemmiyetini anlatmak için şöyle buyurur:

“İblîs tahtını suyun üzerine kurar, orayı merkez edinir. Sonra askerlerini dünyanın her tarafına salar. Ona en yakın ve en sevimli asker, en büyük fitneyi koparandır. Askerlerinden biri gelip:

«–Bugün ben şöyle şöyle yaptım!» der. İblîs:
«–Hiç bir şey yapmamışsın!» karşılığını verir. Bir diğeri gelir:
«–Ben birinin yakasına yapıştım ve hanımıyla arasını açıncaya kadar peşini bırakmadım» der. Bunun üzerine İblîs onu kendine yaklaştırır, kucaklayıp boynuna sarılır ve:
«–Sen ne iyisin, ne güzelsin!» der.”
(Müslim, Münafıkîn 67)

Ancak, söylenenlere bakarak sihri gözde büyütüp, sihirbazların her şeye kâdir olduğu zannına kapılmamalıdır. Hakiki tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatta, ne ruhta, ne şeytanda, ne de melektedir. Her şey Allah’ın kudret elindedir. Allah Teâlâ, imtihan îcâbı korumasını kaldırırsa sihirbazlar zarar verebilir, yoksa kendiliklerinden hiçbir şey yapamazlar. Bu sebeple, her şeyden evvel Allah’tan korkmalı, O’na sığınmalı ve O’nun kitabı Kur’ân-ı Kerîm’e sarılmalıdır.

Sihir insanlara hep zarar verir, onlara hiçbir faydası olmaz. Bu sebeple, Allah’ın kitabını ve hayırlı işleri bırakıp da sihir gibi zararı büyük bir günahla meşgul olan insanların, âhirette hiçbir nasibi olmayacağı âşikârdır. Böyle insanlar, şeytana ve nefislerine uyup sihirle meşgul olarak aslında kendilerini helâke sürüklemektedirler. Uğruna, ebedî hayatın fedâ edildiği bir anlık dünya zevki, ne kötü bir kazançtır! İnsanlar yaptıkları yanlışın büyüklüğünü ah bir bilseler:

Hadis-i şerifte, fayda temin etmesi veya zararları defetmesi umularak boyna veya herhangi bir yere, câhiliye devrine âit muska, nazarlık, hayvan tırnağı ve kemiği gibi şeylerin asılması yasaklanmaktadır. Böyle şeyler yapanları Allah, o güvendikleri şeylere havâle eder, yardım ve rahmetinden mahrum bırakır. Kur’ân’dan ve ilâhî isimlerden yazıp teberrüken asmak ise, bu hükmün hâricinde tutulmuş ve câiz görülmüştür. Nitekim Abdullah bin Amr (r.a.) küçük çocuklara böyle şeyler takardı. Bunların bir fayda celbedip zararı defedeceğine inanmak ise yine doğru görülmemiştir. Zira şifayı veren ve kötülükleri defeden ancak Allah Teâlâ’dır. (Hâşiyetü’s-Sindî ale’n-Nesâî, Haleb, 1986, VII, 112)

103. Eğer onlar iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, Allah’ın onlara vereceği sevap elbette daha hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi!

Bütün bunlara rağmen, Ehl-i kitap, Allah’a îman edip günahlardan sakınsalardı, kendileri için daha hayırlı olurdu. Zira rahmeti bol olan Rabbimizin vereceği küçücük bir ecir bile, onların çeşitli entrikalarla insanlardan sağladığı menfaatlerden daha büyük ve daha hayırlıdır.

Bu âyet-i kerîme, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin genişliğini ve tevbe kapısının dâimâ açık olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda, Allah’a îman etmekle birlikte, günahlardan sakınmanın da ne kadar mühim olduğu gözler önüne serilmektedir.

Görüldüğü gibi yahudiler, Allah Resûlü’nün peygamberliğine îman etmemek için bitmez tükenmez bahaneler uydurmuş ve çeşitli yalanlara başvurmuşlardır. Bununla birlikte sihrin her çeşidini tatbik ederek insanları aldatmış, Peygamber Efendimiz’e hürmetle hitap ediyormuş gibi davranıp kendilerince ona hakaret etmeye çalışmışlardır. Binaenaleyh mü’minler, o hasetçilere uymayıp Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e sahip çıkmalı ve kıymetini bilmelidirler. Bunu ifade sadedinde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

104. Ey iman edenler! Peygamber’e “Bize bakar mısın?” diyeceğiniz zaman “râinâ” demeyin, “unzurnâ” deyin ve söylediklerini dinleyip itaat edin! Kâfirler için pek elem verici bir azap vardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de, 88 yerde “Ey îman edenler” hitâbı geçer. Bu, müslümanlara şeref veren çok kıymetli bir hitaptır. Bu ilâhî hitâbın gereklerini yerine getiren mü’minler, dünyada emniyet ve huzur içinde yaşayacak, âhirette de büyük lutuflara nâil olacaktır.

Abdullah b. Mes’ud (r.a.), kendisinden nasihat isteyen birine şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın: «Ey iman edenler!» buyurduğunu işittiğinde hemen kulak ver ve onu dikkatle dinle! Çünkü Allah Teâlâ, bu hitabın ardından ya bir iyiliği emreder ya da bir fenâlıktan sakındırır.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 148; Ebû Nuaym, Hilye, I, 130)
Burada da Cenâb-ı Hak, mü’minlere, başta Resûlullah (s.a.s.) olmak üzere büyüklerle münâsebetlerde dikkat edecekleri bir edebi öğretmektedir. Allah Resûlü (s.a.s.) bir şey anlatırken, ashâb-ı kirâm zaman zaman:

“–Râinâ: Bizi gözet, teennî buyur, müsaade et ki anlayalım!” derlerdi. Ancak bu kelime, Arapça’daki “Bizim çoban” mânasına gelen ve İbrânice veya Süryânicede “Dinle a dinlemez olası, dinle a sözü dinlenmez herif!” gibi hakâret mânası ihtivâ eden kelimelere benziyordu. Yahudiler bunu fırsat bilerek ağızlarını eğip bükmeye ve kendilerince Peygamber Efendimiz’e hakâret etmeye başladılar. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 36-37)

Diğer taraftan, “râinâ” sözü genellikle iki kişi veya iki zümre arasındaki karşılıklı münâsebetleri, tutum ve davranışları ifade eder ve “Bizi kolla, gözet; sen bizi gözetmezsen biz de seni gözetmeyiz” veya “Bizi can kulağıyla dinle; sen bizi dinlemezsen biz de seni dinlemeyiz!” mânalarına gelir. Bu ise Peygamber Efendimiz’e karşı takınılacak bir tavır değildir.
Ayrıca bu kelime ahmaklık, kabalık, hayvânî bir murâkabe ve güdülme gibi hoş olmayan mânaları çağrıştırır.

Bu sebeple Cenâb-ı Hak, mü’minlere, “Râinâ” demeyi yasaklamış ve daha nezih bir üslupla; “Ünzurnâ: Bize bak, bize ilgi göster, bize tebliğde bulunurken mühlet ver, durumumuzu gözet ki sözünü daha iyi kavrayıp anlattıklarını öğrenebilelim!” demelerini emretmiştir. Hatta, dikkatle dinleyip hemen itaat ederek, “Ünzurnâ” demelerine bile ihtiyaç kalmamasını arzu buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Yahudilerden bir kısmı kelimelerin yerlerini değiştirerek tahrif ederler. Peygamber’e de dillerini eğip bükerek ve din ile alay ederek: «Duyduk ama itaat etmiyoruz», «Dinle, dinlenmez olası» ve «râinâ: bizim çoban» derler. Eğer onlar «İşittik ve itaat ettik», «Dinle ve bizi gözet: ünzurnâ» deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı. Fakat küfürleri sebebiyle Allah onları lânetlemiştir; artık onlardan pek azı inanır.” (Nisâ 4/46)

Demek ki Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’e karşı saygısızlık bir küfür alâmetidir ve karşılığı elem verici bir azaptır. O hâlde bugünkü mü’minler, Peygamber Efendimiz’e ve onun Sünnet’ine karşı son derece hürmetkâr davranmalıdırlar. Onun nazarına lâyık hâle gelmeye ve onun ruhaniyeti içinde yaşamaya gayret etmelidirler.

Burada, konuşup yazarken kelimelerin en güzelini ve mânaların en incesini tercih etmeye de işaret vardır. Anlaşılması zor, yanlış anlamaya müsait târizli sözlerden ve mahzurlu şeylere götüren mübahlardan uzak durmak gerekir. Ayrıca mü’minler, konuşma, davranış, giyinme, âdet, ibâdet gibi her hususta kâfirlere benzemekten şiddetle sakınmalıdırlar. Bunun da ötesinde onların hile ve düşmanlıklarına karşı uyanık bulunmalıdırlar. Çünkü:

105. Ehl-i kitap olsun, müşrikler olsun, kâfirlerin hiçbiri, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine lutfeder. Allah çok büyük lutuf sahibidir.

Medineli müslümanlar, anlaşmalı oldukları yahudilere:
“Gelin Muhammed’e îman edin!” dediklerinde, onlar:

“–Şu bizi çağırdığınız din, bizim dinimizden daha hayırlı değildir. Aslında biz de onun hayır olmasını isterdik!” cevâbını verirlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onları yalanlamak ve mü’minleri îkâz etmek üzere Bakara sûresinin bu 105. âyet-i kerîmesini inzâl buyurdu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 37)

Hem yahudi ve hıristiyanlar hem de diğer müşrikler, hasetleri sebebiyle Efendimiz’e peygamberlik vazîfesinin, mü’minlere de Kur’ân-ı Kerîm’in ihsân edilmesini kabullenemediler. Kendilerinin buna daha lâyık olduğunu düşünerek büyüklendiler. Bu haset ve kibirleri onların imanına mânî oldu. Ebû Cehil, “bizim kabileden peygamber çıkmadı” diye inkârında inad etti. (İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 113) Yahudiler, “Peygamber bizim soyumuzdan olmalıydı” diye düşmanlık ettiler. (bk. Bakara 2/89-90, 109; Nisâ 4/54; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 31)

Müşriklerin ileri gelenlerinden Velîd b. Muğîre:

“–Kureyş’in büyüğü ve efendisi olarak ben ve Sakîf’in efendisi Ebû Mes’ûd dururken Muhammed’e mi vahiy indirilecek?! Halbuki biz bu iki şehrin büyüğüyüz!” diye kibirlendi. (Zuhruf 43/31; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 385) Yani onlar, Kur’ân’ın gerçek olduğunu vicdanlarıyla kabul ettiler. Fakat nefsânî duyguların bastırması sonucunda, Allah’ın iradesinde yanlışlık bulacak kadar bir alçaklığa düştüler. Cenâb-ı Hak buna ne güzel cevap vermiştir:

“Ne o, Rabbinin rahmetini yoksa onlar mı bölüştürüyorlar da, dilediklerine peygamberlik veriyor, istediklerini ondan mahrum ediyorlar?” (Zuhruf 43/32)

Böylesine kötü ve tehlikeli duygular taşıyan insanların, müslümanların iyiliğini istemesi mümkün değildir. Dolayısıyla dikkatli olmak îcâb eder.

Gerek peygamberlik ve kitap gibi mânevî nimetler olsun, gerek dünya mülk ve saltanatı gibi maddî nimetler olsun, hepsi Allah’a âittir. Dilediğine dilediği gibi lûtfeder. İnsanların elindeki nimetlere haset etmek yerine akıllı kişi, Allah’ın fazlından istemelidir. Çünkü insan, Allah’a lâyık ihlaslı bir kul olmaya gayret ettiğinde, O’nun sayısız lûtfuna mazhar olacağı muhakkaktır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) bu ilâhî lutfa nâil olanların başında gelmektedir:

106. Şayet biz herhangi bir âyeti nesheder veya unutturursak, ya ondan daha hayırlısını veya onun bir dengini getiririz. Bilmez misin ki, Allah’ın gücü her şeye yeter.

Bu âyet-i kerîme, Allah Teâlâ’nın kullarını tedricî olarak terbiye etmek, onların dünya ve âhiret işlerini düzene koymak için gönderdiği ilâhî dinlerdeki temel bir kaideyi dile getirmektedir. O da “nesih” gerçeğidir. “Nesih” sözlük olarak izale etmek, iptal etmek, değiştirmek, bir şeyin yerine başkasını geçirmek mânalarına gelir. Nitekim Nahl sûresi 101. âyette nesih, tebdil yani birini diğeriyle değiştirme olarak ifade edilmiştir. نَسَخَ الرّ۪يحُ الْاثْرَ (neseha’r-rîhu’l-isra) “Rüzgar izi neshetti”, yani onu giderdi, sildi demektir. “Güneş gölgeyi neshetti” ibaresi de, onu izale etti, yok etti, yerine geçti demektir. Dolayısıyla nesih kelimesinde, izale ve nakil olmak üzere iki mâna vardır. Her iki mânanın da esası “tebdil” yani birini kaldırıp diğerini onun yerine koymaktır.

Dinî bir terim olarak “nesih”, bir ayeti başka bir ayetle, bir dinî hükmü başka bir dinî hükümle değiştirmek, sonrakini öncekinin yerine koymaktır. Günümüzde yeni çıkarılan bir kanunla bir önceki kanunu yürürlükten kaldırmak neshi en güzel şekilde anlatır. Allah Teâlâ’ya göre nesih, önceki hükmün süresinin sonunu beyândır. Bize göre ise zahiren ebedi görünen o hükmün değiştirilip ortadan kaldırılmasıdır. Nesih, sadece emir ve yasaklarda geçerlidir. Kur’an’da haber verilen ve emir ya da yasak özelliği taşımayan hususlarda nesih sözkonusu değildir.

“Ayetin unutturulması”, vahyedilmiş, okunmuş ve ezberlenmiş bir kısım ayetlerin Allah’ın dilemesiyle zihinlerden silinip yok olmasıdır. “Ertelenmesi” ise o ayetin neshinin ertelenmesi veya değiştirilmeden olduğu gibi bırakılmasıdır.

Buradaki hüküm, önceki şeriatleri, kitapları, sahifeleri içine aldığı gibi, “ayet” kelimesi genel mâna ifade ettiğinden Kur’ân âyetlerini de açıkça içine almaktadır. Şu halde Kur’ân âyetleri için de nâsih, mensûh, unutturma ve erteleme mânaları geçerlidir. Kur’ân-ı Kerîm, önceki ilâhî kitapların bir kısım hükümlerini neshettiği gibi, Resûlullah (s.a.s.)’ın peygamberlik süresi içinde sonradan gelen bir kısım ayetler, önceden inmiş olan bazı ayetleri neshetmiştir. Bir kısım ayetler de unutturulmuştur. Fakat Peygamberimizin vefatı ile Kur’an vahyi gibi nesih ve unutturma hadisesi de son bulmuştur.

Şu an elimizde mevcut bulunan Mushaf-ı Şerîf’te neshedilmiş âyetler bulunup bulunmadığı hususunda iki görüş vardır. Çoğunluk, bâzı âyetlerin sonradan gelen başka âyetler veya hadislerle neshedildiğini söyler. Bir kısım âlimler ise elimizdeki Mushaf-ı Şerîf’te neshedilmiş herhangi bir ayetin olmadığını savunurlar. İki görüşü şöyle bir izahla bir birbirine yaklaştırmak mümkün olabilir: Kur’ân-ı Kerîm’de bir konuda iki farklı hüküm içeren iki âyet olabilir. Bunlardan sonra gelenin öncekinin hükmünü tamamen ortadan kaldırdığını kabul etmek yerine, her iki âyetin de kendi şartlarında geçerli ve yürürlükte olduğunu düşünebiliriz. Şöyle ki, zaman ve zemin itibariyle hangisinin indiği şartlar mevcutsa o ayetin hükmü uygulanır. Çünkü o, mütevatir olarak bize ulaşmış ve Allah Kelamı olduğunda şüphe olmayan bir ayettir. Dolayısıyla duruma göre birinin veya ötekinin hükmü uygulanabilir. Eğer birinin şartları artık sonsuz olarak tekrar doğmazsa pratikte o hükmü uygulamaya da imkân bulunmaz. Sonraki ayetten, nihâî bir düzenleme getirme maksadı açıkça anlaşıldığı durumlarda ise neshi kabul etme zarureti ortaya çıkmaktadır. Bunda da dinen bir sakınca yoktur. Zira tefsir etmekte olduğumuz âyet-i kerîme bunu açıkça beyân etmektedir.

Cenab-ı Hak, ayetin devamında, neshettiği veya unutturduğu ayetten daha hayırlısını, en azından bir benzerini göndereceği müjdesini vermektedir. Çünkü O, istediği her şeyi yapmaya güç ve kudret sahibidir. Bu böyle bilinmelidir. Bilmeyenler de öğrenmelidir. Zira Peygamberimize nübüvvetin verilip Kur’an’ın vahyedilmesini ve böylece kendi dinlerinin neshedilmesini bir türlü hazmedeyen yahudiler, Allah nesih yapamaz; şu halde böyle yeni yeni hükümler getiren bir kitap indiremez diyorlardı. Bu, onların kendiliklerinden uydurdukları bir yalandan başka bir şey değildir. Zira Allah nesih yapabilir ve yapar. Yapmasında da kendisi için hiçbir noksanlık söz konusu değildir. Varlıklar âleminde bu gün yarattığını yarın yok ederek diğer bir şeye dönüştürmekle Cenab-ı Hakk’ın ilmine, kudretine, iradesine hiçbir noksanlık ârız olmadığı gibi, aynı şekilde kullarını terbiye etmek üzere gönderdiği şeriatlerde de başka başka zamanlarda başka başka hükümler koymakla, mesela geçmiş zamandaki bir emrin yerine, şimdiki zamanda yasak koyan bir nehiy indirmekle O’nun ilminde ve iradesinde bir noksanlık meydana gelmez. Tam aksine her birinde bir hikmetinin tecellisini ve kemalini göstermiş olur. Zira her şeyi en iyi bilen yüce Rabbimiz, insanlığın her zaman ve mekana göre maddi mânevî gelişim ve problemlerini dikkate alarak, onların dertlerine deva, yaralarına merhem olacak şer’i hükümler göndermiştir. Nasıl ki bedenin hastalıklarıyla uğraşan doktorlar, mizâçların ve zamânın farklılığına göre ilaçları ve gıdâları değiştiriyorlarsa, nefislerin ıslah ve tedâvîsi ile uğraşan peygamberler de, nefisler ve ruhlar için bir nevi ilaç konumunda olan bir kısım dînî hükümleri, Allah’ın emriyle değiştirmektedirler. Bir ilaç beden için bir dönem devâ olabildiği gibi, bir süre sonra hastalık getirebilmektedir. Aynı şekilde bâzı ameller de bir dönem için iyi ve yararlı olabildiği halde zamanla insan için zararlı olabilmektedir. Dolayısıyla nesih, böyle bir zaruretten doğmakta ve insanların menfaati açısından büyük hikmetler taşımaktadır.

Âyetteki “daha hayırlısı” ifadesinden maksat, bir âyetin diğer bir âyetten daha hayırlı olması mânasında değil, bu âyetlerden kulların elde edecekleri seva yönündendir. “Bir dengini”, sözünün mânası ise, “sevap ve fayda bakımından onun bir dengi” demektir. Yeni getirilen hüküm öncekinden daha kolay olabileceği gibi, daha zor veya aynı seviyede olabilir. Daha kolay olanda, amel bakımından kolaylık vardır. Ağır bir hüküm kaldırılıp, yerine daha hafîfi getirildiğinde insanlar için kolaylık sağlanmaktadır. Boşanmış kadınların önceleri “bir yıl” (Bakara 2/240) olan iddet bekleme süresinin “dört ay on gün”e (Bakara 2/234) indirilmesi buna örnektir. Öncekinden daha zor olan hükümde ise sevap bakımından fazlalık vardır. Nitekim savaş yasağının kaldırılıp, “savaşın meşrû kılınması” (Hac 22/39) buna örnektir. Bazan da sonra gelen hüküm, öncekinin benzeri ve dengi olabilir. Kıblenin Beyt-i Makdis’den Kâbe’ye çevrilmesi de (Bakara 2/144) buna örnektir.
Şüphesiz Allah, bunları yapacak güç ve kuvvet sahibidir. Zira O’nun kudreti sınırsızdır:

Nâsih: Sonradan inip öncekinin hükmünü kaldıran âyet. Mensûh: Hükmü kaldırılan âyet.
Mütevatir: Yalan söylemeleri mümkün olmayan kalabalık bir grubun naklettiği bilgi.

107. Yine bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkiyet ve hâkimiyeti yalnız Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka ne yakın bir dost ne de içten bir yardımcı vardır.

Cenab-ı Hak, uçsuz bucaksız bu kâinatta her gün, her gece, her saat ve her an son derece büyük tasarruflarda bulunmakta ve fevkalade büyük işler yapmaktadır. Yapmaların yanında yıkmalar, icatların yanında imhalar, doğumların yanında ölümler yer almaktadır. Öne alınanlarla birlikte sonraya bırakılanlar, hatıra getirilenlerle birlikte izi silinenler ve unutturulanlar da olmaktadır. Bütün bunlarda ne muazzam ilâhî azamet tecellileri ve ne müthiş kudret akışları ortaya çıkmaktadır. Görüldüğü üzere kâinatta cereyan eden değişmez ve bozulmaz ilâhî kanunlar yanında zaman zaman, yer yer, an be an çeşitli oluşum ve dönüşümleri meydana getiren bir takım kevnî hükümler ve hadiseler icra edilmektedir. Yıkılanların yerine peyderpey yenileri gelmektedir. Hatta terbiye, peyderpey olgunluğa eriştirme ve seçme kurallarıyla daha iyileri ortaya konmaktadır. Bunlar, varlıklar âlemi için nâsih ve mensuh nevinden sayılabilecek durumlardır. Böyle sonsuz bir kudretin sahibi olan Allah, şer‘î hükümler alanında da nesih yapar ve neshettiği bir hükmün yerine daha iyisini, daha hayırlısını, en azından onun dengini getirir. Daha önce gönderdiği Tevrat ve İncil’in bazı hükümlerini nesheden yeni bir kitap ve yeni bir din vahyeder. Bu kitapta ve bu şeriatte nâsih ve mensuh hükümler bulundurur. Zira o sınırsız devletin gidişatına uygun bir kâmil kitap ve bir mükemmel din ihsan edilmiş olması için her zamanın, her mekanın, her muhitin durum ve şartlarına uygulanabilen, sebepler ve maslahatlar çerçevesinde teferruat sayılan meselelerde cereyan etmek üzere nâsihli-mensuhlu, takdimli-tehirli, hem kalıcılık hem de değişkenlik özelliklerini taşıyan ilâhî sünnetlere uygun hükümler koymak ilâhî hikmetin bir gereğidir.

Göklerde ve yerde Allah’tan başka bir hükümran, bir yönetici, başka bir kural koyucu olmadığı gibi, bu yaratılış âleminde de sizin Allah’tan başka bir koruyucunuz ve yardımcınız da yoktur. Üzerinizdeki gerçek velâyet ve yardım yalnızca Allah’a aittir. Mülk O’nun, hüküm koyma yetkisi O’nun, kâinat O’nun ve söz söyleme hakkı sadece O’nundur. اَلْوَلِيُّ (velî) dost ve koruyucu, اَلنَّص۪يرُ (nasîr) ise yardımcı demektir. İkisi arasında şöyle bir fark vardır: Velî bâzan yardımdan geri kalabilir veya yardım edemeyebilir. Nasîr ise bazan yardım ettiğine yabancı olabilir. Burada ikisinin birlikte zikredilmesinden maksat, Allah’ın mü’minlere hem dost hem de yardımcı olduğunu belirtmek, böylece onların kalbine tesellî vermektir. Mü’minlerin dostu ve yardımcısı Sadece Allah’tır; dolayısıyla O’ndan başkasına dayanıp ilticâ etmeleri doğru değildir.

Ayetten şu işârî mânayı anlamak da mümkündür: “Allah Teâlâ’nın kâinatta devamlı c3ari olan şöyle bir adeti vardır: O, dostlarının elinden tutarak mülkünü seyretmekten milkini yani bunun arkasındaki saltanatını görmeye, saltanatını görmekten de zatının gerçek varlığını görmeye götürür. Böylece onları ayetlerini görmekten sıfatlarını görmeye, sıfatlarını görmekten de zatını görmeye ulaştırır.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 61)

Dolayısıyla mü’minler, nasıl gerekiyorsa öylece Allah’ı tanımalı, O’na dayanmalı, emsalsiz örnek şahsiyet olarak gönderdiği Peygamberine de edeple itaat etmelidirler. Edebe aykırı sayılacak her husustan, özellikle mânasız sorular sormaktan uzak durmalıdırlar:

108. Yoksa daha önce Mûsâ’dan istendiği gibi, siz de Peygamberinizi sorguya çekip ondan olmayacak şeyler mi istiyorsunuz? Kim imanı inkârla değişirse, yolun doğrusunu kaybetmiş olur.

Bu âyet-i kerîme, Kureyş müşriklerinden bir grubun, “Ya Muhammed! Bizim için şu Safâ tepesini altın yap. Mekke arazisini biraz genişlet, etrafında da pınarlar fışkırt ki sana iman edelim” demeleri üzerine inmiştir. Yine rivayetlere göre yahudiler ve bir takım müşrikler Allah Resûlü (s.a.s.)’den bir takım isteklerde bulundular. Bazısı: “Mûsâ’nın Tevrat’ı getirdiği gibi sen de bize gökten toplu halde bir kitap getir” dedi. Bunlardan biri olan Abdullah b. Ebî Ümeyye: “Bana gökten bir kitap getir. Onda, Âlemlerin Rabbinden İbn Ebî Ümeyye’ye hitaben, «Şunu bil ki ben Muhammed’i bütün insanlara peygamber olarak gönderdim» diye yazsın” dedi. Bir kısmı da: “Allah’ı ve melekleri kefil olarak getirmedikçe sana iman etmeyeceğiz” dediler. Bu hadise üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 37-38)

Nitekim yahudiler de Hz. Mûsâ’ya eziyet etmişler (Ahzâb 33/69), ondan olur olmaz şeyler istemişler, inek kıssasında olduğu gibi onu uzun uzadıya sorguya çekmişler (Bakara 2/67-72) hatta kendilerine bir ilâh yapmasını (A‘râf 7/138) ve Allah’ı açıkça göstermesini (Nisâ 4/153) talep etmişlerdi.

Bu tür sorular, samimiyetten ve gerçeği öğrenme gayretinden doğan sorular değildir. Bilakis küfür ve isyândan kaynaklanan sorulardır. Onlar inkârlarına sözde bir gerekçe bulma temâyülüyle böyle bir yol tutmuşlardır. Dolayısıyla ayette onların, olur olmaz isteklerle Peygamberi zor durumda bırakma teşebbüsleri, “imanı küfürle değişmek” olarak beyân edilmiştir. Gerçekten de bu karakterdeki insanlar, iradelerini iman değil, küfürde inat etme yönünde kullanmaktadırlar. Böylece doğru yolda yürümek yerine, onu kaybetmeyi ve yoldan sapmayı tercih etmektedirler. Allah Teâlâ da onların bu gizli niyetlerini ortaya çıkarmaktadır.

Peygambere gereksiz ve anlamsız soru sormanın doğru olmadığı ve sıkıntılara sebep olacağı konusunda Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Size açıkladığım hususlarla yetinin. Beni sorguya çekmeyin, kendi halime bırakın. Sizden öncekiler, ancak fazla soru sormaları ve peygamberlerine karşı görüş ayrılığına düşmeleri yüzünden helak olmuşlardır. O halde size bir şeyi emredersem onu gücünüz nispetinde yerine getirin. Sizi bir şeyden menettiğim zaman ondan sakınıp uzaklaşın.”

Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in bu hadisi, haccın farz kılındığını haber verdiğinde, oradakilerden birinin: “Her sene mi ya Resûlallah?” diye sormasına karşılık sustuğu ve o adamın bu soruyu üç defa tekrar etmesine de: “Hayır, her sene değil! Eğer «evet» deseydim size her sene farz olurdu. Farz olunca da buna güç yetiremezdiniz” şeklindeki açıklaması üzerine varid olmuştur. (Müslim, Hac 412)

Ehl-i kitabın, peygamberlerine karşı sergiledikleri edebe uygun olmayan tavırları bilinen bir gerçektir ve savunulacak tarafı yoktur. Hatta peygamberlerini öldürecek derecede bir cehalet ve zulüm içinde olmuşlardır. Bu bakımdan İslâm ümmetinin daha dikkatli olmaları ve öncekilerin halinden ibret almaları gerekmektedir. Bu noktada dost ve düşmanlarının kimler olduğunu iyice bilmelidirler. Gelen âyetler bu hususta bizlere ışık tutmaktadır:

109. Ehl-i kitaptan birçoğu, sizi imanınızdan vazgeçirip yeniden küfre döndürmeyi isterler. Onlar, Hz. Muhammed’in peygamberliği ile ilgili gerçeği apaçık gördükten sonra, sırf içlerindeki kıskançlık yüzünden böyle yaparlar. Artık Allah’ın emri gelinceye kadar onları kendi halinde bırakın ve serzenişte bulunmayın. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.

110. Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin. Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, mükâfatını Allah’ın yanında bulacaksınız. Çünkü Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.

Yahudiler, insanların Allah Resûlü’ne inanmaları, onun etrafında kenetlenmeleri ve böylece İslâm toplumunun güçlenmesini çekemiyorlardı. Bu sebeple müslümanları, imandan vazgeçirip tekrar küfre döndürmeye çalışıyorlardı. Âyet-i kerîmenin iniş sebebi olarak şöyle bir hâdise nakledilmektedir:

Uhud savaşından hemen sonra bir grup yahudi, Huzeyfe b. Yemân ve Ammar b. Yâsir’in önüne geçerek: “Başınıza geleni görmüyor musunuz? Eğer doğru yol üzere olsaydınız, hezîmete uğramazdınız. Siz, en iyisi bizim dînimize dönün, bu sizin için daha hayırlı ve daha faziletlidir. Gittiğimiz yol da doğruya sizinkinden daha yakındır” dediler. Ammar: “Sizce verilen sözü bozmak nasıl bir şeydir?” diye sordu. Onlar da: “Çok kötüdür” dediler. Bunun üzerine Ammar: “Ben, yaşadığım sürece Hz. Muhammed’i yalanlamayacağıma dâir söz verdim” dedi. Yahudiler: “Ammar, ebediyen dönmeyecek şekilde dinimizden çıktı. Peki sen ne dersin ey Huzeyfe, bize uymaz mısın?” dediler. Huzeyfe de: “Ben Rabb olarak Allah’ı, peygamber olarak Muhammed’i, rehber olarak Kur’ân’ı, kıble olarak Kâbe’yi ve kardeşler olarak da mü’minleri seçtim” dedi. Bunun üzerine yahudiler: “Mûsâ’nın ilâhına yemin olsun ki, kalplerinize Muhammed’in sevgisi sindirilmiş” dediler. Ammar ve Huzeyfe daha sonra Resûlullah’a gelip durumu haber verdiler. Bunun üzerine Allah Resûlü: “En güzel olanı yapmış ve kurtuluşa ermişsiniz” buyurdu. (İbn Hacer, Kâfî, I, 176)

Dolayısıyla müslümanlar, Ehl-i kitabın sözlerine kulak asmamalı, onların hile ve desiselerine karşı uyanık davranmalıdırlar. Çünkü onların pek çoğu, mü’minlerin imandan sonra küfre dönüp dinden çıkmalarını cân-u gönülden isterler. Bunun için her hileye başvururlar. Bu ise hayırseverlik ve dindarlıklarından değil, aksine nefsaniyetlerinden kaynaklanan hasetten ve kıskançlıktan ileri gelmektedir. Halbuki onlar, İslâm dininin gerçek din, Peygamberimizin de gerçek peygamber olduğunu bilmektedirler. Bu gerçeği bizzat ellerinde bulunan Tevrat bildirmektedir. Buna rağmen kıskançlık belasından kendilerini kurtarıp gerçeği kabule yanaşmamakta, üstelik insanları imandan caydırmaya çalışmaktadırlar.

Ayette, “Artık Allah’ın emri gelinceye kadar onları affedin ve serzenişte bulunmayın” (Bakara 2/109) buyruğuyla, en sinsi düşmanları karşısında bile müslümanların kendi ahlâkî değerlerinden vazgeçmemeleri ve müsamahalı olmaları emredilir. اَلْعَفْوُ (af), “kasıtlı ya da kasıtsız kötülük ve haksızlık eden, suç işleyen birini bağışlamak, cezalandırmaktan vazgeçmek” demektir. Bu, suçluya karşı dille yapılacak kınamayı ve serzenişi içine almaz. İnsan bazan affeder fakat serzenişten geri duramaz. Bu sebeple ayette aftan sonra bir de “serzenişte bulunmayın” buyrulmaktadır. Bu mânada kullanılan اَلصَّفْحُ (safh), “bir kimsenin kendine kötülük edene aldırmaması, ondan yüz çevirmesi, onu hoş görüp bağışlaması” anlamına gelmektedir. İşte Kur’an, mü’minlerden böyle seviyeli bir gönül, yüksek bir ruh ve üstün bir ahlâk sahibi olmalarını istemektedir. Âyette “Allah’ın emri gelinceye kadar” (Bakara 2/109) ifadesi, “Allah hükmünü verinceye kadar” mânasına gelir. Bu hüküm ise, onlarla savaşmaya, üzerlerine cizye konulmasına veya Benî Kurayza ile Benî Nadîr’in ileri gelenlerinin öldürülmesine izin verilmesidir. Yahut kıyamet günü büyük bir azaba düçar olmalarıdır. Bunda şüphe yoktur. Çünkü Allah’ın her şeye, va‘dettiği her şeyi yerine getirmeye elbette gücü yeter.

Dolayısıyla siz şimdiki halde bağışlayıcı ve hoşgörülü olun; sabır, teenni ve sükûnetle hareket edin. Güzel güzel namazınızı kılmaya, zekâtınızı vermeye devam edin. Zira bunlar dinin temel esaslarındandır. Gerek kıldığınız namaz ve verdiğiniz zekâtı, gerek kendiniz için yaptığınız daha başka her türlü iyilikleri; karşılığını peşin olarak hemen istemeyip de ilerisi için amel defterinize kaydolmak üzere iyilik cinsinden yaptığınız her şeyi Allah’ın yanında bulursunuz. Hesap görüldüğü gün onların ecir ve mükâfatını eksiksiz olarak alırsınız. Zira Allah Teâlâ, iyi ve kötü ne yaparsanız muhakkak hepsini görür, bilir ve hepsinden haberdar olur.

Resûlullah (s.a.s.) ashâbına: “Hanginizin, mirasçısına ait malı öz malından kendisine daha sevimlidir?” diye sordu. Onlar: “Ya Resûlallah! Bizden hiç birimizin mirasçısnın malı öz malından daha sevimli değildir” dediler. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz: “Hayır, hayır. Hepinizin de mirasçısnın malı, öz malından kendisine daha sevimlidir. Çünkü senin malın ancak önden Allah için gönderdiğindir. Mirasçının malı ise geriye bıraktığındır” buyurdu. (Buhârî, Rikâk 12)

Rivayete göre Hz. Ömer (r.a.), bir gün Bakî kabristanının yanından geçerken: “Allah’ın selâmı üzerinize olsun ey kabir ehli! Buraları soracak olursanız, hanımlarınız evlendi, evlerinize başkaları oturdu, mallarınız mirasçılara dağıtıldı” dedi. Hâtiften bir ses “Ya Ömer! sen de buraları soracak olursan, önden ne göndermişsek burada onu bulduk, Allah yolunda harcadığınız şeylerin karşılığını fazlasıyla aldık, elimizden geldiği halde yapmadığımız şeyler konusunda da hüsrâna uğradık” diye seslendi. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 73)

Ehl-i kitabın asılsız iddialarından biri de şudur:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
111. Ehl-i kitap: “Yahudi veya hıristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek” dediler. Bu, onların boş kuruntularıdır. Onlara de ki: “Eğer doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin.”

Âyetin, şöyle bir hâdise üzerine indiği rivayet edilmektedir: Hıristiyan Necran heyeti, Resûlullah’ın meclisinde yahudilerle bir araya gelmişler ve cennete girip girmeme konusunda birbirleriyle tartışmışlardı. Yahudiler Necranlılar’a: “Cennete ancak yahudiler girecek” derken, Necranlılar da: “Cennete ancak hıristiyanlar girecek” demişlerdi. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, I, 206)
Ayetteki هُودًا (hûden) اَلهَائِدُ(hâid) kelimesinin çoğulu olup, “tevbe edenler” demektir. Bu isim, yahudilerden buzağıya ibâdeti terkedenler için kullanılmıştır. Şerîatleri neshedildikten sonra da kendileri için özel isim olarak kalmıştır. اَلنَّصَارٰي (nasârâ), yardımcı anlamına gelen اَلنَّصْرَانُ (nasrân)ın çoğuludur.

اَلأمَان۪ي (emânî), ümniye kelimesinin çoğuludur. اَلأمْنِيَةُ (ümniyetü) ise, arzu edilen şey, delile dayanmayan söz, aldanma ve sapıklık mânalarına gelir. Çoğul gelmesinin hikmeti şudur: Ehl-i kitabın asılsız arzuları tek değildir. Önceki ayetlerde de geçtiği üzere mü’minlere Rablerinden bir iyilik gelmeyeceğini ve mü’minleri tekrar küfre döndürebileceklerini sanmışlar; burada da belirtildiği üzere kendilerinden başka hiç kimsenin cennete giremeyeceğini söylemişlerdir. Onlar, sadece bir temenni ve kuruntudan ibaret olan bu düşüncelerini gerçek sanmışlardır. Bunlar, ispatlanması gereken asılsız bir iddiadan ibarettir. Şu bir gerçek ki, yalnızca boş bir düşünce, mesnetsiz bir temenni ve hayalle bir yere varılamaz. Delilsiz, ispatsız, belgesiz ve kuru laflarla, sırf gönülleri öyle arzu ediyor diye bir iddia kabule şayan olamaz. Böyle bir kuruntuyla iman ve ihsânın feyzine nâil olunamayacağı gibi, Allah katında bir mükâfata da erişilemez.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.), akıllı ile ahmağı tarif buyururken bu hususa şöyle dikkat çeker: “Asıl zeki ve anlayışlı, kendini kontrol eden ve ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Aciz ve ahmak ise, kendini kötü arzularının peşinde sürükleyen ve buna rağmen Allah’tan boş temennilerde bulunandır.” (Tirmizî, Kıyamet 25)

Bu sebeple, Allah Teâlâ onlardan kendilerinin haklı olduğunu gösterecek kesin bir delil getirmelerini istemektedir. Peşinden de cennete girmeye hak kazanacak kişilerin nasıl bir keyfiyette ve hangi vasıfta olmaları gerektiğini haber vermektedir:

112. Hayır, gerçek böyle değildir! Kim, söz ve davranışlarında Allah’ı görüyormuşcasına, en azından Allah’ın kendisini sürekli gördüğünün şuuru içinde iyiliği şiar edinerek bütün varlığıyla Allah’a yönelip O’na teslim olursa, onun mükâfatı Rabbinin yanındadır. Böylelerine hiçbir korku olmayacak, asla bir üzüntü de duymayacaklardır.

Cennet ne sadece yahudilere ne de hıristiyanlara aittir. İşin gerçeği şudur: Cennete varmak isteyen, Allah için kendini günah kirlerinden temiz tutmalı, nefsini her türlü şirk emârelerinden temizleyerek ihlas ve samimiyetle Allah’a yönelmelidir. Allah’ın birliğini gerçek mânada tanımalı ve bilmelidir. Bu halinde de Allah’ı görüyormuş gibi kendini sürekli Allah’ın huzurunda hissetmeli, yaptığı her ibâdeti de temiz bir kalp ile ve her yönüyle güzel bir şekilde yapmaya gayret göstermelidir. Çünkü Peygamber Efendimiz ihsanı: “İhsan, Allah’ı görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni elbete görüyor.” (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 57) şeklinde tarif etmiştir.

İşte bu şekilde davrananlar için Rableri yanında büyük bir mükafat hazırlanmıştır. Allah’ın cennetini lütfedeceği kullar, işte bunlardır. Onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır. Onlar korktuklarından emin, umduklarına nâil olan kimselerdir. Bu kişiler müslüman, bunların tabi olduğu din de İslâm’dır. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in tebliğ ettiği din ve o dinin esası budur. Bu ise mahza hakikatten ibaret olup, aslâ boş bir kuruntu değildir. Zira iman, ihlas ve ihsan boyutları ile İslâm, gönüllerin kuru bir arzusu değil, o heva ve hevesleri silip temizlemekle, emredilenleri yapıp yasaklardan kaçınmakla ulaşılacak bir gayedir. Bu sebeple İslâm, kulun Allah’a karşı yüzünün ak, alnının temiz olmasını hedefler. Bu ise kulun iç ve dış âleminin her türlü niyet, düşünce, hareket ve davranışının temizliğini ifade eder.

Ehl-i kitap, sadece müslümanlara karşı hırçınlık yapmamaktadır. Aynı zamanda kendi aralarında da pek çok problem bulunmaktadır. Gelen âyet-i kerîme, o problemlerden sadece birine temas etmektedir:

113. Yahudiler: “Hıristiyanların sağlam ve tutarlı bir dini yok” dediler. Hıristiyanlar da: “Yahudilerin sağlam ve tutarlı bir dini yok” dediler. Halbuki hepsi de kendilerine inen kitabı okuyup duruyorlar. Dinî hiçbir bilgisi olmayanlar da onların sözlerine benzer şeyler söylediler. Gerçeği tam olarak bilen Allah, kıyâmet gününde, onların anlaşamadıkları konularda hükmünü verecektir.

Âyet-i kerîme şöyle bir hâdise üzerine inmiştir: Necran hıristiyanlarından bir heyet Peygamber Efendimiz’in huzuruna geldikleri zaman, Medine’deki yahudi bilginleri de orada idiler. İki taraf birbirleriyle önce tartışmaya, sonra münakaşaya başladılar. Yahudiler, hıristiyanlara “Siz hiçbir sağlam ve tuttarlı bir din üzerinde değilsiniz!” dediler. Hz. İsa’ya ve İncil’e küfrettiler. Buna karşılık Necranlılar da yahudilere “Asıl sizin sağlam ve tutarlı bir din üzerinde değilsiniz!” dediler. Hz. Mûsâ’nın peygamberliğini yalanlayıp Tevrat’a küfrettiler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 39)

Kur’an, yahudi ve hıristiyanlar arasındaki bu problemi gündemine almakla bunun ferdî bir mesele olmayıp, aralarında umûmen cereyan eden yaygın bir anlaşmazlık olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Demek ki onlardan her biri diğerinin dinini temelden inkâr edip geçersiz saymaktadır. Halbuki iki grup da aynı kitabı, Tevrat ve İncil’i okuyup durmaktadırlar. Ayette “bilmeyenler” olarak nitelendirilen müşrik Araplar, puta tapanlar, doğru bir bilgi ve itikada sahip olmayanlar da din sahibi kimseler için benzer şekilde, “hiçbiri doğru ve önemsemeye değer bir yolda değildir” derler. Buna göre, okuyarak gerçeği öğrenme imkânı olanlarla böyle olmayanlar arasında bir fark kalmamaktadır. Ancak şu fark olabilir: O cahil kimseler bilmedikleri ve akıl erdiremedikleri için; Ehl-i kitap ise bilerek ve fakat sırf nefsanî arzularına uyduklarından böyle söylemektedirler. Dolayısıyla burada kitap sahibi olan, okuma ve yazma bilen yahudi ve hıristiyanlar kınanıp azarlanmaktadır. Diğer taraftan müslümanlar da dikkatli olmaya, akıllı davranmaya ve dinlerinde ihlas ve samimiyeti elden bırakmamaya davet edilmektedir. Yahudi ve hıristiyanlar gibi olmamaya, hepsi aynı kitabı, Kur’an’ı okuyup dururken, ona en güzel şekilde uymayı bir yana bırakarak, böyle fena bir anlaşmazlığa düşmemeleri öğütlenmektedir. Şayet düşerlerse, Yüce Allah’ın kıyamet günü aralarındaki anlaşmazlıkları çözmede en doğru kararı vereceği vurgulanmaktadır.

Dinlerinde anlaşmazlığa düşenler, kendileri doğru yoldan ayrıldıkları gibi, başkalarının da sapmasına sebep olmaktadırlar. Dolayısıyla hem kendi günahlarını hem de saptırdıkları insanların günahını üstlenmiş oluyorlar. Bu günahların en büyüklerinden biri de insanları Allah’ın mescitlerinde zikir ve ibâdetten alıkoymaktır. Gelen ayetler, bu hususla alakalı açıklamalar yapmaktadır:

114. Allah’ın mescitlerinde O’nun isminin anılmasını engelleyen ve ibâdet yerlerinin harap olmasına çalışandan daha zâlim kim olabilir! Böylelerinin, oralara korku içinde girmekten başka bir hakkı olamaz. Onlara dünyada bir rezillik, âhirette de büyük bir azap vardır.

Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle alakalı iki farklı rivayet vardır. Bunlardan birine göre âyet Romalı Titos ve onunla birlikte olan hıristiyanlar hakkında inmiştir. Bu hükümdar ve beraberindekiler İsrâiloğullarına hücum etmiş, savaşanlarını öldürmüş, kadın ve çocuklarını esir almış, Tevrat’ı tahkir etmiş, Beytü’l-Makdisi yıkmış ve oraya leş atmışlardır. İkinci rivayete göre âyet-i kerîme, Mekke müşriklerinin müslümanları Mescid-i Haram’da ibâdet edip Yüce Allah’ın ismini zikretmekten engellemeleri üzerine nâzil olmuştur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 696-697)

اَلْمَسْجِدُ (mescid)in çoğulu olan اَلْمَسَاجِدُ (mesâcid), secde edilen mübârek mekanların adıdır. Allah’a ibâdet edilen, özellikle namaz kılınıp secde edilen her yer mescittir. Allah’a kulluğa tahsis edilmiş bu mukaddes yerlerde ibâdeti engellemek, Allah’ın zikredilmesine mani olmak, bunun da ötesinde onları tahrip edip yıkmaya çalışmak en büyük zulümlerden biridir. Çünkü böyle bir davranış, Allah’a karşı bir başkaldırı ve isyandır. Dinin saygı duyulmasını istediği sınırları hiçe saymak ve çiğnemektir. Cenâb-ı Hakk’ın zikrinin hatıralardan silinmesine, böylece insanlar arasında çeşitli kötülüklerin yayılmasına zemin hazırlamaktır. Bu ise, pek büyük bir zulüm ve günahtır.

Âyet-i kerîme öncesi ve sonrası itibariyle hem yahudi, hem hıristiyan, hem de müşriklere temas ederek, mescitlere hürmet gösterilmesi gerektiği prensibini genelleştirmiştir. Hangi dinden olursa olsun, hatta isterse dinsiz ve putperest olsun, Allah’ın adı anılan mescitlere ve mabetlere herkesin saygılı olması gerektiği vurgulanmıştır. Böylece Mekke müşriklerinin Peygamber Efendimiz’i ve müslümanları Kâbe’de ibâdet etmekten engellemeleri, baştan sona bütün mescitler hakkında yapılmış ve yapılacak olan her türlü engelleme ve yıkımların da içine dâhil olacağı büyük bir zulümdür.

Mescitlere böyle düşmanca bir tavır içinde olanların; o güvenli, huzurlu ve güzel mekanlara korka korka girmekten başka bir giriş hakları yoktur. Onlar yıkmaya çalıştıkları o mescitlere yanaşamamalı, el sürememeli, şayet girerlerse can korkusuyla titreye titreye girebilmelidirler. Onların hakkı budur. Dolayısıyla müslümanlar güçlü, kuvvetli olmalı; mescit ve mabetlerini, kötü niyetli kimselerin oraları tahribe ve ibâdet edilmesini engellemeye cesaret edemeyecekleri şekilde güvence altında tutmalıdırlar. Nitekim Kur’ân’ın bu mûcizevî haberi zuhur etmiş, Kudüs Bizanslılar’ın elinden çıkmış, müslümanların eline geçmiş, Beytü’l-Makdis yeniden imar edilip mescit haline getirilmiş, o zalimler de oraya korka korka girebilir olmuşlardır. (Elmalılı, Hak Dini, I, 476)

Bu tür zulümleri işleyenler, dünya hayatında rezil ve zelil olacaklardır. Onları büyük bir felaket, bir perişanlık, bir mahrumiyet beklemektedir. Bir gün gelecek devletleri parçalanacak, saltanatları son bulacaktır. Çok aşağı ve bayağı bir derekeye sürükleneceklerdir. Âhirette ise bunları çetin ve ağır bir azap beklemektedir. Roma imparatorluğunun bu sebeple paramparça olduğu tarihi bir gerçektir. Nitekim Müfessir Süddî, dünyadaki bu sefalet ve perişanlıktan maksadın, Romalıların elinden İstanbul’un çıkması ve müslümanlar tarafından fethedilmesi olduğunu söylemektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 699) Bu bilgi, Taberî ve Keşşâf gibi kadim tefsirlerde yer almaktadır. Bu tefsirler İstanbul’un fethinden asırlarca önce yazılmış olduğuna ve hele ilk müfessirlerden sayılan Süddî'nin fetihten beş-altı asır önce yaşamış bulunduğuna göre, bu şekildeki tefsirin kaynağının Peygamberimiz (s.a.s) ve bunun da bir mûcize olduğunda asla şüphe etmemek gerekir.
İmam Kuşeyrî âyet-i kerîmeye şöyle bir işârî mâna verir: “Âbidlerin ibâdet yuvası demek olan nefislerini şehvetlerle, âriflerin mârifet yurdu demek olan kalplerini dünyevî beklentilerle, vecd ehlinin muhabbet yurdu demek olan ruhlarını haz ve sükûna konmakla, tevhîd ehlinin müşâhede yurdu olan gönüllerini yakınlık duygusuna takılıp aldanmakla tahrîb etmelerinden daha büyük hangi zulüm olabilir?” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 63) O halde her türlü zulümden uzak durup Allah’a yönelmek gerekir. Çünkü:

115. Doğu da Allah’ındır, batı da. O halde nereye dönerseniz dönün, Allah’a yönelmiş olur, O’nu karşınızda bulursunuz. Elbette Allah lutf u keremi çok geniş olan ve her şeyi hakkıyla bilendir.

Doğusuyla batısıyla yeryüzünün tamamı Allah’ındır. Orada bir yönün diğer yöne üstünlüğü yoktur. İbadet esnasında belli bir yöne dönmenin ise sembolik bir anlamı vardır. Nitekim müslümanlar önceleri Beytü’l-Makdis’e yönelerek ibâdet etmişler, daha sonra Bakara suresi 144. ayetin emriyle Kâbe’ye yönelerek namaz kılmaya başlamışlardır. Bu ayetin verdiği en önemli mesaj şudur: Eğer bir şekilde mescitlerde ibâdet etmek engellenirse bilinmelidir ki müslüman yeryüzünün temiz olan her yerinde namazını kılabilir. Namaz kılarken nereye yönelirse, Yüce Allah’a yönelmiş olur. Allah onun namazını kabul eder. Ayet aynı zamanda kıblenin hangi tarafta olduğu bilinmemesi, bilinse bile yolculuk, hastalık, savaş gibi hususi durumlar sebebiyle o yöne dönmenin zor, tehlikeli veya imkânsız olması halinde bir ruhsat tanımaktadır. Normal durumlarda Kâbe’ye yönelerek namaz kılmak farz, zaruri durumlar da ise istenilen yere yönelmek ruhsattır. Şüphesiz Allah’ın ilmi, rahmeti ve lütfu çok geniştir. O her şeyi, özellikle kullarının menfaatine olan durumları en iyi bilir.

Fakat insanlar, yüce yaratıcıları ve rableri olan Allah’ın değerini takdir edemiyor, O’na gerektiği gibi kulluk yapamıyor ve hatta O’na asla yakışmayacak sözler söyleyebiliyorlar. Halbuki O, sonsuz kudret ve kuvvet sahibi olan, varlığı yoktan en iyi şekilde yaratan Ulu Allah’tır:

116. “Allah çocuk edindi” dediler. Hâşa O, böyle şeylerden pak ve uzaktır. Doğrusu göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun’dur. Hepsi de O’na saygıyla boyun eğmiştir.

Kur’an’ın öğrettiği Allah inancı ve tevhid anlayışından mahrum olan talihsiz grupların doğru bir inanca sahip olmaları zordur. Bu bakımdan yahudi, hıristiyan ve müşrik Arapların Cenab-ı Hak hakkında yanlış düşüncelere saplandıkları görülmektedir. Yahudiler Hz. Uzeyr’in, hıristiyanlar Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu (Tevbe 9/30), müşrik Araplar ise meleklerin Allah’ın kızları olduğunu (Nahl 16/57) söylemişlerdir. Ayet, onların bu yanlış düşüncelerini tashih etmek üzere inmiştir. Çünkü Yüce Mevlâmız, yaratıklara mahsus olan bu nevi benzetme, bir ihtiyaç ve fânilik şaibelerinden uzaktır. O, yücelerin en yücesi, ötelerin en ötesidir. O, çocuk edinmekten uzak ve temizdir. Buna ihtiyacı da yoktur. Zira göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun mülkü ve yaratığıdır. Allah ile yarattığı varlıklar arasında, babalık-evlâtlık gibi biyolojik bir ilişki değil, hâlık-mahlûk ilişkisi, daha açık bir ifadeyle yaratma-itaat etme ilişkisi bulunmaktadır. Dolayısıyla bütün varlıklar Allah tarafından yaratılmış olup, hepsi de O’na saygıyla boyun eğmişlerdir. Hiçbiri O’nun iradesinin ve yaratmasının dışına çıkamaz. Bu bakımdan her varlık, sürekli bir biçimde O’nun kanunlarına itaat etmekte ve kendine ait hal diliyle O’na kulluk etmektedir.

Allah’a hâşa çocuk isnat etmenin ne kadar büyük bir cürüm olduğu ile alakalı olarak bir kudsî hadiste Hak Teâlâ şöyle buyurur: “Âdem oğlu beni yalanladı; halbuki bu onun hakkı değildir. O bana sövüp saydı; buna da hakkı yoktur. Beni yalanlamasına gelince: Onu daha önce yarattığım gibi öldükten sonra yeniden diriltmeye güç yetiremezmişim! Bana sövüp saymasına gelince: Benim çocuğum olduğunu iddia etmesidir. Ben, bir eş ve çocuk edinmekten pak ve uzağım.” (Buhârî, Tefsir 2/8)
Allah’a böyle noksan sıfatlar ve ortaklar izafe etmek nasıl mümkün olabilir ki:

Hālık: Her şeyi yoktan yaratan Allah. Mahluk: Allah tarafından yaratılan şeyler.

117. O, gökleri ve yeri yoktan, önünde hiçbir örnek olmadan ve benzersiz bir biçimde yaratandır. Bir şeyi yaratmak isteğince, sadece “ol!” der, o da hemen oluverir.

اَلْبَد۪يعُ (bedî) kelimesinin aslı olan اَلإبْدَاعُ (ibdâ), bir şeyi maddeye ve zamâna bağlı olmaksızın icad etmek, yaratmak demektir. “Bedî” ise örneksiz ve benzersiz meydana getirici, modelsiz icat edip en uygun biçimi verici, tarifsiz ve misalsiz yaratıp yakıştırıcı demektir. Bu yüce vasfa sahip olan Hak Teâlâ, bir işi yapmayı isteyince, sadece ona “ol!” der, o da hemen oluverir. Başka hiçbir şeye muhtaç olmaz.

Fakat işin hakikatini bilmeyenler, doğruyu araştırıp ona tabi olacakları yerde, dinin temel değerleri hakkında ileri geri konuşmaya devam etmektedirler. Allah’ın kendileri ile açıktan açığa konuşmasını; Hz. Muhammed’in gerçek peygamber, Kur’an’ın da Allah kelamı olduğunu alenen bildirmesini istemektedirler. Hiç değilse, bunu ispat edecek açık bir mûcizenin gelmesini beklemektedirler. Buradaki “bilmeyenler”den maksat, ilâhî kitap bilgisinden mahrum müşrik Araplar olabileceği gibi, bildikleriyle amel etmeyen Ehl-i kitap da bunlara dâhildir. Çünkü Kur’an’ın beyânına göre müşrikler gibi onlar da Peygamber Efendimiz’den bu tür isteklerde bulunmuşlardır. (bk. Nisâ 4/153) Önceki peygamberlerin kavimleri de aynı şeyleri tekrarlayıp durmuşlardı. Bu sözleri, samimiyetten mahrumdu. Niyetleri iman etmek değil, bilakis küfürlerinde inat ve ısrar etmekti. Dolayısıyla önceki ve sonraki münkirlerin kalpleri bir noktada buluşuyordu. Mânevî körlük, kasvet, hastalık ve inatta birbirine benziyordu. Sözlerinin birbirine benzemesi, kalplerinin de birbirine benzemesine sebep olmuştu. Zira diller, kalplerin tercümanıdır. Kalp kabında ne varsa dil musluğundan akacak olan odur.

Allah Teâlâ indirdiği kitaplar, gönderdiği peygamberler vasıtasıyla ve kâinatta sergilediği ilâhî azamet tecellileriyle varlığının delillerini beyân etmektedir. Ancak bu delillerden, yakinî bir bilgi, doğru bir iman ve mârifete ermek isteyenler istifade edebilirler. Bu yönde samimi bir irade ortaya koyamayanlar için, bu deliller bir mâna ifade etmez. Bu sebeple Cenab-ı Hak, peygamberini rahmetiyle müjdelemek, azabıyla korkutmak üzere göndermiştir. Onun yegane görevi, dinin esaslarını açıkça tebliğ etmek, örnek hayatıyla göstermek, yapılan iyilik ya da kötülüklere Allah’ın nasıl bir mukabelede bulunacağını haber vermektir. Bunun ötesinde yapacağı bir şey yoktur. Dolayısıyla davetini kabul etmeyip cehennemlik olanlardan dolayı ona bir sorumluluk sözkonusu değildir. Herkes yaptığı işlerden kendisi sorumludur. Bu bakımdan ey Resûlüm, sen görevini tam olarak yerine getirerek Rabbinin rızâsını kazanmaya çalış; insanların rızâsını değil:

118. Dinî bilgiden nasibi olmayan bir kısım câhiller: “Ya Allah bizimle konuşsa veya bize apaçık bir işaret, bir mûcize gelse” dediler. Kendilerinden öncekiler de aynen böyle söylemişlerdi. Bunların kalpleri birbirine ne kadar da benziyor! Biz, gerçeği tam mânasıyla kavrayıp, ona şüphe duymadan inanacak bir topluluk için işaret ve delilleri apaçık ortaya koymuşuzdur.

119. Rasûlüm! Biz seni, insanları hem müjdelemen hem de uyarman için hak din ile gönderdik. Sen vazîfeni hakkıyle yapıyorsun; dolayısıyla cehennemlik olanlardan sorumlu tutulacak değilsin!

اَلْبَد۪يعُ (bedî) kelimesinin aslı olan اَلإبْدَاعُ (ibdâ), bir şeyi maddeye ve zamâna bağlı olmaksızın icad etmek, yaratmak demektir. “Bedî” ise örneksiz ve benzersiz meydana getirici, modelsiz icat edip en uygun biçimi verici, tarifsiz ve misalsiz yaratıp yakıştırıcı demektir. Bu yüce vasfa sahip olan Hak Teâlâ, bir işi yapmayı isteyince, sadece ona “ol!” der, o da hemen oluverir. Başka hiçbir şeye muhtaç olmaz.

Fakat işin hakikatini bilmeyenler, doğruyu araştırıp ona tabi olacakları yerde, dinin temel değerleri hakkında ileri geri konuşmaya devam etmektedirler. Allah’ın kendileri ile açıktan açığa konuşmasını; Hz. Muhammed’in gerçek peygamber, Kur’an’ın da Allah kelamı olduğunu alenen bildirmesini istemektedirler. Hiç değilse, bunu ispat edecek açık bir mûcizenin gelmesini beklemektedirler. Buradaki “bilmeyenler”den maksat, ilâhî kitap bilgisinden mahrum müşrik Araplar olabileceği gibi, bildikleriyle amel etmeyen Ehl-i kitap da bunlara dâhildir. Çünkü Kur’an’ın beyânına göre müşrikler gibi onlar da Peygamber Efendimiz’den bu tür isteklerde bulunmuşlardır. (bk. Nisâ 4/153) Önceki peygamberlerin kavimleri de aynı şeyleri tekrarlayıp durmuşlardı. Bu sözleri, samimiyetten mahrumdu. Niyetleri iman etmek değil, bilakis küfürlerinde inat ve ısrar etmekti. Dolayısıyla önceki ve sonraki münkirlerin kalpleri bir noktada buluşuyordu. Mânevî körlük, kasvet, hastalık ve inatta birbirine benziyordu. Sözlerinin birbirine benzemesi, kalplerinin de birbirine benzemesine sebep olmuştu. Zira diller, kalplerin tercümanıdır. Kalp kabında ne varsa dil musluğundan akacak olan odur.

Allah Teâlâ indirdiği kitaplar, gönderdiği peygamberler vasıtasıyla ve kâinatta sergilediği ilâhî azamet tecellileriyle varlığının delillerini beyân etmektedir. Ancak bu delillerden, yakinî bir bilgi, doğru bir iman ve mârifete ermek isteyenler istifade edebilirler. Bu yönde samimi bir irade ortaya koyamayanlar için, bu deliller bir mâna ifade etmez. Bu sebeple Cenab-ı Hak, peygamberini rahmetiyle müjdelemek, azabıyla korkutmak üzere göndermiştir. Onun yegane görevi, dinin esaslarını açıkça tebliğ etmek, örnek hayatıyla göstermek, yapılan iyilik ya da kötülüklere Allah’ın nasıl bir mukabelede bulunacağını haber vermektir. Bunun ötesinde yapacağı bir şey yoktur. Dolayısıyla davetini kabul etmeyip cehennemlik olanlardan dolayı ona bir sorumluluk sözkonusu değildir. Herkes yaptığı işlerden kendisi sorumludur. Bu bakımdan ey Resûlüm, sen görevini tam olarak yerine getirerek Rabbinin rızâsını kazanmaya çalış; insanların rızâsını değil:

120. Onların dinlerine tâbi oluncaya kadar ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden asla râzı olmayacaklardır. De ki: “Dosdoğru yol, Allah’ın gösterdiği İslâm yoludur.” Eğer sana gelen ilimden sonra, onların hevâ ve heveslerine uyacak olursan, bilesin ki seni Allah’ın gazabından koruyacak ne bir dostun olur ne de bir yardımcın.

Ehl-i kitap, Resûlullah (s.a.s.)’a: “Gel bizimle bir müddet hoş geçin, bizi memnun et de sana tabi olalım” diye bir teklifte bulunmuşlardı. Bu teklifteki kötü niyetlerini ve samimiyetsizliklerini ortaya koymak için bu âyet inmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 43)

Yahudiler ve hıristiyanlar, kendi dinlerine uymadıkça, Peygamber Efendimiz başta olmak üzere müslümanlardan aslâ hoşnut olmayacaklardır. Onları memnun etmenin tek yolu, dinlerine girmektir. Halbuki iki grubun da dinine aynı anda tabi olmak mümkün değildir. Çünkü, önceki ayetlerde geçtiği üzere birbirlerine “hiçbir şey değil” (bk. Bakara 2/113) diyen bu iki fırka, aslında birbirlerine zıttır. İki zıddın birleşmesi mümkün olmadığına göre, ikisine birden tabi olmak ve ikisini birden razı etmek de mümkün değildir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 721)

Ayette geçen اَلْمِلَّةُ (millet) kelimesi, “tutulup gidilen yol” demektir. Bu mânadan hareketle din ve şeriat mânasında kullanılmıştır. Fakat “millet”te ictimai yön daha ağır basmaktadır. Dolayısıyla “millet”, toplum fertlerinin etrafında toplandığı, üzerinde yürüdüğü, diğer bir ifadeyle, içtimaî duygu ve anlayışların bağlı bulunduğu temel kaideler ve takip edilen yoldur. Bu yolun doğru olanı olduğu gibi eğri olanı da vardır. Nitekim âyette bu kelime, ikisi de tahrife uğrayarak gerçekliğini kaybetmiş olan yahudilik ve hıristiyanlık için kullanılmıştır. Bu halleriyle onlar, tabi olunacak bir mâhiyete sahip değildir. Dolayısıyla onlara, uyulmaya layık en doğru yolu göstermek gerekmektedir. O da şudur:

Tabi olunacak gerçek yol, Allah’ın dosdoğru yoludur. “Hidâyet”, başka şeye değil ancak ona denilir. Peşinden yürünecek gerçek rehber, Allah Teâlâ’nın rehber olarak tayin ettikleridir. Bu ise Allah’ın Resûlü, Allah’ın kitabı ve bunların öğrettiği şekilde Allah’ın dini olan İslâm’dır. Bu yoldan başkasına tabi olmak sapıklıktır. O halde bütün insanlık, kurtuluşa erebilmek için Peygamber Efendimiz’e ve onun açıkladığı yola uymak zorundadır. Onun bildirdiği iman esaslarını, ibâdet ve hayat tarzını benimseyip yaşamak gerekmektedir. Allah Teâlâ Resulü’ne vahiy yoluyla hak dini, doğru yolu ve onun esaslarını bildirdikten sonra artık yahudilerin veya hıristiyanlann arzularına uymak, İslâm’la bağdaşmayan inanç, ibâdet ve hayat tarzlarını benimsemek mümkün değildir. Böyle davranan bir kimse, Peygamber bile olsa, Allah’ın dostluğu ve yardımından tamamen mahrum kalmış olur. Ona Allah adına sahip çıkacak ne bir dost, ne de bir yardımcı bulunur. Ancak bu ikaz ve sakındırma, Resûl-i Ekrem’den ziyade onun ümmetine yönlendirilmiştir. Bunun için Allah’ın doğru yol rehberi olarak indirdiği Kur’an’ı hakkını vererek okumak gerekir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
121. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler bu kitabı, tilavetinin hakkını vererek okurlar. İşte ona gerçekten iman edenler, bunlardır. Kim de onu inkâr ederse, en büyük zarara uğrayanlar işte onlardır.

“Kendilerine kitap verilenler”in kimler olduğuyla alakalı iki görüş vardır. Birincisine göre kitaptan maksat Kur’ân-ı Kerîm, kitap verilenler ise Hz. Muhammed ümmetidir. Diğerine göre kitap Tevrat, kitap verilenler de Tevrat’ı hakkıyla okuyarak onunla amel eden, özellikle Peygamberimizin geleceğine dair Tevrat’ta geçen bilgileri dikkate alarak onun peygamberliğini tasdik eden yahudilerdir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 723) Kur’ân-ı Kerîm, bu vasıfları sebebiyle onları methetmektedir. Bunlar, kendilerine bir ihsan-ı ilâhî olarak lütfedilen kitabı hakkını vererek tilavet ederler.

اَلتِّلَاوَةُ (tilâvet) sözlükte “birine, bir şeye uymak, onu yakından takip etmek” demektir. Terim olarak ise “hem ağır ağır okumak hem de emir ve yasaklarını, teşvik ve uyarılarını hayata geçirmek suretiyle Allah’ın kitabına tabi olmak” mânasına gelir. “Kıraat” ise sadece “okumak” anlamı taşır. Bu sebeple tilâvet genellikle yalnızca ilâhî kitabın okunması için kullanılır. (Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “telâ” md.) Onlar, Allah’ın kitabını dikkatle, tane tane ve devamlı okurlar. Hakkıyle tilavet ederek ve tilavetinin hakkını vererek okurlar. Onu tahriften, karıştırmaktan koruyarak, heva ve heveslerden uzak kalarak, kelimelerinin telaffuzunu, mânasını ve hükümlerini gözeterek, dikkatlice, saygılı ve devamlı bir şekilde; bilmediklerini ve anlamadıklarını ehlinden sora sora, iyi niyetle, temiz bir kalp ve temiz bir ağızla okurlar. Gelişi güzel ve bir eğlence gibi okumazlar. Onu şarkı, gazel, türkü, mânî, roman, hikaye yerine koymazlar. Kemal-i hürmet, ta’zîm ve edeple okurlar. (Elmalılı, Hak Dini, I, 485)

Bir defasında Zünnûn-ı Mısrî’ye Kur’an âlimlerinin durumu soruldu. Şöyle anlattı:

“Onlar bu yolda diz çürüttü. Yıllarını bu yolda harcadılar. Bedenlerini erittiler. İşte bu şekilde Kur’an ilmine sahip oldular. Onların Kur’an ilmini öğrenmek için sarf ettikleri emek sadece bu kadar değil. Dudaklarında kan kalmadı; inceldi. Göz yaşları sel olup aktı. Âh çektikçe ciğerleri kebap oldu. Kur’an ilmini onlar böyle buldu. Hidâyete erenler de onlar oldu. İmanlarını emniyet altına bunlar aldı.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 233)

İşte Kur’ân-ı Kerîm’i böyle okuyanlar, ona kamil mânada iman ederler. Aynı zamanda imanlarının gereğini yaparlar. Gerçekten kitap sahibi olanlar da bu kimselerdir. Fakat o kitaba inanmayan, onu inkâr eden, Allah’ın bu büyük nimetine nankörlükte bulunan; onu hakkiyle okumayıp kendi arzusuna göre bozan ve değiştirenler ise pek büyük bir zarara uğrayacaklardır.

Şimdi İsrâiloğulları’na, bir taraftan yukarıdan beri sürüp gelen hitapları tamamlamak, diğer taraftan da az sonra gelecek olan Hz. İbrâhim kıssasına geçişe hazırlık mâhiyetinde yeni bir hitap daha yöneltilmektedir:

122. Ey İsrâiloğulları! Size ihsân ettiğim nimetlerimi ve bir zamanlar sizi bütün kavimlere üstün kıldığımı hatırlayın!

Bu âyet-i kerîmeler, aynı sûrenin 47-48. ayetlerinde, ikinci ayetteki küçük bir farkla, tekrar edildiğinden ilgili açıklamalar orada yapılmıştır. Burada Cenâb-ı Hak, İsrâiloğulları’na verdiği nimetleri yeniden hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma; onların gayretlerini tazelemek, kalplerinde imana doğru bir canlanış sağlamak ve kendilerine en büyük bir nimet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz’e tabi olmaya teşvik etmek maksadıyla yapılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in beyânlarına göre bu nimetlerden bazıları şunlardır: Allah Teâlâ’nın onları Firavun’un elinden kurtarması, üzerlerine zahmet çekmeden karınlarını doyuracakları bıldırcın eti ve kudret helvası indirmesi, zillet ve baskıdan kurtarıp ülkelerinde iktidar vermesi, içlerinden peygamberler göndermesi, Tevrat’ı indirmesi, peygamberlerine itaat ettikleri dönemlerde onları diğer bütün kavimlere üstün kılmasıdır.

Bu kadar büyük ve muazzam nimetlerin kıymetini bilememek ve şükrünü ifâ etmemek, şüphesiz azâb-ı ilâhîyi celbeder. Bu sebeple hemen akabinden şiddetli bir uyarı gelmektedir. Yüce Rabbimiz onları ve onlar vesilesiyle bütün kullarını şiddetli ve belalı bir gün olan kıyamet gününden sakındırmaktadır. Gerçekten o günden korkulmalıdır. Çünkü hiç kimse başkası adına bir şey yapamayacak, ne başkasına günahını verebilecek ne de başkasının günahını alabilecektir. Günahlarının affı ve cehennemden kurtulması için kimseden fidye kabul edilmeyecektir. Allah’ın müsaadesi hariç hiçbir şefaat fayda vermeyecektir. Günahkârlara hiçbir taraftan herhangi bir yardım da gelmeyecektir. İşte o gün, böyle sıkıntı ve çaresizliklerin had safhada olduğu bir gündür. Dolayısıyla dünyada iken o günün azabından korunmak için gereken her türlü hazırlığı yapma zarureti vardır.

Bu hazırlığı yaparken mahşer aydınlığında bir hayat sürmüş, örnek alınacak model şahsiyetlere ve onların sergiledikleri örnek davranışlara ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun en güzel misallerinden biri şüphesiz Hz. İbrâhim’dir. Şimdi sıra onun dikkat çekici hallerinin beyân edildiği kıssaya gelmektedir:

123. Hem öyle bir günden sakının ki, o gün kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden bir kurtuluş bedeli alınmaz, kimseye şefaat fayda vermez ve hiç kimseye yardım da edilmez.

Bu âyet-i kerîmeler, aynı sûrenin 47-48. ayetlerinde, ikinci ayetteki küçük bir farkla, tekrar edildiğinden ilgili açıklamalar orada yapılmıştır. Burada Cenâb-ı Hak, İsrâiloğulları’na verdiği nimetleri yeniden hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma; onların gayretlerini tazelemek, kalplerinde imana doğru bir canlanış sağlamak ve kendilerine en büyük bir nimet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz’e tabi olmaya teşvik etmek maksadıyla yapılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in beyânlarına göre bu nimetlerden bazıları şunlardır: Allah Teâlâ’nın onları Firavun’un elinden kurtarması, üzerlerine zahmet çekmeden karınlarını doyuracakları bıldırcın eti ve kudret helvası indirmesi, zillet ve baskıdan kurtarıp ülkelerinde iktidar vermesi, içlerinden peygamberler göndermesi, Tevrat’ı indirmesi, peygamberlerine itaat ettikleri dönemlerde onları diğer bütün kavimlere üstün kılmasıdır.

Bu kadar büyük ve muazzam nimetlerin kıymetini bilememek ve şükrünü ifâ etmemek, şüphesiz azâb-ı ilâhîyi celbeder. Bu sebeple hemen akabinden şiddetli bir uyarı gelmektedir. Yüce Rabbimiz onları ve onlar vesilesiyle bütün kullarını şiddetli ve belalı bir gün olan kıyamet gününden sakındırmaktadır. Gerçekten o günden korkulmalıdır. Çünkü hiç kimse başkası adına bir şey yapamayacak, ne başkasına günahını verebilecek ne de başkasının günahını alabilecektir. Günahlarının affı ve cehennemden kurtulması için kimseden fidye kabul edilmeyecektir. Allah’ın müsaadesi hariç hiçbir şefaat fayda vermeyecektir. Günahkârlara hiçbir taraftan herhangi bir yardım da gelmeyecektir. İşte o gün, böyle sıkıntı ve çaresizliklerin had safhada olduğu bir gündür. Dolayısıyla dünyada iken o günün azabından korunmak için gereken her türlü hazırlığı yapma zarureti vardır.

Bu hazırlığı yaparken mahşer aydınlığında bir hayat sürmüş, örnek alınacak model şahsiyetlere ve onların sergiledikleri örnek davranışlara ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun en güzel misallerinden biri şüphesiz Hz. İbrâhim’dir. Şimdi sıra onun dikkat çekici hallerinin beyân edildiği kıssaya gelmektedir:

124. Vaktiyle Rabbi İbrâhim’i, birtakım emirlerle imtihan etmiş, o da bunları harfiyyen yerine getirmişti. Bunun üzerine Rabbi ona: “Seni insanlara önder yapacağım” buyurdu. İbrâhim: “Zürriyetimden de önderler çıkar!” diye dua edince: “Benim verdiğim söz, zâlimler için geçerli değildir!” buyurdu.

Hz. İbrâhim, önde gelen peygamberlerden biridir. Peygamberler babasıdır. “İbrâhim” ismi Süryânice olup, bunun Arapça karşılığı أَبٌ رَح۪يمٌ (Ebun Rahîmun) “Merhametli baba” demektir. O, yaşadığı emsalsiz bir kullukla Allah’ın dostluğuna nâil olmuş ve “Halîlullâh” ünvanını almıştır. “Allah, İbrâhim’i dost edindi” (Nisâ 4/125) ayeti, onun bu rütbesini ebedileştirmiştir.

İbrâhim (a.s.); müslüman, yahudi ve hıristiyan bütün inanç gruplarının kendine saygı duyduğu bir şahsiyettir. Bu sebeple Cenab-ı Hak onu örnek vermektedir. Eğer gerçekten onu seviyor ve ona saygı duyuyorlarsa onu iyi tanımaları gerekir. O, tevhid akidesini nasıl canlandırdı, Allah’ın emir ve yasaklarına nasıl sarıldı ve kulluk imtihanını nasıl başardıysa onların da aynı şekilde davranmalarını istemektedir.

Allah Teâlâ’nın İbrâhim’i imtihana tabi tuttuğu “kelimeler”, ona vahyettiği şeriat ve onu sorumlu tuttuğu bütün emir ve yasaklardır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 730) Bununla birlikte bu “kelimeler”le alakalı bazı tahsis edici izahlar da yapılmıştır. İbn Abbas (r.a.), bu kelimelerin İbrâhim (a.s.)’ın şerîatında farz, bizde ise sünnet olan on özellik olduğunu söyler. Bunların beş tanesi başla ilgilidir: Bunlar; ağzı su ile çalkalamak, burnu iyice yıkamak, saçları ortadan ayırmak, bıyıkları kısaltmak ve misvak kullanmaktır. Beş tanesi ise bedenle ilgilidir: Bunlar da; sünnet olmak, etek ve koltuk altını temizlemek, tırnakları kesmek, büyük ve küçük abdestten sonra suyla istincâ yapmak yani necâsetten temizlenmektir. Yine İbn Abbas’tan gelen bir açıklama şöyledir: “Hz. İbrâhim’in denendiği kelimelerden maksat şunlardır: Allah emrettiği vakit kavminden ayrılıp vatanından hicret etmesi, Allah Teâlâ hakkında Nemrud’a karşı kesin deliller ortaya koyması, kavminin kendini ateşe atmalarına sabredip katlanması ve oğlunu kurban etmekle imtihana tabi kılınmasıdır.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 731, 734)
Hz. İbrâhim, Cenab-ı Hakk’ın her emrini, her yasağını, özel olarak da imtihana tabi tuttuğu bütün hususları olması gereken en iyi şekilde yerine getirdi. Böylece imtihanı geçip Hakk’ın rızâsını kazandı. “Çok vefakâr İbrâhim’in” (Necm 53/37) medhine erişti. Bu sebeple Hak Teâlâ, kendisini bütün insanlar için uyulması gereken bir imam ve büyük bir önder kılacağına söz verdi. İhsan ettiği nübüvvet, vahyettiği sahifeler ve emrettiği şeriatle onu insanlara müstakim bir rehber yapacağını bildirdi. İbrâhim’in kendi soyundan da önderler yetişmesi yönünde dilekte bulunması üzerine ise “Benim verdiğim söz, zâlimler için geçerli değildir!” (Bakara 2/124) buyurdu. Dolayısıyla üstünlüğün, nesep ve kan bağına değil, dinî ve ahlâkî liyakate bağlı olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. Buna göre zalimler İbrâhim’in soyundan da olsalar, Allah’ın vaadettiği önderlik, liderlik, üstünlük gibi ayrıcalıklara sahip olamazlar. Çünkü zalimler dinî ve ahlâkî konularda Allah’ın belirlemiş olduğu sınırları aşar; özellikle şirk ve inkâra sapar; adâlet, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine aykırı davranır; kör bir inatçılıkla hakikate karşı direnip savaşırlar. Bu sebeple Allah’ın bu husustaki şarta bağlı va‘di onlar için geçerli değildir. Halbuki önderler, zulmü ortadan kaldırmak için vardır. Kendileri zalim olurlarsa, insanların halinin nasıl olacağı düşünülmelidir. Belki çobanı kurt olan bir koyun sürüsünün haline benzerler.

Ayette aynı zamanda Medine yahudilerine, Peygamber Efendimiz ve müslümanlara karşı haksız yere bir üstünlük ve seçkinlik taslamalarının boş bir hayalden ibaret olduğu hatırlatılmaktadır. Sûrenin başından beri İsrâiloğulları’nın tarih boyunca işlemiş oldukları suçların sayılıp dökülmesindeki esas maksat ve hikmet de, onlara bu zulümlerini ispat etmektir. Onlar, o altın buzağıya tapma hadisesinden itibaren zulme başladılar, git gide bütün hareketlerinde bu zulüm nihayet onların genel karakteri haline geldi. Zalimlerden ise imam ve peygamber olmaz. Böylece onlardan imamet kesilmiş ve İbrâhim zürriyetinin öbür koluna yani İsmâil (a.s.) nesline geçmiş oldu. Neticede Tevrat’ta geleceği va‘dedilen ahir zaman peygamberi de İsrâiloğulları’ndan değil, İsrâil’in amcası olan Hz. İsmâil evladından geldi. Onun neş’et ettiği yer Mekke ve Beytullah’ın yanı oldu:

125. Biz Kâbe’yi, insanlar için toplanıp sevap kazanma yeri ve emniyetli bir mekân kıldık. Öyleyse siz de İbrâhim’in makâmını namazgâh edinin. Zâten İbrâhim’le İsmâil’e de: “Tavaf edenler, ibâdet kastıyla orada kalanlar, rükû ve secde edenler için evimi tertemiz tutun!” diye emretmiştik.

Cenab-ı Hak, Beytullah olan Kâbe’yi insanların uzak diyarlardan gelerek toplandıkları, ibâdet edip sevap kazandıkları, kendilerini emniyette hissettikleri bir hac mahalli, kutsal bir mekan yapmıştır. İnsanlar gelip orayı ziyaret ederler, gidip tekrar döner gelirler. Asırlardır bu böylece artarak devam etmektedir. Kâbe, aynı zamanda en emniyetli bölgedir. Çünkü müşrikler bile: “Ev Allah’ın evidir, oraya ziyarete gelip oturanlar da Allah evinin sakinleridir” derler ve harem sınırları içinde bulunan kişilere saldırmazlardı. Gerçekten de Kâbe, Hz. İbrâhim’den itibaren tarih boyunca bir hac ve ziyaret mahallî olarak devam etmiş, bu durum başta Mekkeliler olmak üzere Araplar için maddî ve manevî faydalar sağlamış, bu sebeple orada bulunan insanların, hatta bütün canlıların güvenliğine de özel bir itina gösterilmiştir.

Kâbe, Allah’ın taştan yaptırdığı, fakat zâtına izafe ettiği evdir. Onun zahirine bakan Hak’tan uzaklaşır; Allah’a izafe edilen cihetine bakan Hakk’a vasıl olur. Bu Beyt’e günahlardan tevbe ederek hürmet ve tâzim hisleriyle sığınanlar, âhiret azabından emniyette olurlar. (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, I, 67)

Beytullah’a giren kişinin nasıl bir düşünce içinde olması gerektiği hususunda Ebû Vâsıl Şakîk b. Seleme’nin şu hâli pek ibretlidir:

Arkadaşları arasında konuşurken şöyle derdi:

“- Ben şu hâlimle Kâbe’nin dışında dahi dolaşmaktan utanıyorum. Çünkü o ayaklarla günah işlemişim. Nice helâl olmayan şeye yürüdüler. Buna rağmen ben Beytullah’ın yanına nasıl varayım ve Hicr’e kadar nasıl gideyim.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 130-131)

Âyette bahsi geçen مَقَامُ اِبْرٰه۪يمَ (Makam-ı İbrâhim), Hz. İbrâhim’in Kabe’yi inşa ederken veya insanları hacca davet ederken üstüne bastığı, üzerine ayak izlerinin çıktığına inanıldığı taş veya bu taşın bulunduğu yerdir. Günümüzde de burası, “Makam-ı İbrâhim” adıyla bilinmektedir. Kabe’ye yaklaşık 15 metre mesafededir. Tavaf namazı, burada kılınır. Âyetin وَاتَّخَذُوا (vettehazû) şeklindeki mâzî siğasiyle okunuşuna göre, “insanlar da onu kıble edinmişlerdi” (Bakara 2/125) mânasına gelir. Buna göre, Beytü’l-Makdis’den daha önce Kâbe’nin kıble olduğu, şu halde burada da kıblenin değiştirilmesine teşvik ve işaret bulunduğu anlaşılabilir. (Elmalılı, Hak Dini, I, 493)

“Siz de İbrâhim’in makâmını namazgâh edinin” (Bakara 2/125) emrinin muhatabı hem ümmet-i Muhammed (s.a.s.) hem de İbrâhim (a.s.)’ın ümmeti olabilir. müslümanlar, orada namaz kılmaya ve dua etmeye teşvik edilmektedir. Zira, makamın faziletinden dolayı orada yapılacak ibâdetler daha çok kabule şayan olacaktır.

Kâbe, Beytullah’tır, Allah’ın evidir. Cenab-ı Hak, Hz. İbrâhim ve İsmâil’e evinin temiz tutulmasını emretmiştir. Çünkü bu kutsal mekan, insanların ibâdet ettikleri, Allah’a yöneldikleri, ruku ve secdeyle namaz kıldıkları yerdir. Bu haliyle temiz tutulmaya en layık mekandır. Dolayısıyla bu kutsal mekânın namazın sıhhatine engel olan maddî pisliklerden; insanın imanını, ihlâsını ve kulluğunu Allah’a arzettiği yer olduğu için putperestliği çağrıştıran her türlü tutum ve davranışlardan; bütün milletlerden müslümanların bir araya gelerek tanışıp kaynaşmaları, sevgi ve şefkatin en güzel örneklerini vermeleri gereken yer olduğu için de insanları incitici söz ve hareketlerden, hatta hayvanlara, bitkilere zarar veren, mekânın kudsiyetiyle bağdaşmayan her türlü ahlâk dışı tutum ve davranışlardan arındırılması istenmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 749; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 47-48) Kâbe’nin birer şubesi mevkiindeki bütün cami ve mescitler de aynı şekilde temiz tutulmalıdır. Ayette, Allah’ı zikir ve O’na muhabbet merkezi olan kalplerin her türlü masiva ve günah düşüncesinden temiz tutulmasına da işaret vardır. Ayetteki “tavaf edenler”den maksat, hac ve umre niyetiyle Kabe’yi ziyarete gelip Beytullah’ın etrafını usulüne uygun dolaşanlar; الْعَاكِف۪ينَ (âkifîn)den maksat, ibâdet etmek gayesiyle Harem-i şerifte bulunanlar, “rükû ve secde edenler”den maksat da orada özellikle namaz kılanlardır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 48)

Hz. İbrâhim, duaları Kur’ân-ı Kerîm’de en çok zikredilen bir peygamberdir. O, her vesileyle Allah’a yönelir ve içli içli dua eder. Gelen âyet-i kerîmede yer alan duayı da Mekke’ye ilk geldiğinde yapmıştı:

126. Bir de İbrâhim: “Rabbim! Burayı emniyetli bir belde kıl; halkından Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri de çeşit çeşit ürünlerle rızıklandır!” diye yalvarmıştı. Allah da: “Ben inkâr edeni de kısa bir süre rızıklandırır, sonra onu ateş azabına uğratırım. Orası varılacak ne kötü bir yerdir!” buyurmuştu.

Hz. İbrâhi, İsmâil ve Hacer’i Mekke’ye yerleştirdi. Halbuki bu bölge ne ziraata ne de başka bir şeye müsaitti. Açlıktan ve susuzluktan helak olmamaları için Allah’a sığındı ve korkulacak şeylerden de onları emniyette kılmasını istedi. Dolayısıyla “beldenin emin kılınması”ndan murâd; halkının, kuraklık, kıtlık, tufan, zelzele, düşman saldırısı, delilik, cüzzam gibi maddî ve mânevî âfetlerden emin olmasıdır. “Ürünler”den maksat ise, topraktan ve ağaçlardan elde edilen meyve ve sebze cinsinden her türlü yiyeceklerdir. İbrâhim (a.s.)’ın bu duası bereketiyle o zamandan beri dünyanın her bir tarafından Mekke’ye birçok meyve ve sebze gelmektedir. Öyle ki, burada bir günde hem yaz, hem güz, hem de ilkbahar meyvesini bir arada bulmak mümkündür.

Hz. İbrâhim, rızık meselesini de imamet gibi bir nimet kabul ederek, teeddüben Rabbinden sadece mü’minleri rızıklandırmasını istemişti. Rızkı, iman şartına bağlamıştı. Allah Teâlâ ise “inkâr edeni” de ilave ederek dünyada mü’mine de kâfire de rızık vereceğini beyân buyurdu. Fakat bu dünyada kâfire sağlanan fayda sınırlı, geçici ve az bir faydadır. Âhirette o, ebediyen ateş azabına atılacak ve belasını bulacaktır. Cehenneme girmeye mecbur tutulacaktır. Çünkü başka alternatifi yoktur. Zira ayette kullanılan اَلإضْطِرَارُ (ıztırâr), zorunluluk ifade etmekte olup özgür olarak seçmenin zıddıdır. Buna göre insanların dünya hayatında iman veya inkârı seçip ona göre bir hayat yaşamaları kendi iradelerine bağlı olmakla birlikte, bu tercihlerinin sonucunda hak ettikleri akıbeti kabul edip etmemek hususunda özgür değil, zorunludurlar. Buna göre Allah’ı ve âhîret gününü inkâr edenleri, inkârlarının kaçınılmaz sonucu olarak Allah cehenneme sürecektir. Bu, yaptığından mesul olmayan Allah için değil, kul için kaçınılmaz bir sonuçtur. Yani insan, “Ben imanı veya inkârı tercih ediyorum” diyebilir; fakat kâfir olmayı seçmiş biri artık, “Ben cehenneme gitmeyi tercih etmiyorum” diyemez. İşte bu husus âyette “ıztırar” kelimesiyle ifade edilmiştir. (Kur’an Yolu, I, 210) Kâfirlerin kaçınılmaz sonu olan o azap ne fena bir son ve ona gidiş ne fena bir gidiştir. Orası, varılacak çok kötü bir yer, berbat bir duraktır.

Allah Teâlâ, önceki ayetlerde Beytullah, Mekke ve onların bir kısım hususiyetlerini beyân ettikten sonra, Kâbe’yi inşa eden Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil’in örnek hallerine dikkat çekmektedir:

127. İbrâhim, İsmâil’le birlikte Beytullah’ın temelleri üzerine duvarlarını yükseltirken şöyle dua ediyorlardı: “Rabbimiz, bizden bunu kabul buyur. Şüphesiz sen işiten ve bilensin.”

Kaynaklarımızın verdiği bilgilere göre Kâbe, ilk olarak Allah’ın emri ve meleklerin yardımıyla Hz. Âdem tarafından inşa edilmiştir. Tarih boyunca zaman zaman yıkıldığı ve yeniden yapıldığı olmuştur. Aynı şekilde Nûh tufanı ve buna benzer hadiselerle tahrip olan ve temelleri kapanan Beytullah’ı, Hz. İbrâhim oğlu İsmâil’le birlikte eski temelleri üzerine yeniden yapmıştır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 760-763; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94) Şu âyet-i kerîmeler Kâbe’nin, Hz. İbrâhim’den çok önceleri mevcut olduğuna işaret eder:

“Yeryüzünde insanlar için yapılan ilk mâbed, bütün insanlık için bir bereket kaynağı, bir hidâyet rehberi ve bir yönelme merkezi olan Mekke’deki Kâbe’dir.” (Âl-i İmrân 3/96)

“Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını senin her türlü hürmete lâyık Mukaddes Evinin yanında ekin bitmeyen bir vâdiye yerleştirdim…” (İbrâhim 14/37)

“Bir vakit İbrâhim’e Kâbe’nin yerini hazırlayıp göstermiştik…” (Hac 22/26)

Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil, bir taraftan Kâbe’nin temellerini yükseltiyor, diğer taraftan da Cenâb-ı Hakk’tan, yaptıkları bu işi kabul buyurmasını istiyorlardı. “Rabbimiz, bunu bizden kabul et!” diyorlardı. Çünkü yegâne işiten ve bilen O’ydu. Yapılan duaları işitiyor ve her şeyi, hatta gönüllerden geçen niyetleri bile biliyordu. Onlar âdeta, “Ya Rab! Bu mübârek beyti, nasıl bir duygu ve düşünceyle yapmaya çalıştığımızı sen biliyorsun. Dilimizden dökülen niyazlarımızı duyuyorsun. Bize ona göre rahmet ve bereketinle muamele et!” diyorlardı. Sonra dualarına şöyle devam ediyorlardı:

“Rabbimiz! İkimizi sana kâmil mânasıyla teslim olan, bütün varlığıyla emrine boyun eğen, takdir buyurduğun her şeye rızâ gösteren ve bildirdiğin itikadî, amelî hükümleri tartışmasız kabul ederek uygulayan kimselerden eyle! Öyle ki bizim bir damarımız bile senin arzunun hilafına atmasın ve bir kılımız bile senin hükmünün aksine kıpırdamasın! Bu lütfunu sadece ikimizle sınırlı tutma. Zürriyetimizden de sana hakkiyle teslim olacak ve emrine kayıtsız şartsız itaat edecek bir ümmet, bir topluluk var et! Bizden sonra onlar senin hukukunu yerine getirsin ve emrine râm olsunlar. Bize nasıl ibâdet edeceğimizi öğret. Hac ve kurbanla alakalı vazifelerimizi ve onları ifa edeceğimiz yerleri bize göster. Bizlere tevbe etmeyi, her an sana yönelmeyi nasip et. Sen de tevbelerimizi ve yönelişlerimizi kabul buyur. Çünkü sen tevbeleri çokça kabul eden ve kullarına sonsuz merhamet edensin!”

Hz. İbrâhim ve İsmâil, kendilerinden sonra kıyamete kadar devam edecek nesillerinin iyiliğine son olarak şöyle dua ettiler: “Rabbimiz! Sana teslim olacak zürriyetimiz içinden bir de Peygamber gönder! O Peygamber, kendine inanıp tabi olanlara senin âyetlerini okusun, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretsin ve onları günah kirlerinden tertemiz kılsın. Çünkü sen Azîz’sin; hiçbir zaman mağlup olamayacak bir izzet ve kuvvet sahibisin. Hakîm’sin; her işi hikmetle yapan, her hükmü hikmetin ta kendisi olan ve yaptığını en sağlam ve en mükemmel yapan sadece sensin!”

Bu duada bahsedilen Peygamber, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Dolayısıyla İbrâhim (a.s.)’ın duası kabul edilmiş ve son Peygamber onun soyundan gelmiştir. Bununla ilgili olarak Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Âdem daha çamur hâlinde iken ben; Allah katında «Hâtemü’n-nebiyyîn» diye yazılmıştım. Size bunun ilk işaretlerini haber vereceğim: Bunlar, babam İbrâhim’in duası (Bakara 2/129), Îsa’nın müjdesi (Saf 61/6) ve annemin gördüğü rüyâdır. Bütün peygamberlerin anneleri bu şekilde rüya görmüşlerdir. O rüyâda annem kendinden bir nûr çıktığını ve Şam saraylarını aydınlattığını görmüştü.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127)

Hz. İbrâhim’in duasında gelecek Peygamberin ifa edeceği önemli vazifeler; “Allah’ın âyetlerini okumak, kitabı ve hikmeti öğretmek ve insanları tezkiye etmek” şeklinde hülasa edilmektedir. Bunlar, bir peygamberin pek çok vazifesi yanında özellikle dinin tebliği ve insanların terbiyesi açısından büyük önem arzetmektedir. Buradaki “âyetler”den “vahyedilen bilgiler, Allah’ın birliğini ve peygamberlerin doğruluğunu gösteren deliller”; “kitap”tan “Kur’ân-ı Kerîm”, “hikmet”ten “Peygamberimizin sünneti, din ve dinî hükümlerle ilgili bilgiler, söz ve yaşayışta doğruluk”; “tezkiye”den de “temizleme yani inkâr, şirk, kötü huylar ve günah kirlerinden arındırma” mânaları anlaşılabilir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 774-776; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94)

O Peygamber’in tebliğ ettiği din, tevhid inancını temsil eden Hz. İbrâhim’in dinidir. O dinin kıymetini bilip ona tabi olmak gerekir. Bundan gâfil olanlar ise, büyük bir hazineden mahrum kalmaktadırlar:

Hâtemü’n-nebiyyîn: Peygamberlerin sonuncusu, son peygamber, peygamberlerin isimlerinin yazılı bulunduğu sayfanın mührü.

128. “Rabbimiz! İkimizi yalnız sana teslim olanlardan eyle. Neslimizden de sana teslim olacak bir ümmet getir. Bize hac ve kurban gibi kulluk usullerimizi göster ve tevbelerimizi kabul buyur. Şüphesiz tevbeleri kabul eden ve çok merhametli olan ancak sensin!”

129. “Rabbimiz! Onlara içlerinden bir peygamber gönder de, onlara senin âyetlerini okusun, kitap ve hikmeti öğretsin ve onları günahlardan arındırıp tertemiz yapsın. Muhakkak ki, kudretine karşı gelinmeyen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan ancak sensin.”

Kaynaklarımızın verdiği bilgilere göre Kâbe, ilk olarak Allah’ın emri ve meleklerin yardımıyla Hz. Âdem tarafından inşa edilmiştir. Tarih boyunca zaman zaman yıkıldığı ve yeniden yapıldığı olmuştur. Aynı şekilde Nûh tufanı ve buna benzer hadiselerle tahrip olan ve temelleri kapanan Beytullah’ı, Hz. İbrâhim oğlu İsmâil’le birlikte eski temelleri üzerine yeniden yapmıştır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 760-763; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94) Şu âyet-i kerîmeler Kâbe’nin, Hz. İbrâhim’den çok önceleri mevcut olduğuna işaret eder:

“Yeryüzünde insanlar için yapılan ilk mâbed, bütün insanlık için bir bereket kaynağı, bir hidâyet rehberi ve bir yönelme merkezi olan Mekke’deki Kâbe’dir.” (Âl-i İmrân 3/96)

“Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını senin her türlü hürmete lâyık Mukaddes Evinin yanında ekin bitmeyen bir vâdiye yerleştirdim…” (İbrâhim 14/37)

“Bir vakit İbrâhim’e Kâbe’nin yerini hazırlayıp göstermiştik…” (Hac 22/26)

Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil, bir taraftan Kâbe’nin temellerini yükseltiyor, diğer taraftan da Cenâb-ı Hakk’tan, yaptıkları bu işi kabul buyurmasını istiyorlardı. “Rabbimiz, bunu bizden kabul et!” diyorlardı. Çünkü yegâne işiten ve bilen O’ydu. Yapılan duaları işitiyor ve her şeyi, hatta gönüllerden geçen niyetleri bile biliyordu. Onlar âdeta, “Ya Rab! Bu mübârek beyti, nasıl bir duygu ve düşünceyle yapmaya çalıştığımızı sen biliyorsun. Dilimizden dökülen niyazlarımızı duyuyorsun. Bize ona göre rahmet ve bereketinle muamele et!” diyorlardı. Sonra dualarına şöyle devam ediyorlardı:

“Rabbimiz! İkimizi sana kâmil mânasıyla teslim olan, bütün varlığıyla emrine boyun eğen, takdir buyurduğun her şeye rızâ gösteren ve bildirdiğin itikadî, amelî hükümleri tartışmasız kabul ederek uygulayan kimselerden eyle! Öyle ki bizim bir damarımız bile senin arzunun hilafına atmasın ve bir kılımız bile senin hükmünün aksine kıpırdamasın! Bu lütfunu sadece ikimizle sınırlı tutma. Zürriyetimizden de sana hakkiyle teslim olacak ve emrine kayıtsız şartsız itaat edecek bir ümmet, bir topluluk var et! Bizden sonra onlar senin hukukunu yerine getirsin ve emrine râm olsunlar. Bize nasıl ibâdet edeceğimizi öğret. Hac ve kurbanla alakalı vazifelerimizi ve onları ifa edeceğimiz yerleri bize göster. Bizlere tevbe etmeyi, her an sana yönelmeyi nasip et. Sen de tevbelerimizi ve yönelişlerimizi kabul buyur. Çünkü sen tevbeleri çokça kabul eden ve kullarına sonsuz merhamet edensin!”

Hz. İbrâhim ve İsmâil, kendilerinden sonra kıyamete kadar devam edecek nesillerinin iyiliğine son olarak şöyle dua ettiler: “Rabbimiz! Sana teslim olacak zürriyetimiz içinden bir de Peygamber gönder! O Peygamber, kendine inanıp tabi olanlara senin âyetlerini okusun, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretsin ve onları günah kirlerinden tertemiz kılsın. Çünkü sen Azîz’sin; hiçbir zaman mağlup olamayacak bir izzet ve kuvvet sahibisin. Hakîm’sin; her işi hikmetle yapan, her hükmü hikmetin ta kendisi olan ve yaptığını en sağlam ve en mükemmel yapan sadece sensin!”

Bu duada bahsedilen Peygamber, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Dolayısıyla İbrâhim (a.s.)’ın duası kabul edilmiş ve son Peygamber onun soyundan gelmiştir. Bununla ilgili olarak Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Âdem daha çamur hâlinde iken ben; Allah katında «Hâtemü’n-nebiyyîn» diye yazılmıştım. Size bunun ilk işaretlerini haber vereceğim: Bunlar, babam İbrâhim’in duası (Bakara 2/129), Îsa’nın müjdesi (Saf 61/6) ve annemin gördüğü rüyâdır. Bütün peygamberlerin anneleri bu şekilde rüya görmüşlerdir. O rüyâda annem kendinden bir nûr çıktığını ve Şam saraylarını aydınlattığını görmüştü.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127)

Hz. İbrâhim’in duasında gelecek Peygamberin ifa edeceği önemli vazifeler; “Allah’ın âyetlerini okumak, kitabı ve hikmeti öğretmek ve insanları tezkiye etmek” şeklinde hülasa edilmektedir. Bunlar, bir peygamberin pek çok vazifesi yanında özellikle dinin tebliği ve insanların terbiyesi açısından büyük önem arzetmektedir. Buradaki “âyetler”den “vahyedilen bilgiler, Allah’ın birliğini ve peygamberlerin doğruluğunu gösteren deliller”; “kitap”tan “Kur’ân-ı Kerîm”, “hikmet”ten “Peygamberimizin sünneti, din ve dinî hükümlerle ilgili bilgiler, söz ve yaşayışta doğruluk”; “tezkiye”den de “temizleme yani inkâr, şirk, kötü huylar ve günah kirlerinden arındırma” mânaları anlaşılabilir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 774-776; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 94)

O Peygamber’in tebliğ ettiği din, tevhid inancını temsil eden Hz. İbrâhim’in dinidir. O dinin kıymetini bilip ona tabi olmak gerekir. Bundan gâfil olanlar ise, büyük bir hazineden mahrum kalmaktadırlar:

Hâtemü’n-nebiyyîn: Peygamberlerin sonuncusu, son peygamber, peygamberlerin isimlerinin yazılı bulunduğu sayfanın mührü.

130. Kendini bilmez beyinsizlerden başka, kim İbrâhim’in dininden yüz çevirir? Elbette biz onu dünyada seçip peygamber yaptık. Âhirette de o mutlaka sâlihler arasında olacaktır.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
131. Rabbi ona: “Teslim ol!” buyurmuş, o da: “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” demişti.

132. İbrâhim Allah’a teslimiyeti oğullarına da vasiyet etti. Yâkub da: “Oğullarım! Bakın, Allah sizin için bu dinî seçti. O halde siz de başka değil ancak müslümanlar olarak can verin!” dedi.

130. âyetin iniş sebebi olarak şöyle bir hadise nakledilir: Abdullah b. Selâm, amcaoğulları olan Seleme ile Muhâcir’i İslâm’a davet eder. Onlara Allah Teâlâ’nın Tevrât’taki: “Muhakkak ki, İsmâil’in soyundan adı Ahmed olan bir peygamber göndereceğim. Ona iman eden doğru yolu bulur. Ona inanmayanlar ise lânete uğrar” buyruğunu hatırlatır. Bunun üzerine Seleme müslüman olur, Muhâcir ise imana yanaşmaz. Bahsedilen hadise üzerine bu ayet nâzil olur. (Suyûtî, Lübâbu’n-nukûl, s. 24)

مِلَّةُ اِبْرٰه۪يمَ (Milletu İbrâhim)den maksat, Hz. İbrâhim’in getirdiği din ve tebliğ ettiği inanç sistemidir. O da Allah’ın birliğini tanımak, O’na yönelip teslim olmak, sadece O’na kulluk etmek, Beytullah’ı maddi mânevî bütün kirlerden temizlemek ve emredilen ibâdet ve muâmelâtı tatbik etmektir. İşte son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirdiği din de bu dinin devamıdır. Aynı esaslar üzerine kurulmuştur. Cenab-ı Hak bütün insanlara “Tek Allah’a inanan ve hiçbir zaman müşriklerden olmayan İbrâhim’in dinine” uymalarını istediği ayetiyle (bk. Bakara 2/135) bu gerçeğe işaret etmektedir. Bu öyle yüce, öyle şerefli ve öyle mübârek bir dindir ki, bundan ancak aşağılık, cahil, kendini bilmez, ahmak ve beyinsiz kişiler yüz çevirir. Onlar cehâlete maruz kalmak, tefekkür ve teemmülden yüz çevirmek suretiyle nefsini zelîl ve hakîr duruma düşürmüş kimselerdir. Halbuki zerre kadar ilmi, irfanı, aklı ve iz’anı olan, var gücüyle bu dine sarılır ve onun sınırsız bereketinden istifade etmeye çalışır. Bu yönüyle ayet, Peygamber Efendimiz’e inanmayan bütün yahudi, hıristiyan ve müşriklere hitap etmektedir.

Cenab-ı Hak, İbrâhim’i dünyada seçkin bir kul yapmış, insanlar arasında temizlik ve sâfiyetle mümtaz kılmış, terbiye edip güzel huylarla donatmış ve onu kendine dost edinmiştir. Ona peygamberlik ve hikmet verip, yüce derecelere eriştirmiştir. Şüphe yok ki o, âhirette de, elbette Allah’ın sâlih kullarından olacaktır. Doğruluğu, dürüstlüğü ve hayır severliğiyle maruf olan makbul kullar arasına girecektir. Dünya ve âhirette bu kadar nimete nâil olmuş böyle bir zâtın dininden yüz çevirmemek, tam aksine ona canla başla sarılmak icab eder. Akl-ı selîmin gereği budur.

Hz. İbrâhim, gerçekten seçkin ve şerefli bir kuldur. Bu yüceliği, bütün varlığıyla Allah’a teslimiyetle elde etmiştir. Rabbi ondan kendi emrine iman, ihlas ve en samimi duygularla teslim olmasını istemiş, o da hiçbir fütûr göstermeksizin kayıtsız şartsız teslimiyetini arzetmiştir. Canı, malı ve evladı ile imtihan olmuş ve hepsini başarıyla tamamlamıştır. Büyük bir ihlasla Allah’a kulluğa devam etmiştir. O’nun “Şunu bilin ki ben, dupduru bir iman ve teslimiyetle yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim. Ben müşriklerden değilim” (En‘âm 6/79) sözü de, bu teslimiyetini beyân etmektedir.

Allah’a teslimiyet, dinin esasını teşkil eder. Bu sebeple peygamberler öncelikle kendileri Allah’a teslim olmuşlar, sonra yakınlarını ve ümmetlerini buna davet etmişlerdir. Hz. İbrâhim ve torunu Hz. Yakup’ta da bu durumu görmekteyiz. Her ikisi de çocuklarına Allah’a teslimiyeti vasiyet ve tavsiye etmişlerdir. Onlara, Allah’ın kendileri için seçtiği hak dine tabi olmalarını, imanlı ve ihlaslı bir hayat yaşamalarını ve ancak müslüman olarak can vermelerini, bunun için de İslâm’dan kıl payı ayrılmamalarını öğütlemişlerdir. Bu, Allah Teâlâ’nın dinin tebliği ile alakalı olarak, “Önce en yakın akrabanı uyar” (Şuarâ 26/214) ilâhî buyruğuna uygun bir davranıştır. Çünkü ilgi, sevgi ve şefkate en layık olanlar; diğer taraftan söyleneni dinleyip kabul etmeye en müsait olanlar, akrabalardır. Peygambere yakın olanların kabul ettikleri bir mesajı, diğer insanlar daha kolaylıkla kabul edeceklerdir. Onların hallerinin düzgün olması, diğer insanların da hallerinin düzgün olmasına sebep teşkil edecektir. Nitekim Peygamber Efendimiz, açıktan ilk tebliği, evvela akrabalarını toplayarak onlara yapmıştır. (bk. Müslim, İman 348) Sonra peyderpey diğer insanlara tebliğ etmiştir.

Gelen âyet-i kerîmeler, Hz. İbrâhim’in tevhid dîninden yüz çeviren Ehl-i kitaba, özellikle yahudilere hitap etmektedir:

133. Yâkub son nefesini verirken yoksa siz de orada mıydınız? O sırada Yâkub oğullarına: “Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?” diye sormuş, onlar da: “Sadece senin ilâhına; ataların İbrâhim, İsmâil ve İshâk’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz. Biz sadece O’na teslim olmuşuz” demişlerdi.

134. Onlar bir ümmetti, gelip geçtiler. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorgulanacak değilsiniz.

Bu âyetler, yahudilerin Allah Resûlü’ne: “Bilmiyor musun? Yakup öldüğü gün oğullarına yahudiliği tavsiye etmişti” demeleri üzerine inmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nuzûl, s. 44) Dolayısıyla böyle bir soru, olayı reddetmek için olup şu mânayı ifade eder: “Hayır, orada değildiniz. O halde Yakub’un ne söylediğini nereden bileceksiniz. Onun ne dediğini en iyi biz biliyoruz. Yakup ölmek üzereyken oğullarına: «Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?” diye sordu Oğulları da: «Sadece senin ilâhına; ataların İbrâhim, İsmâil ve İshâk’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz. Biz sadece O’na teslim olmuşuz» dediler”.

Hz. Yakup, bu sualiyle oğullarından tevhîd ve İslâm inancı üzerinde kalacaklarına dâir söz almak istemişti. Zira Mısır’a geldiğinde halkın türlü türlü putlara taptıklarını görmüş, onların arasında yaşayacak olan evlatları hakkında endişeye kapılmış ve kendisinden sonra da dinin elden bırakılmamasını hatırlatmak gereğini duymuştu. O, gerçekten Allah’a bağlı bir kul olduğunu ve İslâm üzere ölmenin önemini kendi şahsında örnek olarak göstermiştir. Oğulları da verdikleri cevapla bu uğurda kararlı ve azimli olduklarını ortaya koymuşlardır. Allah Teâlâ, bu ibretli hadise ile Ehl-i kitabı ve diğer inanmayanları, İslâm dinini kabule davet etmektedir.

Devam eden âyet-i kerîmede ise sorumluluğun ferdiliğine dikkat çekilerek, herkesin kendini kurtaracak bir amel ve gayret peşinde olması gerektiği vurgulanmaktadır: Kıssaları anlatılan ve tevhid innacına mensup olan Hz. İbrâhim, Hz. Yakup ve onların vasiyetini tutarak Allah’ın birliğine inanan oğulları bir ümmet idiler. Çeşitli insan gruplarının birliği için, onların önüne geçmiş, uyulmaya ve itaat edilmeye layık bir cemaat mevkiinde bulunuyorlardı. İşledikleri bütün ameller ve yaptıkları iyilikler kendi sevap defterlerine yazıldı. Bunların mükafatı onlara verilecektir. Peki siz ne durumdasınız ve neler yapmaktasınız? Şunu bilin ki, sizin yaptığınız ve kazandığınız şeyler de sizin amel defterinize kaydedilmektedir. Bunların iyi veya kötü karşılığı da size verilecektir. Üstelik, öncekilerin yaptıklarından size herhangi bir şey sorulmayacaktır. Siz, sadece kendinizden ve kendi yaptıklarınızdan mesul tutulacaksınız. Bu âyet-i kerîmede, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâkub gibi peygamberlerin soyundan gelen, bu sebeple seçilmiş ve imtiyazlı bir ümmet olduklarını zanneden, dolayısıyla Allah huzurunda da özel bir muameleye tâbi tutulup mükâfat göreceklerini savunan yahudilere ciddi bir uyarı bulunmaktadır. Zira böyle bir düşünce, boş bir hayal ve asılsız bir kuruntudan başka bir şey değildir. Dolayısıyla ayet, “üstün ırk”, “imtiyazlı ümmet” gibi mesnetsiz iddiaları reddettiği gibi, dolaylı olarak Âdem ve eşinin işlediği hata yüzünden bütün insanların günahkâr olduğu şeklindeki hıristiyanlık anlayışını da ortadan kaldırmaktadır.

Bundan sonra gelen ayetlerde de yine Ehl-i kitabın kendiliklerinden ileri sürdükleri bir takım delilsiz düşünceleri ortaya konup düzeltilmekte ve İslâm’ın dosdoğru hakikatleri beyân buyrulmaktadır:

135. Yahudiler “yahudi olun”, hıristiyanlar da “hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız” derler. De ki: “Hayır! Biz, tek Allah’a inanan ve hiçbir zaman müşriklerden olmayan İbrâhim’in dinine uyarız.”

136. Ey mü’minler siz de şöyle deyin: “Biz Allah’a, bize indirilene; İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâkub ve torunlarına indirilene; yine Mûsâ’ya ve İsa’ya verilene, hülâsa Rableri tarafından bütün peygamberlere gönderilene iman ettik. Biz o peygamberler arasında hiçbir ayrım yapmayız. Biz, sadece Allah’a boyun eğen müslümanlarız.”

137. Eğer onlar, sizin iman ettiğiniz gibi inanırlarsa mutlaka doğru yolu bulurlar. Yok, yüz çevirirlerse, büyük bir anlaşmazlık ve derin bir çıkmaza saplanmış olurlar. Onlara karşı Allah sana kafi gelecektir. O, işiten ve bilendir.

138. Yine şöyle deyin: “Biz Allah’ın boyadığı renge boyandık. Kimin boyası Allah’ın boyadığı renkten daha güzeldir? Biz, yalnızca O’na kulluk ederiz.”

Sûrenin 135. âyet-i kerîmesi, Medine’deki yahudi ileri gelenleriyle Necran hıristiyanları hakkında nâzil olmuştur. Bunlar din hususunda müslümanlarla münakaşa etmiş ve en üstün dinin kendi dinleri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yahudiler: “Yahudi olun, çünkü bizim peygamberimiz Mûsâ, peygamberlerin en üstünüdür. Kitabımız Tevrât kitapların en iyisidir, dînimiz ise dinlerin en mükemmelidir” deyip Hz. İsa’nın peygamberliğini ve İncil’i, yine Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini ve Kur’ân’ı inkâr ettiler. Hıristiyanlar ise: “Hıristiyan olunuz. Çünkü peygamberimiz İsa, peygamberlerin en üstünüdür, kitabımız İncil kitapların en iyisidir, dînimiz de dinlerin en mükemmelidir” diyerek, Hz. Mûsâ’yı ve Tevrât’ı, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i ve Kur’ân’ı inkâr ettiler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 44; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 743)

Allah Teâlâ, bu âyet-i kerîmede gerçek dinin hangi din olduğunu haber vermektedir. Bu din, Hz. İbrâhim’in şirk ve küfür gibi her türlü bâtıl inançlardan uzak, dosdoğru tevhid dinidir. Buna Kur’an, “hanif dini” demektedir. İbrâhim, hiçbir zaman müşriklerden de olmamıştır. Dolayısıyla bütün bâtıl ve muharref dinleri bir kenara bırakarak işte bu dine tabi olmak gerekir. Doğru yolu bulabilmek için yahudilerin de, hıristiyanların da müşriklerin de bu dini kabul etmeleri lazımdır.

Hz. İbrâhim’in getirdiği tevhid dininin mensubu olabilmek, onun gereklerini yerine getirebilmek, hatta onu ihya edip yenileyerek yepyeni bir müslüman ümmet oluşturabilmek için öncelikle şöyle külli bir inanç sisteminin kabulüne ihtiyaç vardır: Allah’a iman ilk sırada yer almaktadır. Çünkü o, inanç esaslarının en temel umdesidir. Sonra insanlık tarihi boyunca Allah’ın gönderdiği peygamberler ve onlara indirdiği vahiylere iman sözkonusu edilmektedir. Bir müslüman, Allah’a ve Kur’an’a inandığı gibi daha önce gönderilmiş bulunan bütün peygamberlere ve onlara gelen kitaplara, suhuflara ve diğer vahiylere inanır. Hepsinin Allah’ın gönderdiği peygamber ve Allah’ın indirdiği vahiy olması açısından, bunlar arasında bir ayırım yapmaz. Bunlardan bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek gibi dinin tabiatına aykırı bir davranış içine giremez. Ancak o, bütün benliği ile Allah’a ve O’nun emirlerine teslim olur.

Allah’ın rızâsına uygun müslüman ve mü’min olabilmenin gereği budur. Bu bakımdan diğer insanlar; yahudi, hıristiyan ve müşrikler, müslümanların inandıkları gibi inandıkları takdirde hidâyete erecek, doğru yolu bulacaklardır. Dolayısıyla onlara, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ve Kur’an’a iman etmeleri şart koşulmaktadır. Böyle bir imanı kabul etmediklerinde ise tevhitten kopacak ve ihtilaf, anlaşmazlık, tefrika ve münakaşanın içine yuvarlanacaklardır. İslâm’la dostluk ve ülfet yolunu terk edecek, ona ve taraftarlarına düşmanlık yolunu seçmiş olacaklardır. Bu noktada Cenab-ı Hak Peygamber Efendimizi teselli etmektedir. Özellikle yahudi ve hıristiyanların menfi düşünce ve davranışları karşısında üzülmemesini, zira Allah’ın yardımının onun için yeterli olacağını haber vermektedir. O, her şeyi işitmekte ve görmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, bu yüce va‘dini, Benî Kurayza yahudilerinin öldürülmesi ve esir edilmesiyle, Benî Nadir yahudilerinin Medine dışına çıkarılıp Şam ve diğer yerlere sürülmesiyle ve Necrân hıristiyanlarının da zelîl bir şekilde cizye vermeyi kabul etmeleriyle yerine getirmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 792)

138. ayette “Allah’ın boyası” şeklinde tercüme edilen صِبْغَةُ اللّٰهِ (sıbğatullah) ifadesine müfessirler: “İslâm, İslâm boyası, Allah’ın ezelî-ebedî değişmez dini, Allah’ın insan tabiatına lütfetmiş olduğu temiz fıtrat, sünnetullah dediğimiz ilâhî kanunlar, Allah’ın hücceti” gibi mânalar vermişlerdir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 792; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 78-79) Dolayısıyla bu ifade ile inanç, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtıyla Allah yanında yegane din olan İslâm dini kastedildiği anlaşılmaktadır. Aynı zamanda bu hak dine uyma ve onu yaşama sayesinde elde edilen ruhî ve ahlâkî kemal de sözkonusu edilmektedir.

Diğer taraftan ayette dolaylı olarak hıristiyanların vaftiz uygulamalarının yanlışlığı ortaya konmaktadır. Zira onlar, yeni doğan çocukları sarımtırak boyalı bir suya batırarak gerçek hıristiyanlığa soktuklarına, onunla boyadıklarına inanırlardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, I, 792) Kur’an’a göre, böyle göstermelik işler ve sembolik uygulamalarla gerçek dindarlığa ulaşılamaz. Gerçek iman, sadece boyalı suya girip çıkmakla kazanılamaz. Hakiki iman ancak Allah’ın boyasıyla boyanmak ve insanın temiz fıtratının gereği olan hak dinle bezenmekle elde edilir. Böyle bir dinin muhtevasında yaşayarak öğrettiği güzel ahlâk ile ahlâklanmak, onun mânevî zinetleriyle süslenmek ve örnek bir müslüman şahsiyet seviyesine yükselebilmekten daha güzel bir şey düşünülemez. Hele vaftiz gibi sunî uygulamalar böyle bir dinin ve inancın yerini asla tutamaz. Maddi âlemde; bitkilerde, ağaçlarda, çiçeklerde, insanların yüzlerinde seyredilen Allah’ın fıtrî boyasından daha güzel boya olamayacağı gibi, mânevî âlemde de iman, İslâm, ihsan, ihlas, takvâ, ilâhî aşk ve muhabbet boyası, boyaların en güzelidir. Dolayısıyla müslüman, kendisine ve genel olarak insanlığa bu güzellikleri bahşetmiş olan Allah’a lâyık olduğu şekilde kulluk etmelidir. Bu kulluğunu “Biz, yalnızca O’na kulluk ederiz” (Bakara 2/138) şeklinde bir şükran ifadesi olarak da dile getirmelidir.

Ehl-i kitap böyle bir kulluk anlayışını benimseyecek yerde Allah ve peygamber gibi en temel dinî esasları tartışma konusu yapmışlardır:

139. De ki: “Bizimle Allah hakkında tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Halbuki O, bizim de Rabbimiz sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Biz O’na gönülden bağlıyız.”

140. Yoksa siz İbrâhim, İsmâil, İshak, Yâkub ve torunların yahudi veya hristiyan olduğunu mu söylüyorsunuz? De ki: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?” Allah’ın kendisine bildirdiği bir gerçeği söylemeyip gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
141. Onlar bir ümmetti, gelip geçtiler. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorgulanacak değilsiniz.

Ehl-i kitap, daha önce peygamberlerin pek çoğu onlardan gelmesi sebebiyle, nübüvvetin kendilerine daha lâyık olduğunu söylüyor ve İsrâiloğulları dışından peygamber gelmesini reddediyorlardı. Din ve imana, putlara tapan Araplardan daha müstehak olduklarını iddia ediyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IV, 80) Kendilerinin Allah’ın oğulları ve dostları olduklarını zannediyor (Mâide 5/18); cennete ancak, yahudi veya hıristiyan olanların girebileceğini sanıyor (Bakara, 2/111) ve insanlara hidâyete erebilmeleri için yahudi veya hıristiyan olmalarını (Bakara 2/135) öneriyorlardı.

Hâsılı onlar, son Peygamberin Araplardan gelmesini bir türlü hazmedemiyor ve Allah’ın bu takdiri hususunda sürekli bir münakaşa ve mücadele içine giriyorlardı. Halbuki buna hakları olmadığı gibi, gerek de yoktur. Çünkü Allah, herhangi bir ırkın değil, bütün insanların Rabbidir. O, dilediğini yaratmada, seçmede ve istediğine istediğini vermede mutlak tasarruf sahibidir. O’nun iradesini sınırlandıracak hiçbir kuvvet yoktur. Diğer taraftan herkesin ameli kendine aittir. Hiç kimse bir diğerinin ne günahını yüklenebilecek, ne de yaptığı iyilikten fayda görebilecektir. Yaratılmışların Allah ile bir nesep bağı yoktur. Herkes ancak O’nun emirlerine riayeti nispetinde bir şeref ve üstünlük elde edebilecektir. O halde faydasız tartışmaları bir tarafa bırakarak, son derece lüzumlu olan hususlara ehemmiyet vermek gerekir. Allah’a ihlasla kulluk etmek, O’na gönülden bağlanmak ve O’nun rızâsına ermek için çaba ve gayret gösterilmelidir. Zira ihlâs; ameli şirk ve gösterişten temizlemek, daha açık bir ifadeyle onu kulların mülâhazasından arındırmaktır. İşte Hz. Peygamber ve ona inanan müslümanlar bu yolda yürümektedirler. Dolayısıyla ey Ehl-i kitap ve diğer insanlar siz de bu yola girmelisiniz!

Böyle davranacak yerde, sağa sola kıvranıyor ve kendinize bir çıkış yolu aramaya çalışıyorsunuz: İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yakup ve torunlarının yahudi veya hıristiyan olduğunu söylüyorsunuz. Halbuki bunların yahudi veya hıristiyan olmaları imkân dışıdır. Zira Tevrat ve İncil Hz. İbrâhim’den sonra indirilmiş (Âl-i İmrân 3/65), yahudilik ve hıristiyanlık isimleri de bu peygamberlerden asırlarca sonra ortaya çıkmıştır. Nitekim “yahudi” kelimesi, Hz. Ya’kub’un oğullarından Yahuda’nın ismine nispetle türetilen ve başlangıçta Yahuda nesline mensup olanları ifade eden bir kabile ismidir. Ancak Hz. Mûsâ’dan en az yedi yüzyıl sonra İsrâil soyuna aynı zamanda yahudi, bunların dini inançlarına da yahudilik denilmiştir. “Hıristiyan” kelimesi ise ilk defa Hz. İsa’dan sonra Antakya’daki İsâ (a.s.)’a inananlar için ve sadece onlarla sınırlı olarak kullanılmıştır. Bu sebeple âyette anılan peygamberlere ne dinî ne de ırkî anlamda yahudi veya hıristiyan demek mümkün değildir. (Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, I, 223-224)

Bu gerçekleri en iyi bilen şüphesiz Allah’tır. O peygamberlerin dinleri, aynen Hz. İbrâhim’de olduğu gibi, yahudilik ve hıristiyanlık değil, hanîfliktir. (bk. Âl-i İmrân 3/67) Allah’ın, başlangıçtan itibaren insanlara bildirdiği ve insanın tabiatına en uygun olan tevhid dinidir. Allah Resûlü’nün getirdiği ve tebliğ ettiği de aynı dininin devamıdır. Yahudi ve hıristiyan din âlimleri de bu gerçeği bilmekte, fakat bunu kendi toplumlarından gizlemekte idiler. Şu bir gerçek ki, böyle ilâhî hakikatlere ait bilgileri ve delilleri gizlemek, büyük bir haksızlıktır. Böyle davranandan daha büyük zalim yoktur. Ayetin sonundaki “Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 2/140) ikazı da, işlenen bu günahın ağırlığına ve büyüklüğüne dikkat çekmektedir.

İsmi geçen bu peygamberler ve tabileri bir ümmet idiler. Tarihin bir bölümünde vazife ve hizmetlerini ifa edip dünyadan göçtüler. Yaptıkları iyilikler ve kazandıkları mükâfatlar onlara aittir. Şimdi sıra sizdedir. Şu an bir hayat imtihanı vermektesiniz. O peygamberler ve sâlih insanlarla kurmaya çalıştığınız ırkî veya dinî irtibatlar size bir fayda sağlamayacaktır. Size esas fayda verecek olan, kendi hür iradenizle karar verip yaptığınız hayırlı işler olacaktır. Bu sebeple, boş ve faydasız sözlerden uzaklaşarak güzel ameller yapmaya çalışın. Sizi ilgilendirmeyen şeyleri bırakıp, ilgilendiren şeylere önem verin. Şunu bilin ki siz, sadece kendi yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz; öncekilerin yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız!

Buraya kadar âyet-i kerîmeler, Allah’tan gelen dinin birliğini ve peygamberlerin toplumlarına hep aynı mesajı getirdiklerini beyân ederek inanç ve amel itibariyle kalplerde ve ruhlarda bir birlik oluşturmaya çalıştı. Şimdi ise mü’minlerin hem ruhen hem de bedenen birliğini temin edecek önemli bir ilâhî hüküm olan kıble mes’elesine geçilmektedir:

142. İnsanlardan bir takım beyinsizler: “Müslümanları, şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden vazgeçiren sebep nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da Allah’ındır, batı da. O, dilediğini doğru yola kavuşturur.”

143. Böylece sizi, bütün insanlara şâhit ve örnek olasınız, Peygamber de size şâhit ve örnek olsun diye dengeli mutedil bir ümmet kıldık. Senin daha önce de yöneldiğin Kâbe’yi yeniden kıble yapmamızın sebebi, Peygamber’e uyanları, ökçesi üzerinde tekrar eski dinlerine dönecek olanlardan ayırmak içindir. Kıblenin değiştirilmesi, Allah’ın doğru yola ilettiklerinden başkalarına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı, önceden Beyt-i Makdis’e yönelerek kıldığınız namazları zâyi etmeyecektir. Çünkü Allah, insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir.

Sözlükte “yön” mânasına gelen “kıble”, dini terim olarak “namaz kılarken döndüğümüz istikâmetin” adı olmuştur.

Müslümanlar, hicretten önce Mekke’de Kâbe’ye yönelerek namaz kılıyorlardı. Allah Resûlü (s.a.s.), Medine’ye hicret edince Allah’ın emriyle yahudilerin kalplerini İslâm’a ısındırmak için ve daha başka hikmetlerle on altı veya on yedi ay süreyle Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kıldı. Fakat Efendimiz, kıblenin Kâbe tarafına çevrilmesini çok istiyordu. Bu âyet-i kerîmelerin nüzûlüyle Kâbe, kıyamete kadar müslümanların kıblesi oldu. (Buhârî, Salât 31; Müslim, Mesâcid 13)

Allah Teâlâ, henüz kıblenin değiştirilmesi ile alakalı emir gelmeden önce bu hususta Peygamberimiz ve müslümanları hazırlamaktadır. Akıl ve izandan mahrum bir kısım beyinsizlerin böyle bir durum karşısında takınacakları tavra dikkat çekmektedir. Onlar, ilâhî emri kabule yanaşmayacak ve itiraz edeceklerdir. Dolayısıyla Peygamber ve mü’minler, buna hazır olmalı ve böyle huzursuz edici sözlerin söylenmesi halinde sıkıntıya düşmemelidirler. Diğer yönden âyet, kâfirlerin itirazlarına nasıl cevap verileceğini öğretmektedir: Doğu da batı da bütün yönler Allah’a aittir. O, bunlardan istediğini dilediği vakit kıble olarak tayin edebilir. Dilediği kullarını sırât-ı müstakîme, en doğru olana ve en güzel yöne yönlendirir. Mutlak irade, hüküm ve icrâ yetkisi O’nundur. O halde sefihlerin ileri geri konuşmalarının bir mânası yoktur. Bunları dikkate almamalı ve gereken ne ise o yapılmalıdır.

Cenab-ı Hak, ümmet-i Muhammed’i en doğru yola iletmek suretiyle onları vasat bir ümmet yapmıştır. “Vasat ümmet”, her bakımdan aşırılıklardan uzak, adâletli, dengeli ve hayırlı; her türlü inanç, amel, hal ve davranışlarında insaflı, ölçülü ve uyumlu olan örnek bir toplum demektir. Onlar, dünya ile âhiret, madde ile mâna arasındaki dengeyi en iyi bir şekilde tesis ederek âhenkli ve mutedil bir hayat sürerler. Allah, din, insan, dünya ve âhiret telakkileri mükemmeldir. Bu halleriyle onlar, bütün insanlara, bütün toplumlara örnek teşkil ederler.

Bu ümmet merkez ümmettir. Bütün ümmetleri görebilen bir mevkidedir. Mesela وَسَطُ الْمَد۪ينَةِ (vasatu’l-medine) şehir merkezi demektir. Muhammed ümmeti hiçbir peygamberi dışlamamakta, hepsini kabul etmekte, hepsine gelen vahiyleri kabul edip değerlendirmektedir. Dolayısıyla bütün ümmetlerin merkezinde olmayı hak etmektedir. Şâhit vasfının bir gereği olarak hepsini görmektedir, peygamberi de onu görmektedir.

Şâhit kelimesinin “gözetim altında tutma” anlamı da vardır. Buna göre bütün insanları gözetim altında tutma görevini Allah müslümana vermektedir. Buna göre demek ki Allah Teâlâ, müslümanların bütün insanları kontrol etme gücünde olmasını murat etmektedir. Bunun için müslümanların da Resûlullah (s.a.s.)’in gözetimi ve kontrolü altında bulunması gerekmektedir. Hâsılı müslüman Peygamberi’nin, gerek yahudi, gerek hıristiyan bütün insanlar da müslümanın kontrolünde olmalıdır.

Şâhit, davacıyla davalı arasında ortada, tarafsız, adil, yalnızca gerçeği söyleyen, sözü dinlenir ve sözüne itibar edilir kimse mânasına da gelir. Bu açıdan bakıldığında hal, hareket ve davranışları bakımından örnek alınabilecek kimselere de şâhit denilir. Bu mânada Cenab-ı Hak, Muhammed ümmetini insanlar arasında hakşinas, doğru sözlü, adil, dürüst, iyi ahlâk sahibi, ilim ve irfanla seçkin, şâhitlik etmeye layık, önder bir cemaat kılmak ve böylece tam mânasıyla adil ve hakim bir ümmet teşkil etmek için, Resûlullah (s.a.s)’in izinde insanları yeni bir sırât-ı müstakîme yönlendirmiştir. Dolayısıyla çeşitli toplumlar arasında İslâm ümmeti, bu mesuliyetinin şuurunda olması ve bu vazifesini unutmaması gerekir. Bu sayede müslümanlar diğer insanlara şâhit ve örnek olacak; Peygamber de onlar üzerine şâhit ve onlar için uyulacak, ardına düşülecek bir önder olacaktır. “Allah Resûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhirete kavuşmayı uman ve Allah’ı çok çok zikreden kimseler için her bakımdan uyulması gereken mükemmel bir örnek vardır” (Ahzab 33/21) âyetinin işaretiyle, Muhammed ümmeti Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’i her türlü söz, fiil ve davranışlarında kendilerine şâhit tutar, imam ve önder kabul eder; bir örnek, bir nümûne-i imtisal edinirler, onun getirdiği sırat-ı müstakim üzerinde giderlerse bütün insanlar onların arkasından yürür ve onları kendisine imam tanır, hakkın açığa çıkması için onların söz ve görüşlerine başvururlar. Hâsılı ümmetin diğer toplumlar nezdinde delil ve örnek olması, her şeyden önce onların Kur’an’a ve sünnete uygun yaşamasına bağlıdır. (Elmalılı, Hak Dini, I, 525)

Bu hususta Kur’an ve sünnetin talimatlarına uygun hareket etmek gerektiği gibi, namaz kılarken nereye yönelmemiz gerektiği hususunda da aynı dikkati göstermelidir. Nitekim kıble ilk zamanlar Beytullah iken sonra Beyt-i Makdise sonunda da tekrar Beytullah’a çevrildi. Şüphesiz kıblenin Beyt-i Makdis’ten Kâbe’ye çevrilmesinde pek çok hikmet vardır. Bunlardan biri, Allah Resûlü’ne gerçekten inanıp tabi olan samimi mü’minlerle, böyle olmayanları birbirinden ayırmaktır. Allah’tan gelen her emre kayıtsız şartsız tabi olacaklarla, bahaneler ileri sürerek itaatten yüz çevirecekleri ortaya çıkarmaktır. Gerçekten de kıble değişikliği, müslümanları sevindirirken diğerleri için bir fitne sebebi olmuştur. Özellikle yahudiler ve münafıklar bunu bir dedikodu vesilesi yapıp Allah Resûlü’ne dil uzatmaya kalkışmışlardır. Kıble değişikliği, Allah’ın hidâyet ettiği kimseler dışında kalanlara çok ağır gelmiştir. Zira alışılmış şeyleri terk etmek zordur. Fakat Allah’ın emrettiği hükümlerin belli bir hikmete bağlı olduğunu bilenler, O’na itâat edenlerin kurtulup mutlu olacaklarını, O’na isyan edenlerin ise şakîlerden olup hüsrâna uğrayacaklarını yakînen kabul edenler için bir sıkıntı ve zorluk sözkonusu değildir. Fakat yahudi ve münafıkların menfi konuşmaları sebebiyle bir kısım müslümanlar, kıble değiştirilmeden önce Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılan ve bu hal üzere ölen mü’minler hakkında endişeye kapıldılar. Ayetin, “Allah sizin imanınızı, önceden Beyt-i Makdis’e yönelerek kıldığınız namazları zayi etmeyecektir” (Bakara 2/143) kısmı, onların bu endişe ve üzüntülerini gidermek üzere gelmiştir. (Buhârî, Tefsir 2/12) Çünkü Allah, insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir. Şefkat ve merhamet adına ne varsa hepsinin kaynağı O’dur. Dolayısıyla Allah, kendisine iman ve itaatin gereği olarak yapılan amelleri kabul eder. Onların mükafatlarını zayi etmez. Hatta imanları sebebiyle kullarının günahlarını affeder ve onları durmadan rızıklandırır. Dolayısıyla bu hususta bir endişeye kapılmaya gerek yoktur.

Kıblenin değiştirileceği hususunda yapılan ilmi, fikrî ve siyasî bir hazırlıktan sonra şimdi de namazda Kâbe’ye dönülmesiyle alakalı kesin hüküm gelmektedir:

144. Rasûlüm! Biz, kıbleyle alakalı vahiy ümidiyle yüzünü sık sık göğe doğru çevirip durduğunu elbette görüyoruz. Şimdi seni râzı olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Bundan böyle namazda yüzünü Mescid-i Harâm’a doğru çevir. Ey mü’minler! Siz de nerede olursanız olun, namaz kılarken yüzünüzü o yöne çevirin. Kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir.

145. Kendilerine kitap verilenlere her türlü delil ve mûcizeyi getirsen, yine de senin kıblene dönmezler. Sen de hiçbir zaman onların kıblesine dönecek değilsin! Zâten onlar birbirlerinin kıblesine de dönmezler. Şâyet sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, o vakit sen mutlaka zâlimlerden olursun!

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kâbe’nin kıble olmasını gönülden istiyordu. Bu ümit içerisinde zaman zaman yüzünü edeple göğe doğru çeviriyordu. Artık kıblenin değiştiğini haber veren vahyin gelmesini bekleyip duruyordu. Adeta gökten Cibrîl’in yolunu gözlüyor ve bir an önce yahudilerin kıblesinden ayrılıp atası Hz. İbrâhim’in kıblesi olan Kâbe’ye yönelmeyi arzu ediyordu. İşte yukarıdaki ayetler bu sebeple nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 46)

Bu ayetlerle eski kıble olan Beyt-i Makdis’e yönelmek kaldırılmış ve namazda Kâbe’ye dönmek farz kılınmıştır. Yanında bulunanlar bizzat Kâbe’ye, uzağında olanlar ise çoğunluğun görüşüne göre Kâbe tarafına yönelirler. Ayette bizzat “Kâbe”ye denilmeyip, “Mescid-i Haram tarafına” buyrulması buna işaret kabul edilmiştir. Zira Mescid-i Haram, Kâbe’nin kendisi değil, çevresindeki Harem-i şeriftir. Burada savaş, kavga ve her türlü saldırı yasaklandığı ve tam bir emniyet hedeflendiği için oraya “harem” bölgesi denilmiştir.

Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’e Mescid-i Haram’a yönelmeyi emrettikten sonra aynı emri mü’minler için de tekrarlamaktadır. Bundan maksat, Kâbe’nin bütün mü’minlerin kıblesi olduğunu beyân ve ümmeti ona uymaya teşvik etmektir. Kıyamete kadar bütün zamanlar ve bütün mekanlarda, nerede olursak olalım namaz kıldığımızda Kâbe tarafına dönmemiz lazımdır. Zaruri durumlar bunun dışındadır.

Ehl-i kitap, kıblenin Allah tarafından Kâbe’ye çevrildiğini ve bunun Peygamber’in kendiliğinden ihdas ettiği bir şey olmadığını çok iyi biliyorlardı. Çünkü kitaplarında Rasulüllah (s.a.s.)’in Beyt-i Makdis’ten sonra Kâbe’ye doğru namaz kılacağı haber verilmekteydi. Ancak onlar, inat ve hasetleri sebebiyle bu tahvil işinin Hz. Peygamber tarafından uygulandığını iddiâ ediyorlardı. Bu sebeple onlara hangi delil, hangi mûcize getirilse getirilsin, bu inatlarından vazgeçmeleri ve İslâm’ın kıblesine dönmeleri mümkün değildir. Bu hüküm, kâfir olarak ölecekler için geçerlidir. Sonradan hidâyete erecek kimseler için geçerli değildir. Peygamber ve müslümanların da onların kıblesine yönelmesi mümkün değildir. Çünkü bu hüküm, imanı ve dinin aslını ilgilendiren bir hükümdür.

İşin ilginç yanı, ikisi de aynı kitabın taraftarları olan yahudi ve hıristiyanlar da birbirlerinin kıblesine itibar etmezler. Bilakis her biri kendi kıblesinde ısrar ederler. Bu, kesin bir bilgiye dayandıklarından dolayı değil, sadece nefislerinin bir arzusudur. Bu sebeple ayetin sonunda Allah Resûlü ikaz edilmektedir: Kendisine dini mevzularla alakalı herhangi bir vahiy ve bilgi geldikten sonra Ehl-i kitap veya diğer insanların arzularına uymanın büyük bir yanlışlık, haksızlık ve zulüm olacağı vurgulanmaktadır. İnsanların arzularını bırakıp sadece vahye tabi olma hususunda öncelikle Peygamberimiz, onun şahsında da bütün müslümanlar uyarılmaktadır.

Devam eden ayette Ehl-i kitabın bir diğer yönüne temas edilmektedir:

146. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, o Peygamber’i öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir gürûh, gerçeği bile bile gizlerler.

147. Rasûlüm! Bu konuda gerçek sana Rabbinden gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olma!

Ehl-i kitap, özellikle de yahudi ve hıristiyan din adamları, kutsal kitaplarında yer alan bilgilerden hareketle Peygamber Efendimizi, ona yeni bir kitap, yeni bir din verileceğini ve tabii olarak bir kısım yeni düzenlemelerin yapılacağını biliyorlardı. Ki, kıblenin değiştirilmesi de bunlardan biridir. Hal böyle iken onlar, bile bile gerçekleri gizliyorlardı. Çünkü onlar da bir peygamber bekliyorlar ve fakat bunun kendi kavimleri arasından çıkması gerektiğini düşünüyorlardı. Bu sebeple Araplar arasından fakir bir aile çocuğunun, yetim bir yavrunun büyüyüp peygamber olmasını hazmedemiyorlardı. Dolayısıyla onun peygamberliğini, tebliğini ve getirdiği hükümleri reddediyorlardı. Böylece kendi kutsal kitaplarının verdiği gerçekleri de gizlemiş oluyorlardı. Onların gerçekleri gizlemelerinin bir anlamı ve değeri yoktur. Çünkü Allah Teâlâ, gerekli bütün hükümleri Peygamberine vahyetmektedir. Kıble ile ilgili hüküm de bunlardan sadece biridir. O halde herhangi bir zihni karışıklığa ve şüpheye düşmeye gerek yoktur. Her şey ayan beyân ortadadır.

O halde siz şüphe, kuruntu ve hayalleri bir tarafa bırakarak Allah’ın emrine sarılmaya ve hayırda yarışmaya çalışın:

148. Her milletin yöneldiği bir kıblesi vardır. Siz hep hayırlı işler yapmada birbirinizle yarışın! Nerede olursanız olun, Allah hepinizi huzurunda bir araya getirecektir. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.

149. Her nereden yolculuğa çıkarsan çık, namaz kılarken yüzünü Mescid-i Harâm’a doğru çevir. Bu emir, Rabbinden gelen gerçek bir emirdir. Allah, yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.

150. Her nereden yolculuğa çıkarsan çık, namaz kılarken yüzünü Mescid-i Harâm’a doğru çevir. Ey mü’minler! Siz de nerede bulunursanız yüzünüzü o yöne çevirin. Öyle ki, insanlardan zulmedenler dışında hiç kimse sizin aleyhinizde bir delil bulamasın. Artık siz de onlardan korkmayın, benden korkun! Böylece hem size olan nimetimi tamamlayayım, hem de siz doğru yolu bulasınız.

Herkesin; her bir millet ve ümmetin değişik maksatlarla yöneldiği bir takım yönler vardır. Yahudiler ve hıristiyanlar gibi farklı din mensupları, ibâdet ve ayinlerini, kendi adetleri gereği belli bir yöne yönelerek yerine getirirler. Bunlardan herhangi birinin, mesela yahudilerin yöneldiği Beyt-i Makdis’in mutlaka kıble olarak sonsuza kadar devam ettirilmesi şart değildir. Bundan böyle İslâm ümmetinin kıblesi, Kâbe’dir. Bütün müslümanlar, namaz kılarken buraya yönelmelidirler. Yeryüzünün çeşitli bölgelerinde bulunan müslüman halkların Kâbe’ye yönelecek bir yönleri vardır. Kuzey halkı, Kâ’be’nin kuzey tarafına, güney halkı güney tarafına, doğu halkı doğu tarafına, batı halkı batısına, aradakiler de aradan bir yöne yönelirler. Hepsinin yönleri farklı olmakla beraber tamamı, bir Kâbe etrafında toplanmış olmaktadır. Böylece ona yönelen yeryüzündeki bütün müslümanlar, adeta Kâbe’nin etrafında sıra sıra yuvarlak saflar yaparak, düzenli, intizamlı ve tek hedefe yönelmiş büyük bir cemaat teşkil etmektedirler.

O halde bundan böyle en mühim düstur, hayır yollarına koşmak ve hayırda yarışmaktır. “Hayır”, Allah ve Rasûlü’nün emir ve tavsiye buyurdukları her husustur. Mü’minler, Allah’ın emrine uygun olarak hayırlarda yarışmalıdırlar. Kıbleden maksat da böyle düzenli bir beraberlikle hayır yarışına girişmektir. müslümanlar, diğer din mensuplarından daha fazla hayır yapmalı, onları geçmeli, çeşitli yönlerde, başka başka beldelerde bulunduklarından dolayı aralarında ictimai bir birlik olmadığını düşünmemelidirler. Çünkü her nerede olurlarsa olsunlar, Allah hepsini bir araya getirir. Aynı kıbleye yönelmek suretiyle, yön farklılığına rağmen hepsi bir cemaat olur, hepsi Mescid-i Haram içinde namaz kılıyor gibi düzenli bir sosyal cemaat hali elde eder ve mükâfatlarını da o şekilde alırlar. Yine Allah, bütün insanları öldürecek, tekrar diriltecek ve hepsini hiçbir eksik olmadan mahşer yerinde toplayacaktır. Dünyada tek kıbleye yönelip orada toplandığınız gibi âhirette de sadece Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. Dolayısıyla kalbinizin kâbesi şimdiden Cenâb-ı Hak olsun. Bunların hepsini gerçekleştirmek mümkündür; çünkü, Allah her şeye güç yetirendir.

Namaz kılarken Kâbe’ye yönelmek sadece mukim olanlar için değil, aynı zamanda sefere çıkanlar için de farzdır. Ayetler bu hususu önemle vurgulamaktadır. Hem Peygamberimiz hem de mü’minlere, sefere çıktıkları zaman karada, havada, denizde nerede olurlarsa olsunlar mutlaka namazda kıbleye dönmelerini tekrar tekrar emretmektedir. Zira bu, Allah’ın kesin bir buyruğudur. Yüce Allah, böyle irade buyurmaktadır. Allah, kimsenin yaptığından gafil değildir. Emre uyanlarla uymayanları, hayırda yarışanlarla tembel davrananları çok iyi bilmektedir. Onlara gerektiği şekilde muamele edecektir.

Hem mü’minler nerede olurlarsa olsunlar Kâbe’ye yönelmelidirler ki, içlerinden zulmedenleri hariç, insanların kendi aleyhlerine ileri sürecekleri ve tutunacakları bir delilleri olmasın. Bu davranışları, hem “Tevrat’ta vasfı geçen peygamberin kıblesi Kâbe’dir. Halbuki Muhammed, Beyt-i Makdis’e yöneliyor” diyen yahudilerin, hem de: “Muhammed kendisinin İbrâhim milletinden olduğunu söylediği halde onun kıblesine muhalefet ediyor” diyen Arapların haklı sayılabilecek delillerini ortadan kaldıracak ve onları hüccetsiz bırakacaktır. İçlerinden zulmedenler ise, hiçbir delil ve mesnet tanımadan ağızlarına geleni söyleyeceklerdir. Onların bu şekildeki belgesiz, delilsiz ve haksız sözlerini asla dikkate almamak gerekir. Dolayısıyla Kâbe’ye yönelmek konusunda onlardan korkmayın, size düşman olup saldırmalarından veya sizi kınamalarından çekinmeyin. Çünkü bunlar size hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Ancak Allah’tan korkun ve onun emrine uyun. Sizin dünya ve âhiret faydanıza olan emirlerine itaat edin. Böylece Allah, size olan nimetlerini tamamlasın da hidâyet üzere yolunuza devam edesiniz. Allah’ın bütün emirlerinde olduğu gibi, kıblenin Kâbe olması da büyük bir nimettir. İslâm ümmetinin teşekkülü, büyümesi ve yükselmesi açısından onun sağlayacağı faydalar pek çoktur. Cenab-ı Hakk’ın bu ümmete lutfettiği en büyük nimetlerden biri de hiç şüphesiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’i onlara peygamber olarak göndermesidir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
151. Nitekim size içinizden bir peygamber gönderdik. O, size âyetlerimizi okuyor, sizi günahlardan temizliyor, size kitap ve hikmeti öğretiyor; yine size daha önce bilmediklerinizi öğretiyor.

152. O halde siz beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin ve sakın nimetlerime nankörlük etmeyin.

Peygamberimiz (a.s.), her hususta insanlara model olabilecek beşer bir elçidir. Örnek alabilmemiz açısından insan olması son derece önemlidir. O, sistemini bütünüyle ilim, irfan ve ahlâk üzerine kurmuştur. Âyet-i kerîme onun asıl vazifelerini sayarken bu noktaya dikkat çekmektedir: O Peygamber, ümmetine her biri bir ilim ve irfan kaynağı olan Allah’ın âyetlerini okuyor, onları her türlü günah ve ahlâksızlık kirlerinden arındırıp tertemiz yapıyor, onlara Kur’an’ı ve hikmeti öğretiyor ve yine onlara bilmedikleri ve akıllarıyla asla bilemeyecekleri imanî esasları, uhrevî bilgileri, yaratan ve yaratılana ait varlığın sırlarını öğretiyor. Bundan daha büyük nimet olabilir mi?

Dolayısıyla Allah’ın nimet, rahmet ve yardımına nâil olabilmek için Hz. Peygamber’in getirdiği davete kulak verip bize okuduğu ayetleri anlamak, nefsimizi tezkiye ve ruhumuzu tasfiye ederek ahlâkımızı güzelleştirmek, onun öğrettiği şekilde Kur’an’ı ve sünneti özümseyip kavramak, bilmediğimiz fakat öğrenmemiz lazım gelen şeyleri de öğrenerek ilim ve irfanda gelişmek mecburiyeti vardır. Cehalet karanlıklarından kurtulup ilim, irfan ve medeniyetin aydınlığına kavuşmak, böylece insanlığa örnek ve önder bir seviyeye yükselmek ancak bu yolla mümkün olabilecektir.

Bütün güç, kuvvet ve kudret Allah’a ait olduğundan, öncelikle O’na tam olarak bağlanmak ve O’nun yardımını celbetmek esastır. Bütün başarıların temelinde bu gerçek yatmaktadır. Bu bakımdan Allah Teâlâ bize üç mühim vazife vermektedir: Zikretmek, şükretmek ve nankörlük etmemek.

Biz Allah’ı zikredince, Allah da bizi şanına uygun bir tarzda zikretmekte; rahmet ve yardımda bulunmaktadır. Kulluğumuzu kabul buyurmakta, tevbe ve istiğfarlarımızı işitmekte ve dualarımıza icâbet etmektedir. Hadis-i kudside şöyle buyrulur: “Kulum beni zikrettiğinde ben onunla beraberim. O beni kendi içinde zikrederse ben de onu zâtımda zikrederim. O beni bir topluluk içinde zikrederse, ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim.” (Buhârî, Tevhid, 15)

Allah’ı zikir dille, kalple ve bedenle olur. Dille zikir, Allah Teâlâ’yı en güzel isimleriyle anmak, O’na hamd etmek, O’nu tüm noksanlıklaran pak ve uzak tutmak, kitabını okumak ve dua etmektir. Kalb ile zikir, Allah’ı gönülden anmak, O’nun varlığının delilleri, isim ve sıfatları üzerinde düşünmektir. Bedenle zikir ise vücudun azalarından her birinin görevli bulundukları vazifeyle meşgul ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan şeylerden uzak bulunmasıdır.

Büyük velilerden Ubeydullâh Ahrâr (k.s.), Allah Teâlâ’nın zikriyle eriyebilmek için şöyle bir yol tavsiye eder:

“Hayal et ki, dünya yeşil bir kubbedir. Onun içinde de Allah’tan başkası yoktur; bir de sen varsın. Bu hâlinle Allah’ı anmaya devam et ki, ezilip eriyip gitme tecellisi seni sara… Bundan sonra sana ihtiyaç kalmaya, ancak O (c.c.) kala…” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 474)

Şükür, verdiği nimetlerden dolayı kulun Allah’a teşekkür etmesi, minnettarlık duyması, bunu söz ve amelleriyle göstermesidir. Dolayısıyla şükür de yine bu üç yolla yani dil, kalp ve bedenle yerine getirilir. Kul, şânına layık bir şekilde Allah’ı zikredecek, Allah da kulunu şanına layık bir şekilde anıp hatırlayacaktır. Yine kul, verdiği nimetlerden dolayı Rabbine teşekkür edecek ve fakat O’na asla nankörlük etmeyecek, nimetlerini görmezden gelmeyecektir. Şükür nimetin artmasına, nankörlük ise nimetin elden gidip ilâhî azabın inmesine sebeptir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Şâyet şükrederseniz size olan nimetlerimi artırır da artırırım. Yok eğer nankörlük ederseniz, şunu bilin ki benim azabım çok şiddetlidir.” (İbrâhim 14/7)

Şu kadar var ki müminler, “Beni zikrediniz!” emri karşısında acizliğini hissederek, önce “Rabbimiz! Sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım isteriz” (Fâtiha 1/4) sözünü hatırlayarak Rabbini zikretmek ve O’na şükretmek için yine Allah’tan yardım isteyecektir. Bu sebeple devam eden ayette iman edenlere hitaben şöyle buyrulmaktadır:

153. Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım isteyin! Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.

Allah’ın yardımını kazanabilmek için gösterilen birinci yol sabırdır. Sabır, ahlâkî güzelliklerin temelidir. Kalbî amellerin en zorudur. Nefsin arzularını frenleyebilmenin, günahlardan uzak durabilmenin, her türlü bela ve musibetlere göğüs gerebilmenin yegane ilacıdır. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin başı sabır, amelin başı sabır, kısaca bütün başarıların başı sabırdır. İnsan hem ruhen hem de bedenen nefsini terbiye edecek; sabır ve tahammüle, kararlı ve metin olmaya alışacak, böylece Allah’ın yardımının ilk sebeplerinden birini elde etmiş olacaktır. Aksi halde en ufak bir sıkıntı ve acı karşısında korkmak, sızlanmak, ümitsizliğe ve gevşekliğe düşmek gibi ahlâki zafiyetler baş gösterir. Sabır iki yönlüdür. Birincisi hoşa gitmeyecek durumların acısına tahammül göstererek onların güzel neticelerini beklemektir. Bu, acı ilaçlarla tedavi olmaya benzer. Hoşumuza gitmese de onları kullanırız. İkincisi ise çabucak gelecek olan lezzet ve şehvetlerden uzak durarak onların hazin sonuçlarından sakınmaktır. Bu ise zehirli tatlılardan sakınmak gibidir.

Görüldüğü üzere sabır kalbî amellerin, namaz ise yapılması emredilen zahiri amellerin en önemlisi ve aynı zamanda en zorudur. Namaz, mü’minin miracıdır. İlâhî yardımın celbi için en mühim vasıtalardan biridir. Bu sebeple yüce Rabbimiz bütün inananlardan, bu iki yolla sonsuz kudretinden yardım talep etmelerini emir buyurmaktadır. Allah Rasulü (s.a.s.), bir durum kendisine ağır geldiğinde hemen namaza durur ve bu âyet-i kerîmeyi okuyarak Hak Teâlâ’dan yardım dilerdi. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, I, 257)

Şüphesiz Allah, sabır ve namazla kendisinden yardım dileyenlerin dualarına icâbet etmek ve yardımını göndermek suretiyle, bu hususta sabır gösterenlerle beraberdir. Bu beraberlik, sabır ve namaza bağlı daimi bir murakabe ve gözetimdir. Namazın ehemmiyetine ve faziletine dair başka ayetlerde pek çok açıklama yer alması sebebiyle burada sabra vurgu yapılmıştır. Ayrıca namaza devam da bir sabır işi olduğundan dolayı, sabredenlerle beraber olan Allah Teâlâ’nın, namaz kılanlarla daha çok beraber olduğunda şüphe yoktur. Şunu da belirtmek gerekir ki, burada sabra vurgu yapılması, bu âyetin gelecek âyetlerle irtibatını sağlamaktadır. Bu âyetlerde ifade buyrulacak imtihan şekillerinde başarılı olabilmek için de daha baştan sabra davet etmektedir. Nitekim en faziletli sabrın, canı Allah yolunda kurban edip şehitlik mertebesine ulaşmak için gösterilen sabır olduğuna işaret etmek üzere buyruluyor ki:

154. Allah yolunda öldürülenlere sakın “ölüler” demeyin. Çünkü onlar diridir, fakat siz farkında değilsiniz.

Bu âyet müslümanları, nefisle mücâhedenin ötesinde İslâmı yok etmeye azmetmiş din düşmanlarıyla mücadeleye ve onların vereceği sıkıntılara karşı sabır ve metânetli olmaya hazırlamaktadır. Hatta Allah yolunda seve seve can verip şehit olmaya teşvik etmektedir. Zira Allah yolunda şehit olmak sıradan bir ölüm gibi değildir. O bakımdan âyet-i kerîme, Allah yolunda öldürülenlere “ölü” denmesini yasaklamaktadır. Onlar, mâhiyetini bizim bilemeyeceğimiz ve tam olarak hissedemeyeceğimiz bir hayatla diridirler. Allah onları rızıklandırmakta ve onlara huzur dolu bir hayat yaşatmaktadır. Bedir savaşında Ensâr’dan sekiz, muhacirlerden de altı sahâbe şehit oldu. İnsanlar, Allah yolunda öldürülmüş olanlar için: “Falan öldü; dünya nimetlerinden ve lezzetlerinden mahrum kaldı” diyorlardı. Bu hâdise üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Şu âyet-i kerîmeler ise, şehitlerin içinde bulundukları o yüksek hayatı ve güzel hali daha derinlemesine izah etmektedir:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Aksine onlar diridirler ve Rableri yanında rızıklanmaktadırlar. O şehitler, Allah’ın kendilerine bağışladığı nimetlerle sonsuz bir mutluluk duyarlar. Arkalarından gelecek olup, henüz kendilerine katılmamış olan mücâhid kardeşleri adına da: «Onlara hiçbir korku yok, onlar asla üzülmeyecekler» müjdesiyle sevinirler. Yine onlar, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine olan büyük lütfu ve ihsânıyla sevindikleri gibi, ayrıca Allah’ın, mü’minlerin mükâfatını zâyi etmeyeceği yolundaki va’dinden dolayı da büyük bir sevinç duyarlar.” (Âl-i İmrân 3/169-171)

Şehitlik gibi en güzel bir ölümle Allah’a kavuşmanın faziletinden bahseden bu âyetlerin derin mânasını ruhuna sindirmiş olan ünlü sahâbî Selmân-ı Fârisî (r.a.)’a bir gün:
“- Bize bir tavsiyede bulun” dediler. Şu tavsiyede bulundu:
“- Öleceğin zaman şu hallerin biri içinde öl:
Hac yolunda,
Allah için savaşta,
Allah Teâlâ’nın bir mescidini tamir ederken…
Gücün yeterse bunları yap!” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 409)
Zira dünya ızdırap, çile ve mihnetler diyarıdır. Zor bir imtihan yeridir. Bu hayatı, böyle telakki etmek ve ona göre hazır bulunmak zarureti vardır:

Allah Resûlü (s.a.s.) Efendimiz’e bir sahâbî gelerek: “Ya Rasûlallah! Birisi kahramanlık göstermek için, birisi aile ve yakınlarını koruma gayreti için, birisi de gösteriş için savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?” diye sordu. Rasul-i Ekrem (s.a.s.): “Ancak Allah’ın kelimesi daha yüce olsun diye savaşan kimse Allah yolundadır” buyurdu. (Buhârî, İlim 45; Müslim, İmâre 150-151)

155. Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmak sûretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!

156. Onlar ki, kendilerine bir musibet dokunduğu zaman: “Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz” derler.

157. İşte bunlar, Rablerinin bol mağfiret ve rahmetine ulaşanlardır. Doğru yolu bulanlar da ancak onlardır.

Her insanın imtihana tabi tutulacağı hâdiseler olacaktır. Açlık ve korku; mal, can ve mahsullerin noksanlaşması gibi hususlar bunların başında gelmektedir. Rabbimiz bu yolla, belâya sabredip kadere rızâ gösterenlerle göstermeyenleri birbirinden ayırmaktadır. Çünkü belâlar, iyilerle kötüleri ayırmada ve insanların kıymetlerini belirlemede önemli bir ölçüdür. Bunlara sabredenler imtihanı kazanacak, sabredemeyenler ise kaybedeceklerdir. Bu sebeple ayetin sonunda “Sabredenleri müjdele!” buyurmaktadır. Onlar, Allah’tan geldiklerinin, yine Allah’a döneceklerinin şuurunda olan ve bütün varlıklarının Allah’a ait olduğunu bilen akl-i selim sahibi kimselerdir. Onlara büyük müjdeler vardır. Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Mü’mine herhangi bir yorgunluk, çaresiz bir hastalık, bir keder, bir eziyet veya gam isabet etse hatta bir diken batsa mutlaka bu sebeple Allah onun hatalarını bağışlar.” (Buhârî, Merdâ 1)

Musîbete uğrayan kişinin, “Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz” (Bakara 2/156) demesinde pek çok fayda ve hikmet bulunmaktadır: Bu sözü söylemekle meşgul olmak o anda insanın ağzından uygunsuz birtakım sözlerin çıkmasını engeller. Belâya uğrayan kişinin kalbi tesellî bulur ve üzüntüsü azalır. Şeytanın o kişiye uygunsuz söz söyletme arzusu kesilir. Bu sözü duyanlar, aynı şeyi tekrar ederek ona uyarlar. Diliyle bunu söyleyenin kalbine güzel düşünceler ve Allah’ın kazâ ve kaderine teslimiyet arzûsu gelir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Belâya uğrayan bir kul:

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنّاَۤ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ. اَللّٰهُمَّ أَجِرْن۪ي ف۪ي مُص۪يبَت۪ي وَأخْلُفْ لي۪ خَيراً منها
«Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz. Ya Rabbi bu musîbet sebebiyle bana ecir ver ve bana aldığından daha hayırlısını bağışla» derse, Allah onu bu vesileyle mükâfâtlandırır ve ona daha hayırlısını verir.” (Müslim, Cenâiz 4)

Bu sebeple Allah dostlarından Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri şöyle der:

“Alan sensin veren sensin kılan sen
Ne verdinse odur dahi nemiz var!”


Son olarak 157. âyet-i kerîme ise sabredenlere müjdelenen ilâhî ihsanları, bağış, rahmet ve bereketi haber vermektedir. Onlara Rableri katından bol bol mağfiretler, bağışlanmalar, övgü ve senâlar vardır. “Salavât” kelimesinin çoğul gelmesi bu mânaları ifade eder. Yine onlara Rableri katından büyük ve kesintisiz bir rahmet vardır. Allah onlara dünya ve âhirette faydalı ve sevindirici nimetler ihsan edecek ve hususiyle âhirette onları her türlü zarardan koruyacaktır. Hidâyete erenler de ancak onlardır. Onlar, Allah’a teslimiyet ve kadere rızâ göstermek suretiyle en doğru yolu bulmuşlardır.
Şâir ne güzel söyler:

“Iztırâb-ı hâl bâdî-î sükûnet olduğu
Tıfl iken mâlûmum oldu cünbüş-î gehvâreden.”
(Ârif)

“İnsanoğlu her ıstırap verici durumdan hemen şikâyet etmemelidir. Çünkü bu haller bazan insana kalp huzuru verecek imkanlar sağlayabilir. Ben bunu, daha küçücük çocukken ve beşikte sallanırken anladım. Önce beşiğin sallanması biraz başımı döndürür gibi oldu ama, sonra rahat ve sâkin uykulara daldığımı da inkâr edemem.”

Önceki ayetlerde insanı kemale erdirecek ve ilâhî yardımı celbedip kâfirlerle mücadele azmini kuvvetlendirecek “sabır” ve “namaz” gibi iki mühim mânevî silaha sarılmanın lüzumundan bahsedildi. Aşağıdaki ayette ise insanın bu yüksek değerlerden uzaklaşmaması için iç âleminde nefis denilen düşman ile de mücadelenin ihmal edilmemesine işaret buyrulmakta; bunun için sabır ve namazın yanında hac, umre, tavaf ve sa’y gibi nefis tezkiyesine matuf ibâdetlere de önem verilmesi gerektiği hatırlatılmaktadır. Bu ayetle aynı zamanda yakın bir tarihte Mekke’nin fethedilip Kâbe’nin putlardan temizleneceği ve İslâm fetihlerinin genişleyeceği müjdesi verilmektedir:

158. Safâ ile Merve Allah’ın hac ve umre için belirlediği işaretlerdendir. O halde hacceden veya umre yapan bir kimsenin, bu iki tepe arasında sa‘yetmesinde bir mahzur yoktur. Kim gönlünden gelerek bir hayır işlerse, mutlaka mükâfatını görür. Çünkü Allah, iyiliğin karşılığını fazlasıyla veren ve her şeyi bilendir.

Safâ ile Merve, Kâbe’nin yakınında bulunan iki tepeciğin ismidir. Hz. Hacer, oğlu İsmâil’e su ararken bu iki tepe arasında koşup durmuştur. Câhiliye döneminde Safâ tepesinde İsâf, Merve tepesinde ise Nâile isimli iki put bulunuyordu. Putperest Araplar da bu iki tepe arasında gidip geliyor ve adı geçen putların yanında kurban kesiyorlardı. Müşriklerin devam ettirdikleri bu çirkin adet sebebiyle müslümanlar, bu iki tepe arasında sa’y etmenin günah olabileceğini düşündüler ve bundan çekindiler. Bu hâdise üzerine âyet-i kerîme nâzil olup, böyle davranmada bir sakınca bulunmadığını haber verdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 62) Çünkü Allah bu iki tepeyi, kullarının ibâdet etmesi için kutsal birer işaret kılmıştır. Zira “şeâir”, “şâira”nın çoğulu olup insana ibâdet etme duygusu telkin eden, hissettiren alametler, yerler demektir. Bir mânada bunlar Allah’a ibâdet etmeye vesile olan işaretlerdir. Mü’minler, bu iki tepeyi ziyaret etmek, aralarında sa’yetmek ve bu sırada Allah’ı zikretmek suretiyle O’na kulluk yapacaklardır. Müşriklerin sa’yi ile müslümanların sa’yi bir değildir. Onlar kâfir olarak böyle hareket ederken, müslümanlar, Allah Resûlü’nü tasdik ve Allah’ın emrine itaat niyetiyle bu vazifeyi ifa ederler. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Safâ ile Merve arasında sa’yedin. Çünkü Allah burada sa’yetmenizi sizden istemektedir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 422)
اَلْحَجُّ (hac), sözlükte kasdetmek, اَلْعُمْرَةُ (umre) ise ziyâret etmek mânasınadır. Meşrû olan hac ve umrede hem kasd yâni niyet, hem de ziyâret vardır. “Tatavvû”, herhangi bir işi zorla değil de, gönül hoşnutluğu ile yapmak demektir. Her kim, Allah’a yaklaşılabilmek niyetiyle herhangi bir işi gönül hoşnutluğu ile yaparsa Allah onu mutlaka kabul buyurur. Çünkü Allah Şâkir’dir; kulundan razı olur ve yapılan taatlerin karşılığını kat kat fazlasıyla verir. Alîm’dir; kulun yaptığı ameli de o ameli hangi niyetle yaptığını da bilir. Âyet-i kerîme, bizleri farz ibâdetlere olduğu gibi nâfile ibâdetlere de teşvik etmektedir. Zira farzlarla beraber nafile ibâdetler, kulun Allah’a yaklaşması ve ilâhî muhabbete nâil olması için çok büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Bu gerçek, hadîs-i kudside şöyle beyân buyrulur:

“Her kim benim velî bir kuluma düşmanlık ederse, ben ona karşı savaş ilân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana farzlara ilâveten işlediği nâfile ibâdetlerle de durmadan yaklaşır; nihâyet ben onu severim. Kulumu sevince de ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse mutlaka veririm, bana sığınırsa onu korurum.” (Buhârî, Rikâk 38)

Kulun bu seviyeye ulaşabilmesi için, dini bütün hakikatiyle öğrenip yaşaması, sahip olduğu imkânlar nispetinde sorumluluğunu yerine getirmesi ve “bildiği gerçekleri gizlemek” gibi ilâhî lânete uğramasına sebep olacak yanlış davranışlardan uzak kalması gereklidir:

159. İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti biz kitapta insanlara açıkladıktan sonra gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah lânet eder hem de lânet edebilecek herkes lânet eder.

160. Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler ve gizledikleri gerçekleri açıklayanlar başka; ben onların tevbesini kabul ederim. Çünkü ben, tevbeleri çokça kabul eden ve merhameti bol olanımdır.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
161. Dinî gerçekleri inkâr eden ve kâfir olarak ölenlere gelince, işte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerinedir.

162. Onlar, lânete uğramış olarak cehennemde ebediyen kalacaklardır. Azapları asla hafifletilmeyecek, geciktirilmeyecek ve kendilerine özür dilemeleri için mühlet de verilmeyecektir.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in nübüvveti, gönderileceği yer ve bir kısım sıfatları hem Tevrat’ta hem de İncil’de yazılı bulunmaktaydı. Yahudi ve hıristiyan din adamları bunları okuyup durmakta ve pekiyi bilmekte idiler. (bk. A‘râf 7/157) Fakat onlar, bu gerçekleri insanlardan gizliyorlar ve insanları ona tabi olmaktan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Rivayete göre Ensâr’dan bir grup, yahudi âlimlerinden bazılarına Peygamberimiz’in Tevrat’taki vasıflarını ve ahkamla ilgili bazı âyetleri sormuşlardı. Yahudiler bunu gizlediler ve söylemekten çekindiler. Bu hâdise üzerine âyet-i kerîme nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 72-73) Fakat sebebin hususi oluşu, hükmün umumi olmasını engellemeyeceğinden dolayı âyetin hükmü, dini hükümler ve bilgilerle alakalı olarak bildiği herhangi bir gerçeği gizleyip söylemeyen herkesi içine almaktadır.
Allah Resûlü (s.a.s.) bu hususta şöyle ikazda bulunur: “Bildiği bir ilimden sorulup da onu gizleyen kimseye, Allah kıyamet günü ateşten bir gem vurur.” (Ebû Dâvûd, İlim 9; Tirmizî, İlim 3)

Bu sebple meşhur muhaddis sahâbe Ebu Hüreyre (r.a.): “İnsanlar Ebu Hureyre’nin çok hadis rivayet ettiğini söylüyorlar. Eğer Kur’ân’da şu iki âyet-i kerîme olmasaydı, hiçbir hadis rivayet etmezdim” demiş, sonra da bu âyeti okumuştur. (Buhârî, İlim, 42) Diğeri ise Âl-i İmrân sûresi 178. âyet-i kerîmedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 74)

Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın, gerek Tevrat ve İncil, gerekse Kur’ân gibi ilâhî kitaplarda haber verdiği apaçık delilleri; Allah’ın emirlerine, hükümlerine, bunlara iman edip tabi olmanın lüzumuna işaret eden ve hidâyetin ta kendisi olan âyetleri gizlemek haramdır ve büyük bir günahtır. Bunları gizleyen, ihtiyaç anında söylemeyen, yaymayan ya da yayılmasına engel olan, yahut onu tamamen veya kısmen değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyenler büyük bir yanlışlık içinde bulunmaktadırlar. Bu âyetler onlara va‘dedilen dehşet verici azap ve tehlikeleri haber vermektedir.

Gelen âyetler ise, ebedi saadet yolunu göstermek üzere bütün insanları böyle küfür, inkâr ve anlaşmazlık uçurumlarından vazgeçip tevhid inancının aydınlık dünyasına çağırır:

163. Hepinizin ilâhı, tek ilâh olan Allah’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, Rahmân ve Rahîm’dir.

Din adına kulun yapacağı ilk iş, tevhidin bir gereği olarak Allah’ın tek ilâh olduğunu doğrulamak ve kabul etmektir. Peki “ilâh” nedir? الإله (ilâh), kendisine kulluk edilen, gönülden bağlanılıp sığınılan ve yüceliğinin karşısında hayrete düşülen varlık demektir. الواحد (vâhid) ise eşi, ortağı, dengi ve benzeri olmayan, her bakımdan bir ve eşsiz olan mânasına gelir. Bütün insanların ve bütün varlıkların ilâhı, tek ve ilâhlığa yegâne hak sahibi olan Allah’tır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun dışında ilâh ve ma’bud olarak telakki edilen hiçbir varlık ulûhiyete asla layık değildir. Bu açıdan hepsi boş, anlamsız ve bâtıldır. O halde tevhid hususunda yanlış yollara sapmış inanç grupları ve bütün insanlık, Allah’tan başka varlıkları ilâh edinmekten vazgeçip bir tek ilâh olan Allah’a inanmak ve sadece O’na kulluk etmek mecburiyetindedir. Zira Allah’ın rahmet ve merhametine erişmenin tek yolu budur. Gerçekten de Allah, yaratıklarına karşı sonsuz merhamet sahibi olan ve onlara bol bol nimetler verendir.

Kâbe’nin etrafında üçyüz altmış tane putları bulunan müşriklerin Allah’ın tek ilâh olduğunu haber veren bu âyeti duyunca şaşırıp: “Bu kadar insanı tek bir ilâh nasıl idâre edecek? Eğer Hz. Muhammed (s.a.s.) sadece bir ilâhın varlığı iddiâsında doğru ise bize bunu ispatlayacak delil getirsin” demeleri üzerine 164. ayet inmiştir: (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 84; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 51)

Rivayet edilen diğer bir iniş sebebi de şöyledir: Kureyş müşrikleri yahudilere: “Mûsâ’nın getirdiği mûcizeler nelerdi?” diye sordular. Onlar da asâsının yılan haline gelişini ve elinin bembeyaz parıldamasını anlattılar. Hıristiyanlara da Hz. İsa’nın mûcizelerini sordular. Onlar da doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı iyileştirmesini ve ölüleri diriltmesini haber verdiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz’e: “Allah’a dua et, bize şu Safâ tepesini altın yapıversin de imanımız ve düşmanlarımıza karşı kuvvetimiz artsın” dediler. Allah Resûlü bunu Rabbinden niyaz etti. Allah Teâlâ: “Bunu yaparım, fakat bundan sonra yine yalanlamaya devam ederlerse, onlara dünyada hiç kimseye yapmadığım şekilde azab ederim” buyurdu. Buna cevâben Peygamber Efendimiz’in: “Rabbim! Kavmimi ve beni kendi hâlimize bırak, ben onları günden güne davet edeyim” niyâzı üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 85) Bu ayetle, göklerin ve yerin yaratılması ve buna bağlı yaratılış olaylarının, Safâ tepesinin “altın”a dönüştürülmesi gibi istenen mûcizelerden daha büyük, daha faydalı ve daha etkileyici olduğu beyân edilmiştir.

164. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı şeyler taşıyarak denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de kendisiyle ölümünden sonra yeryüzünü dirilttiği ve üzerinde dolaşan her türlü canlıyı yaydığı yağmurda, gökle yer arasında emre hazır bekleyen rüzgarları ve bulutları farklı yönlerde evirip çevirmesinde aklını kullanan bir topluluk için elbette Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren deliller vardır.

Bu ayete göre, varlık âleminde Yüce Allah’ın tek ilâh olduğunu ve O’ndan başka hiçbir ilâhın bulunmadığını gösteren pek büyük, kesin ve açık deliller sergilenmektedir. Bunlar her gün karşılaştığımız, âşina olduğumuz ve fakat ülfetimiz sebebiyle hakikatleri üzerinde derinlemesine tefekkür edemediğimiz kevnî bir takım hâdiselerdir. Âyet-i kerîmede şu birkaç tanesi örnek olarak verilmiştir:

❂ Göklerin ve yerin yaratılışı,
❂ Geceyle gündüzün uzayıp kısalarak birbiri ardınca gelişi,
❂ İnsanlara fayda sağlayacak şeylerle denizde akıp giden gemiler,
❂ Gökten inen yağmur ve bununla ölümünden sonra yeryüzünün diriltilmesi ve üzerinde dolaşan her türlü hayvanın, canlıların var edilmesi,
❂ Gökle yer arasında emre hazır bekleyen rüzgârların ve bulutların farklı yönlerde evrilip çevrilmesi.

Bu ibretli hâdiselerin meydana gelmesi sonsuz bir kudreti gerekli kıldığı gibi aynı zamanda bunlar arasında son derece mükemmel ve ince bir nizam, bir âhenk bulunmaktadır. Bu muntazam işleyiş, sadece Allah’ın varlığını değil, O’nun birliğini, ortaksızlığını; ilminin, iradesinin ve kudretinin mükemmelliğini, devamlılığını ve varlıklar üzerindeki sınırsız tasarrufunu ortaya koymaktadır. Eğer Cenab-ı Hakk’ın kâinatla alakası bir an kesilecek olsa her şey o anda yok olur. Dolayısıyla bunlarda akl-ı selim sahibi olanlar ve aklını çalıştıranlar için Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren kesin deliller bulunmaktadır.

Şâir, bu muazzam kudret tecellilerinden hisse almanın yolunu şöyle gösterir:

“Olanlar feyzyâb-ı intibâh âsâr-ı kudretten
Alırlar hisse-i ibret temâşây-ı tabîattan.”
(Recâîzâde Ekrem)

“Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta tecellî eden kudret eserleri karşısında kalbî bir uyanıklığa erişenler, tabiatta bulunan varlıkları temâşâ etmekten gereken ibreti alırlar.”

Şâir Fuzûlî ise şu tesbitte bulunur:

“Olsa isti’dâd-ı ârif kabil-i idrâk-i vahy
Emr-i Hak irsâline her zerredir bir Cebrâil.”


“Ârif insanın kabiliyeti, Allah Teâlâ’nın vahiylerini anlayıp kavrıyabilecek kudrette olsa, kâinatta mevcut varlıkların her zerresi, ilâhî emirleri kendisine getirip tebliğ edecek birer Cebrâil demektir. Her zerre, Allah’ın varlığını anlatmakta, fakat biz onu idrak edememekteyiz.”

Hz. Mevlânâ ne güzel söyler:

“Şunu iyi bil ki, kâinatta var olan her şey, sevgilinin tecellîsinden ibârettir, onun yarattıklarıdır. Onun kudretini, yaratma gücünü göstermektedir. Aslında, âşık bir perdedir. Var olan, diri olan ancak sevgilidir. Âşık ise bir ölüdür. Var gibi görünen bir yoktur. Bu hakîkati sezemeyen, ilâhî aşka meyli, isteği olmayan kimse, kanatsız bir kuş gibidir. Vay onun haline, yazıklar olsun ona...” (Mevlânâ, Mesnevî, 30-31. beyt)

Gerçeğin bu kadar açık ve berrak olmasına rağmen, insanların her biri iman ve hidâyet güneşine ulaşabilme başarısını gösterememektedir:

165. Buna rağmen öyle insanlar var ki, Allah’tan başka varlıkları O’na denk tutar da, Allah’ı sever gibi onları severler. Gerçek mü’minlerin Allah’a olan sevgileri ise, her şeyden daha sağlam ve daha kuvvetlidir. Keşke o zulmedenler, azabı gördüklerinde anlayacakları gibi, şimdiden bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın, azabı gerçekten çok şiddetli bir zat olduğunu anlasalardı!

166. İşte o zaman dünyada kendilerine uyulanlar, uyanları tanımazlıktan gelecekler ve azabı gördüklerinde aralarındaki bütün bağlar paramparça olacaktır.

167. Kötülerin arkasından gidenler: “Keşke dünyaya bir daha dönebilsek de, onların şimdi bizi tanımazlıktan geldiği gibi, biz de onları görmezlikten gelsek” diyecekler. Böylece Allah onlara, dünyada yaptıklarını üzerlerine yığılmış acı pişmanlıklar halinde gösterecektir. Artık onlar cehennemden asla çıkamayacaklardır.

İnsanlardan bir kısmı dosdoğru yolun, tevhid caddesinin dışında kalmaktadır. Sonsuz merhamet, sınırsız kudret, sayısız nimet sahibi olan Allah’ı bir tarafa bırakıp, O’nun dışında bir kısım eşler, ortaklar ve önderler edinmekte, üstelik Allah’ı sever gibi onları sevmektedirler. Allah’ı ve emirlerini unutacak derecede onlarla hemhâl olmaktadırlar. Allah’a isyanı göze alarak onların yanlış yollarından gitmektedirler. Bu ne büyük bir gaflet ve ne büyük bir dalâlettir.

Abdullah b. Mesud (r.a.), Peygamber Efendimiz’e, “Hangi günah daha büyüktür?” diye sorduğunda Allah Rasulü (s.a.s.): “Seni yaratan yalnızca Allah olduğu halde, O’na başkasını ortak tutmandır” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb 20; Müslim, İman 141-142)

İmrân b. Husayn şöyle anlatıyor: Resûlullah (s.a.s.) babam Husayn’a: “Kaç tane ilâha tapıyorsun?” diye sorunca babam: “Altısı yerde ve biri gökte olmak üzere yedi ilâha tapıyorum” dedi. Peygamberimiz: “Azâbından korkarak ve faydasını umarak hangisine ibâdet ediyorsun?” diye sordu. O da: “Göktekine” şeklinde cevap verince Resûlullah (s.a.s.): “Sana gökteki ilâh yeter” buyurarak onu tevhid inancına çağırdı. Sonra: “Ey Husayn! Eğer müslüman olursan sana faydalı iki söz öğreteceğim” dedi. Husayn müslüman oldu ve: “Ya Rasûlallah, bana o iki sözü öğret” diye talepte bulundu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ona: “Allahım! Bana doğruyu ilham et ve beni nefsimin şerrinden koru, de!” buyurdu. (Tirmizî, Da‘avat 69)

Dolayısıyla bu hususta iman edenlerin tuttuğu yol, en güzel yoldur. Zira onlar, şirkin her türünden uzak durarak zâtı, sıfatları ve fiilleriyle Allah’ı tanır ve O’nu her şeyden çok severler. Gerçekten mü’minlerin Allah’a olan sevgileri, bütün sevgilerin üstünde, son derece sağlam ve kuvvetlidir. Onlar mal, evlat, akraba, dost ve arkadaş gibi Allah’ın dışındaki varlıkları ise durumlarına göre ve yine Allah için severler. Dolayısıyla muhabbet açısından bir hata içine düşmezler.
Dostlarından biri, Mârûf-i Kerhî Hazretleri’ne:

“–Ey Mârûf! Seni bu derece ibâdete sevk eden nedir?” diye sormuştu. Hazret sükût etti. Arkadaşı ısrâr ederek:
“–Ölümü hatırlamak mı?” dedi. Mârûf-i Kerhî cevap verdi:
“–Ölüm dediğin nedir ki?”
“–Kabir ve âlem-i berzahı düşünmek mi?”
“–Kabir dediğin nedir ki?” Arkadaşı yine ısrâr ederek:
“–Cehennem korkusu veya cennet ümîdi mi?” diye sordu. Bunun üzerine Mârûf-i Kerhî Hazretleri şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Bunlar da nedir ki?!. Bu saydığın şeylerin hepsini elinde tutan Zât-ı Kibriyâ öyle yüce bir Rab’dır ki, eğer O’na karşı derin bir muhabbet ve iştiyâka sahip olabilirsen, bu dediklerinin hepsini sana unutturur. Allah ile aranda bir mârifet, bir muhabbet meydana gelir ve bu sâyede O, saydıklarının hepsinden seni kurtarır!” (Topbaş, Faziletler Medeniyeti-1, 217-218)
Hz. Mevlânâ, Hak âşıklarının ilâhî muhabbet bağı içinde yaşadıkları müstesnâ hâli ne güzel anlatır:

“Hak âşıkları, ilâhî muhabbet deryâsının balıklarıdır. Onlar vuslat suyuna kanmazlar, bu sebeple balıktan başka herkes suya kandı, nasibi olmayanın da günü uzadıkça uzadı.” (Mevlânâ, Mesnevî, 17. beyt)

Fakat Allah’a karşı başkalarını eş ve ortak tutan, onları Allah’ı sever gibi seven ve Allah’a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak varlıklar edinerek emirlerine itaat eden, özellikle Allah Teâlâ’nın hakkı olan ilâhlık sıfatına ve mabudluğuna başkalarını da ortak kılanlar büyük bir zulüm ve haksızlık içindedirler. İşte “Şüphe yok ki şirk, gerçekten çok büyük bir zulümdür!” (Lokmân 31/13) ayeti bu gerçeği beyân etmektedir. Böyle yapan zâlimler, birgün gelecek, mutlaka Allah’ın azabını göreceklerdir. İşte o zaman ne kadar kuvvet ve kudret varsa hepsinin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının ne kadar şiddetli bulunduğunu da elbette anlayacaklardır. Fakat bu durum, onlara bir fayda sağlamayacaktır. Çünkü artık dünya sayfası kapanmış, iman ve amel etme fırsatları tükenmiş, imtihan bitmiş ve sonuçların açıklanması beklenmektedir. Geriye dönüş yolları bütünüyle kapatılmış ve hesap vermek üzere ilâhî divan huzurunda durulmuştur. Bu sebeple Yüce Rabbimiz, yanlış yolda yürüyen insanların, dönüşü mümkün olmayan bu noktaya gelmeden ve çaresiz bir pişmanlık içine düşmeden önce akıllarını başlarına almalarını, Allah’ın kudret ve kuvvetini tanımalarını ve O’nun şiddetli azabından korunmaya çalışmalarını öğütlemektedir.

Zira kıyâmet günü, çok dehşetli bir gündür. O günün durumu, dünya hayatına benzemez. O gün kişi anasından, babasından, kardeşinden, eşinden ve evladından, yani en sevdiklerinden kaçacaktır. (Abese 80/34-36) Dolayısıyla o gün gelip de azâbı gördükleri zaman kendilerine uyulan önderler dünyadayken savundukları dâvânın bâtıl olduğunu itiraf ederek, kendilerine uyanlardan uzaklaşırlar, onlara lânetle mukabelede bulunurlar ve böylece aralarındaki bütün bağlar kopup parçalanır. Kötülerin ardından gidenler, uydukları o meymenetsizlerin kendilerinden uzaklaştıklarını görünce, dünyada onlara uyduklarına pişman olurlar; “keşke tekrar dünyaya dönebilsek de bunların şu anda bizden kaçtıkları gibi biz de orada onlardan kaçabilsek ve onlara uymasak!” derler. Fakat artık bu mümkün değildir. Allah Teâlâ onlara, azâbın inişini ve birbirlerinden uzaklaşmalarını gösterdiği gibi, şiddetli pişmanlıklar doğuracak amellerini de gösterecektir. Onlar, küfürleri sebebiyle iyi amellerinin boşa çıkmasına ve yaptıkları kötülüklere pişman olacaklardır. “Keşke iyiliklerimiz yok olmasaydı, keşke günah işlemeseydik” diye yakınıp duracaklardır. Müfessir Süddî’nin nakline göre, kıyâmet günü kâfirlere cennet gösterilir. Onlar Allah’a itâat etmiş olanlara verilecek köşklere bakarlarken: “Eğer siz Allah’a itaat etmiş olsaydınız bu köşkler sizin olacaktı” denilir. Bunlar mü’minler arasında taksim edilince kâfirler son derece pişmanlık duyarlar. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 102-103) Sonra cehenneme atılırlar ve oradan asla çıkamazlar.

Bu değişmez gerçekler ve kaçınılmaz sonuçlar sebebiyle, takip eden ayetlerde Cenab-ı Hak bütün insanları ikaz etmekte ve şeytana uymaktan sakındırmaktadır:

168. Ey insanlar! Yeryüzündeki helâl ve temiz nimetlerden yiyin. Şeytanın adımları ardınca gitmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.

169. O, ısrarla size hep kötülüğü, çirkin işleri, yüz kızartıcı fiilleri ve Allah hakkında bilmediğiniz hususları konuşup yaymanızı emreder.

Allah Teâlâ yeryüzünde kullarına sayısız nimetler; yiyecek ve içecekler ikram etmiştir. Ancak onların kullanımıyla alakalı bir kısım ilâhî ölçüler konulmuştur. Bu ölçülerin başında, nimetin “helâl” ve “tayyib” olması gelmektedir. Helâl; dinin izin verdiği, yapılmasına müsaade ettiği, hakkında bir yasaklama ve kısıtlama bulunmayan durumlardır. Tayyib ise akıl sahibi ve temiz tabiatlı insanların hoşlandığı ve lezzet aldığı temiz, güzel ve faydalı şeylerdir. Bu gibi prensipleri dikkate alarak bu nimetlerden istifade etmek gerekir. Dinimiz, haram ve pis olan şeyleri yasakladığı gibi, Allah’a daha fazla ibâdet kastıyla aşırı gidip, mübah olan bu ilâhî ikramlardan kendimizi mahrum bırakmayı da hoş karşılamaz. Aksine dengeli bir tutum içinde olmamızı tavsiye eder. Yeme içme konusunda şeytanın adımlarını takip etmekten bizi sakındırır. Çünkü o, bizim apaçık düşmanımızdır. Gözümüzle göremesek de gizliden gizliye içimize, kanımıza girer ve kalbimize hep kötü vesveseler verir. Bize hep günahları, ruhumuzu karartıp kalbimize acı verecek kötülükleri, çirkin ve fenâ şeyleri emreder. Daha ötesi Allah hakkında bilgimiz olmayan yanlış sözleri söylememizi de emreder:
· Allah’ın zâtı ve mâhiyeti,
· O’nun sıfatları, gayb ve varlık âlemindeki sırları ve hikmetleri,
· Yine O’nun helâl veya haram saydığı, murdar veya temiz buyurduğu şeyler hakkında delilsiz olarak zannımıza göre konuşmamızı, akıl ve mantığımıza göre hüküm vermemizi ister.

Halbuki yapmamız gereken şeytanın adımlarına uymak değil, Allah ve Rasulü’nün emrini tutmaktır. Rabbimiz hakkında, dinimiz hakkında, neyin helâl neyin haram olduğu hususunda kesin bir bilgi ve delile dayanmaksızın konuşmamaktır.

Buna rağmen:

170. İnkârcılara: “Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği zaman: “Hayır! Biz, atalarımızdan gördüğümüze uyarız” derler. Peki, ya ataları aklını kullanamayan ve doğru yolu bulamayan kimseler ise!

Bu âyet-i kerîmeler, Peygamberimiz’in yahudileri İslâm’a davet edip Allah’ın azabından sakındırdığı vakit onlardan bazılarının: “Biz, babalarımızı hangi yol üzere bulduysak ona uyarız. Çünkü onlar bizden daha âlim ve daha hayırlı idiler” demeleri üzerine inmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 107-108) Fakat âyetler, bu şekilde davranan herkesi şumûlüne almaktadır.

Kur’an, insanların şahsî telakkilerini ve atalarından gördükleri bir kısım İslâm’a aykırı adet ve gelenekleri bir tarafa bırakıp kayıtsız şartsız Allah’ın buyruklarına tabi olmalarını ister. Nefsânî bir hayatı terk edip, Rahmânî bir hayata yönlendirir. Körü körüne taklidi yasaklar ve reddeder. “Biz atalarımızın yolunu takip eder, onlardan gördüğümüzü uygular, başka bir şey tanımayız” şeklindeki, hiçbir akıl, mantık ve sağduyunun kabul etmeyeceği, sırf taklit, inat ve ısrar kokan bâtıl düşünceleri kökünden söküp atar. Böyle bir ön kabulü, kendisine akıl, zeka, ilim ve irfan verdiği kuluna yakıştıramaz. Ondan aklını, tefekkür melekelerini ve hür iradesini çalıştırmasını ister. Atalarının akıllı davranamadıklarını, doğruyu bulamadıklarını ve hidâyete eremediklerini yani yanlış yolda olabileceklerini sorgulamasını talep eder. Günahıyla sevabıyla kendinden ve kendi istikbalinden sorumlu olan kişinin yapması gereken en doğru hareket; hakla bâtılı, hayırla şerri, faydalıyla zararlıyı, iyiyle kötüyü birbirinden ayırmaktır. Bunun için de ilâhî hükümleri ve doğru delilleri bilmek lazımdır. Zira bir şeye uymak için, onun eskiliği veya yeniliğine değil, Allah’ın emrine uygun olup olmadığına bakmak gerekir.

Bu gerçeği kavrayıp şuurlu bir şekilde hakka kulak vermeyen ve taklit yolunu tutup inkâr çukurlarında kaybolan kâfirlerin durumunu devam eden âyet-i kerîme bir hayvan sürüsüne benzetmektedir: Ortada kulakları dikkat çeken bir hayvan sürüsü bulunuyor. Ama bu kulaklar, çobanın bağırış ve çağırıştan başka bir şey işitmiyor. O hayvanlar duydukları sözlerin mânasını ise hiç anlamıyorlar. İşte kâfirlerin hali de böyledir. Hayvanın, kendisine seslenen çobanın sesini duyduğu halde ne söylediğini anlamadığı gibi, kâfirler de kendilerine açıklanan ayetleri, tebliğ ve davetleri duyar da bunların ihtiva ettiği hakikatleri bir türlü anlamaz ve inkârlarından vazgeçemezler. Bir taraftan sadece kuru gürültülere, mânasız konuşmalara kulak verirler; diğer taraftan da haykırma kabilinden daha çok faydasız ve boş sözler sarfederler. Kendileri için son derece faydalı olan Allah’ın buyruklarına kulak vermez, dini mevzulara alaka duymazlar. Bu bakımdan onlar hayvandan da daha aşağı seviyededirler. Zira hayvanlar görür, işitir ve bağırırlar. Fakat kâfirler manen sağır, dilsiz ve kördürler; ilâhî hakikatleri ne dinler, ne konuşur ne de görürler. Bu sebeple akılları da dumura uğradığından, istenen şekilde çalışamaz.

Hz. Mevlânâ, inkâr ve günahlara dalmış bu tip kimselerin, gönül kapılarını İslâm’ın güzelliklerine nasıl kapadıklarını şu misalle ne güzel dile getirir:

Adamın biri, büyük bir şehre gelmişti. Çarşıyı gezerken güzel kokular satan attarların sokağına saptı. Dükkanlardan gül, menekşe kokuları dalga dalga sokağa dökülüyordu. Adam birkaç adım attı. Güzel kokular başını döndürmüştü. Fazla dayanamadı, düşüp bayıldı. Halk, bayılan adamın başına üşüşmüştü. Kimi kalbini yokluyor, bileklerini ovuyor, kimisi de gül suyu ile yüzünü yıkıyordu. Ne yaptılarsa adamı ayıltamamışlardı. Ferahlatıcı kokular, gülsuları boşuna harcanmış, adam bir türlü kendine gelememişti. Baygınlığı daha çok artmıştı. Çaresiz kaldılar. Etrafa haber salarak akrabalarını arattılar. Hiç kimse adama sahip çıkmıyor, saatler geçtiği halde adam da bir türlü kendine gelemiyordu. Akşama doğru oradan geçen bir debbağ, adamı tanımıştı. Kalabalığa seslendi:

“- Sakın ona gülsuyu serpmeyin! Ben onun hastalığının ne olduğunu biliyorum. Siz ona hiç dokunmayın, ben biraz sonra geleceğim” diyerek uzaklaştı. Bir virâneye girdi. Avucuna bir parça hayvan pisliği aldı. Attarlar sokağına gelerek, elindeki hayvan pisliğini gizlice bayılan adamın burnuna tuttu. Hayret!.. Adam kendine gelmeye başladı. Biraz sonra da ayağa kalktı. Debbağla birlikte yürüyerek gitti. Çünkü bayılan adam da bir debbağdı. Yıllarca kokmuş deriler arasında pis kokulara alışmış, attarlar sokağında güzel kokulara dayanamayarak düşüp bayılmıştı. (bk. Mevlânâ, Mesnevî, 260-300. beyitler)
Hz. Mevlânâ bu hikayeyi naklettikten sonra şu öğütlerde bulunur:

“Mayıs böceği dâima pislik taşır durur. Bu yüzden de gül suyundan bayılır. Onun ilâcı yine pis kokulu şeylerdir. Çünkü ona alışmıştır, onunla hall ü hamur olmuştur. Nasîhatçiler de, kasvetli kişiyi, kendisine bir kapı açılması, iyileşmesi ve şifa bulması için hikmetli güzel sözlerle, amberle, gülsuyu ile tedâvî etmek isterler. Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır. Sen de nurdan, öğütten, iyilik ve güzellikten nasîbini al!.. Burnunu pisliğe sokma da, mayıs böceği olma! İnsan ol, insan!”

Sabah meltemi; gül, karanfil ve nâdîde çiçeklerini açmış bir bahçe üzerinden eserek geçtiği zaman, nefis, leziz ve gönüllere bahar ferahlığı veren kokularını, estiği yerlere alır götürür. Gönül erleri, sâlihler ve arifler de, kalblerindeki muhabbet, aşk ve vecdlerini sohbetlerine taşırlar. Kalblerindeki esrârın nûru cemâate akseder. İn’ikâs ve insibağ yani boyanma neticesinde kâbiliyyet ve istidada göre gönüller, feyz ve hakikatin nûru ile dolar. Teaffün etmiş, kokuşmuş mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir meltem de, onların mülevves kokularını alarak etrafa yayar, nefesleri tıkar ve ruhları daraltır. Kulluk lezzetinden mahrum fâsıkların meclislerinde de çevrelerine kasvet yayılır. Onlar da birbirlerinin kasvetleri ile hem-hâl olurlar. Kasvetlerinin yârenliği ile lezzetlenirler.

Şunu unutmamak gerekir ki, insanın manen dirilip gönlünün harekete geçmesi ve semâvî gerçeklere kulak verebilmesi için yediği Lokmânın helâl ve temiz olmasının çok büyük bir ehemmiyeti vardır. Gelen ayetler bu gerçeğe temas etmektedir:

Debbağ: Deri işiyle uğraşan, derilerileri terbiye eden kişi..
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
171. Allah’ın dâveti karşısındaki tavırları itibariyle kâfirlerin hâli, tıpkı çobanın çağrısını duyduğu halde, bu sözleri mânasız bir ses ve gürültü olarak algılayan sürünün durumuna benzer. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Çünkü akıllarını kullanmazlar.

Bu âyet-i kerîmeler, Peygamberimiz’in yahudileri İslâm’a davet edip Allah’ın azabından sakındırdığı vakit onlardan bazılarının: “Biz, babalarımızı hangi yol üzere bulduysak ona uyarız. Çünkü onlar bizden daha âlim ve daha hayırlı idiler” demeleri üzerine inmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 107-108) Fakat âyetler, bu şekilde davranan herkesi şumûlüne almaktadır.

Kur’an, insanların şahsî telakkilerini ve atalarından gördükleri bir kısım İslâm’a aykırı adet ve gelenekleri bir tarafa bırakıp kayıtsız şartsız Allah’ın buyruklarına tabi olmalarını ister. Nefsânî bir hayatı terk edip, Rahmânî bir hayata yönlendirir. Körü körüne taklidi yasaklar ve reddeder. “Biz atalarımızın yolunu takip eder, onlardan gördüğümüzü uygular, başka bir şey tanımayız” şeklindeki, hiçbir akıl, mantık ve sağduyunun kabul etmeyeceği, sırf taklit, inat ve ısrar kokan bâtıl düşünceleri kökünden söküp atar. Böyle bir ön kabulü, kendisine akıl, zeka, ilim ve irfan verdiği kuluna yakıştıramaz. Ondan aklını, tefekkür melekelerini ve hür iradesini çalıştırmasını ister. Atalarının akıllı davranamadıklarını, doğruyu bulamadıklarını ve hidâyete eremediklerini yani yanlış yolda olabileceklerini sorgulamasını talep eder. Günahıyla sevabıyla kendinden ve kendi istikbalinden sorumlu olan kişinin yapması gereken en doğru hareket; hakla bâtılı, hayırla şerri, faydalıyla zararlıyı, iyiyle kötüyü birbirinden ayırmaktır. Bunun için de ilâhî hükümleri ve doğru delilleri bilmek lazımdır. Zira bir şeye uymak için, onun eskiliği veya yeniliğine değil, Allah’ın emrine uygun olup olmadığına bakmak gerekir.

Bu gerçeği kavrayıp şuurlu bir şekilde hakka kulak vermeyen ve taklit yolunu tutup inkâr çukurlarında kaybolan kâfirlerin durumunu devam eden âyet-i kerîme bir hayvan sürüsüne benzetmektedir: Ortada kulakları dikkat çeken bir hayvan sürüsü bulunuyor. Ama bu kulaklar, çobanın bağırış ve çağırıştan başka bir şey işitmiyor. O hayvanlar duydukları sözlerin mânasını ise hiç anlamıyorlar. İşte kâfirlerin hali de böyledir. Hayvanın, kendisine seslenen çobanın sesini duyduğu halde ne söylediğini anlamadığı gibi, kâfirler de kendilerine açıklanan ayetleri, tebliğ ve davetleri duyar da bunların ihtiva ettiği hakikatleri bir türlü anlamaz ve inkârlarından vazgeçemezler. Bir taraftan sadece kuru gürültülere, mânasız konuşmalara kulak verirler; diğer taraftan da haykırma kabilinden daha çok faydasız ve boş sözler sarfederler. Kendileri için son derece faydalı olan Allah’ın buyruklarına kulak vermez, dini mevzulara alaka duymazlar. Bu bakımdan onlar hayvandan da daha aşağı seviyededirler. Zira hayvanlar görür, işitir ve bağırırlar. Fakat kâfirler manen sağır, dilsiz ve kördürler; ilâhî hakikatleri ne dinler, ne konuşur ne de görürler. Bu sebeple akılları da dumura uğradığından, istenen şekilde çalışamaz.

Hz. Mevlânâ, inkâr ve günahlara dalmış bu tip kimselerin, gönül kapılarını İslâm’ın güzelliklerine nasıl kapadıklarını şu misalle ne güzel dile getirir:

Adamın biri, büyük bir şehre gelmişti. Çarşıyı gezerken güzel kokular satan attarların sokağına saptı. Dükkanlardan gül, menekşe kokuları dalga dalga sokağa dökülüyordu. Adam birkaç adım attı. Güzel kokular başını döndürmüştü. Fazla dayanamadı, düşüp bayıldı. Halk, bayılan adamın başına üşüşmüştü. Kimi kalbini yokluyor, bileklerini ovuyor, kimisi de gül suyu ile yüzünü yıkıyordu. Ne yaptılarsa adamı ayıltamamışlardı. Ferahlatıcı kokular, gülsuları boşuna harcanmış, adam bir türlü kendine gelememişti. Baygınlığı daha çok artmıştı. Çaresiz kaldılar. Etrafa haber salarak akrabalarını arattılar. Hiç kimse adama sahip çıkmıyor, saatler geçtiği halde adam da bir türlü kendine gelemiyordu. Akşama doğru oradan geçen bir debbağ, adamı tanımıştı. Kalabalığa seslendi:

“- Sakın ona gülsuyu serpmeyin! Ben onun hastalığının ne olduğunu biliyorum. Siz ona hiç dokunmayın, ben biraz sonra geleceğim” diyerek uzaklaştı. Bir virâneye girdi. Avucuna bir parça hayvan pisliği aldı. Attarlar sokağına gelerek, elindeki hayvan pisliğini gizlice bayılan adamın burnuna tuttu. Hayret!.. Adam kendine gelmeye başladı. Biraz sonra da ayağa kalktı. Debbağla birlikte yürüyerek gitti. Çünkü bayılan adam da bir debbağdı. Yıllarca kokmuş deriler arasında pis kokulara alışmış, attarlar sokağında güzel kokulara dayanamayarak düşüp bayılmıştı. (bk. Mevlânâ, Mesnevî, 260-300. beyitler)
Hz. Mevlânâ bu hikayeyi naklettikten sonra şu öğütlerde bulunur:

“Mayıs böceği dâima pislik taşır durur. Bu yüzden de gül suyundan bayılır. Onun ilâcı yine pis kokulu şeylerdir. Çünkü ona alışmıştır, onunla hall ü hamur olmuştur. Nasîhatçiler de, kasvetli kişiyi, kendisine bir kapı açılması, iyileşmesi ve şifa bulması için hikmetli güzel sözlerle, amberle, gülsuyu ile tedâvî etmek isterler. Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır. Sen de nurdan, öğütten, iyilik ve güzellikten nasîbini al!.. Burnunu pisliğe sokma da, mayıs böceği olma! İnsan ol, insan!”

Sabah meltemi; gül, karanfil ve nâdîde çiçeklerini açmış bir bahçe üzerinden eserek geçtiği zaman, nefis, leziz ve gönüllere bahar ferahlığı veren kokularını, estiği yerlere alır götürür. Gönül erleri, sâlihler ve arifler de, kalblerindeki muhabbet, aşk ve vecdlerini sohbetlerine taşırlar. Kalblerindeki esrârın nûru cemâate akseder. İn’ikâs ve insibağ yani boyanma neticesinde kâbiliyyet ve istidada göre gönüller, feyz ve hakikatin nûru ile dolar. Teaffün etmiş, kokuşmuş mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir meltem de, onların mülevves kokularını alarak etrafa yayar, nefesleri tıkar ve ruhları daraltır. Kulluk lezzetinden mahrum fâsıkların meclislerinde de çevrelerine kasvet yayılır. Onlar da birbirlerinin kasvetleri ile hem-hâl olurlar. Kasvetlerinin yârenliği ile lezzetlenirler.

Şunu unutmamak gerekir ki, insanın manen dirilip gönlünün harekete geçmesi ve semâvî gerçeklere kulak verebilmesi için yediği Lokmânın helâl ve temiz olmasının çok büyük bir ehemmiyeti vardır. Gelen ayetler bu gerçeğe temas etmektedir:

Debbağ: Deri işiyle uğraşan, derilerileri terbiye eden kişi..

172. Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl olanlarından yiyin! Eğer yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız O’na şükredin!

173. Allah size leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etini haram kıldı. Bununla birlikte, kim yemediği takdirde ölecek derecede mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak kaydıyla bunlardan yemesinde bir günah yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.

168. ayette bütün insanlara hitap edilerek yalnızca helâl ve temiz rızıklardan yemeleri emredilmişti. Bu âyet-i kerîme ise, mü’minlere hitapla başlamakta ve olardan:

İhsan edilen rızıkların temiz ve helâl olanlarından yemelerini; kötü ve haram olanlarından kaçınmalarını,
Sadece Allah Teâlâ’ya kulluk şuuru içinde, yine O’na şükretmelerini istemektedir.

Zira Cenab-ı Hakk’ın rızık olarak verdiği şeylerin imtihan gerçeği ve hayatın bir kısım dengeleri açısından helâli olduğu gibi haramı, temizi olduğu gibi temiz olmayanı da mevcuttur. O halde rızıkların temizlerinden ve kimsenin hakkı geçmeden, meşrû şekilde kazanılan helâllerinden insana yakışır tarzda yenmelidir. Yemede ölçülü olmak gerektiği gibi helâl, hoş ve temiz şeyleri de haram saymamak lazımdır.

Âyet-i kerîmedeki “yiyiniz” emri genel mânada “mübahlık” ifade etse de, bir kısım “yeme”lerin vacip olmasını engellemez. Zira yemenin mübah olan kısmı olduğu gibi, farz olan kısmı da vardır. Mesela bir insanın ölmeyecek kadar yemesi farzdır. Bir kimse, imkânı olduğu halde yemez de açlıktan ölürse intihar etmiş sayılır ve günahkâr olur. Sonra zarûret miktarından fazla olarak ibâdete kuvvet kazanmak için yemek menduptur. Doyacak kadar yemek mübah, ondan fazlası ise haramdır. İşte “yiyiniz” emri bütün bunları içine almaktadır. (Râzî, V, 9) O halde mü’min, temiz ve helâl olan rızıklardan geçimini temin edecek, kendisine bu nimetleri ikram eden Allah Teâlâ’ya şükredecektir. Sahip olduğu her türlü nimeti, helâl ve temiz rızıklarla beslenen vücudunu, görünen ve görünmeyen azalarını, yaratılış gayelerine uygun bir şekilde kullanacaktır. Çünkü şükrün gerçek bir şekilde yerine getirilmesi, nimeti ihsan edene bu suretle karşılık vererek saygı göstermektir.

Habîb-i Ekrem Efendimiz, bir insanın duasının kabul edilebilmesi için, harâm ve helâle dikkat etmesi gerektiğini vurgulayarak şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ temizdir, ancak temiz olanları kabul eder. O, peygamberlerine emrettiği şeyi mü’minlere de emretmiştir. Cenâb-ı Hak peygamberlere:

«Ey peygamberler! Temiz ve helâl olan rızıklardan yiyin ve dâima sâlih ameller işleyin» (Mü’minûn 23/51) buyurmuştur. Mü’minlere de aynı şekilde:

«Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl olanlarından yiyin!» (Bakara 2/172) buyurmuştur. Bir kimse Allah yolunda uzun seferler yapıyor. Saçı başı dağınık, toza toprağa bulanmış vaziyette ellerini gökyüzüne açarak: «Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!» diye yalvarıyor. Halbuki onun yediği harâm, içtiği harâm, gıdası da harâmdır. Böyle birinin duası nasıl kabul edilir!” (Müslim, Zekât 65)

Helâl lokma yeme bakımından Seyyid Nur Muhammed Bedvânî (k.s.)’un şu gayreti örnek alınmaya değer bir davranıştır:
“Hazret midesine haram girmemesi için elinden geleni yapardı. Yiyeceği ekmeğin buğdayını bulur, ununu öğütür, hamurunu eli ile yoğurur, ekmeğini de kendisi pişirirdi. Ekmeği kurutur, bir yere bırakır, açlık bastırınca ondan alır yerdi. Çok da yemezdi, açlığını giderecek kadar bir parça alırdı. Sonra yine murakabe hâline dalar giderdi. Ekmeği bitince yine kendisi ekmeğini pişirirdi. Önceki gibi yer, ibâdetine, taatine, murakabesine devam ederdi. Murakabe hâli o kadar çok idi ki, bu yüzden beli yay gibi olmuştu.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 808)

İşte Yüce Rabbimiz, insanın maddi-mânevî hayatına, onun dünya ve âhiret saadet ve selametine büyük önem verdiği için neyin helâl neyin haram olduğunu bizzat kendisi beyân etmektedir. Çünkü akıl ile bunları tam olarak belirleyebilmek çoğu zaman mümkün olmamaktadır. Âyet-i kerîmede haram olan yiyeceklerin dört tanesi zikredilmektedir:

Leş: Kendiliğinden ölmüş ya da usulüne uygun kesilmeden öldürülmüş hayvanın eti haramdır. Hayvanın etinin yenilebilmesi için kesim esnasında canlı olması, bu kesim sonucunda ölmüş olması gerekir.

Kan: Eti yenen hayvan bile olsa, canlı veya ölü hayvanın vücudundan akıp ayrılmış olan kan haramdır. En‘âm sûresinin 145. âyetindeki “akıtılmış kan” ifadesi bunu açıklamaktadır. Buna göre bedende et içinde, ciğerlerde ve dalakta kalan kan et hükmünde olup, helâldir.

Domuz eti: İslâm’da domuz eti kesin olarak haram kılınmıştır.

Allah’tan başkasının adına kesilmiş hayvanın eti haramdır. Âyetin bu kısmıyla her şeyden önce, putlar adına kesilen, onlara kurban edilen hayvanlar kastedilmektedir. Zira müşrikler, putlar için kurban keserken seslerini yükseltip “Lât’ın ismiyle, Uzzâ’nın ismiyle” derlerdi. Bir müslümanın veya Ehl-i kitabın unutarak veya unutmadan kasdi olarak besmele çekmeksizin kestiği hayvanın etinin yenilip yenilmeyeceği hususunda mezhep âlimleri arasında görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre sadece kasıtlı olarak Allah’ı anmadan kesilen hayvanın eti haramdır.

Burada Allah Teâlâ bir istisna yaparak, zaruret hallerinde nasıl davranılması gerektiğine ışık tutmaktadır. Helâl yiyecek bulamadığı için hayâtî tehlike, bir kısım uzuvların kaybolmasına etki edecek şiddetli açlık veya zorlama ile yüzyüze gelenlerin, Allah’ın haram kıldığı şeylerden zarûret miktarı yemelerinde bir günah yoktur. Ancak iki şarta dikkat edilmelidir: Birincisi böyle bir durumda kalan kişi, aynı durumdaki bir başkasına haksızlık yapmamalıdır. Meselâ kendisi gibi zaruret içinde olan bir kimsenin yanında bulduğu bir leşten kendi açlığını giderecek kadar alıp bunu yalnız başına yer ve diğeri yiyecek hiçbir şey bulamadığı için açlıktan ölürse bu haramdır. İkincisi, haram şeyi yemek zorunda kalan kimsenin, sadece açlığını giderecek miktar yemesi, ondan fazlasını yememesi lazımdır. Allah Gafûrdur; kullarının her türlü günahlarını, hususiyle böyle durumlarda yenilen haram şeyin günahını bağışlar. Rahîmdir; merhameti sınırsızdır, özellikle böyle zor durumda kalanlara bir kısım ruhsatlar vermek sûretiyle merhamet eder.

Ancak bile bile Allah’ın ayetlerini gizleyen, hükümlerini az bir dünyalık karşılığı satan ve tercihini sapıklık istikametinde kullananlar ilâhî bağış ve merhametten istifade edemeyecekler, bilakis cehenneme atılacaklardır:

174. Allah’ın indirdiği kitabın bazı kısımlarını gizleyen ve bunu az bir bedel karşılığı satanlar yok mu! İşte onlar, karınlarına cehennem ateşi dolduruyorlar. Kıyâmet gününde Allah ne onlarla konuşacak, ne de onları temize çıkaracaktır. Onlara elem verici bir azap vardır.

175. Onlar doğru yola karşılık sapıklığı, Allah’ın affı yerine cehennem azabını satın alan kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar da dayanıklı imişler!

176. Bu azabın sebebi, inkâr ettikleri kitabı Allah’ın gerçeği ortaya koymak üzere indirmesidir. Bu kitap hakkında anlaşmazlığa düşenler ise elbette haktan ve sevaptan büsbütün uzaklaşmışlardır.

Bu âyetler öncelikle Tevrat ve İncil’deki Peygamberimizle alakalı bilgileri gizleyen ve bir kısım dünya menfaati beklentisi içinde dini metinleri bilinçli olarak maksadının aksine yorumlayan yahudi din âlimlerini hedef alsa da, umumi mânada Allah’ın ayetlerini, dini hakikatleri çıkarları doğrultusunda insanlardan gizleyen, yanlış yorumlayan ve dini bir ticaret vasıtası yapan her kişi ve toplulukları ikaz etmektedir. Zira insanlığı sapıklıktan kurtarıp doğru yola erdirmek, onlara iki dünyanın saadet yollarını göstermek üzere gönderilen ilâhî kitapları ve ayetleri böyle dünyevî ve süflî arzularla gizlemek ve bir menfaat aracı olarak kullanmak, gerçekten büyük bir günahtır. Onlar, bu cüretlerinin karşılığında ne kadar yüksek meblağlar elde ederlerse etsinler bu, âhirette karşılaşacakları azaplar ve kaybedecekleri nimetlerle mukayese edildiğinde “çok az bir şey” hükmünde olacaktır. Bu şekilde onlar karınlarına, hiç boş yer kalmayacak biçimde sadece ateş doldurmaktadırlar. Haksız yollarla aldıkları ücretler ve yedikleri şeyler, içlerinde gerçek bir ateş olacak ve onları devamlı yakacaktır. Kıyamet gününde Allah, onlara söz söylemeyecek, rahmetle iltifat etmeyecektir. “Kötülüğün karşılığı, ona denk bir cezadır” (Şûrâ 42/40) kaidesi gereğince, dünyada Allah’ın kelâmını gizleyen bu bahtsızlar, âhirette Yüce Yaratıcı’nın rahmet sözünden mahrum kalacaklardır. Allah onları tezkiye etmeyecek, günahlarını affetmeyecek ve onları temize çıkarmayacaktır. Böylece bütün günah kirleriyle perişan bir halde mahşer yerine geleceklerdir. Neticede onlar, acı ve ıstırap veren devamlı bir azaba düçâr kalacaklardır.

Çünkü onlar, hem kendileri hem de hitap ettikleri insanlar için hidâyet kaynağı olan Allah’ın ayetlerini gizlemek ve onları hedefinden saptırmak suretiyle doğru yol karşılığında sapıklığı satın almışlardır. Aynı şekilde kıymetini bilenlerin elde etmek için büyük gayret gösterdikleri ilâhî affı vererek de âhirette çekecekleri azâbı satın almışlardır. Dolayısıyla kazandıkları en büyük sermaye sadece sapıklık ve azap olmuştur. Âyet-i kerîme bir taaccüp ifadesiyle son bulmaktadır: “Onlar, ateşe karşı ne kadar da dayanıklı imişler!” (Bakara 2/175) Burada ateşten maksat, ona sürükleyen sebepler ve günahlardır. Hayırlı işler ve iyilikler yapmaya, istikamet, doğruluk ve dürüstlüğe, ilâhî hakikatleri açıklamaya, dünya zevklerinden birini bile fedâ etmeye asla sabredemeyen bu kişiler, ateşe götürecek ameller yapmakta ne kadar büyük sabırlar göstermektedirler. Hâsılı ebedî olarak ateşte yanmak için ne kadar zor işlere katlanmaktadırlar. Fakat görüldüğü üzere bu sabır, övgüye layık ve sonu selâmet olan bir sabır değil, akıbeti ebedî bir felâket olan çaresizliktir.

Onların böyle hazin bir akıbet ve büyük bir azaba uğramaları sebepsiz ve haksız değildir. Şüphesiz Cenâb-ı Hak, bütün ilâhî kitapları gerçekleri açıklamak üzere indirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm gibi asılları itibariyle Tevrat, İncil ve Zebur da bu hükme tabidir. Hepsi Allah kelâmıdır ve hepsine iman etmek şarttır. Dolayısıyla ilâhî kitaplar hakkında anlaşmazlığa düşenler; bunların hepsine inanmayıp da bir kısmına inananlar, Kur’an’ın bazı ayetlerini kabul edip bazı ayetlerini reddedenler ve yine Kur’an hakkında şiir, sihir ve kehânet gibi iddialarda bulunanlar, elbette doğru olandan çok uzak bir ayrılık, anlaşmazlık ve sapkınlık içine düşmüşlerdir. Bu durumda olan kimselere layık olan ise, ebedî cehennemdir.

O halde kişiyi cehennem azabından kurtaracak ve cennete ulaştıracak gerçek iyilikler nelerdir? Gelen âyet-i kerîme bunu haber vermektedir:

177. Yüzlerinizi doğu ya da batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanan; malını sevdiği halde akrabasına, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, dilenenlere, hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren; namazı dosdoğru kılıp zekâtı ödeyen; antlaşma yaptığında sözünde duran; sıkıntı, darlık, hastalık ve şiddetli savaş zamanlarında sabredenlerin yaptığıdır. Kulluklarında samimi ve dürüst olanlar işte bunlardır; gerçek takvâ sahipleri de yine bunlardır.

Âyet-i kerîme, bütün insanlara hitap etmektedir. Bu beyânıyla, en faziletli amelin kendi kıblelerine yönelmek olduğunu düşünen ve Kâbe’nin kıble olmasına şiddetle karşı çıkan Ehl-i kitab’ın iddialarını çürüttüğü gibi, Kâbe’ye yönelmekle gayelerine ulaşmış olduklarını zanneden mü’minlere de gerçek iyiliğin yollarını göstermektedir. Allah Teâlâ’nın muradı ise, sadece kıbleye dönülmesi değil, sayılan bu iyilikleri yapmak ve bu güzel ahlâkî vasıflara sahip olmaktır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 30-31)

Âyet-i kerîme özellikle “birr”i tanımlar. اَلْبِرُّ (birr) kelimesi, “hayırlı işlerde bolluk ve genişlik” mânasındadır. Bundan hareketle bu kelime Kur’ân-ı Kerîm’de iman ve ibâdetten başlamak üzere her türlü hayır, iyilik, ihsan, itaat, doğruluk ve takvâ mânalarını içine alacak şekilde kullanılmıştır. Peygamber Efendimiz ise “birr”i, “güzel ahlâk” olarak tarif etmiştir. (Müslim, Birr 14-15)

Âyette “birr” tarif edilirken dört hususa dikkat çekilmektedir:

Birincisi, iman esasları: Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman etmek. Bütün güzelliklerin ve mânevî kemâlâtın başı imandır. İman kalbe yerleşmeden ve orada kökleşmeden sâlih amellerin yapılması zor olacağı gibi, bundan hayırlı bir semere beklemek de nâfiledir. Bu bakımdan âyet-i kerîmelerde öncelikle imana yer verilmektedir. İmanın makbul olması için de inanılması gereken bütün esaslara, Rabbimizin istediği şekilde iman etmek lüzumu vardır. Peygamberimiz (s.a.s.):

“Allah’ı rab, İslâm’ı din, Muhammed’i peygamber olarak benimseyip onlardan razı olan kişi, imanın tadını tadar” (Müslim, Îman 56; Tirmizî, İmân 10/2623) buyurmaktadır.

İkincisi, ibâdetler: İhtiyaç sahiplerine gönüllü olarak ve seve seve harcamada bulunmak, namazı kılmak ve zekâtı vermek. İmandan sonra ibâdetler gelmektedir. İman, adeta İslâm ağacının kökleri, ibâdetler ise onun gövdesi, dal ve budakları gibidir. Güzel ahlâk ve coşkun manevî duygular ise onun çiçek ve meyveleri mesâbesindedir. İslâm’da ibâdet hayatının ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından şu rivayetler oldukça dikkat çekicidir:

Sa‘d b. Ebî Vakkâs (r.a.) anlatıyor:

“İki kardeş vardı. Bunlardan biri diğerinden kırk gün evvel vefat etti. Resûlullah (s.a.s.)’in yanında birinci kardeşin faziletinden bahsedildi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.):
«–Diğeri müslüman değil miydi?» diye sordu.
«–Evet ey Allah’ın Rasûlü, müslümandı ve fenâ biri de değildi!» dediler. Resûlullah (s.a.s.):
«–Namazının ona ne dereceler kazandırdığını siz nereden bileceksiniz? Namazın misali, sizden birinin kapısının önünde akan ve her gün içine beş defâ girip yıkandığı, suyu bol ve tatlı bir nehir gibidir. Ne dersiniz, bu durum onda hiç kir bırakır mı? Siz namazın onu hangi derecelere ulaştırdığını bilemezsiniz.»” (Muvatta’, Kasru’s-Salât 91)

Abdullah b. Şeddâd şöyle anlatıyor: Benî Uzre kabilesinden üç kişi Resûlullah (s.a.s.)’e geldiler ve müslüman oldular. Allah Resûlü:

“−Bunların bakımını kim üstlenir?” diye sordu. Talha (r.a.):

“− Ben yâ Resûlallah!” dedi.

Onlar Talha (r.a.)’ın yanında iken Resûlullah (s.a.s.) bir seriye gönderdi. O üç kişiden biri bu birlik içinde çıktı ve şehîd oldu. Daha sonra bir seriyye daha gönderdi. Bununla da ikincisi çıktı ve o da şehîd oldu. Üçüncü şahıs ise bir müddet sonra yatağında vefât etti. Talha (r.a.) bundan sonrasını şöyle anlatır:

“−Yanımda kalan bu üç şahsı rüyamda cennette gördüm. Yatağında ölen en öndeydi, ikinci sırada şehîd olan onu takip ediyordu, ilk defa şehîd düşen de en sondaydı. Şaşırdım ve bu bana ağır geldi. Hemen Nebi (s.a.s.)’e gelerek gördüklerimi anlattım. Allah Rasulü şöyle buyurdu:

«−Bunda şaşılacak bir şey yok! Allah katında tesbih, tekbir ve tehlili dilinden düşürmeden İslâm üzere ömür süren mü’minden daha faziletli bir kimse yoktur»” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 163)

Hadisin bir başka rivayetinde ise şöyle bir izah yer alır: “O, şehîd olan kardeşinden sonra Ramazan orucunu tutmadı mı, bir senede altı bin şu kadar rekât namaz kılmadı mı? O halde ikisi arasında bu kadar fark tabiî ki olacak!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 333)

Ayette malın ihtiyaç sahiplerine seve seve harcanmasına öncelik verilmiştir. Çünkü din, candan ve maldan fedakârlığı gerektirir. Huzurlu bir ibâdet ortamının teşekkülünde, zaruri ihtiyaçların karşılanarak İslâm kardeşliğinin tesis edilmesinin, emniyet ve barışın yayılmasının çok büyük bir ehemmiyeti vardır. Bunun için de genişlikte olduğu gibi darlıkta ve zorlukta da infaka sarılmak gerekmektedir. Resûlullah (s.a.s.): “Hangi sadaka daha faziletlidir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir:

“Sağlıklı ve ihtiyaçlı olduğun, geçim sıkıntısı çekip fakirlikten korktuğun halde verdiğin sadakadır. Sakın can boğaza gelinceye kadar geciktirme! Sonra o zaman: «Şunu falana, şunu da falana verin. Şu da falanın hakkıydı» dersin.” (Müslim, Zekât 93; Nesâî, Zekât 60)

Âyetin istediği yardım ve cömertlik sadece insanlara değil, tüm canlılar için geçerlidir. Şu misal, malı hak yolunda seve seve harcamanın ve cömert olmanın derin boyutlarını ne güzel ortaya çıkarır:

Abdullah b. Câfer (r.a.) bir seyahat esnâsında, bir hurma bahçesine uğradı. Bahçenin hizmetçisi siyahî bir köle idi. Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir köpek geldi. Köle, ekmeklerden birini ona attı. Köpek, ekmeği yedi. Öbürünü attı. Onu da yedi. Üçüncüyü de attı. Onu da yedi. Bunun üzerine Abdullah b. Câfer ile köle arasında şöyle bir konuşma geçti:

“–Senin ücretin nedir?”
“–İşte gördüğünüz üç ekmek.”
“–Niçin hepsini köpeğe verdin?”
“–Buralarda hiç köpek yoktu. Bu köpek uzaklardan gelmiş olmalı. Aç kalmasına gönlüm râzı olmadı.”
“–Peki bugün sen ne yiyeceksin?”
“–Sabredeceğim, günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim.”

Bu güzel ahlâk karşısında hayran kalan Abdullah (r.a.):

“–Sübhânallah! Bir de benim çok cömert olduğumu söylerler. Halbuki bu köle benden daha cömertmiş!” buyurdu. Ardından da o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı ve köleyi âzâd edip, hurmalığı ona bağışladı. (Gazâlî, Kimyâ-yı Saadet, s. 467)

Şâir, şu beytiyle böyle yüksek ruhlu insanların durumunu dile getirir:
“Ehl-i rif’attır eden cezb-i kulûb-i zuafâ
Zerre-perverlik olur fâide-i mihr-i münîr.”
(Sâmî, Arpaemînizâde)

“Yüksek ruhlu insanlar, âciz ve muhtaç kişilerin gönüllerini fethederler. Güneşin de en büyük faydası, kâinatın her zerresine ışık ve sıcaklık vermek değil midir?”

Üçüncüsü; içtimâi hususlar, muamelât ve beşeri münasebetler: Bunların başında gelen ise verilen söz ve yapılan anlaşmaların gereğini yerine getirmek, sözden dönmemektir. Yüce Rabbimiz, kurtuluşa erecek mü’minlerin vasıflarını açıklarken:

“O mü’minler, kendilerine tevdî edilen her türlü emâneti korur ve verdikleri sözleri tastamam yerine getirirler”

(Mü’minûn 18/8) buyurur.

Allah Resûlü (s.a.s.) de: “Ben kıyâmet günü şu üç kısım insanın düşmanıyım” dedikten sonra, ilk olarak “Allah adına yemin ettikten sonra sözünden cayan kişi”yi zikretmiştir. (Buhârî, Buyû 106) Diğer bir hadisinde, verdiği sözden dönen kimsenin, bu huyu terk edinceye kadar münafıklıktan bir sıfat taşıdığını haber verir. (Buhârî, İman 24) Efendimiz, ahdine vefa göstermeyenlerin kıyâmet gününde karşılaşacakları acı manzarayı ise şöyle tasvîr eder:

“Kıyâmet günü, sözünde durmayan kimselerin arkasında bir bayrak bulunacak ve vefâsızlığı ölçüsünde o bayrak yükseltilecektir.” (Müslim, Cihâd 15)

Habîb-i Ekrem (s.a.s.)’in ahdine vefâ göstermesi o derece zirveleşmiştir ki düşmanları bile bu rahmetten istifade etmişlerdir. Huzeyfe (r.a.) şöyle anlatır:

“Babam Hüseyl ile beraber yola çıkmıştık. Kureyş kâfirleri bizi tuttular ve:

«- Siz muhakkak Muhammed’in safına katılmak istiyorsunuz» dediler. Biz de:
«- Hayır, Medine’ye bu sebeple değil, başka bir iş için gidiyoruz» dedik. Bunun üzerine bizden, Efendimiz’in safında yer alıp onunla birlikte savaşmayacağımıza dâir Allah adına söz aldılar. Medine’ye gelip durumu Resulullah’a arzedince gönüller Sultânı Efendimiz:

«- Haydi gidin. Biz sizin verdiğiniz sözü tutar, onlara karşı da Allah’tan yardım dileriz!» buyurdular. İşte benim Bedir savaşına iştirâk etmememin sebebi budur.” (Müslim, Cihâd 98)

Zira içtimâî nizamın teşekkülünde ve devamında ahde vefânın, verilen sözde durmanın mühim bir yeri vardır. Fert ve cemiyet hayatının gelişmesi karşılıklı münâsebetlere, bunlar da çeşitli anlaşma ve sözleşmelere bağlıdır. Bunlar olmaksızın içtimâî ve iktisâdî hayatın gelişmesi ve devam etmesi mümkün değildir. Bu sebeple insanların şikâyetlerinin önemli bir kısmı ve işlerin aksamasının temel sebebi umûmiyetle ahde vefâsızlıktır. Yapılan ahde uymayı istemek kazanılmış bir hak, onu yerine getirmek de kabul edilmiş bir vazîfedir. Verdiği sözü tutmayan kimse, karşı tarafın hakkını ödememiş ve kendi vazîfesini de yerine getirmemiş olur. Allah Teâlâ: “Verdiğiniz sözü de yerine getirin; çünkü herkes verdiği sözden mutlaka sorguya çekilecektir” (İsrâ 17/34) buyurarak kullarını bu hususta dikkatli olmaya çağırmaktadır.

Dördüncüsü, ahlâkî vasıflar: Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyyenin öğrettiği pek çok ahlâkî güzellik bulunmaktadır. Bunların temeli de sabırdır. Her türlü zorluk karşısında, darlık ve sıkıntıda, özellikle savaşların sebep olduğu ölüm, açlık ve perişanlık hallerinde sabırlı davranabilmektir.

Hz. Mevlânâ şöyle der:

“Senin işittiğin tesbihlerin rûhu sabretmektir. Sen de başına gelen musibetlere, belalara sabret ki, en doğru dürüst tesbih budur. Hiç bir tesbih sabır derecesine varmamıştır. Sabret ki, sabır, ferahlığın neşenin anahtarıdır. Sabır, sırat köprüsüne benzer; cennetse öbür taraftadır. Her güzelin yanında çirkin bir lala vardır. Laladan kaçarsan güzeli de göremezsin. Çünkü lala güzelden hiç ayrılmaz. Ey hafif bir şeyden kırılan sırça gönüllü! Sen sabrın zevkini, hususiyle Hakk’a kavuşmak için çekilen sabrın, sıkıntının tadını ne bilirsin?” (Mevlânâ, Mesnevî, 3145-3149. beyitler)

İşte iman, ibâdet, muamelât ve ahlâk boyutlarıyla bütün vazifelerini tam olarak yerine getirebilen bu talihli kullar, iman ve amellerinde doğru, samimi ve dürüst olan kimselerdir. Onların sözleriyle özleri ve işleri birbirine uygundur. Onlar sadâkat imtihanını başarıyla vermişlerdir. İşte gerçek mânada müttakî olanlar da bunlardır. Bu iman ve amelleriyle, korunması gereken şeyleri en güzel şekilde korumuş, Allah’ın rızâsına erişmiş, cehennem azabından kurtulmuş ve ebedi cenneti kazanmışlardır.

Allah Teâlâ’nın mü’min kullarından istediği bir diğer husus da insanların hayat haklarına önem vermek, haksız yere cana kıyılmasını engellemek ve bunu sağlamak üzere de “kısas” emrinin gereklerini yapmaktır:

178. Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas emredildi. Buna göre hüre hür, köleye köle ve kadına da kadın kısas edilir. Fakat kâtil, öldürdüğü kimsenin yakını tarafından affedilirse kısas düşer. O zaman affeden, uygun görülen diyeti kabul etmeli, affedilen de diyet borcunu güzelce ve tam olarak ödemelidir. Bu, Rabbinizin bir hafifletmesi ve merhametidir. Bütün bunlara rağmen kim Allah’ın koyduğu sınırı aşarsa, pek acı bir azabı haketmiş olur.

İslâm, insanın her türlü haklarını koruyan, onun can ve mal emniyetini sağlayan bir dünya düzeni tesis etmekte, bunu gerçekleştirmek için lazım gelen temel kaideleri bildirmektedir. Bu temel kaidelerden biri, insanın can güvenliğidir. İslâm, kısas emriyle bu hususta en keskin çareyi ortaya koymuştur.

الْقِصَاصُ (kısas) kelimesinin türediği الْقَصُّ (kass) sözlükte bir haberi anlatmak, izini takip etmek, katili öldürmek, saç veya tırnakları kesmek, takas etmek gibi mânalara gelmektedir. Kâtil, öldürmekte bir yol izlemekte, daha sonra onun izi takip edilerek, onun izlediği yoldan gidilerek, takas yapılarak kendisine aynı ceza verilmektedir.

Hukukta kısas, kasten adam öldüren veya yaralayan kişinin gerekli şartlar çerçevesinde işlediği fiil cinsinden ve ona denk bir ceza ile cezalandırılmasıdır. Yani kasten öldürdüğü kişiye karşılık öldürülmesi ya da kasten işlediği yaralama fiiline karşılık benzeri şekilde cezalandırılmasıdır. (DİA, “Kısas” maddesi, XXV, 488)

Âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi, Allah Resûlü (s.a.s.) peygamber olarak gönderilmeden önce bu konuda mevcut olan hükümleri ortadan kaldırarak en âdil hükmü getirmektir. Zira yahudiler sadece öldürmeyi, hıristiyanlar sadece diyet alıp affetmeyi benimsemişlerdi. Araplar ve onlarla beraber yahudilerin bir kısmı ise bazan öldürmenin vacib olduğuna, bazan da diyetin vacib olduğuna hükmediyorlardı. Fakat bu iki hükümden her birinin uygulamasında da haksızlık yapıyorlardı. Mesela Arap kabilelerinden Ensar’ın iki kabilesi arasında cahiliye devrinden kalma kan davaları vardı. Bir taraf, şeref ve kuvvetine güvenerek diğerine karşı ileri gidip “Bizden bir köle karşılığında sizden bir hür, bir kadın karşılığında bir erkek öldüreceğiz” diye yemin etmişlerdi. müslüman olduktan sonra Resulullah (s.a.s.)’e gelip muhakeme olmak istediklerinde bu âyet indi. (Buhârî, Tefsir 2/23; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 52-53;Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 40-41)

Bu âyet-i kerîmede ölümle alakalı kısas cezası ve ona dair hükümler zikredilir. Bunun için öldürme olayının “kasten” gerçekleştirilmiş olması gerekir. Hata ile meydana gelen öldürme olaylarında geçerli olan hükümleri Nisâ sûresi 92. âyet-i kerîme; ölüm hâricinde vuku bulan yaralamalarla alakalı hükümleri ise Mâide sûresi 45. âyet-i kerîme beyân etmektedir.

İslâm’a göre herkes kendi işlediği suçtan sorumlu olur. (bk. Tûr 52/21) Suçluya da işlediği suça denk bir ceza verilmesi istenir. (bk. Nahl 16/126) Kasten adam öldürenin öldürülmesi ve kasten yaralayıp sakat bırakanın da aynı şekilde cezalandırılması, bu yüzden mağdur olan kimselerin haklarının korunması esasına dayanır. Bu gibi suçlar şahsî hakların ihlali olarak değerlendirildiği için bu hususta mağdur olan tarafa yani öldürülen kimsenin yakınlarına ve yaralanan şahsa söz hakkı tanınmıştır. Suç kasten işlenmişse, mağdur tarafın kısas isteme veya kısas yerine diyet talep etme hakları vardır.

Kısas, insanın hayat hakkını emniyet altına almayı hedefleyen bir cezadır. Zira hayat hakkı, insan haklarının temelini oluşturur. Diğer hakların kullanılması ise tümüyle hayat hakkına bağlıdır. Kasten adam öldürme ve yaralamalar kısasla cezalandırılarak insan hayatına yönelik haksız tecavüzlerin önü kesilir. Ayrıca suçlu, işlediği suça denk bir ceza görerek adâlet gerçekleşmiş olacaktır.

İslâm, suçsuz ya da suçlu, mü’min ya da kâfir, zengin ya da fakir herkesin hakkını savunan adâlet dinidir. Bu sebeple vuku bulan bir suçu cezalandırırken mağdur taraf kadar, suçlunun haklarını da koruyucu tedbirler alır. Bu esasa dayanılarak ceza verirken suçun “kasten” mi, yoksa hata ile mi işlendiği ayrımına dikkat eder. Eğer suçun işlenmesinde kasıt yoksa veya kısasın tatbiki mümkün değilse yahut kısas düşerse bedenî ceza yerine diyet ödetme yönüne gidilir. Ayrıca ödenecek diyete suçlunun kan akrabaları veya yakın çevresi ortak edilir. Böylece bir taraftan suçlunun maddi külfetini hafifleten, bir taraftan da yaralanması veya bir azasını kaybetmesi halinde mağduru, ölmesi durumunda da destekten mahrum kalan ailesini koruyan ortak bir tazmin sistemi oluşturulur. Böylece hem suçluyu hem de mağduru yalnız bırakmayan, bilakis toplumu bozacak suçlarla birlikte mücadeleyi sağlayacak yardımcı müesseseler ihdas edilmiş olur.

İslâm hukukunda kısas için zaruri şart olan mağdurun kısas talebi yeterli görülmez. Bu cezanın verilebilmesi için suçun işleyende, mağdurda ve suçu oluşturan fiilde birtakım şartlar aranır. Kısas, ancak ehliyetli mahkemenin kararı ve ilgili resmî görevlilerinin sorumluluğunda uygulanır. Böylece ferdî hak arama yolu kapatılıp, kan davalarının önüne geçilmiş olur.

Kısasla alakalı ayetlerde “affetmek” özellikle tavsiye edilmiştir. “Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahları için bir keffâret olur” (Mâide 5/45) beyânıyla bunun âhirette günahlara kefaret olacağı bildirilir. Böylece yüksek ahlâkî duyguların hâkim olduğu ve İslâm kardeşliğinin yaşandığı bir toplum hayatı hedeflenir. Kısas, aslî bir hak ve ilk borçtur. Af ise bunun üzerine gerekebilecek bir fazilettir. Bu fazilet, ya tam olarak kayıtsız ve bedelsiz yahut eksik olarak diyet ya da başka bir bedel karşılığında yapılır. Bu şekilde kısas, aslî bir vacib olarak meşrû olmasaydı, af bir fazilet değil, insanları öldürme cinayetini mübah kılacak olan bir ihmal olurdu. Yani kısas meşrû olmasaydı, affın hiçbir mânası kalmazdı. İşte Kur’ân, bu gerçekten hareketle kısası, öldürülen kimse için bir hak, toplum için aslî bir görev, affı da öldürülen kimsenin velisi için bir fazilet, “iyilik ve ödeme” kelimeleri altında diyet almayı da bir ruhsat olmak üzere meşrû kılmıştır.

Bununla birlikte “Bütün bunlara rağmen kim Allah’ın koyduğu sınırı aşarsa, pek acı bir azabı haketmiş olur” (Bakara 2/178) buyrularak kısas, diyet veya af, bunlardan hangisi olursa olsun karşılıklı anlaşma gerçekleşip, hüküm karara bağlandıktan ve icra edildikten sonra tarafların birbirlerinin hukukuna saygılı olmaları istenmekte, buna riayet etmeyenler acı bir azapla tehdit edilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de bir insanı haksız yere öldüren kimsenin sanki bütün insanları öldürmüş gibi büyük bir cinâyet işlediği haber verilmiştir. (Mâide 5/32) Kasten işlenen cinayetlerde de gerek mağdur tarafın ve toplumun ortak duygularının tatmin edilmesi, gerekse suçun önlenip insan hayatının ve sağlığının her şeyin üstünde tutulmasını sağlamak üzere suça denk bir ceza demek olan kısas hükmü konulmuştur. Ancak İslâm’da hata ile, sebep olarak veya kastını aşarak adam öldürene kısas cezası uygulanmaz. Buna karşılık bilerek, isteyerek ve tasarlayarak bir kimseyi öldüren câniyi korumanın, affetmenin veya birkaç sene hapis cezasıyla yetinmenin savunulacak bir yönü yoktur. Üstelik bu hususta af ve müsamaha olacaksa, bu konuda öncelikle mağdur tarafa söz hakkı tanımak gerekir. Günümüz batı kökenli ceza hukuklarında adam öldürme, ırza tecavüz, silahlı gasp gibi ağır suçlarda suçluya neticede 5-10 yılı aşmayan hapis cezalarını uygulanması hem mağdur tarafta ve toplumda büyük bir tepki ve hoşnutsuzluğa yol açmakta, hem de suçun işlenmesinde hiçbir caydırıcı rol oynamamaktadır. Bunu en iyi bilen Rabbimiz suça denk bir ceza emrederek, insan hayatını ve sağlığını korumanın en emniyetli yolunun kısas olduğunu şöyle beyân buyurmaktadır:

“Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır. Umulur ki böylece hem öldürmekten hem de öldürülmekten korunursunuz.” (Bakara 2/179)

Kısas, hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir. Kısasın emredilmesinde insanlık haysiyetine sahip, insanlığın hayrını isteyen, özü sağlam, temiz akıl sahibi kimseler için büyük bir hayat vardır. Affın kıymeti de buna bağlıdır. Gerçi kısasın kendisi, bir hayatı yok etmektir ama, aynı zamanda haksız yere bir hayatı yok etmeye karşı, hayatın ve yaşama hakkının sağlanmasının en büyük müeyyidesidir. Şöyle ki:

Kısas, hem katil olmak isteyen kimse, hem de öldürülmesi istenen kimse hakkında hayatı korumaya sevketmektedir. Çünkü katil olmak isteyen kimse, öldürürse ve öldürdüğünde kendisinin de öldürülmeyi hak edeceğini bilirse akıl gereği olarak, öldürmekten vazgeçer. Böylece hem kendisi hem de karşısındaki hayatta kalır.

Kısasta, cinayet işleyecek ve cinayete kurban gidecek olandan başka bütün toplumun yaşama hakkını da teminat altına alma vardır. Çünkü bu yolla öldürmenin önüne geçilmesi, bu ikisinden başka, bunlarla uzaktan yakından ilgisi olan insanların da hayatlarının devamına ve güvenliğine bir garantidir. Zira bir öldürme olayı, öldürenle öldürülenin yakınları arasında düşmanlık ve fitneye, bu da büyük kan davalarına sebep olabilmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 48-49; Elmalılı, Hak Dini, I, 609)

İşte kısasın emredilmesi, bu kadar önemli bir yaşama sebebi olduğu gibi, bu “Sizin için kısasta hayat vardır” vecizesi de belağatın en yüksek derecesine ulaşmış, özlü bir îcâz ve i’câz prensibini teşkil eder. Kısasın meşrû oluşunun güzellikleri bu prensiple beyân buyrulmuştur. İhtivâ ettiği hayatî güzellikler ve hedefler itibariyle çok önemli olan kısas, günahlardan korunabilmemiz, öldürmeden, kısası ihmal veya kötüye kullanmadan sakınıp, hayatımızı ve yaşama hakkımızı muhafaza edebilmemiz için farz kılınmıştır. Ancak bu surette dünya hayatında kötülüklerden sakınır, âhiret hayatında da kurtuluşa erebiliriz.

Önceki ayetlerde bir münasebetle ölümden bahsedilmişken, bu vesileyle ölüm anında yapılması lazım gelen bir kısım dinî vazifeler, bunlar içinde de hususiyle vasiyetten bahsedilerek şöyle buyrulur:

“Bir mü’minin diğer bir mü’mini öldürmesi olacak şey değildir. Fakat yanlışlıkla olabilir. Kim yanlışlıkla bir mü’mini öldürürse, cezası, mü’min bir köleyi azat etmesi ve ölenin ailesine diyet ödemesidir. Ancak ölenin ailesi bağışlarsa, diyet ödemesi gerekmez. Şâyet ölen mü’min olmakla birlikte size düşman olan bir kavimden ise, öldürenin cezası, sadece mü’min bir köleyi azat etmesidir. Eğer öldürülen kişi, aranızda anlaşma bulunan kâfir bir kavimdense, o takdirde ceza, ölenin ailesine diyet ödemesi ve mü’min bir köleyi azat etmesidir. Bunları yerine getirmek için yeterli imkânlara sahip olamayan, bunun yerine peş peşe iki ay oruç tutmalıdır. Allah bu cezaları, yanlışlıkla adam öldüren kimsenin tevbesini kabul etmek için koymuştur. Allah, hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Nisâ 4/92)

“Biz Tevrat’ta onlara şunu farz kılmıştık: “Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır; yaralamalar da böyle kısas yapılacaktır.” Fakat kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahları için bir keffâret olur. Her kim de Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Mâide 5/45) Tevrat’ta yazılan bu hükümler, Kuran-ı Kerîm bunları alıp doğrulayarak bize takdim ettiği için, İslâm hukukundaki “şer’u men kablenâ: bizden öncekilerin şeriati” gereğince bizim için de aynen geçerlidir.

179. Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır. Umulur ki böylece hem öldürmekten hem de öldürülmekten korunursunuz.

İslâm, insanın her türlü haklarını koruyan, onun can ve mal emniyetini sağlayan bir dünya düzeni tesis etmekte, bunu gerçekleştirmek için lazım gelen temel kaideleri bildirmektedir. Bu temel kaidelerden biri, insanın can güvenliğidir. İslâm, kısas emriyle bu hususta en keskin çareyi ortaya koymuştur.

الْقِصَاصُ (kısas) kelimesinin türediği الْقَصُّ (kass) sözlükte bir haberi anlatmak, izini takip etmek, katili öldürmek, saç veya tırnakları kesmek, takas etmek gibi mânalara gelmektedir. Kâtil, öldürmekte bir yol izlemekte, daha sonra onun izi takip edilerek, onun izlediği yoldan gidilerek, takas yapılarak kendisine aynı ceza verilmektedir.

Hukukta kısas, kasten adam öldüren veya yaralayan kişinin gerekli şartlar çerçevesinde işlediği fiil cinsinden ve ona denk bir ceza ile cezalandırılmasıdır. Yani kasten öldürdüğü kişiye karşılık öldürülmesi ya da kasten işlediği yaralama fiiline karşılık benzeri şekilde cezalandırılmasıdır. (DİA, “Kısas” maddesi, XXV, 488)

Âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi, Allah Resûlü (s.a.s.) peygamber olarak gönderilmeden önce bu konuda mevcut olan hükümleri ortadan kaldırarak en âdil hükmü getirmektir. Zira yahudiler sadece öldürmeyi, hıristiyanlar sadece diyet alıp affetmeyi benimsemişlerdi. Araplar ve onlarla beraber yahudilerin bir kısmı ise bazan öldürmenin vacib olduğuna, bazan da diyetin vacib olduğuna hükmediyorlardı. Fakat bu iki hükümden her birinin uygulamasında da haksızlık yapıyorlardı. Mesela Arap kabilelerinden Ensar’ın iki kabilesi arasında cahiliye devrinden kalma kan davaları vardı. Bir taraf, şeref ve kuvvetine güvenerek diğerine karşı ileri gidip “Bizden bir köle karşılığında sizden bir hür, bir kadın karşılığında bir erkek öldüreceğiz” diye yemin etmişlerdi. müslüman olduktan sonra Resulullah (s.a.s.)’e gelip muhakeme olmak istediklerinde bu âyet indi. (Buhârî, Tefsir 2/23; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 52-53;Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 40-41)

Bu âyet-i kerîmede ölümle alakalı kısas cezası ve ona dair hükümler zikredilir. Bunun için öldürme olayının “kasten” gerçekleştirilmiş olması gerekir. Hata ile meydana gelen öldürme olaylarında geçerli olan hükümleri Nisâ sûresi 92. âyet-i kerîme; ölüm hâricinde vuku bulan yaralamalarla alakalı hükümleri ise Mâide sûresi 45. âyet-i kerîme beyân etmektedir.

İslâm’a göre herkes kendi işlediği suçtan sorumlu olur. (bk. Tûr 52/21) Suçluya da işlediği suça denk bir ceza verilmesi istenir. (bk. Nahl 16/126) Kasten adam öldürenin öldürülmesi ve kasten yaralayıp sakat bırakanın da aynı şekilde cezalandırılması, bu yüzden mağdur olan kimselerin haklarının korunması esasına dayanır. Bu gibi suçlar şahsî hakların ihlali olarak değerlendirildiği için bu hususta mağdur olan tarafa yani öldürülen kimsenin yakınlarına ve yaralanan şahsa söz hakkı tanınmıştır. Suç kasten işlenmişse, mağdur tarafın kısas isteme veya kısas yerine diyet talep etme hakları vardır.
Kısas, insanın hayat hakkını emniyet altına almayı hedefleyen bir cezadır. Zira hayat hakkı, insan haklarının temelini oluşturur. Diğer hakların kullanılması ise tümüyle hayat hakkına bağlıdır. Kasten adam öldürme ve yaralamalar kısasla cezalandırılarak insan hayatına yönelik haksız tecavüzlerin önü kesilir. Ayrıca suçlu, işlediği suça denk bir ceza görerek adâlet gerçekleşmiş olacaktır.

İslâm, suçsuz ya da suçlu, mü’min ya da kâfir, zengin ya da fakir herkesin hakkını savunan adâlet dinidir. Bu sebeple vuku bulan bir suçu cezalandırırken mağdur taraf kadar, suçlunun haklarını da koruyucu tedbirler alır. Bu esasa dayanılarak ceza verirken suçun “kasten” mi, yoksa hata ile mi işlendiği ayrımına dikkat eder. Eğer suçun işlenmesinde kasıt yoksa veya kısasın tatbiki mümkün değilse yahut kısas düşerse bedenî ceza yerine diyet ödetme yönüne gidilir. Ayrıca ödenecek diyete suçlunun kan akrabaları veya yakın çevresi ortak edilir. Böylece bir taraftan suçlunun maddi külfetini hafifleten, bir taraftan da yaralanması veya bir azasını kaybetmesi halinde mağduru, ölmesi durumunda da destekten mahrum kalan ailesini koruyan ortak bir tazmin sistemi oluşturulur. Böylece hem suçluyu hem de mağduru yalnız bırakmayan, bilakis toplumu bozacak suçlarla birlikte mücadeleyi sağlayacak yardımcı müesseseler ihdas edilmiş olur.

İslâm hukukunda kısas için zaruri şart olan mağdurun kısas talebi yeterli görülmez. Bu cezanın verilebilmesi için suçun işleyende, mağdurda ve suçu oluşturan fiilde birtakım şartlar aranır. Kısas, ancak ehliyetli mahkemenin kararı ve ilgili resmî görevlilerinin sorumluluğunda uygulanır. Böylece ferdî hak arama yolu kapatılıp, kan davalarının önüne geçilmiş olur.

Kısasla alakalı ayetlerde “affetmek” özellikle tavsiye edilmiştir. “Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahları için bir keffâret olur” (Mâide 5/45) beyânıyla bunun âhirette günahlara kefaret olacağı bildirilir. Böylece yüksek ahlâkî duyguların hâkim olduğu ve İslâm kardeşliğinin yaşandığı bir toplum hayatı hedeflenir. Kısas, aslî bir hak ve ilk borçtur. Af ise bunun üzerine gerekebilecek bir fazilettir. Bu fazilet, ya tam olarak kayıtsız ve bedelsiz yahut eksik olarak diyet ya da başka bir bedel karşılığında yapılır. Bu şekilde kısas, aslî bir vacib olarak meşrû olmasaydı, af bir fazilet değil, insanları öldürme cinayetini mübah kılacak olan bir ihmal olurdu. Yani kısas meşrû olmasaydı, affın hiçbir mânası kalmazdı. İşte Kur’ân, bu gerçekten hareketle kısası, öldürülen kimse için bir hak, toplum için aslî bir görev, affı da öldürülen kimsenin velisi için bir fazilet, “iyilik ve ödeme” kelimeleri altında diyet almayı da bir ruhsat olmak üzere meşrû kılmıştır.

Bununla birlikte “Bütün bunlara rağmen kim Allah’ın koyduğu sınırı aşarsa, pek acı bir azabı haketmiş olur” (Bakara 2/178) buyrularak kısas, diyet veya af, bunlardan hangisi olursa olsun karşılıklı anlaşma gerçekleşip, hüküm karara bağlandıktan ve icra edildikten sonra tarafların birbirlerinin hukukuna saygılı olmaları istenmekte, buna riayet etmeyenler acı bir azapla tehdit edilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de bir insanı haksız yere öldüren kimsenin sanki bütün insanları öldürmüş gibi büyük bir cinâyet işlediği haber verilmiştir. (Mâide 5/32) Kasten işlenen cinayetlerde de gerek mağdur tarafın ve toplumun ortak duygularının tatmin edilmesi, gerekse suçun önlenip insan hayatının ve sağlığının her şeyin üstünde tutulmasını sağlamak üzere suça denk bir ceza demek olan kısas hükmü konulmuştur. Ancak İslâm’da hata ile, sebep olarak veya kastını aşarak adam öldürene kısas cezası uygulanmaz. Buna karşılık bilerek, isteyerek ve tasarlayarak bir kimseyi öldüren câniyi korumanın, affetmenin veya birkaç sene hapis cezasıyla yetinmenin savunulacak bir yönü yoktur. Üstelik bu hususta af ve müsamaha olacaksa, bu konuda öncelikle mağdur tarafa söz hakkı tanımak gerekir. Günümüz batı kökenli ceza hukuklarında adam öldürme, ırza tecavüz, silahlı gasp gibi ağır suçlarda suçluya neticede 5-10 yılı aşmayan hapis cezalarını uygulanması hem mağdur tarafta ve toplumda büyük bir tepki ve hoşnutsuzluğa yol açmakta, hem de suçun işlenmesinde hiçbir caydırıcı rol oynamamaktadır. Bunu en iyi bilen Rabbimiz suça denk bir ceza emrederek, insan hayatını ve sağlığını korumanın en emniyetli yolunun kısas olduğunu şöyle beyân buyurmaktadır:

“Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır. Umulur ki böylece hem öldürmekten hem de öldürülmekten korunursunuz.” (Bakara 2/179)

Kısas, hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir. Kısasın emredilmesinde insanlık haysiyetine sahip, insanlığın hayrını isteyen, özü sağlam, temiz akıl sahibi kimseler için büyük bir hayat vardır. Affın kıymeti de buna bağlıdır. Gerçi kısasın kendisi, bir hayatı yok etmektir ama, aynı zamanda haksız yere bir hayatı yok etmeye karşı, hayatın ve yaşama hakkının sağlanmasının en büyük müeyyidesidir. Şöyle ki:

Kısas, hem katil olmak isteyen kimse, hem de öldürülmesi istenen kimse hakkında hayatı korumaya sevketmektedir. Çünkü katil olmak isteyen kimse, öldürürse ve öldürdüğünde kendisinin de öldürülmeyi hak edeceğini bilirse akıl gereği olarak, öldürmekten vazgeçer. Böylece hem kendisi hem de karşısındaki hayatta kalır.
Kısasta, cinayet işleyecek ve cinayete kurban gidecek olandan başka bütün toplumun yaşama hakkını da teminat altına alma vardır. Çünkü bu yolla öldürmenin önüne geçilmesi, bu ikisinden başka, bunlarla uzaktan yakından ilgisi olan insanların da hayatlarının devamına ve güvenliğine bir garantidir. Zira bir öldürme olayı, öldürenle öldürülenin yakınları arasında düşmanlık ve fitneye, bu da büyük kan davalarına sebep olabilmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 48-49; Elmalılı, Hak Dini, I, 609)

İşte kısasın emredilmesi, bu kadar önemli bir yaşama sebebi olduğu gibi, bu “Sizin için kısasta hayat vardır” vecizesi de belağatın en yüksek derecesine ulaşmış, özlü bir îcâz ve i’câz prensibini teşkil eder. Kısasın meşrû oluşunun güzellikleri bu prensiple beyân buyrulmuştur. İhtivâ ettiği hayatî güzellikler ve hedefler itibariyle çok önemli olan kısas, günahlardan korunabilmemiz, öldürmeden, kısası ihmal veya kötüye kullanmadan sakınıp, hayatımızı ve yaşama hakkımızı muhafaza edebilmemiz için farz kılınmıştır. Ancak bu surette dünya hayatında kötülüklerden sakınır, âhiret hayatında da kurtuluşa erebiliriz.

Önceki ayetlerde bir münasebetle ölümden bahsedilmişken, bu vesileyle ölüm anında yapılması lazım gelen bir kısım dinî vazifeler, bunlar içinde de hususiyle vasiyetten bahsedilerek şöyle buyrulur:

“Bir mü’minin diğer bir mü’mini öldürmesi olacak şey değildir. Fakat yanlışlıkla olabilir. Kim yanlışlıkla bir mü’mini öldürürse, cezası, mü’min bir köleyi azat etmesi ve ölenin ailesine diyet ödemesidir. Ancak ölenin ailesi bağışlarsa, diyet ödemesi gerekmez. Şâyet ölen mü’min olmakla birlikte size düşman olan bir kavimden ise, öldürenin cezası, sadece mü’min bir köleyi azat etmesidir. Eğer öldürülen kişi, aranızda anlaşma bulunan kâfir bir kavimdense, o takdirde ceza, ölenin ailesine diyet ödemesi ve mü’min bir köleyi azat etmesidir. Bunları yerine getirmek için yeterli imkânlara sahip olamayan, bunun yerine peş peşe iki ay oruç tutmalıdır. Allah bu cezaları, yanlışlıkla adam öldüren kimsenin tevbesini kabul etmek için koymuştur. Allah, hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Nisâ 4/92)

“Biz Tevrat’ta onlara şunu farz kılmıştık: “Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır; yaralamalar da böyle kısas yapılacaktır.” Fakat kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahları için bir keffâret olur. Her kim de Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” (Mâide 5/45) Tevrat’ta yazılan bu hükümler, Kuran-ı Kerîm bunları alıp doğrulayarak bize takdim ettiği için, İslâm hukukundaki “şer’u men kablenâ: bizden öncekilerin şeriati” gereğince bizim için de aynen geçerlidir.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
180. Birinize ölüm yaklaştığı vakit, eğer geride mal bırakıyorsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya meşrû bir biçimde vasiyette bulunmak size farz kılındı. Bu, takvâ sahiplerinin yerine getirmesi gereken bir borçtur.

اَلْوَصِيَّةُ (vasiyet) kelimesi, bir kimsenin ölmesi veya bir yolla ortadan kaybolması halinde, geride kalanlardan bir şey yapmalarını istemesidir. Dinî bakımdan bu kelime kullanılış biçimine göre, “öldükten sonra malına başkasını mâlik kılmak” veya “öldükten sonra malında ve çocuklarının menfaatleri hususunda tasarruf yetkisini başkasına havale etmek” mânasına gelir. Burada birinci mânada kullanılmıştır. Yine âyetteki اَلْخَيْرُ (hayır) kelimesi, sözlükte “faydalanılan herhangi bir şey” mânasında olup âlimlerin ittifakıyla, “mal” demektir. Bunun, hangi miktarda olacağı belirtilmemekle beraber, en azından kendisinden vasiyet yapılacak bir miktarda olması gerekir.

Miras ayetleri inmeden önce nâzil olan bu ayetlerde vasiyetin kimlere ve ne şekilde yapılacağı beyân edilmektedir. Tefsirlerimizde âyetin iniş sebebiyle alakalı olarak şöyle bir durum tespiti yapılmaktadır:

Câhiliye döneminde insanlar, gösteriş yapmak, övülmek ve şeref sahibi olarak bilinmek için uzak kimselere mallarını vasiyet ederler, diğer taraftan fakir olan akrabalarını ihmâl ederlerdi. Allah Teâlâ bu âyeti indirerek, söz konusu kimseler hakkında vasiyette bulunmayı vâcib kılmıştır. Böylece insanları daha önce alışkanlık haline getirdikleri bu durumdan menedip, akraba olmayan insanlara yapılan yardımları ana, baba ve yakın akrabaya çevirmeyi murad etmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 52)

İçtimai şartlar, hikmet ve maslahatların gerektirdiği kadar bu âyetle amel edildikten sonra Nisâ sûresindeki ana, baba ve diğer akrabaların mirastan alacakları payları net bir şekilde belirleyen âyetlerle (bk. Nisâ 4/11-12) bu âyetin hükmü sınırlandırılmıştır. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de: “Allah Teâlâ, her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık bundan sonra vâris lehine vasiyet yoktur” (Ebû Dâvûd, Vesâyâ 6; Tirmizî, Vesâyâ 5) buyurmuştur.

Vasiyet yoluyla verilen mallar, vasiyet edenin verdiklerine bir bağışıydı. Miras ayetleriyle, Allah Teâlâ her hak sahibinin hakkını belirtmiştir. Şüphesiz Allah’ın verdiği, vasiyet edenin verdiğinden daha üstündür. Durum böyle olunca, varis olabileceklere vasiyette bulunmaya gerek kalmamıştır. Fakat isteyen, farz veya vacip olmamakla beraber, vârisleri dışında kalan yakın veya uzak diğer şahıslara vasiyette bulunabilir. Bu yasaklanmış değildir.

Yapılan vasiyeti duyanlar ve görenlere büyük bir sorumluluk düşmektedir. Bu bir emanettir ve emanetin hakkının verilmesi gerekir. Vasiyeti değiştirmeye kalkışmak büyük bir günahtır. Nelerin vasiyet edildiğini bilen kişi, yazarken veya hakları paylaştırırken doğrusunu bile bile gerçeğe aykırı davranır; şâhit olan kişi de yalancı şâhitlik yapmak veya şâhitliği gizlemek sûretiyle diğerine ortaklık ederse, büyük bir günah kazanmış olurlar. Çünkü emanete hıyânet etmiş ve dinin emrine aykırı davranmışlardır. Suça ortak olan herkes, aynı zamanda günaha da ortaktır. Fakat onların hatalı davranışları sebebiyle, vasiyette bulunan kimseye bir vebâl söz konusu olamaz. Allah’ın her şeyi işittiğini ve bildiğini dikkate alarak, ilgililer bu hususta dikkatli davranmak zorundadırlar.

Ancak vasiyette bulunan kişinin de bilerek veya bilmeyerek hata yapma ihtimali vardır. Mesela meşrû ve helâl olmayan bir mal, menfaat ve fiil vasiyet etmiş olabilir. Vasiyetin dinî ve hukukî bir kısım kaidelerine uymamış, kasten veya bilmeyerek yanlışlar yapmış olabilir. Hâsılı hata ile veya bile bile haktan sapıp, adâlet ve iyilikten ayrılabilir. Bundan haberdar olan herhangi bir kimse mesela veli, vâli, müftü, kadı veya vâris, samimi olarak bir haksızlık ve kötülüğün vuku bulmasından korkar da, vasiyetle alakası olan kimselerin aralarını düzeltir, haksızlığın giderilip adâletin gerçekleşmesini sağlarsa, böyle bir değiştirmede, onun üzerine günah yoktur. Hatta böyle bir davranış, sakıncalı olmak bir yana, müminlerin önde gelen vazifelerinden biridir.

Allah Teâlâ’nın bildirdiği her türlü emir ve yasaklara güzelce riayet edebilmek, ancak iyi bir takvâ eğitimi, kalp tasfiyesi ve nefis terbiyesine bağlıdır. Bu terbiye ise sabır, nefsin arzularını bertaraf etmek, etkili bir ibâdet, bedenî ve ruhî bir riyâzatla gerçekleşebilir. Bunu sağlayacak amellerin başında da oruç geldiğinden devam eden ayetlerde şöyle buyrulur:

181. Kim bu vasiyeti işittikten sonra değiştirirse, şüphesiz bunun günahı onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.

182. Kim de vasiyet edenin haksızlığa meylinden veya günaha düşmesinden haklı bir endişe duyar da, mirasçılar arasında bir uzlaşma sağlamak üzere vasiyette değişikliğe giderse, bu takdirde ona bir günah yoktur. Doğrusu Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

اَلْوَصِيَّةُ (vasiyet) kelimesi, bir kimsenin ölmesi veya bir yolla ortadan kaybolması halinde, geride kalanlardan bir şey yapmalarını istemesidir. Dinî bakımdan bu kelime kullanılış biçimine göre, “öldükten sonra malına başkasını mâlik kılmak” veya “öldükten sonra malında ve çocuklarının menfaatleri hususunda tasarruf yetkisini başkasına havale etmek” mânasına gelir. Burada birinci mânada kullanılmıştır. Yine âyetteki اَلْخَيْرُ (hayır) kelimesi, sözlükte “faydalanılan herhangi bir şey” mânasında olup âlimlerin ittifakıyla, “mal” demektir. Bunun, hangi miktarda olacağı belirtilmemekle beraber, en azından kendisinden vasiyet yapılacak bir miktarda olması gerekir.

Miras ayetleri inmeden önce nâzil olan bu ayetlerde vasiyetin kimlere ve ne şekilde yapılacağı beyân edilmektedir. Tefsirlerimizde âyetin iniş sebebiyle alakalı olarak şöyle bir durum tespiti yapılmaktadır:

Câhiliye döneminde insanlar, gösteriş yapmak, övülmek ve şeref sahibi olarak bilinmek için uzak kimselere mallarını vasiyet ederler, diğer taraftan fakir olan akrabalarını ihmâl ederlerdi. Allah Teâlâ bu âyeti indirerek, söz konusu kimseler hakkında vasiyette bulunmayı vâcib kılmıştır. Böylece insanları daha önce alışkanlık haline getirdikleri bu durumdan menedip, akraba olmayan insanlara yapılan yardımları ana, baba ve yakın akrabaya çevirmeyi murad etmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 52)

İçtimai şartlar, hikmet ve maslahatların gerektirdiği kadar bu âyetle amel edildikten sonra Nisâ sûresindeki ana, baba ve diğer akrabaların mirastan alacakları payları net bir şekilde belirleyen âyetlerle (bk. Nisâ 4/11-12) bu âyetin hükmü sınırlandırılmıştır. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de: “Allah Teâlâ, her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık bundan sonra vâris lehine vasiyet yoktur” (Ebû Dâvûd, Vesâyâ 6; Tirmizî, Vesâyâ 5) buyurmuştur.

Vasiyet yoluyla verilen mallar, vasiyet edenin verdiklerine bir bağışıydı. Miras ayetleriyle, Allah Teâlâ her hak sahibinin hakkını belirtmiştir. Şüphesiz Allah’ın verdiği, vasiyet edenin verdiğinden daha üstündür. Durum böyle olunca, varis olabileceklere vasiyette bulunmaya gerek kalmamıştır. Fakat isteyen, farz veya vacip olmamakla beraber, vârisleri dışında kalan yakın veya uzak diğer şahıslara vasiyette bulunabilir. Bu yasaklanmış değildir.

Yapılan vasiyeti duyanlar ve görenlere büyük bir sorumluluk düşmektedir. Bu bir emanettir ve emanetin hakkının verilmesi gerekir. Vasiyeti değiştirmeye kalkışmak büyük bir günahtır. Nelerin vasiyet edildiğini bilen kişi, yazarken veya hakları paylaştırırken doğrusunu bile bile gerçeğe aykırı davranır; şâhit olan kişi de yalancı şâhitlik yapmak veya şâhitliği gizlemek sûretiyle diğerine ortaklık ederse, büyük bir günah kazanmış olurlar. Çünkü emanete hıyânet etmiş ve dinin emrine aykırı davranmışlardır. Suça ortak olan herkes, aynı zamanda günaha da ortaktır. Fakat onların hatalı davranışları sebebiyle, vasiyette bulunan kimseye bir vebâl söz konusu olamaz. Allah’ın her şeyi işittiğini ve bildiğini dikkate alarak, ilgililer bu hususta dikkatli davranmak zorundadırlar.

Ancak vasiyette bulunan kişinin de bilerek veya bilmeyerek hata yapma ihtimali vardır. Mesela meşrû ve helâl olmayan bir mal, menfaat ve fiil vasiyet etmiş olabilir. Vasiyetin dinî ve hukukî bir kısım kaidelerine uymamış, kasten veya bilmeyerek yanlışlar yapmış olabilir. Hâsılı hata ile veya bile bile haktan sapıp, adâlet ve iyilikten ayrılabilir. Bundan haberdar olan herhangi bir kimse mesela veli, vâli, müftü, kadı veya vâris, samimi olarak bir haksızlık ve kötülüğün vuku bulmasından korkar da, vasiyetle alakası olan kimselerin aralarını düzeltir, haksızlığın giderilip adâletin gerçekleşmesini sağlarsa, böyle bir değiştirmede, onun üzerine günah yoktur. Hatta böyle bir davranış, sakıncalı olmak bir yana, müminlerin önde gelen vazifelerinden biridir.

Allah Teâlâ’nın bildirdiği her türlü emir ve yasaklara güzelce riayet edebilmek, ancak iyi bir takvâ eğitimi, kalp tasfiyesi ve nefis terbiyesine bağlıdır. Bu terbiye ise sabır, nefsin arzularını bertaraf etmek, etkili bir ibâdet, bedenî ve ruhî bir riyâzatla gerçekleşebilir. Bunu sağlayacak amellerin başında da oruç geldiğinden devam eden ayetlerde şöyle buyrulur:

183. Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç tutmak size de farz kılındı. Umulur ki böylece günah ve fenâlıklardan korunursunuz.

الصِّيَامُ (sıyâm) kelimesi, sözlükte yiyip içmek, konuşmak ve yürümek gibi fiillerden kendini tutmak ve hareketsiz kalmak demektir. Dinî terim olarak “sıyâm”, imsak vaktinden itibaren, akşam namazı vaktinin girişine kadar Allah Teâlâ’ya kulluk niyetiyle yemekten, içmekten, cinsî münâsebetten ve orucu bozan diğer şeylerden nefsi alıkoymaktır. Oruç, yalnız bedenle yapılan ibâdetlerden biri olması sebebiyle şartları taşıyan her müslümana farz-ı ayndır.

Ancak insanların mânevî derecelerine göre tuttukları orucun keyfiyeti de değişmektedir. Mesela oruç tutarken sadece yeme, içme ve cinsî münâsebetten uzak durma avamın işidir. Havasın orucu bütün haramlardan uzak durmaktır. Havas-ı havassın orucu ise yine farz olan oruçla birlikte gönlü Allah Teâlâ dışında her şeyden uzak tutmaktır. Bu bakımdan orucun hakikatine erişmek için sadece mîdenin değil, bütün uzuvlarla birlikte kalbin de oruç tutması gereklidir. Kalp, Allah’ın verdiği nimetlerin kıymetini düşünerek, orucun rûhânî derinliğine nüfuz etmelidir.

Âyet-i kerîmedeki “Sizden öncekilere farz kılındığı gibi” (Bakara 2/183) ifadesi şu incelikleri içerir:

Oruç ibâdetine ehemmiyet vermek. Allah Teâla onu önceki toplumlara emrettiği gibi, İslâm ümmetine de emretmiştir. Bu, orucun nefisleri ıslah etmedeki tesirini ve sevabının bolluğunu gösterir. İnsanlığın, terbiye ve nizam bakımından bu ibâdete büyük bir ihtiyacı ve tatbikinde hesaba gelmez faydası olduğunu bildirir.

Öncekilerden geri kalmamak için müslümanları bu ibâdeti iştiyakla yapmaya teşvik etmek. Zira müslümanlar ibâdetlerde yarışıyorlar, özellikle Ehl-i kitaba üstün gelmeyi seviyorlar ve onların “Biz şeriat ehliyiz” diyerek kendilerine karşı övünmelerini engellemek istiyorlardı.

Belli bir zorluğu olan oruç ibâdetinin sadece bu ümmete yüklendiğini sanıp da muzdarip olmamalarını temin etmek ve orucun, öteden beri uygulanagelen ilâhî bir kanun olduğunu bildirmek. Zira bir bir zorluk ve sıkıntı genele yayıldığı zaman, ona tahammül etmek kolaylaşır.

Mü’minlerin azimlerini kamçılamak, bu hususta gevşek davranmalarını engellemek, önceki ümmetlerden daha üstün bir gayretle bu ibâdeti ifa etmelerini sağlamak. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, II, 156-157)

Oruç, İslâm’ın önemli şartlarından biridir. Başlı başına nefisle cihattır; nefsin terbiye ve tezkiyesinde pek mühim bir yere sahiptir. Günahlara ilgisi olan nefsanî temayüller bununla sakinleştirilir. Oruç, bir irade ve kalb işidir. Hayatın lezzetini, iradenin kıymetini tattıracak en güzel bir özelliktir. Fakat o nefse, ilâhî emirlerin en meşakkatlisi gibi görünür. Bu hikmete binâen önce dinî emirlerin en hafifi olan namaz, ikinci olarak ortası olan zekât, üçüncü olarak da en zoru olan oruç emredilmiş, böylece dinî emirlerin bildirilmesinde tedricî bir yol takip edilerek insanlara bir alıştırma yapılmıştır. (Elmalılı, Hak Dini, I, 627-628)

Oruç ibâdetinde, yaratılıştan gelen bir yardım olmadığı gibi aksine insan fıtratının ona karşı direnmesi sözkonusudur. Bunun için oruç ibâdetinde en açık yön ihlastır. Ona riyanın karışması mümkün değildir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Âdemoğlunun her ameli katlanır. Hayır ameller, en az on katıyla yazılır. Bu, yedi yüz katına kadar çıkar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: «Oruç, bu kâidenin dışındadır. Çünkü o, sırf benim içindir. Ben de onu dilediğim gibi mukâfatlandıracağım. Zira kulum benim için şehvetini, yemesini ve içmesini terketti.” Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri, iftar vaktindeki, diğeri de Rabbine kavuştuğu andaki sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku, Allah yanında misk kokusundan daha hoştur.” (Müslim, Sıyâm 164)

İnsan psikolojisi açısından baktığımız zaman orucun daha farklı hikmetleri gün yüzüne çıkar. Oruç, psikolojik açıdan insanı destekler, beden ve ruh dengesini sağlar. İnsan iradesini kuvvetlendirir. Başka zamanlar bir saat tahammülü olmayan tiryakiler, oruçlu oldukları müddetçe sabredebilmektedirler. Oruç, heyecan ve korkulara, sinir ve şuur bozukluklarına karşı müspet tesir yapmakta, ağır rûhî bunalımlara karşı sinirlerin dayanma gücünü artırmaktadır. Böylece insanın ruhî açıdan tedavisine yardımcı olmaktadır. Oruç şehveti kırar, nefsin heveslerini mağlub eder. Oruç, aynı zamanda midenin ve bedenin dinlenmesiyle vücuda ait birtakım sıhhî ve tıbbî faydaları bulunan bir beden terbiyesini de içine alır. Oruç, on bir ay durmadan çalışan midemizin ve diğer hazım azalarımızın dinlenmesini ve sıhhat kazanmasını temin eder. Vücudun hastalıklara karşı mukavemetini artırır. İçtimai açıdan oruç, zengin ile fakir arasındaki dengesizliği gidererek, bunlar arasında rûhî, iktisâdî ve içtimaî bir âhenk tesisine yardımcı olur. Oruç zengine açlığın ve imkânsızlığın ne demek olduğunu hissettirerek, fakirin halini anlamaya ve ona yumuşak davranmaya sevk eder.

Oruç, insandaki şehevî arzuları dizginleyerek nesli ve cemiyeti bozan gayr-i meşrû ilişkilere de set çeker. Dünyanın âdi lezzetlerini, makam sevgisini küçük gösterir, kalbin Allah’a bağlılığını artırır ve ona bir melekiyet safiyeti bahşeder. Oruç tutanlar, her türlü arzularına hakim olmayı başarır. Nefsin arzularını ihtiyaca göre ve meşrû yolla kullanmasını bilir. Bunun için Peygamber Efendimiz:

“Ey gençler! Evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan engeller ve ırzı korur. Evlenmeye gücü yetmeyen de oruca devam etsin. Çünkü oruç tutmak, insanın şehvetini kırar” (Buhârî, Savm 20; Müslim, Nikah 1, 3) buyurur.

Bütün bu faydalarına rağmen orucun asıl hikmeti, Allah’ın emrine boyun eğerek kulluk zevkini tatmak; ruhu, riyâ izlerinden temizleyerek ihlâsı artırmak, bizzat Allah’ın korumasına girerek nefisle cihad etmek ve takvâ derecesine ulaşmaktır. Bu bakımdan orucun günlerini ve daha başka hikmetlerini haber vermek üzere buyruluyor ki:

184. Oruç sayılı ve belli günlerde tutulur. Ancak bu günlerde hasta olup veya yolculuğa çıkıp da oruç tutamayanlarınız, tutamadığı oruçları diğer günlerde tutar. Oruca dayanamayanlara ise, tutamadıkları her gün için bir fakiri bir gün doyuracak kadar fidye gerekir. Kim de, gönlünden koparak birden fazla fakiri doyurur veya fidye miktarını artırırsa, kendisi için daha hayırlı olur. Ama her şeye rağmen oruç tutmanız, bir bilseniz, sizin için elbette daha hayırlıdır.

“Sayılı günler”den maksat, içinde oruç tutmanın farz olduğu Ramazan ayıdır. Bunlar, senenin bütününe nazaran az ve sınırlıdır. Bu ilâhî emir karşısında korkmaya ve ürkmeye gerek yoktur. Zira Allah Teâlâ, kullarının özel durumlarını dikkate alarak, onların sıhhatlerini bozmayacak ve takatlerini tüketmeyecek bir tarzda bunu meşrû kılmıştır. Oruç günlerinde hasta ve yolcu olanlara oruç tutma mecburiyeti yoktur. Onlar, durumları normale döndüğünde, yani hasta olanlar iyileştiği, yolcu olanlar memleketlerine döndüğü zaman tutamadıkları oruçları gününe gün tutarlar. Yaşlı insanlar, emzikli ve hamile kadınlar gibi oruç tutmakta zorlananlar; ona ancak zorlanarak güç yetirmeye çalışanlara gelince, bunlar oruç tutmayacak, her gün için bir fidye verebileceklerdir. Fidye, bir fakirin bir günlük yiyeceğidir. Bu yiyecek buğday, arpa ve hurmadan olabileceği gibi, çeşitli zaman ve mekanlara göre ihtiyacı karşılayabilecek başka yiyecek maddelerinden de olabilir. Fidye verirken cömert davranmak, elden geldiği kadar fazla verebilmek, kişinin dünya ve âhirette daha büyük mükafatlar elde etmesine vesile olacaktır. Ancak şu bir gerçek ki, ister hasta ister yolcu olsun, isterse oruca zor dayanacak bir durumda bulunsun, her halükarda oruç tutabilmek mü’min için son derece faydalıdır. Onun dünya ve âhiretine büyük faydalar getirecektir.

İbadetlerin makbul olabilmesi için iki önemli şarttan biri Allah’a iman, ikincisi ihlâs ve samimiyettir. Bir işi Allah rızâsını gözeterek, karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek yapmak, riyâ ve gösterişe kaçmamaktır. Ramazan orucunu, onun farziyetine, faziletine ve faydasına yürekten inanarak ve karşılığını sadece Allah’tan bekleyerek, tam bir ihlâs ve samimiyetle tutan kimselerin, geçmiş günahlarından arındırılacaklarını Resûlullah (s.a.s.) şöyle müjdelemektedir:

“Kim, faziletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Savm 6; Müslim, Sıyâm 203)

İçinde oruç tuttuğumuz ramazan ayının faziletini ve ondaki bu feyiz ve bereketin nereden kaynaklandığını haber vermek üzere buyruluyor ki:

185. Orucun farz kılındığı ramazan ayı, insanlara hidâyet rehberi olup onlara doğru yolu gösteren ve hakkı bâtıldan ayırıcı en açık delilleri ihtiva eden Kur’an’ın indirildiği aydır. İşte bu sebeple içinizden ramazan ayına erişen orucunu tutsun. Ancak hasta veya yolcu olup da oruç tutamayan kimse, tutamadığı oruçları başka günlerde tutsun. Allah sizin için kolaylık diler, fakat zorluk dilemez. Bütün bunlar sayıyı tamamlamanız, size doğru yolu gösterdiği için Allah’ın yüceliğini tanımanız ve O’na şükretmeniz içindir.

Oruç tutmanın farz kılındığı Ramazan ayı, Kur’an’ın indirilmeye başladığı aydır. Kur’ân-ı Kerîm bu ayın Kadir gecesinde inmeye başlamış ve Peygamberimizin nübüvvet hayatı boyunca yaklaşık yirmi üç sene peyderpey inmeye devam etmiştir. Efendimizin vefatından kısa bir süre önce de bu süreç tamamlanmıştır. Kur’an, insanlara bir hidâyet rehberidir. Onlara doğru yolu gösteren dürüst ve güvenilir bir kılavuzdur. Onda hidâyete davet eden açık deliller ve küfrün belini kıran mûciz beyânlar yer almaktadır. Kur’an, aynı zamanda Furkân’dır; hakla bâtılı, doğruyla yanlışı, güzelle çirkini ve iyiyle kötüyü birbirinden ayırır. Hakka tabi olmayı ve bâtıldan kaçınmayı öğütler. Bu sebeple Ramazan ayı, son derece feyizli, bereketli ve şerefli bir zaman dilimidir. Bu aya ulaşan ve oruç tutma şartlarını taşıyan mü’minler, mutlaka onu tutmalıdırlar. Hasta ve yolcu olanlar, tutmayabilir ve başka günlerde kaza edebilirler. Kullarına karşı sonsuz merhamet sahibi olan Allah Teâlâ, ister oruçla ister diğer dinî hükümlerle alakalı olsun hep onlar için kolay olanı, yapılabilmesi mümkün ve rahat olanı istemektedir. Onların takatlerini zorlayacak veya aşacak hükümler emretmemektedir. Dolayısıyla dinde “teklîf-i mâ lâ yutâk”, yani güç yetirilemeyecek hususların emredilmesi sözkonusu değildir.

O halde aklı ve imanı sağlam olan mü’minler, Allah’ın emirlerini doğru anlamalı ve ona gerektiği şekilde itaate koşmalıdırlar. Burada bahsedilen oruç olduğuna göre, onu, günlerinin sayısınca tam olarak tutmalıdırlar. Namazlarda, bayram namazında ve hutbesinde hatta mümkün olan bütün vakitlerde أَللّٰهُ أَكْبَرُ (Allahu Ekber) “Allah en büyüktür!” diyerek, Allah’ın birliğini, tekliğini ve büyüklüğünü tasdik ve ikrar etmelidirler. Çünkü Allah, katından bir ikram olarak onlara hidâyeti nasip etmiş ve onlara kendisine vardıracak en güzel yolları göstermiştir. En mühimi de, verdiği nimetler sebebiyle O’na şükretmelidirler. Şunu bilsinler ki, yaptıkları hiçbir amel boşa gitmeyecek ve mükafatları asla zayi olmayacaktır. Zira Allah Teâlâ, kullarına çok yakındır:

رَمَضَانُ (ramazan) kelimesinin birkaç mânaya gelmesi muhtemeldir: 1. Bu kelime, sonbahar mevsiminin başında yağan ve yeryüzünü tozlardan temizleyen yağmur mânasına gelen رَمضٰي (ramdâ)dan alınmıştır. Bu yağmur yeryüzünü yıkayıp temizlediği gibi, oruç da mü’minlerin günahlarını yıkayıp kalplerini tertemiz kılar. 2. Bu kelime, güneşin son derece yakıcı hararetinden taşların gayet kızgın hale gelmesini ifade eden اَلرَّمَضُ (ramaz) kökünden gelir. Oruç, açlık ve susuzluk sebebiyle mü’minlerin ciğerini yaktığı, böylece günahlarının yanıp yok olmasına vesile olduğu için bu ismi almıştır. 3. Bu ismin, Allah’ın güzel isimlerinden biri olduğu da söylenmiştir. (Elmalılı, Hak Dini, I, 643-644)

186. Rasûlüm! Kullarım sana beni sorarlarsa, şüphesiz ben onlara çok yakınım. Bana dua edenin duasına icâbet ederim. Öyleyse onlar da benim dâvetime uysunlar ve bana iman etsinler. Böyle yaparlarsa, en doğru yolu bulmuş olurlar.

Âyetin iniş sebebi hakkında şöyle bir rivayet vardır: Bir bedevî Resûlullah (s.a.s.)’e: “Eğer Rabbimiz bize yakın ise O’na içten sessizce yalvaralım. Yok eğer uzak ise O’na yüksek sesle nidâ edelim” deyince Allah Teâlâ, kullarına yakın olduğunu ve onların dualarına çok sür’atli bir şekilde icâbet ettiğini belirtmek üzere bu âyeti indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 215)
Hayber’i fethe giderken ashâb-ı kirâm bulundukları bir vâdîdeلَا إِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ أَللّٰهُ أَكْبَرُ أَللّٰهُ أَكْبَرُ (Allahu ekber Allahu ekber lâ ilâhe illallah) “Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah’tan başka ilâh yoktur” şeklinde yüksek sesle tekbir getirmeye başladılar. Allah Resûlü (s.a.s.) onlara: “Kendinize acıyın. Siz, sağır olan veya çok uzakta bulunan birine değil bilakis işiten, yakın olan ve sizinle beraber bulunan birine dua ediyorsunuz” şeklinde ikazda bulundu. (Buhârî, Megâzî 38; Müslim, Zikir 44)

Diğer âyet-i kerîmelerde, Allah Teâlâ’nın kullarına olan yakınlığı şöyle haber verilir:

“Gerçek şu ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona neler fısıldadığını da çok iyi biliyoruz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kāf 50/16)

“İyi bilin ki Allah kişiyle kalbinin arasına girer.” (Enfâl 8/24)

Allah’ın kula yakınlığı, mekan itibariyle değil, ilim ve ihata itibariyledir. O, yarattığı kullarının her halini en iyi şekilde bilmektedir. Burada en mühim husus, kulun bu gerçeğin farkında olması, bu yakınlığı şuur halinde yaşaması ve ruhunun derinliklerinde bunu hissetmesidir. Kulun bu yakınlığı hissetmesinin önündeki en büyük engel; dünya sevgisi, yeme, içme ve diğer dünyevi meşgalelerdir. Şartlarına riâyetle tutulan oruçlar, gönülden taşan dualar ve ihlasla yapılan diğer ibâdetler, bu nevi engellerin aşılmasına ve ilâhî yakınlığın hissedilmesine vesile olacaktır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, kullarını duaya, emirlerine uymaya ve kendine inanmaya davet etmektedir. Zira kulun Rabbiyle, eşyayla ve kendini ilgilendiren her hususla arasındaki ilişkileri düzenlemede en doğru olanı keşfetmesinin yolu da budur.

Âyet-i kerîmede Rabbimiz, yapılan dualara hemen icâbet edeceği müjdesini vermektedir. Bu müjde, samimi olarak yapılan bütün dualar için geçerlidir. Kulun her “Yâ Rabbi” niyazına Allah “Buyur kulum” diye mukabelede bulunmaktadır. Kulun istediği şeyi ise, onun hayrına olacak şekilde en münasip vakitte ve durumda yerine getirir. Dolayısıyla zaman zaman duanın akabinde sabretmek gerekebilir. Bu hususta Allah Resûlü (s.a.s.) şu uyarıda bulunmaktadır:

“Acele etmedikçe her birinizin duası kabul edilir. Acele etmesi ise: «Dua ettim, fakat duam kabul olunmadı» demesidir.” (Muvatta’, Kur’an 29)

“Dua eden bir kimse mutlaka şu üç durumdan biriyle karşılaşır: Ya istediği hemen verilir, ya lehine olacak şekilde ertelenir ya da günahlarına kefâret olur.” (Muvatta’, Kur’an 36)

Gelen âyet-i kerîmede ise oruçla alakalı önemli bazı hususlar açıklığa kavuşturulmaktadır:

187. Oruç gecelerinde eşlerinizle ilişkide bulunmanız size helâl kılındı. Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise durumundasınız. Allah, nefislerinize karşı koyamayacağını bildiği için tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Bundan böyle eşlerinizle beraber olabilir ve Allah’ın sizin için takdir buyurduğu nesli arzu ve talep edebilirsiniz. Fecrin, beyaz ipliğe benzeyen aydınlığı siyah ipliğe benzeyen gece karanlığından ayrılıncaya kadar bütün gece yiyin için. Sonra güneş batıp akşam namazı vakti girinceye kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde itikâfa çekildiğinizde eşlerinizle geceleri bile ilişkide bulunmayın! Bunlar Allah’ın belirlediği sınırlardır; sakın bu sınırlara yaklaşmayın! İşte Allah insanlara âyetlerini böylece açıklamaktadır ki, günahları terkedip kendisine karşı gelmekten sakınabilsinler.

Ayetin iniş sebebi ise şöyledir:

Orucun farz kılındığı ilk zamanlarda müslümanlar, ancak akşam vaktinden yatsı namazını kılıncaya veya uyuyuncaya kadar yiyip içebiliyor ve eşleriyle beraber olabiliyorlardı. Yani imsak, yatsı namazından veya uykudan itibaren hemen başlıyordu. Birgün Hz. Ömer, yatsı namazını kıldıktan sonra eşiyle beraber oldu. Büyük bir pişmanlık duyarak Allah Resûlü’ne geldi ve durumu arzetti. Orada bulunan birkaç kişi daha kalkarak aynı hatâyı işlediklerini itiraf edince bu âyet indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 223-224)

Buna göre oruç gecelerinde cinsi münasebet helâl kılınmıştır. İftar vaktinin girmesiyle beraber imsak vaktine kadar yeme, içme ve cinsi münasebet meşrûdur. Bu, Allah Teâlâ’nın biz müslümanlara bir lütfu ve sağladığı bir kolaylıktır. Hanımlar erkekler için bir elbise, erkekler de hanımlar için bir elbisedir. Onlar, bir taraftan elbise gibi biri diğerine sarılır, sarmalaşırlar. Diğer taraftan elbisenin ayıp yerleri örtmesi, kişiyi sıcak ve soğuktan koruması gibi biri diğerinin halini örter ve iffetlerini kötülüklerden muhafaza eder. Eşlerin birbirine böylesine bağlı ve muhtaç olduklarını, dolayısıyla bu hususta sabretmelerinin çok zor olacağını ve günaha düşebileceklerini en iyi bilen Yüce Rabbimiz, onlara kolaylık sağlamaktadır. Muhtemel günahları için yaptıkları ve yapacakları tevbeleri kabul etmekte, günahları bağışlayacağı müjdesini vermekte ve hayırlı zürriyet talebi gibi güzel niyetlerle Ramazan gecelerinde bile eşlerin beraber olmalarına müsaade buyurmaktadır.

Yeme, içme ve cinsi münasebet gibi bu meşrû fiillerin yapılma zamanı, akşam namazı vaktinin girmesiyle başlayıp, sabahleyin şafak sökünceye, tan yeri beyaz bir iplik gibi ağarıncaya kadar devam etmektedir. Buna “fecr-i sâdık” denilmektedir. “Fecirde beyaz ipliğin siyah iplikten ayrılması” ifadesi, bu mânayı tasvirî bir üslupla açıklamaktadır. Orucun vakti ise, fecr-i sâdıkla başlayan imsakten akşam namazı vakti girinceye kadardır. Bu vakit içinde şartlarına riayet ederek oruç tutulmalıdır.

Mescitlerde itikâfa çekilenler ise bu halde oldukları sürece ne gündüz ne de gece hanımlarına yaklaşmamalıdırlar. “İtikâf”, Allah’a ibâdet ve taat maksadıyla mescitte durmak ve def-i hâcet gibi zaruri durumlar dışında mescitten ayrılmamaktır. İbadet niyetiyle kısa bir müddet bile mescitte kalmak itikâf sayılmıştır. Resûlullah (s.a.s.), ramazanın son on gününde mescitte itikaf yapmış, bunu hiç aksatmamış hatta vefatından önceki ramazanda bunu iki katına çıkarmıştır. (bk. Buhârî, İtikâf 1-6; Müslim, İtikâf 1-6) Bu açıdan itikâf, mühim bir sünnettir.

Kur’an, Allah’ın koyduğu hükümleri ve çizdiği haram ve helâl sınırlarını açıklamakta, bu sınırları aşmayı değil, onlara yaklaşmamayı emretmektedir. Çünkü bu hükümler ve bu ilâhî ayetler, kulların yasak ve zararlı olan her türlü kötülükten uzak durup takvâya ermeleri için beyân edilmektedir. Bu hükümlerden biri de haksız kazançtan sakınmaktır:

188. Birbirinizin malını haksız yollarla yemeyin. Başkalarına âit bazı malları, günah olduğunu bile bile haksız yolla yemek için mevki ve makam sahiplerine rüşvet vermeyin.

Âyet-i kerîme, haram ve şüpheli yollarla haksız kazanç elde etmenin her çeşidini kesin bir dille yasaklamaktadır. Hiç kimse başka birinin malını dinin asla caiz görmediği hırsızlık, kumar, çapulculuk, eşkiyalık, emanete hainlik gibi yollarla yiyemez. Yine hiç kimse, hâkimlere rüşvet vererek başkalarının malını ele geçirmeye çalışamaz ve başkalarının malını ele geçirmek için yalancı şâhitlik, yalan yemin ve iddialarla mahkemeye başvuramaz. Var olan delillere göre hâkimin, haksız kimse lehine hüküm vermesi mümkün olabilir. Fakat bu, o malın haksız kişiye helâl olduğu anlamına gelmez.

Âyet-i kerîmenin iniş sebebi olarak şöyle bir rivayet nakledilir:

Abdân el-Hadramî, İmrü’l-Kays el-Kindî’den bir parça yer dava etmişti ve delili yoktu. Bundan dolayı Resulullah (s.a.s.) İmriü’l-Kays’a yemin ettirmeye karar verdi. O da yemin etmek istedi. Bu ayet nâzil oldu. İmrü’l-Kays yeminden çekindi ve adı geçen araziyi Abdân’a teslim etti. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 338-339)

Peygamber Efendimiz, bu ve benzeri durumlar hakkında mü’minleri harama düşmekten korumak maksadıyla şu ikazda bulunmaktadır:“Ben de sizin gibi bir insanım. Siz aranızdaki anlaşmazlığı çözmek için bana geliyorsunuz. Olabilir ki sizden biriniz delîlini daha güzel sunar, ben de duyduğuma göre hüküm verebilirim. Bu durumda, kimin lehine kardeşinin hakkından bir şeyle hükmedersem sakın onu almasın. Çünkü böylece ona, ateşten bir parça kesip vermiş olurum.” (Buhârî, Hiyel 10; Müslim, Akdiye 4)

Resûlullah (s.a.s.), çarşıda bir satıcının yanına vardı. Önündeki buğday yığınının içine elini daldırdı ve ıslak olduğunu fark etti. Satıcıya:

“–Nedir bu?” diye sordu. Adam:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, yağmur ıslattı” deyince Efendimiz:
“–Bu yaşlığı üstte bırakıp insanların görmesini sağlayamaz mıydın? Aldatan benden değildir!” buyurdu. (Müslim, İman 164)
Yine birgün Resûlullah (s.a.s.) ashâbına:
“–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sormuştu. Onlar:
“–Bize göre müflis, parası va malı olmayan kimsedir” şeklinde cevap verdiler. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“–Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: Kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna zinâ isnâd edip iftirâda bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevabı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilir ve neticede cehenneme atılır.” (Müslim, Birr 59; Tirmizî, Kıyâmet 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 303, 324, 372)

Allah Resûlü (s.a.s.), rüşvet verene de rüşvet alana da lanet etmiştir. (Tirmizî, Ahkâm 9; Ebû Dâvûd, Akdiye 4) Bu bakımdan haksızın lehinde, hakkı olanın ise aleyhinde hüküm verilmesine sebep teşkil edecek şekilde rüşvet vermek ve almanın, büyük bir günah olduğu anlaşılmaktadır. Rüşvet vermek ve almak haram olduğu gibi, rüşvet vererek elde edilen menfaat ve kazançlar da haramdır. İçtimaî düzeni bozan çok kötü bir hastalık olan rüşvetin mutlaka engellenmesi, bunun için de fertlerin bu konuda ciddi terbiye edilmesi gerekmektedir.

Mü’minlerin sorularına cevap verilip ikaz edildikleri bir başka husus da şudur:

189. Sana ayın hallerinden soruyorlar. De ki: “Onlar insanlar ve hac için zaman ölçüleridir.” Evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, Allah’a karşı gelmekten sakınan kimsenin iyiliğidir. Evlere kapılarından girin ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.

Bu âyet-i kerîme, bazı müslümanların Peygamber Efendimiz’e, ayın kimi zaman ip gibi ince, kimi zaman da güneş gibi dolgun görünecek kadar çok değişik safhalar geçirmesinin fayda ve hikmetini sormaları üzerine inmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 103) Ayın hilâl halinden başlayarak bir ay boyunca şekilden şekle girerek sürekli değişmesi, insanlara vakit tayiniyle ilgili faydalar sağlamaktadır. Dinimizin emrettiği oruç, zekât, hac ve kurban gibi ibâdetlerin vakitleri de ayın hallerine göre belirlenmektedir. Burada ibâdetler içinde ehemmiyetine binâen ve altı ayet sonra genişçe beyân edilecek olan hac meselelerine bir başlangıç olması için isim olarak sadece hac zikredilmiştir.

Âyet-i kerîmede ikinci olarak Arapların yanlış bir adetine dikkat çekilmektedir. Bir kısım Araplar, hac veya umre için ihrama girdiklerinde eve, bağa ve çadıra kapısından girmezlerdi. İhrâma giren eğer yerleşik bir hayat sürüyor ve binâda oturuyorsa evin arka tarafından bir delik deler ve ihrâmdan çıkıncaya kadar bu delikten girip çıkardı. Ya da eve bir merdivenle çıkıp inerdi. Eğer göçebe bir hayat sürüyor ve kıl çadırlarda oturuyorsa çadırın kapısından girip çıkmaz, arkasından dolanırdı. Bazıları da ihrama girdikten sonra gölgelenmez, keş yemez ve yün kırkmazlardı. Bu hareketlerini de iyilik ve sevap sayarlardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 255-256; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 107)

Halbuki bütün bunlar, Allah’ın dîninde olmayan, tamamen kendi kafalarından uydurdukları hareketlerdir. Mânasız bir meşakkat ve şekilcilikten başka bir şey değildir. Allah Teâlâ bu tür zoraki davranışların bir iyilik ve Allah’a yakınlık vesîlesi olmadığını bildirdikten sonra, gerçek iyiliğin ne olduğunu açıklamıştır. Gerçek iyilik; evlere arka tarafından girmek değil, Allah’ın yasakladığı haramlardan, nefsin arzu ve isteklerinden sakınmaktır. Hakiki iyilik sahibi olanlar, bunlardır. O halde evlere kapılarından girmeli, emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçınmak suretiyle de Allah’tan hakkiyle korkmalı ki kurtuluşa ermek mümkün olabilsin.

Ayetteki “evlere arkalarından girmek” ve “kapılarından girmek” ibareleri, hakiki mâna yanında mecazi mâna da ifade edebilirler. Buna göre “evlere arkalarından girmek”, lüzumsuz işlerle meşgul olmak, bir meseleyi uygunsuz bir tarzda ortaya koymak, bir davayı savunurken doğru usul ve metotlardan sapmak mânalarını taşır. “Evlere kapılarından girmek” ise işi usulüne uygun yapmak ve her hususta doğru olan metodu kullanmak anlamına gelir. Dolayısıyla bu âyet, insanları anlamsız, gereksiz ve faydasız söz ve davranışlardan uzaklaştırarak onlara en faydalı yolu, takvâ ve kurtuluş yolunu göstermektedir.

Takvâya erebilmek için yapılması gereken en mühim vazifelerden biri, şüphesiz mal ve canı feda ederek Allah yolunda savaşmaktır. Bu sebeple devam eden ayetlerde savaş konusu ele alınarak şöyle buyrulur:

190. Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın. Fakat Allah’ın koyduğu kuralları çiğneyerek haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.

Mekke döneminde müslümanların müşriklerle savaşmalarına müsaade edilmemiş, daha çok sabır, af ve müsamaha tavsiye edilmiştir. Zira iki tarafın kuvvetleri arasında normal karşılanabilir bir denge yoktu. müslümanlar sayı ve silah bakımından zayıftı. Diğer taraftan insanlığın barış, saadet ve huzuru için gönderilen bir dinin ilk planda savaştan yana olmadığı hikmetini ortaya koymak gerekiyordu. Zaten bu hikmet, İslâm’ın ruhunda her zaman mevcuttur. Medine döneminde “Kendilerine karşı savaş açılan müslümanlara, zulme uğradıkları için savaş izni verilmiştir” (Hac 22/39) ayetiyle savaşa müsaade edilmiştir. müslümanlar Hudeybiye anlaşmasına kadar hep müdâfaa savaşı yapmışlardır. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları buna örnektir. Hudeybiye anlaşmasından sonra inen bu âyetle ise savaş emredilmiştir. Bu âyetin, hem düşman saldırısına karşı müdâfa harbini, hem de gerekli görüldüğünde karşı taraftan bir saldırı olmaksızın taarruz harbini emrettiği, dolayısıyla sonraki bir kısım savaş ayetleriyle (bk. Tevbe 9/36) neshedilmediği kabul edilmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 260; Elmalılı, Hak Dini, II, 689)

İbn Abbas (r.a.), bu âyetin iniş sebebiyle alakalı olarak şu bilgiyi vermektedir: Bu âyet, Hudeybiye Anlaşması sırasında nâzil oldu. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) hicretin altıncı yılı Zilkâde ayında umre yapmak maksadıyla ashâbıyla birlikte yola koyuldu. Mekke yakınlarındaki Hudeybiye’ye geldiklerinde müşrikler, müslümanların Kâbe’ye gitmesine engel oldular. Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.) Hudeybiye’de bir ay kaldı. Sonra Peygamberimiz’e gelecek yıl Mekke’ye gelerek umre yapmak üzere bir anlaşma teklif ettiler. Resûlullah (s.a.s.), o yıl, müslümanların Kâbe ziyâretini engellemelerine rağmen, müşriklerin şartlarını kabul etti. Ashâb-ı kirâm, ertesi yıl kazâ umresi için ânîden geldiklerinde, müşrikler verdikleri sözü tutmaz da onlarla savaşmak zorunda kalırız, endişesine kapıldılar. Haram olan bir ayda ve haram bölgede savaşmak istemediler. Bunun üzerine “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın” (Bakara 2/190) âyeti nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 347)

Ayetteki “Allah yolunda savaşmak” ifadesi, “Allah’ın ismini yüceltmek ve O’nun dinini yaymak ve kuvvetlendirmek için cihad etmek” mânasına gelir. (Keşşâf, I, 115) Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e: “Kahramanlık için savaşan adam, yurdunu ve yakınlarını korumak için savaşan adam ve bir de gösteriş için savaşan adam, bunlardan hangisi Allah yolundadır” diye soruldu. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle cevap verdi:

“Kim, Allah’ın sözü daha yüce ve üstün olsun diye savaşırsa, işte o, Allah yolundadır.” (Buhârî, Tevhid 28; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd 16)

Ayetin “Fakat Allah’ın koyduğu kuralları çiğneyerek haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez” (Bakara 2/190) kısmı, müslümanları Allah’ın rızâsına uygun olmayacak tarzda şahsi menfaat, maddi kazanç ve intikam duygularıyla savaşmaktan men etmektedir. Böylece hem haksız saldırıyı hem de başlanmış bir savaşta aşırı gitmeyi, gereksiz kan dökmeyi; yaşlıları, çocukları ve benzerlerini öldürmeyi, müsle yapmayı yani öldürülen kişilerin burun, kulak ve diğer azalarını kesmeyi, anlaşmalı bir topluluğa saldırılmayı ve çevreye zarar vermeyi yasaklamaktadır.
Bu hususla alakalı olarak Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Allah yolunda «bismillâh» diyerek savaşın, Allah’ı inkâr edenlerle vuruşun. Savaşın, fakat aşırı gitmeyin; ganimet mallarından aşırmayın, sözünüzden caymayın, acımasızlık etmeyin. Düşmanın el, ayak, kulak, burun gibi uzuvlarını kesmeyin. Çocukları öldürmeyin.” (Müslim, Cihâd 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 240)

Efendimiz, bir savaşta öldürülmüş kadınlar görmüş, bu durum hiç hoşuna gitmemiş ve savaşta kadınların ve çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. (Muvatta’, Cihâd, 9)

Hz. Ebûbekir (r.a.), Şam’a gönderdiği orduya komutan tayin ettiği Yezid b. Ebî Süfyân’a şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Sana şu on hususu tavsiye ediyorum: Kadın, çocuk ve ihtiyarları öldürme. Meyve veren ağaçları kesme. Mamur bir yeri tahrip etme. Yemek maksadıyla olanı hariç koyunları ve develeri boğazlama. Arıları yakma ve onları mekanlarından ayırma. Ganimetten bir şey çalma ve asla korkaklığa kapılma.” (Muvatta’, Cihâd 10)

Savaşta dikkat edilmesi gereken bir takım hususları açıklamak üzere buyruluyor ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
191. Onları yakaladığınız yerde öldürün. Onlar sizi nereden çıkardılarsa siz de onları oradan çıkarın. Bilin ki fitne, adam öldürmekten daha beterdir. Onlar sizinle Mescid-i Harâm civarında savaşmadıkça, siz de onlarla orada savaşmayın. Fakat sizinle orada savaşmaya kalkışırlarsa onları öldürün. Kâfirlerin cezası işte budur.

192. Eğer onlar savaştan vazgeçerlerse şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

Bu âyetler, Allah’a ve Rasûlü’ne inanmaları sebebiyle Mekke’den zorla çıkarılan ve Medine’de onlara yardımcı olan bütün mü’minlere hitap etmekte, kendilerine bu zulmü revâ görenleri yakaladıkları yerde öldürmelerine ve onları Mekke’den çıkarmalarına imkân tanımaktadır. Bu emrin uygulanması için bölgenin Harem veya Harem harici olma şartı bulunmadığı gibi, karşı tarafın taarruz etmesini bekleme şartı da yoktur. Zira düşmana hücum ederek askerlerini yakalayıp öldürmek, savaşı kazanmanın en mühim esaslarından biridir. Cenab-ı Hakk’ın bu emri ve geleceğe yönelik bu va‘di Mekke’nin fethi günü gerçekleşmiştir. Peygamberimiz o gün, İslâm’ı kabul etmeyen müşrikleri Mekke’den çıkarmıştır.

Âyetin “Bilin ki fitne, adam öldürmekten daha beterdir” (Bakara 2/191) ifadesinde yer alan الْفِتْنَةُ (fitne) kelimesi sözlükte karışığını almak, işe lazım olacak değerli kısmını değersiz kısmından ayırmak için altını ateşe koymaktır. Bu mânadan hareketle burada insanı sıkıntı, ızdırap, azap ve belâya sokmak mânasında kullanılmıştır. Bununla beraber şirk ve küfrü yaymak, dinden dönmek ve döndürmek, Allah’ın haramlarını ihlal etmek, yasaklarını çiğnemek, umumî asayiş ve sükûneti bozmak, şiddete başvurarak bir inancı bastırmaya ve ortadan kaldırmaya çalışmak ve insanları vatanlarından çıkarmak hep birer fitne örnekleridir.

Ölümü temennî ettiren ve aratan durumlar, şüphesiz ölümden daha beterdir. Ayetteki söz geliminde insanı vatanından çıkarmanın ona, ölümü temenni ettirecek fitne ve sıkıntı cümlesinden olduğuna bir işaret vardır. Müminin imanından döndürülüp kâfir olması da, mümin olduğu ve dinine sımsıkı sarılı bulunduğu halde öldürülmesinden daha ağır, daha zararlı bir durumdur. Gerçekten de o dönemde müminlerden bazı kimseler, Mekke müşrikleri tarafından küfre döndürülmek için azaba uğratılıyor, onlar da, “Allah yolunda öldürülenlere sakın «ölüler» demeyin. Çünkü onlar diridir, fakat siz farkında değilsiniz” (Bakara 2/154) ilâhî emri gereğince ölmeyi göze alıp Allah’ın izniyle tahammül gösteriyorlardı. Yine savaşmanın örfen haram olduğu bir ayda ashâb-ı kirâmdan bazılarını müşrikler öldürmüşler, bu da müslümanların gücüne gitmişti.

Bütün bu gelişmeler, müslümanlara savaşın emredilmesinin sebep ve gerekçelerini oluşturmuştur. Böylece müslümanlar fitneyi ortadan kaldırmak için Allah yolunda savaşa, gazi veya şehîd olmaya teşvik edilmişlerdir.

Âyetin devamında, Mescid-i Harâm civârında, Mekke içinde öncelikle müşrikler savaşa başlamadıkça, müslümanların onlarla savaşması yasaklanmaktadır. Fakat müşrikler savaşı başlattıkları ve müslümanları öldürdükleri takdirde, müslümanların da onları öldürmelerine müsaade edilmektedir. Bu durumda kâfirlere böyle bir cezanın takdir edilmesi tabii karşılanmalıdır.

Eğer size savaş açan kâfirler, savaştan ve Allah’ı inkârdan vazgeçer ve tevbe ederlerse, Allah onların bütün günahlarını bağışlar, onlara merhamet eder ve onları âhiretin ebedi nimetleriyle rızıklandırır. Bu âyette müslümanlara, savaştan vazgeçen kâfirlere karşı şiddet kullanmamaları gerektiğine dair bir ima ve işaret bulunmaktadır. Onlar, Allah Teâlâ’nın bağışlayıcı ve merhamet edici sıfatlarından hisse almaya çalışıp, durumun nezâketini de dikkate alarak -kâfir de olsalar- Allah’ın kullarına bu şekilde davranmaya gayret göstermelidirler. Sadece Allah rızâsı için, Allah yolunda ve Allah’ın yoluna engel olanlarla savaşmalı; kâfirler düşmanca tutumlarından vazgeçer geçmez müslümanlar da hemen savaştan vazgeçmelidirler.

Ancak müslümanın sürekli devam etmesi gereken bir savaşı daha vardır:

193. Zulüm ve baskı tamâmen ortadan kalkıncaya ve hâkimiyet sadece Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer haksızlıklara son verirlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.

Bu âyette geçen اَلْفِتْنَةُ (fitne) kelimesinin iki mânası üzerinde durulmuştur. Birincisi “şirk ve küfür”dür. İkincisi ise “müslümanları dinlerinden döndürme tehlikesi, bu husustaki baskılar ve düşman tarafından gelecek toplu saldırı riski”dir. “Din” ise hak olan İslâm dini ve onun davet ettiği yalnızca Allah’a kulluktur.

Arap yarımadası sözkonusu edildiğinde “fitne”ye verilen birinci mânayı esas almak gerekir. Çünkü orada yaşayan müşriklerden cizye ve haraç kabul edilmez. Sadece müslüman olmaları teklif edilir; kabul etmezlerse öldürülürler. Dolayısıyla bu âyet müslümanlara, Arap yarımadasında şirk tamamen ortadan kalkıp, putperestliğe son verilerek İslâm’ın hâkimiyeti gerçekleşinceye ve yalnızca Allah’a kulluk edilinceye kadar savaşmayı emretmektedir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) bu gerçeğe işaretle şöyle buyurmuşlardır: “Ben insanlarla لَا إِلهَ إلا اللّٰهُ (lâ ilâhe illallah) «Allah’tan başka ilâh yoktur» deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Onu dedikleri zaman -İslâm’a göre bir hak karşılığı alınması veya heder edilmesi hariç- kanlarını ve mallarını benden kurtarırlar. Hesapları da Allah’a aittir.” (Buhârî, İman 17; Müslim, İman 34-36) Gerçekten de özellikle Mekke’de gayri müslimlerin ikâmetine müsaade edilmemiştir. Medine’de ise Ehl-i kitap cizye vermek suretiyle kalabilmişlerdir.

O halde âyetin devamından anlaşıldığı üzere müşrikler, küfür ve şirkten vazgeçip İslâm’a girdikleri takdirde savaştan vazgeçilmelidir. Zira zulümden vazgeçenlere düşmanlık yapılmaz; düşmanlık ancak zulmünde ısrar eden ve zulme devam edenlere yapılır. Buradaki “düşmanlık”tan maksat da, yapılan zulüm ve düşmanlıklara gerektiği ölçüde karşılık vermektir. Bu ise zulüm değil, hak ve adâletin ta kendisidir.

Arap Yarımadası dışında kalan bölgeler için ise “fitne”ye verilen ikinci mâna esas alınmalıdır. Buna göre âyetteki savaş emrinin asıl hedefi, küfür ve şirki büsbütün ortadan kaldırmak ve herkesi müslüman yapmak değildir. Belki bu emrin hedefi, müslümanları dinlerinden döndürme tehlikesini ve düşman tarafından gelebilecek toplu saldırı riskini ortadan kaldırmak, herkes için geçerli bir din ve inanma özgürlüğü ortamı sağlamaktır. Bu ortamı oluşturmaya engel olanlarla veya mevcut ortamı bozmaya çalışanlarla savaşmak, vazgeçtikleri takdirde de savaştan vazgeçmektir.

Ayetin “Eğer haksızlıklara son verirlerse, artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur” (Bakara 2/193) kısmından şu mânayı çıkarmak da mümkündür: müslümanlar fitne ortamını düzeltip hâkimiyeti elde ettikleri takdirde, Hakk’a karşı çıkma konusunda zulüm işleyenden başkaları için genel bir af ilân edebilirler. Bu ayet, zafere ulaşıldığında müminlerin merhamet göstermelerine izin vermekle beraber, İslâm’a düşmanlıkta tüm sınırları aşan zalimleri cezalandırmalarını da yasaklamaz. Nitekim merhamet ve affetmekte zirve olan Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bu haktan yararlanmış ve Bedir’de savaş esiri olarak alınan iki kâfiri ölüm cezasına çarptırmıştır. Yine Mekke’nin fethinden sonra umûmî bir af ilân edilmesine rağmen, İslâm düşmanlarından on yedisi bu aftan hariç tutulmuş ve dördü ölüm cezasına çarptırılmıştır. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, I, 155-156)

Haram aylardaki savaş hukukuna gelince:

194. Harâm aylarda size saldıranlara siz de karşılık verin. Çünkü dokunulmazlıklar karşılıklıdır. Şu halde size kim saldırırsa, siz de ona aynı şekilde cevap verin. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah takvâ sahipleriyle beraberdir.

“Haram aylar”, ay takvimine göre Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarıdır. İbrâhim (a.s.) zamanından beri hacıların Kâbe’ye barış ve emniyet içinde gidip gelebilmeleri için bu aylarda cinayet, saldırı, hırsızlık ve gayr-i kanunî durumlar yasaklanmıştır. Fakat zamanla Araplar, bir kısım hîle yollarına başvurarak bu yasağı çiğnemeye başlamışlardır. Bu ayların sırasıyla oynuyor, işlerine gelecek şekilde ayların yerini değiştiriyor, hırsızlık yapmak veya kan dökmek suretiyle ihlal ettikleri bir haram ay yerine başka bir haram ay belirliyorlardı. (bk. Nisâ 4/37) Dolayısıyla müslümanlar haram aylarda müşriklerden gelebilecek saldırılara karşı emniyetsiz ve savunmasız bir durumda bulunuyordu. İşte bu âyet-i kerîme müslümanlara, kâfirler haram ayda saldırdıkları takdirde kendilerini savunma hakkı vermektedir.

Buna göre haram ayda saldırının karşılığı yine haram ayda saldırıdır. Dokunulmazlıklar ve saldırmazlık haklarına riâyet karşılıklıdır. Ayette geçen “hurumât”, korunması ve saygı gösterilmesi gerekli olan ve el uzatılması asla caiz olmayan bütün hususlardır. İster can, ister mal, ister namus olsun mutlaka korunması gereken ve çiğnendiği takdirde misliyle mukâbele edilen yani kısas gereken her şey “hurumât” şumûlüne dâhildir.

Âyet-i kerîmenin son kısmında yer alan “Şu halde size kim saldırırsa, siz de ona aynı şekilde cevap verin. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah takvâ sahipleriyle beraberdir” (Bakara 2/194) beyânı, müslümanlara ancak kendilerine yapılan saldırı ve tecavüz nispetinde mukâbelede bulunmaya müsaade etmekte, daha fazlasını yasaklamaktadır. Herhangi bir haksızlık yapma ve misliyle mukâbelede ölçüyü aşma konusunda onlara Allah’tan korkmalarını öğütlemekte ve Allah’ın beraberliği lütfuna nâil olabilmek için gayret göstermek gerektiğine vurgu yapmaktadır.

Allah yolunda savaşmak, yapılan saldırılara cevap verebilmek, düşmanın gücünü kırıp zafere ulaşmak ve korunması gereken hususları koruyabilmek ancak maldan ve candan yapılacak fedakârlıklarla mümkündür. Bu sebeple sonraki âyet, böyle bir hayatî meseleyi gündeme getirmektedir:

195. Mallarınızı Allah yolunda harcayın ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Bir de iyilik edin ve yaptığınızı güzel yapın. Doğrusu Allah iyilik eden ve işini güzel yapanları sever.

“Allah yolunda harcamak“
, sözün gelişinden anlaşılacağı üzere öncelikle Allah yolunda kâfirlerle savaşmak ve cihad etmek üzere harcamada bulunmaktır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 273) Bununla birlikte Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak maksadıyla Allah’ın dinini tebliğ ve neşretmek, yüceltmek; O’nun istediği hayat nizamını tesis etmek ve devam ettirmek; câmi, okul, hastane, köprü, çeşme, huzur evleri gibi ictimaî hizmet ve hayır müesseselerini kurmak için malî fedakârlıkta bulunmak da âyetin şumûlüne girer. Bu harcamalar, müslümanların dinî ve manevî hayatlarını canlı tutma açısından olduğu kadar, toplumun emniyetinin sağlanması ve geliştirilmesi açısından da pek büyük bir öneme sahiptir. Dolayısıyla müslümanların bu fedakârlıktan uzak kalmaları, kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmaları mânasına gelmektedir. Eğer cimrilik yapar ve Allah yolunda harcamada bulunmazlarsa dünyada mağlup, makhur ve mahkum[1] olurlar; âhirette de çetin bir hesap ve büyük bir azaba uğrarlar.

Âyet-i kerîmenin iniş sebeplerinden biri şöyledir:

Emevîler devrinde, Hâlid b. Velid’in oğlu Abdurrahman’ın komutasındaki İslâm ordusu, Allah Resûlü’nün İstanbul’un fethiyle ilgili müjde ve iltifâtına nâil olmak ümîdiyle yola çıkmıştı. Ordunun içinde İstanbulumuzun övünç kaynağı Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.) da bulunmaktaydı. Rumlar arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken, Ensâr’dan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören mü’minler; “Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın!” (Bakara 2/195) âyetini hatırlayarak:

“–Lâ ilâhe illâllah! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” dediler. Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri şöyle dedi:

“–Ey mü’minler! Bu âyet, biz Ensâr hakkında indi. Allah, Peygamberi’ne yardım edip dînini gâlip kıldığında biz, «Artık mallarımızın başında durup onların ıslâhı ile meşgul olalım» demiştik. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti vahyetti. Bu âyet-i kerîmedeki «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat, bağ ve bahçe gibi dünya malıyla uğraşmaya dalıp, cihâdı terk ve ihmâl etmemizdir.” Bu sebeple Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.), seksen yaşının üzerinde olmasına rağmen cihâdı terk etmedi. Şehîd olup İstanbul’a defnedilinceye kadar Allah yolunda savaşmaya devam etti. (bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 22/2512; Tirmizî, Tefsir 2/2972)

Ayetteki “Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın” (Bakara 2/195) ibaresine, “infak ve cihadı terk”ten başka olarak şu mânalar da verilmiştir: Birincisi; gerekli mal, kuvvet ve silahı tedârik etmeksizin Allah yolunda savaşa çıkarak kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İkincisi; günah işleyip Allah’ın rahmetinden ümit kesmek suretiyle kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Bilakis Allah’ın rahmetini umun ve hayırlı ameller yapın. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 276-277)
Âyet-i kerîme son olarak verdiği, “Bir de iyilik edin ve yaptığınızı güzel yapın. Doğrusu Allah iyilik eden ve işini güzel yapanları sever” (Bakara 2/195) mesajıyla, müslümanlara dâima iyilik yapmalarını, her hususta ihsan seviyesinde davranmalarını ve yaptıkları işleri en güzel şekilde yapmalarını emir buyurmaktadır. Buna göre müminler, Allah yolunda cihadın, savaşın ve infakın en güzelini yapmalı, başka çıkar yol yoksa kötülüğe misliyle mukâbele etmeli, mümkün oldukça kötülükleri de en güzel şekilde savmalıdırlar. Zira Allah’ın sevgisine ulaşmanın en mühim vesilelerinden biri budur.

Savaş, Allah’ın dinini hârici tehlikelerden koruyarak ayakta tutmanın ve İslâm toplumunu güçlendirerek geliştirmenin önemli bir kaidesi olduğu gibi, hac ve umre de aynı şekilde bütün dünya müslümanları arasındaki iman kardeşliğini, ictimâî, iktisâdî, ilmî ve siyâsî bağları kuvvetlendiren, inananları uhrevî bir tefekkür ikliminde dolaştıran ve hâdiselerin gidişâtına yön vermelerine vesile olan mühim dinî emirlerdendir. Bu sebeple şimdi hac ve umre konusuna geçilerek şöyle buyruluyor:

Mağlup: Savaşta yenilmiş, yenilgiye uğramış. Makhûr: Düşmanların baskın, işkence ve zulmüne uğramış. Mahkûm: Allah ve peygamber düşmanlarının hâkimiyetine boyun eğmiş.

196. Başladığınız haccı ve umreyi Allah rızâsı için tamamlayın. Eğer bir engel çıkar da tamamlayamazsanız, o zaman maddî durumunuza uygun bir kurban gönderin. O kurban, yerine varıp kesilinceye kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Aranızdan hastalanan veya başında bir rahatsızlığı bulunduğu için vaktinden önce tıraş olma zorunda kalanlar ise fidye olarak ya oruç tutsun ya sadaka versin veya kurban kessin. Emniyet ve genişlik içinde olduğunuzda, içinizden kim hac zamanına kadar umre yaparsa, maddî durumuna uygun bir kurban kessin. Kurban kesemeyenler ise üçü hacda, yedisi de hacdan döndükten sonra olmak üzere tam on gün oruç tutsunlar. Bu hüküm, Mescid-i Harâm civârında oturmayanlar içindir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah’ın cezası pek şiddetlidir.

Bu âyet-i kerîme, hicretin altıncı senesinde gerçekleşen Hudeybiye hâdisesi üzerine inmiştir. Mekkeliler, umre yapmak niyetiyle Medine’den Mekke’ye doğru gelen Allah Resûlü ve beraberindeki mü’minlere engel oldular. Bu sebeple o sene umre yapamadılar. Yanlarında getirdikleri kurbanlıkları kesmekle, sonra tıraş olup ihramdan çıkmakla emrolundular. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 290) Dolayısıyla bu âyet, hac ve umrenin yapılmasını değil, başlanılan ve zorunlu bir sebeple yapılamayan bu ibâdetlerin, şartların müsaadesiyle, kaza edilip tamamlanmasını emretmektedir. Bunun da özellikle “lillâh” yani Allah rızâsı için yapılmasını istemekte; riya gibi ihlâsı yaralayacak kötü temâyüllerden kaçınılmasını öğütlemektedir. Diğer taraftan bu emir, fıkhî deyimiyle farz ve vacip bir gereklilik ifade eder. Zira başlanılan bir ibâdet, nâfile bile olsa, bozulduğu takdirde onu yeniden edâ etmek vaciptir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz ve müslümanlar, bundan bir sene sonra hicretin yedinci senesi Zilkâde ayında umre yapmışlardır. Buna da “umretu’l-kazâ” denilmiştir.

Müslümanlara hac ibâdetini farz kılan ilâhî emir, “Hacca gitmeye gücü yeten insanlara, Beytullâh’ı ziyâret etmek Allah’ın bir emridir” (Âl-i İmrân 3/97) âyetiyle gelmiştir. Buna göre gücü yeten ve şartlarını taşıyan her müslümana ömründe bir defa Beytullâh’ı haccetmesi farzdır. Umre ise Hanefi mezhebine göre nafile bir ibâdettir. Bu iki ibâdeti peşpeşe yapmanın çok büyük sevabı vardır. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyururlar:

“Hac ile umreyi peş peşe yapmak, ömrü ve rızkı artırır, fakirliği ve günahı, körüğün demirdeki pası giderdiği gibi giderir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 446-447)

İslâm şeriatine göre ilk hac, Hz. Ebubekir’in riyâsetinde hicretin dokuzuncu senesinde gerçekleşmiştir. Peygamber Efendimiz ise hicretin onuncu senesinde ilk ve son haccı olan Vedâ Haccı’nı îfâ etmiştir.

Âyet-i kerîmede hac ve umreyle alakalı bir kısım husûsi hükümler beyân edilmektedir. Bunları şu şekilde açıklamak mümkündür:

İhrama girip hac ve umre niyetiyle yola koyulan bir kişinin, düşman korkusu, hastalık, sakatlık, yolu kaybetme ve benzeri sebeplerle niyet ettiği bu ibâdetleri yerine getirmekten alıkonduğunda, deve, sığır veya koyundan kolayına gelen bir kurbanı kesmesi gerekir. Kurbanlık, kesim mahalline ulaşıp kesilinceye kadar tıraş olmamalı ve ihramdan çıkmamalıdır. Bununla beraber, hasta olan veya başında yara, ağrı ve benzeri gibi bir rahatsızlık bulunan kişi, bir fidye vermek şartıyla önceden tıraş olabilir. Bu fidye; oruç tutmak, sadaka vermek veya kurban kesmekle yerine getirilir. Üçünden birinin tercih edilmesi serbesttir. Hadis-i şerifte orucun süresinin üç gün olduğu, sadakadan maksadın da altı fakiri sabahlı akşamlı doyurmak olduğu haber verilmiştir. (bk. Müslim, Hac 80-86)

Buraya kadar beyân edilen hükümler, hac ve umreden zorunlu bir sebeple alıkonanlar içindir. Ayetteki “Emniyet ve genişlik içinde olduğunuzda” (Bakara 2/196) ifadesinden sonraki hükümler ise, Harem bölgesi hâricinden gelip normal şartlarda hac ve umre yapanlar içindir. Buna göre hac amellerinin yapılmaya başlandığı vakte kadar, ihrama girip umre yapan, bu ibâdetin sevabından faydalanmak isteyen ve buna ilâveten umreyi tamamladıktan sonra ihramdan çıkıp hac vaktine kadar ihramsızlığın getirdiği haklardan istifade etmek isteyen kişi de kolayına gelen bir kurban kesmelidir[2]. Kurbanlık hayvan bulamayan veya bulup da onu alacak kadar parası olmayan kimse tam on gün oruç tutmalıdır. Bunların üçü hac günlerinde –ki Zilhicce’nin 7, 8 ve 9. günlerinde tutulması daha faziletlidir-, yedisi ise hacdan döndükten sonra olmalıdır. Bu yedi gün yolda da tutulabilir. İbâdetlerinin Hak katında makbûl ve muteber olmasını isteyenler, âhirette onların karşılığını almayı umanlar bu ilâhî ölçülere dikkat etmelidirler. Allah’ın lutuf ve rahmetinden mahrum kalmaktan, hatta azâbına uğramaktan sakınmalıdırlar. Hac ibâdetini şu âyet-i kerimenin bildirdiği ve Allah Resûlü (s.a.s.)’in uyguladığı şekilde yerine getirmelidirler:

Hanefilere göre bu yer, Mekke-i Mükerreme’nin Haremidir. Şafi ve Mâliki’ye göre ise engellemenin meydana geldiği yerdir. müslümanların kolayına olması sebebiyle daha çok ikinci görüş tercih edilmiştir.

Bu şekilde umre ile haccın birleştirilmesi ve her birinin ayrı ayrı ihrama girilerek yapılmasına “hacc-ı temettu” denilmektedir. Umre ve haccın tek ihramla yapılmasına “hacc-ı kırân”; umre yapmaksızın ifâ edilen hacca ise “hacc-ı ifrâd” denilir. Hacc-ı temettu‘ ve hacc-ı kırân, yani umre ile haccı birlikte yapma imkânı, sadece mîkat mahalli dışından gelenlere tanınmıştır. Bu bir rahmânî lutuf ve ruhsattır Çünkü onlar uzak bölgelerden gelmekte ve yolculuğun meşakkatlerine katlanmaktadırlar. Bu ruhsatla Yüce Rabbimiz o kullarına bir anlamda “bir taşla iki kuş yakalama” imkânı sağlamaktadır. Harem ehli için böyle bir ruhsat yoktur; zira onların buna ihtiyaçları bulunmamaktadır.

197. Hac vakti, bilinen aylardır. O aylarda ihrama girip hac yapmaya karar veren kişi hac boyunca cinsî münâsebetten, günah işlemekten, kavga ve münâkaşadan tamâmen uzak durmalıdır. İyilik olarak ne yaparsanız, Allah onu elbette bilir. Bir de yolculuk için yanınıza azık alın. Şüphesiz azığın en hayırlısı takvâdır. Öyleyse y akıl sahipleri, bana karşı gelmekten ve azabımdan sakının!

“Hac ayları” olarak bilinen vakit, Şevvâl ve Zilkâde ayları ile Zilhicce’nin ilk on günüdür. Diğer bir ifadeyle Ramazan’dan sonraki “iki ay on günlük” süredir. Bu döneme, “hac mevsimi” de denilmektedir. Âyetin hükmü genel olup haccın menâsikinin yâni hac ibâdetini meydana getiren fiillerin hangisinin bu süre zarfında nerede, ne zaman ve nasıl yapılacağını beyân etmemektedir. Bunları bize Allah Resûlü (s.a.s.), kalabalık bir sahâbî topluluğuyla birlikte yaptığı “Vedâ Haccı”nda uygulamalı olarak öğretmiştir. Hac esnâsında müslümanların rahatça görüp öğrenebilmeleri için bir çok rüknü deve üzerinde yapmış ve:

“Ey insanlar! Hac amellerinin nasıl yapılacağını benden öğreniniz. Bilmiyorum, belki de bu seneden sonra bir daha haccedemem” buyurmuştur. (Müslim, Hac 310; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 318)

Hacla alakalı her türlü amel, Peygamber Efendimiz’in bu tatbikatıyla vakitleriyle birlikte tayin ve tespit edilmiş; o günden itibaren günümüze kadar hac ibâdeti aynı esaslar ve uygulamalar çerçevesinde edâ edilegelmiştir. Herhangi bir gerekçe ile bu hususlarda bir değişikliğe gidilmesi, Allah Resûlü’nün, sahâbe-i kirâmın ve onlardan sonra milyonlarca müslümanın tatbikatına aykırı olacağından, mümkün değildir.

Hanefî, Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre, hac ayları şart olmaksızın senenin herhangi bir vaktinde hac niyetiyle ihrama girilebilir. Şâfi mezhebine göre ise, hac için ihrama girmek ancak ayette bahsedilen hac aylarında sahih olur. Bunun dışında caiz değildir.

Âyet-i kerîme, bu aylarda hacca niyet edip ihrama giren, telbiye getiren ve hac için kurbanlığını hazırlayan yani niyet ve fiilleriyle haccı ifâya azmeden kişinin mutlaka uzak durması gereken yasaklardan bahsetmektedir:
Hacda ihramlı iken cinsî münâsebet ve ona götürecek her türlü söz ve davranışlardan kaçınılmalıdır.
Allah Teâlâ’ya itaatten çıkıp O’na isyan sayılacak, özellikle de Harem sınırları içinde günah kabul edilecek her türlü söz ve davranıştan uzak durulmalıdır. Sövmek ve kötü lakap takmak da buna dâhildir.
Hac günlerinde tartışmak ve münakaşa etmek de yasaklanmıştır. Âyette geçen “cidâl” kelimesi, her türlü mücâdele, tartışma ve düşmanlığı ifade eder. Çünkü bunlar mü’minler arasında kin ve nefrete, öfkeye ve böylece aralarındaki sıcaklık ve dostluğun kaybolmasına sebep olur.

Allah’ın rızâsına uygun bir hac yapabilmek ve onun hem dünyevî hem de uhrevî neticelerinden tam olarak istifade edebilmek için yapılması istenenleri hakkiyle yerine getirmek, yasaklardan ise bütünüyle kaçınmak gerekir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Kötü söz söylemeden ve günah işlemeden Allah için hacceden kimse, annesinden doğduğu gün gibi günahsız olarak döner.” (Buhârî, Hac 4)

Hac ibâdetiyle meşgul olan kişi, günaha götürecek bütün kapılara kilit vurmalı, gönül pencerelerini bütün hayırlara sonuna kadar açmalıdır. Onda günah ömrünü tüketmeli, takatinin son sınırıyla yapabileceği her türlü iyiliği yapmaya çalışmalıdır. Çünkü Allah, iyilik olarak yapılan her şeyi bilmektedir ve karşılığını mutlaka fazlasıyla verecektir. Bir de hac ve umre yolculuğuna ihtiyaçlarımızı kendimiz karşılayacak ve başkasına muhtaç olmayacak şekilde hazırlıklı gidilmelidir. Âyet-i kerîmedeki “Bir de yolculuk için yanınıza azık alın” (Bakara 2/197) ifadesi bunu emreder. Rivayetlere göre Yemenli hacılar, hiç azık almadan yola çıkarlar ve “Biz tevekkül ehliyiz. Biz Allah’ın evini haccederiz de O bizi doyurmaz mı” derlerdi. Geldiklerinde ise başkalarına yük olurlar ve dilenmek zorunda kalırlardı. Bunun üzerine “Azık alın” ayeti indi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 380-382) “Azık alın” ifadesine, önceki mânaya ilâveten “hayırlı ameller işleyerek âhiret hazırlığı yapın” mânası da verilebilir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, V, 143-144) Ayetin devamındaki “Şüphesiz azığın en hayırlısı takvâdır” (Bakara 2/197) kısmı, “şüphesiz en hayırlı azık, dilenmekten, yağmalamaktan ve başkalarına yük olmaktan sakınmaktır” mânasına gelebileceği gibi, daha genel anlamıyla “Allah’a karşı derin bir saygı içinde O’nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınarak insanın kendini cehennem azabından koruması” mânasına da gelir. Burada iki mânayı mülahaza etmek de mümkündür. Allah’tan korkmak ise, selim akıl sahibi olmanın bir gereğidir. O’ndan korkmayanın, âdeta aklı yok gibidir.

Hac günlerinde ticaretle uğraşmanın hükmüne gelince:

198. Hac mevsiminde ticâret yaparak Rabbinizden rızık talep etmenizde hiçbir günah yoktur. Arafat’tan seller gibi boşanıp aktığınızda Müzdelife’deki Meş‘ar-i Harâm’da Allah’ı zikredin. O sizi nasıl doğru yola erdirdi ise, siz de O’nu öylece zikredin. Çünkü siz, bundan önce gerçekten sapıklığa düşmüş kimseler idiniz.

Câhiliye döneminde Ukâz, Mecenne ve Zülmecâz panayırları kurulur; buralarda ticâret malları alınır satılırdı. Hac mevsimi, aynı zamanda bir ticâret mevsimi idi. İslâm geldikten sonra müslüman tüccârlar, günah olur korkusuyla özellikle ihrama girdikten sonra bu aylarda ticâretten çekindiler. Bu hâdise üzerine bu âyet nâzil oldu ve ister hac yapsın ister yapmasın hac aylarında ticâretle meşguliyette ve bu yolla Allah’tan rızık talep etmede bir günah olmadığını bildirdi. (bk. Buhârî, Tefsir 2/24)

Âyette geçen “Arafât”, Mekke’nin 21 km. doğusunda, yaklaşık 14 km kare genişliğindeki düz bir bölgenin ismidir. Bu bölgeye bitişik olan dağa da Cebel-i Rahme veya Arafat Dağı denilmiştir. Haccın rükünlerinden biri olan “vakfe”, Zilhicce’nin dokuzuncu günü olan Arefe gününde işte bu alanda yapılmaktadır. Burada Arefe günü tan yerinin ağarmasından gün batımına kadar bir anlık duruş bile vakfe için yeterlidir. “Meş‘ar-i Haram” ise, Müzdelife bölgesinde bulunan Kuzah dağındaki bir tepenin adıdır. Bu tepe sebebiyle Müzdelife bölgesinin tamamına Meş‘ar-i Haram ismi verilmiştir. Hacılar Arafat’tan sonra buraya gelir, arefe gününü bayrama bağlayan geceyi burada geçirirler.

Şu âyet-i kerîmeler yine hacla alakalı Kureyşlilerin yanlış bir uygulamasını düzeltmektedir:

199. Sonra insanların sel gibi boşanıp aktığı yerden siz de akın edin ve Allah’tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayandır, engin merhamet sahibidir.

200. Hac ibâdetlerinizi tamamlayınca, câhiliye döneminde babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha coşkulu bir şekilde Allah’ı anın. Bazı insanlar: “Rabbimiz, bize nasibimizi dünyada ver!” der. Öyle kimselerin âhirette hiçbir nasibi yoktur.
 
Üst Alt