TEFSİR CİNN Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
CİNN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

CİNN Suresi 17. Ayet
CİNN Suresi 17. Ayet
Cin Sûresi Nuzül

Abdullah b. Abbas (r.a.)’ın haber verdiğine göre, hicretten önceki günlerin birinde, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) birkaç sahâbîsi ile Ukâz semtine doğru gidiyordu. O günlerde şeytanların göklerden haber alması engellenmiş, göğe çıkmak istediklerinde üzerlerine alevler atılmaya başlanmıştı. Bunun üzerine kavimleri onlara:

“- Gökten haber almanızı engelleyen herhalde yeni bir olay vardır; yeryüzünü dolaşın da bunun sebebini öğrenin” değince cinler yeryüzüne dağılmışlardı.

Ukâz’dan geçen bir grup şeytan, ashâbına sabah namazını kıldıran Efendimiz (s.a.s.)’in okuduğu Kur’an’ı dinleyi“- Gökten haber almanızı engelleyen işte budur!” dediler ve kavimlerinin yanına gidince:

“Biz harikulâde güzel bir Kur’an dinledik. O her hususta doğru yolu gösteriyor; biz de ona iman ettik. Bundan böyle artık Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız” (Cinn 72/1-2) dediler.

İşte o zaman Allah Teâlâ da Peygamberimiz (s.a.s.)’e Cinn sûresini inzal buyurdu. (bk. Buhârî, Tefsir 72/1; Müslim, Salât 149)

Cin Sûresi Konusu

Görünmez varlıklar olan cinlerin Kur’an’ı dinleyip ona inandıkları haber verilerek Resûlullah (s.a.s.) teselli edilir. Bu vesileyle cinlerin durumları, kulak hırsızlığı yapmaları, yakıcı ışınlarla gök kapılarından kovulmaları, bir kısmının müslüman bir kısmının ise kâfir olması gibi olaylar, cinlerin bizzat kendi ifadeleriyle anlatılır. Peşinden tevhid, nübüvvet, şefaat, vahiy ve gayb konuları hakkında bilgi verilir.

Cin Sûresi Hakkında

Cin sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 28 âyettir. Cinlerin Kur’ân-ı Kerîm’i dinleyip doğru yolu buldukları anlatıldığından “cin” ismini almıştır. قُلْ اُو۫حِيَ اِلَيَّ (Kul ûhiye ileyye) ismiyle de anılır. (bk. Buhârî, Tefsir 72) Mushaf tertîbine göre 72, iniş sırasına göre 40. sûredir.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
CİNN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Rasûlüm! De ki: “Bana vahiyle bildirildi ki, cinlerden bir topluluk beni Kur’an okurken dinleyip sonra da kavimlerine dönerek şöyle dediler: «Biz hârikulâde güzel bir Kur’an dinledik.»

2. «O her hususta doğru yolu gösteriyor; biz de ona iman ettik. Bundan böyle artık Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız.»

3. «Şüphesiz Rabbimizin şânı çok yücedir. O ne bir eş edinmiştir; ne de bir çocuk.»


Sûrenin iniş sebebi olarak zikredilen rivayet de göstermektedir ki, Resûlullah (s.a.s.) bir defasında Kur’an okurken, cinlerden bir grup gelip onu dinlediler. Duydukları Kur’an’a hayran kaldılar. Bu hayranlıklarını قُرْاٰنًا عَجَبًا (Kur’ânen ‘aceben) sözüyle ifade etmişlerdir. “Kur’an”, Efendimiz (s.a.s.)’in okuduğu Kur’an olabileceği gibi, cinler daha önce Kur’an’ın ne olduğunu bilmedikleri, onunla burada ilk kez karşılaştıkları için “okunan şey” mânasında da olabilir. اَلْعَجَبُ (‘aceb) ise “çok hayret verici, hayran bırakıcı, hârikulâde güzel” demektir. Bununla gerek dil yönünden, gerek fesahat ve belagat cihetiyle, gerek mâna ve mevzu itibariyle Kur’an’ın emsalsizliğini dile getirmişlerdir. Kur’an hakkında ikinci tespitleri, onun “her hususta doğru yolu gösteren; itikatta, amelde, ahlâkta doğru olanı öğreten bir kitap” olmasıdır. Cinler, anladıkları bu gerçeklere dayanarak iman ettiler, Allah’ın birliğini anladılar ve O’na bir daha aslâ şirk koşmayacaklarını söylediler.

Aynı hususa Ahkâf sûresinde de yer verilmektedir. Orada verilen bilgilere göre, Kur’an’ı dinleyen ve ona iman eden cin grubu, kavimlerinin yanına dönmüşler, onlara “Mûsâ’dan sonra indirilen, daha önceki kitapları doğrulayan, gerçeğe ve dosdoğru bir yola rehberlik yapan bir kitap” dinlediklerini söylemişler ve onları Allah’ın davetçisi olan Resûlullah (s.a.s.)’e iman ve itaate çağırmışlardı. (bk. Ahkâf 46/29-32)

İster bu sûrede ister Ahkâf sûresinde olsun, cinlerin Kur’an’ı dinleyip ona iman etmelerinden haber verilmesi, Resûlullah (s.a.s.)’den defalarca Kur’ân-ı Kerîm’i dinledikleri halde bir türlü kalpleri yumuşamayan, ona inanmamakta ısrar ve inat eden müşrikleri onlardan ibret almaya teşvik etmek içindir. Bir taraftan da müşriklerin inatları karşısında daralan Allah Resûlü (s.a.s.) teselli edilmektedir. Müşrikler inanmasa da onu dinleyen ve ona inanan görünür görünmez daha farklı varlıklar bulunduğunu, dolayısıyla bütün gücüyle Kur’an okumaya, onun hakikatlerini tebliğe devam etmesi gerektiği öğütlenir.
Dinledikleri Kur’an sayesinde cinlerin öğrendikleri bir gerçek de şudur:

4. «Şimdi öğreniyoruz ki, meğer bizim beyinsizlerimiz, Allah hakkında yalan yanlış şeyler söylüyormuş.»

5. «Oysa biz, insanların da cinlerin de Allah hakkında asla yalan söylemeyeceklerini sanıyorduk.»


Allah hakkında asılsız sözler söyleyen beyinsizlerin başında İblîs gelir. Cinlerin inkârcı ve itaatsiz olanları da onun gibidir. Cinler, daha önce İblîs’in ve azgın cinlerin Allah hakkındaki aslı esası olmayan sözlerine kanarak şirk koşuyor, O’na eş ve çocuk isnat ediyorlardı. Anlaşılan o ki, Kur’an’ı dinleyip gerçekleri öğrendikten sonra bu yanlış yoldan vazgeçmişlerdir.
Cinlerle insanlar arasında gerçekleşen olumsuz etkileşimin sebebine gelince:

6. “Gerçi, öteden beri insanlardan bazı adamlar cinlerden birtakım adamlara sığınıyor, böylece onların kibir ve azgınlıklarını artırıyor, cinler de kendilerine sığınanların günahına günah, isyânına isyân katıyorlardı.»

7. «Onlar da, sizin sandığınız gibi, Allah ölen kimseyi bir daha diriltmeyecek sanıyorlardı.»”


Cahiliye döneminde Araplar, harap bir yerde geceleyin konaklamak istediklerinde: “Biz bu vâdinin şerrinden, buranın sahibi olan cine sığınırız” diyerek, cinlerin kötülüğünden onların efendisine sığınırdı. Çünkü onların inancına göre, her harabe yer cinlerin hâkimiyeti altındaydı. Onların büyüğüne sığınmadıkları takdirde, oradaki cinlerin kendilerine eziyet vereceğine inanırlardı. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIX, 134) Yaratılış itibariyle aslında kendilerinden daha üstün olan, yeryüzünün halifesi kılınan insanların, bunu fark etmeyip, kendilerine sığındığını gören cinler, kibirlenip iyice azgınlaşmaktadırlar. Böylece onlara daha fazla eziyet etmekte, sapıklıkta daha cüretkâr olmakta; kendilerine sığınanların günahına günah, isyanına isyan katmaktadırlar. O halde insan kendi yüksek değerini fark etmeli ve buna uygun davranmalıdır.

Cinler, bize gizli olan durumları hakkında açıklama yapmaya şöyle devam ediyorlar:

8. “«Doğrusu biz, melekleri dinlemek için göğe yükselmek istedik. Bir de ne görelim: Orası sert ve güçlü bekçilerle, alev fışkırtan mermilerle dopdolu.»

9. «Oysa önceleri biz, haber dinlemek için orada oturacak yerler bulup otururduk. Fakat şimdi, Kur’an inmeye başladıktan sonra, artık kim göğe çıkıp melekleri dinlemeye kalksa, kendisini gözetleyen bir alev topuyla karşılaşıyor!»

10. «Göğün böyle sıkı denetim altına alınmasıyla yeryüzü ahâlisi için bir kötülük mü kastedilmiştir, yoksa Rableri onlar için bir iyilik mi dilemiştir; onu biz bilemiyoruz?»


Cinler daha önceleri göklere çıkıyor, orada oturabilecekleri boş yerler bulup bir kısım gök haberlerini dinleyebiliyorlardı. Meleklerin kendi aralarında geçen konuşmalardan bazı şeyler çalıyor, insanları aldatmak ve bozgunculuk yapmak üzere çaldıkları haberlere pek çok yalan katıp bunu dostlarına ulaştırıyorlardı. Fakat Peygamberimiz (s.a.s.) gönderilip Kur’an inmeye başladıktan sonra artık bir daha önceki oturmuş oldukları yerlere oturma ve gök haberlerini dinleme imkânları kalmadı. Bunun asıl sebebi, cin ve şeytanların Kur’an vahyine müdahalesini engellemek ve vahyin sağlıklı, arı duru, tertemiz bir şekilde Peygamber’e ulaşmasını sağlamak olduğu anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Hak onlara gök kapılarını kapattı. Bundan böyle, oraya yükselip bir şey çalmaya teşebbüs edenleri, son derece güçlü ve sert bekçiler geri çevirmeye, gözetleyici şihaplar ve ateş huzmeleri onları yakalayıp etkisiz hale getirmeye başladılar. (bk. Hicr 15/17-18; Sâffât 37/7-10)
Önceleri gelecekle ilgili tahminler yürüten cinler, bu mühim hâdise üzerine ölçülü davranmaya başlamışlar, bunun, yeryüzünde yaşayanlar için bir kötülük mü getireceği, yahut Allah Teâlâ’nın bununla onlar için bir iyilik mi dilediği hususunu Allah’a havale etmişlerdir. Bunu yaparken de, mü’mine yakışan bir edeple, “iyiliği Allah’a nispet ederken, kötülüğü O’na nispet etmekten uzak durmuşlardır.” Bu ve benzeri âyetlerden hareketle, kulun Allah’a karşı gözetmesi gereken edepte:

اَلْخَيْرُ كُلُّهُ مِنْكَ وَ الشَّرُّ لَا يُنْسَبُ اِلَيْكَ
(el-Hayru kulluhû minke veşşerru lâ yünsebu ileyke)

“Bütün iyilikler sendendir. Fakat, yaratanı sen olmakla birlikte kötülükler sana nispet edilmez” kaidesi benimsenmiştir.
Buradan itibaren cinler, toplum olarak kendi durumları hakkında bilgi verirler:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. «Bize gelince, içimizde dürüst ve erdemli kimseler de var, bunun çok aşağısında kalan azgınlar da. Tıpkı insanlar gibi biz de farklı inançlara sahip çeşitli gruplara ayrılmış vaziyetteyiz.»

12. «Artık şu gerçeği iyice anlamış bulunuyoruz ki, biz ne yeryüzünde Allah’ın iradesine karşı koyabiliriz, ne de O’nun elinden kaçıp kurtulabiliriz.»

13. «Ne zaman ki doğru yolu gösteren Kur’an’ı dinledik, hemen ona iman ettik. Rabbine iman eden kimse, ne ecrinin eksilmesinden korkar, ne de zulme uğramaktan.»

14. «İçimizde Allah’a teslimiyet yolunu seçenler de var, doğru yolu terk eden zâlimler de. Kim teslimiyet yolunu seçip Allah’ın emirlerine boyun eğerse, işte onlar doğru yolu arayıp bulmuş olanlardır.»

15. «Doğru yolu terk eden zâlimler ise cehenneme odun olacaklardır.»”


Verilen bu bilgilere göre:

- Cinlerin hepsi kâfir olmadığı gibi, hepsi de müslüman değildir. İçlerinde çeşitli gruplar vardır. Allah’a ve peygambere inanıp sâlih olanlar bulunduğu gibi, böyle olmayanlar da vardır. Ahkâf sûresinin 30. âyetinin haber verdiğine göre onlardan Hz. Mûsâ’ya ve Tevrat’a inananlar olduğu anlaşılmaktadır.

- Cinler, dinledikleri Kur’ân-ı Kerîm’den dinî gerçekleri öğrendiler. Allah’ı tanıdılar. Ne yeryüzünde ne de kaçacakları herhangi bir yerde Allah’ın iradesine karşı koyamayacaklarını iyice anladılar. O’nun hükmünden kaçamayacaklarını gördüler. İster gizlensinler ister açığa çıksınlar, ister parça parça olsunlar ister bir araya gelsinler, ne yaparsa yapsınlar, Allah’a karşı koyup ondan kurtulamayacaklarının farkına vardılar. Dolaysıyla tek çıkış yolunun Allah’a iman ve itaat etmek olduğunu aşikar bir şekilde görüp anladılar.

- Onlar, Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretiyle birlikte son derece adâletli bir Rab olduğunu da öğrendiler. Öyle ki Rabbine iman eden, onun birliğini ve büyüklüğünü tanıyan, indirdiklerini doğrulayıp, azabından korunan ve O’na sığınan kimse en sağlam bir kulpa tutunmuş, en sağlam bir kaleye sığınmıştır. Artık onun ne hakkının yenilmesi ne de mükâfatından bir şeyin eksiltilmesi suretiyle zulme uğramaktan korkmasına gerek yoktur. O kişi, insan olsun cin olsun, başka birisi tarafından hâkimiyet altına alınıp zillete de düşmeyecektir. Çünkü Allah’ın hiçbir ortağı yoktur. Onun gücüne ve kudretine karşı gelecek kimse düşünülemez. Hülâsa, insanlara ve cinlere sığınanlar kendilerini kurtaramazlar. Fakat Allah’a iman edip de ona sığınanlar selâmete ererler. Öyleyse insanlar cinlere sığınmamalı, cinler de içlerindeki beyinsiz ve alçak grubunu oluşturan şeytanlara uyup da insanları aldatmaya çalışmamalıdır.

- Cinlerin içinde müslüman olan, haber verildiği üzere Allah’ın birliğine inanıp O’na itaatle selâmet yolunu tutanlar vardır. Buna karşılık iman ve İslâm yolundan sapıp zâlim olanlar da. müslümanları, iyiyi ve doğruyu arayan ve ona layık olanlardır. İşte göğün korunması ve peygamber gönderilmesiyle bunlar hakkında iyilik murat edilmiştir. İslâm yolundan sapan kâfirler ve zalimler ise cehenneme odun olacaklar; orada yanacaklardır. Dolayısıyla onlar hakkında da kötülük murat edildiği anlaşılmaktadır.

O halde, ey sorumlu varlıklar, şu gerçekleri aklınızdan çıkarmayın:

16. Eğer insanlar ve cinler, Allah’ın yolu üzerinde dosdoğru yürüselerdi, onlara bol bol yağmur verir, rızıklarını genişletirdik.

17. Aslında verdiğimiz bu nimetlerle onları imtihan ediyoruz. Kim Rabbini anmaktan yüz çevirirse, Allah onu gittikçe artan çetin bir azaba uğratır.


İman ve istikâmet üzere bir hayat yaşamanın nimetlerin bollaşmasına, huzur ve refahın artmasına, Allah’ın zikrinden uzaklaşmanın ise sıkıntı ve felaketlerin gelmesine sebep olduğu bir kez daha vurgulanır. Burada “bol yağmur”, nimetlerin bolluğunu ifade eder. Çünkü su hayattır. Bir yere, ancak orada su varsa yerleşilir. Ziraat, ekim dikim su ile yapılır. Su olmazsa hayat devam etmez, hiçbir temel ihtiyaç elde edilemez.

İman ve salih ameller maddeten ve mânen genişliğe vesile olacağı gibi küfür, gaflet ve nankörlük de hem maddeten hem mânen darlık ve sıkıntılara yol açar. Özellikle Allah’ı unutmak en büyük musibettir. Âyet-i kerimelerde şöyle buyruluyor:

“Kim benim kitabıma sırt döner ve beni anmaktan uzak durursa, şüphesiz dünyada onun için sıkıntılı, dar bir geçim vardır; kıyâmet günü de onu kör olarak diriltip huzurumuza getireceğiz. O: «Rabbim! Beni niçin kör olarak dirilttin? Oysa ben dünyada gözleri gören biriydim» diye itiraz edecek. Allah şöyle buyuracak: «Evet, böyle! Âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları nasıl unutup bir kenara attıysan, bugün de sen işte öylece unutulur, bir kenara atılırsın!»”(Tâhâ 20/124-126)

O halde Allah’ı zikre dönmek, O’nu daha güzel zikretmek için de mescitlere koşmak lüzumu ortaya çıkar. Bu sebeple buyruluyor ki:

18. Mescidler Allah’a ibâdet etmek içindir. Öyleyse Allah’tan başka hiçbir kimseye, hiçbir şeye el açıp yalvarmayın.

19. Allah’ın has kulu kalkıp da Rabbine dua ve ibâdet etmeye başlayınca, onlar neredeyse birbirini çiğnercesine onun başına üşüştüler, keçe gibi birbirine geçtiler.


18. âyette yer alan “mescitler” kelimesini üç şekilde tefsir etmek mümkündür:

Bunlar müslümanların ibâdetgâhı olan mescitlerdir. Buna göre âyetin mânası: “Mescitlerde Allah’a ibâdet ederken başkasını O’na ortak koşmayın” olur.
Bütün yeryüzü ibâdetgâhtır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.): “…Yeryüzü benim için mescid ve temiz kılındı...” (Buhârî, Teyemmüm 1) buyurmuştur. Buna göre mâna: “Yeryüzünde Allah’a hiçbir kimseyi ortak koşmayın” olur.
Mescitten maksat, insanın üzerine secde ettiği, el, ayak, yüz, diz vs. gibi uzuvlarıdır. Buna göre ise: “İnsanın bütün azalarını Allah yarattı. O halde onların üzerinde Allah’tan başkasına secde edilmemelidir” mânası anlaşılır.

19. âyette bahsedilen “Abdullah”, Cenâb-ı Hakk’ın en seçkin kulu Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Kendisi Allah’a gerçek bir kul olmuş, insanları da O’na kulluğa davet etmiştir. Fakat o, insanları tek olan Allah’a çağırmaya başlayınca, insan ve cin kâfirleri onun bu davetini iptal için birlik oldular, birbirine sokuldular. Az daha birbirlerine keçeleneceklerdi. Fakat Allah peygamberini muhafaza etmiş ve onu düşmanlarına karşı başarılı kılmıştır.

Ancak şunu belirtmek gerekir ki Peygamberimiz (s.a.s.) vazifesini yaparken bir kısım ana esaslara dayanmaktaydı:

20. De ki: “Ben ancak Rabbime kulluk ederim ve O’na hiç kimseyi ortak koşmam.”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
21. De ki: “Benim size kendiliğimden ne bir zarar vermeye gücüm yeter, ne de sizi doğruya ulaştırarak bir fayda sağlamaya.”

22. De ki: “Allah’a isyân edecek olursam beni O’nun azabından hiç kimse kurtaramaz. O’ndan başka sığınacak bir yer de bulamam.”

23. “Benim vazîfem sadece Allah ile ilgili gerçekleri ve O’nun mesajlarını tebliğ etmekten ibârettir.” Kim Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelirse, hiç şüphesiz onun hakkı, ebedî olarak içinde kalacağı cehennem ateşidir!


Müşrikler, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e: “Şu getirdiğin tevhid dini yüzünden insanların düşmanlığını kazandın. Eğer bu davadan vazgeçersen seni düşmanlarına karşı himâye ederiz” diyorlardı. Bu âyetler onlara cevap olarak inmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, XIX, 25) Buna göre Peygamber (s.a.s.)’in vazifesi yalnız Allah’a kulluk etmek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak ve Allah’tan gelen emir ve talimatları tebliğ etmektir. Bunu yapmadığı takdirde, onu Allah’ın azabından koruyabilecek hiçbir güç yoktur. Peygamberin davetini işitip ona icabet etmeyenleri ise korkunç bir son beklemektedir:

24. Nihâyet tehdit edilip durdukları azabı gözleriyle gördükleri zaman, yardımcıları bakımından kim daha zayıf ve sayıca kim daha az, bileceklerdir.

25. De ki: “Tehdit edildiğiniz o azap yakın mıdır, yoksa Rabbim ona uzun bir süre mi tâyin eder; onu ben bilemem?”

26. Gaybı bilen yalnız Allah’tır. O, hiç kimseye gayb bilgisini açık bir şekilde bildirmez.


Müşrikler, Allah Resûlü’nün davetini duyduklarında üzerine hücum ediyorlardı. Kendi gruplarının kalabalık ve güçlü olduğunu, Peygamber (s.a.s.)’in yanında ise birkaç kişinin bulunduğunu görüyor, dolayısıyla onu kolayca yenebileceklerini zannediyorlardı. Fakat o gün Peygamber’i çaresiz ve kendilerini de sayıca kalabalık görerek Hakk’ın sesini bastırmak için cesaretlenen müşrikler, sürekli tehdit olundukları azap, ölüm veya kıyametle karşılaştıkları vakit gerçek çaresizin, sayıca az olanın ve ordusu zayıf olanın kim olduğunu anlayacaklardır. Ancak onların tehdit edildikleri bu azap veya kıyamet gaybî hususlardan olup, Allah Teâlâ onun vaktini Peygamber (s.a.s.)’e bile bildirmemiştir. Nihayetinde Peygamber de bir insandır. Ancak Allah’ın bildirdiğini bilebilir:

27. Ancak seçip bildirmek istediği bir peygamber hâriç. Ona gayb bilgisinden dilediği kadarını açar. Ancak bu durumda Allah, verdiği gayb bilgisini şeytanların tasallutundan korumak için onun önünden ve ardından gözcüler salar.

28. Tâ ki, peygamberlerin, Rablerinden gelen mesajları eksiksiz olarak ve hiçbir değişikliğe maruz kalmadan tebliğ ettiklerini Allah kesin bir şekilde ortaya koysun. Zâten Allah, onların nezdinde olup bitenleri ilmiyle çepeçevre kuşatmıştır ve her şeyi tek tek kaydettirip korumaktadır.


Gaybı tam olarak bilen Allah’tır; O’ndan başkası bilemez. Ancak Allah Teâlâ, peygamberlik vazifesi verdiği kişilere, gayb ilminin bazı hakikatlerini bildirir. İşte peygamberlere gönderdiği vahiyler ve Resûlullah (s.a.s.)’e gönderdiği Kur’an bahsedilen gaybî hakikatlerdendir. Ancak Cenâb-ı Hak, o gaybî hakikati peygamberine gönderirken, alınan bir kısım ilâhî tedbirlerden haber vermektedir. Buna göre, o vahyi peygambere en emniyetli bir şekilde ulaşmasını sağlayacak gözcüler ve muhafızlar vazifelendirir. Bu muhafızlardan maksat meleklerdir. Yani, Allah Teâlâ, vahiy vasıtasıyla gayb ilmini Resûlullah’a gönderdiği zaman tam olarak Peygamber’e ulaşması ve kimsenin ona dokunamaması için her taraftan melekler onu muhafaza altına alırlar. Nitekim sûrenin başında da beyân edildiği gibi, Efendimiz (a.s.)’ın nübüvvetinden sonra cinler için göğe yaklaşacak bütün kapıların kapanması, melekler tarafından çok sıkı bir kontrol altına alınması ve artık bir şeyler duyabilmelerinin mümkün olmamasının hikmeti de budur. Nitekim 28. âyet, “elçinin önünden ve arkasından gözetleyici ve koruyucu meleklerin görevlendirilmesi”nin sebebini açıklamaktadır. Burada “bilsin” fiiliyle alakalı üç farklı takdirde bulunulabilir ve her üçü de âyet için geçerli mânadır:

Peygamber, meleklerin kendisine Allah’ın kelâmını eksiksiz olarak ulaştırdığını bilsin.
Allah Teâlâ, meleklerin, Rablerinin mesajını doğru ve sağlam olarak yerine yani peygambere ulaştırdığını bilsin.
Allah’ın tâlimatlarını Peygamberlerin insanlara eksiksiz olarak ve hiçbir değişikliğe maruz kalmadan ulaştırdıklarını Allah bilsin.

Âyet-i kerîmeden şu da anlaşılmaktadır ki, gerek peygamberler, gerekse melekler Allah Teâlâ’nın yüce kudretinin kuşatması altındadırlar. Kıl payı kadar Allah’ın emrinden dışarı çıkmak isteseler hemen yakalanırlar. Dolayısıyla Allah’ın onlara gönderdiği tâlimatlar ve gaybî bilgiler noktası noktasına sayılmıştır. Ne meleklerin, ne de peygamberlerin onun bir harfini bile değiştirmeye, çıkartmaya veya ona bir şey ilâve etmeye hiçbir hak, salahiyet, imkân ve cesaretleri yoktur. Bu kadar güvenilir yollarla insanlığa ikram edilen Kur’ân-ı Kerîm’in değeri ve şerefi ne yücedir. İnsanlar onun kıymetini bilip, onun hidâyetiyle doğru yolu bulmaya çalışmalıdırlar. Nankörlük yolunu tutup o büyük nimetten mahrum kalmamalıdırlar.
Şimdi ise kendisine gaybî bilgi verilmek üzere seçilen ve insanlarla cinlerin kötülüğünden korunarak pek çok üstün özelliklere sahip kılanan o Peygamber’in emsalsiz kulluğunu ve yüce ahlâkını tanıtmak üzere Müzzemmil sûresi geliyor:
 
Üst Alt