TEFSİR EN'AM Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
EN'AM SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

EN'AM Suresi 164.Ayet
EN'AM Suresi 164.Ayet
En'âm Sûresi Hakkında

En‘âm sûresi çoğunluğun görüşüne göre Mekke’de bir defada inmiştir. Ancak üç veya altı âyetinin Medine’de indiğine dair bir görüş de bulunmaktadır. 165 ayettir. Mushaftaki tertibe göre 6, iniş sırasına göre 55. sûredir. Sûreye isim olan اَلأنْعَامُ (en‘âm) kelimesi Arapça’da “deve, sığır ve koyun gibi evcil hayvanlar, ceylan, geyik ve benzeri yabani hayvanlar ve bir takım binek hayvanları” mânasında kullanılmaktadır. Bu kelime sûrenin 136, 138, 139 ve 142. âyetlerinde altı kez tekrar edilmiştir.

En'âm Sûresi Konusu

Esasen İslâm’ın inanç esaslarının işlendiği bu sûrede özetle şu mevzular yer almaktadır:

Allah’ın birliğinin delilleri; ilim, irade, kudret gibi sıfatları beyân edilerek şirkin geçersizliği ve âhirette sebep olacağı vahim neticeleri haber verilir. İslâm inancını kabul etmeyen kâfirlerin, Kur’an’ın davetine bigâne kaldıkları takdirde, kendilerinden önceki kâfirlerin uğradıkları hazin akıbete uğrayacakları ikazı yapılır.

Peygamberin tebliğ vazifesi ve bu vazifeyi ifâ ederken kullandığı imkânların sınırlı oluşu, zengin veya fakir her seviyeden muhatapla münâsebetleri ele alınmakta, özellikle çevreden gelen baskılar sebebiyle fakir müslümanlara olması gereken ilginin azaltılmaması istenmektedir.

Tevhid mücâdelesinde Resûlullah (s.a.s.) ve etrafındaki müslümanları teselli etmek, münkirlerden gelecek eziyetlere karşı sabırlı olmaya teşvik etmek ve takip edilmesi gereken bir tebliğ metodunu öğretmek gayesiyle Hz. İbrâhim’in putperest kavmiyle olan münâsebetleri, onları şirkten vazgeçirmek için getirdiği deliller üzerinde durulur. Efendimiz’den önceki bütün peygamberlerin hep aynı hidâyet yolunun yolcuları oldukları ve insanları bu doğru yola davet ettikleri, dolayısıyla Peygamberimiz’e düşen vazifenin onların nurlu izinden yürümek olduğu beyân edilir.

Bir kısım hayvanlar ve ziraat mahsulleriyle alakalı olarak putperest Arapların benimsedikleri yanlış uygulamalar dile getirilip reddedilir ve bu hususta uyulması gereken İslâmî kâideler açıklanır. Haram ve helâli belirleme yetkisinin sadece Allah’a ait olduğu ortaya konur.

Son olarak ana-babaya iyilik, çocukları öldürmemek, günahları terk etmek, yetim malı yememek, adâletli olmak ve benzeri gibi İslâm’ın temel ahlâkî esasları tekrar edilerek tabi olunacak dosdoğru yolun bu olduğu, bütün ilâhî kitapların hep bu esasları getirdiği, dolayısıyla ölüp âhiret gerçeği ile karşılaşmadan önce bu esaslara uygun bir şekilde iman ederek sadece Allah için bir kulluk yapmanın gereği üzerinde durulur. Yaratılmış olmanın ve imtihan edilmenin gayesi de zaten budur.

En'âm Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada 6., iniş sırasına göre 55. sûredir. Hicr sûresinden sonra, Sâffât sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. Tamamına yakınının Mekke’de indiği hususunda ittifak vardır. Abdullah b. Ömer’e ulaşan bir rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “En‘âm sûresi bana toplu olarak indi. 70.000 melek tesbih ve hamd sözleriyle bu sûrenin inişine eşlik etti” (Taberânî, el-Mu‘cemü’s-sağ^r, I, 145). Abdullah b. Abbas’tan aktarılan bir rivayette de Mekke’de “bir defada” indiği teyit edilmiştir (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr, XX, 215). Ancak birkaç âyetinin Medine’de indiğine dair görüşler de vardır (bk. İbn Atıyye, II, 265; Elmalılı, III, 1861).

En'âm Sûresi Fazileti

En‘âm sûresinin faziletine dâir Allah Resûlü (s.a.s.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“En‘âm sûresi bana toplu olarak indirildi. Yetmiş bin melek tesbih ve hamdederek bu sûrenin indirilişine eşlik etti.” (Taberânî, el-Mu‘cemü’s-sağîr, I, 145)
“En‘âm sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in en üstün sûrelerinden biridir.” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân 17)

EN'AM SURESİNİN TEFSİRİ


1. Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a aittir. Böyleyken kâfirler, birtakım putları Rablerine denk tutuyorlar.

Sûre Allah’a hamd ile başlamaktadır. Gerçekten her türlü hamd, övgü ve senâ Allah’a mahsustur. Çünkü içindeki sayısız varlıklar ve bunlar arasındaki eşsiz nizam ile birlikte gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden O’dur. Dolayısıyla ulûhiyet vasfı yalnızca Allah’a aittir. Buna rağmen müşrikler, putlarını Allah’a denk tutmakta, Allah’a kulluk edercesine onlara kulluk etmektedirler. Bu bakımdan bu ilk âyet, putlara tapan, onlara ulûhiyet vasfı izafe eden ve darda kaldıklarında onlardan yardım isteyen müşriklere karşı bir reddiyedir. Bütün kâinatı yoktan yaratan ve her türlü nimetin yegâne sahibi olan Allah var iken, O’nun dışında herhangi bir varlığa perestiş etmek; kulluk niyetiyle meyletmek nasıl mümkün olabilir?

Âyette zikredilen “zulumât” ve “nûr”dan maksat “gece karanlığı” ile “gündüz aydınlığı” olabileceği gibi, “şirk, nifak ve küfrün karanlığı” ile “İslâm, iman, nübüvvet ve yakînin aydınlığı” da olabilir. Ayrıca “zulumât” çoğul, “nûr” ise tekil gelmiştir. Çünkü karanlığın sebepleri çok, aydınlığın sebebi tektir. Sapık yollar çok, doğru yol tektir. Burada karanlığın şirk ve çoklukla ilgisi bulunduğuna ve bunda tek ve tekliğin çoklukta kaybolmasına; aydınlığın da tevhid ile alakası olduğuna ve bunda da çokluğun tekte kaybolduğuna dikkat çekilmektedir. Bu bakımdan “kâfir ufuklarda kaybolan yani çokluk içinde boğulan, mü’min ise ufukların kendinde kaybolduğu yani vahdete eren kimsedir” sözü pek mânidârdır.

Yüce Allah gökler ve yerleriyle büyük âlemin yaratılmasından bahsettikten sonra gelen âyette küçük âlem olan insanın yaratılmasından bahsetmektedir.

Pek çok âyette gökler ve yer birlikte ve bu sıra ile geçmektedir. “Semâvât” meleklerin mekânı, duaların kıblesi, temiz ruhların yükseldiği yer olması ve yerküreyi her tarafından kuşatması, orada Allah’a hiç isyan edilmemesi ve mü’minlere vaadedilen cennetin orada bulunması gibi hikmetlerle ilk sırada yer aldığı söylenebilir. Fakat sanki burada “arz” tek başına ve semâvâta nispetle son derece küçük varlığı ile “göklere” denk tutulur. Bu da, Allah Teâlanın, insanın yaşaması için düzenlediği yeryüzüne verdiği değerin, oraya yerleştirdiği zengin muhtevanın ehemmiyetine dikkat çeker. Belki de peygamberlerin ve özellikle Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yeryüzünde zuhuru, onun göklere denk tutulması için yeterli bir sebeptir. Çünkü o bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.

2. O, sizi çamurdan yarattı, sonra ömrünüze belirli bir süre tâyin etti. O’nun katında belirlenmiş bir ecel daha vardır. Siz ise hâlâ şüphe edip duruyorsunuz.

Cenâb-ı Hak, insanlığın babası olan Hz. Âdem’i çamurdan yarattığı gibi, onun neslinden gelen her bir insanı da çamurdan yaratmaktadır. Çünkü her insan menî hayvancığı ile yumurtadan yaratılmaktadır. Bunların ikisi de kandan meydana gelir. Kan da alınan gıdalardan oluşur. Bu gıdalar ya hayvanî veya nebâtîdir. Bunlar da dolaylı veya dolaysız yollarla temelde topraktan meydana gelir. Toprak süzüle süzüle bitki olur, bitkiler gıda olarak insan ve hayvan vücuduna girer, gıdalardan insan tohumu meydana gelir ve bundan da insan yaratılır. O halde şu cansız topraktan insan başta olmak üzere bu kadar canlı varlıkları yaratan ve her biri için belirli bir ömür takdir eden Allah’ın varlığından ve birliğinden şüphe edilemez.

Âyette geçen اَلأجَلُ (ecel) kelimesi “bir sürenin sonu” mânasına gelir. Burada iki defa tekrar edilmektedir. Birinci ecelden maksat her bir insan için takdir edilen ölüm vakti, ikincisinden maksat ise kâinatın infilak edip yeni bir düzenin kurulacağı kıyamet vaktidir. Görüldüğü üzere Allah imtihan için bir ecel, sonra imtihan neticesine göre nimet vermek için başka bir ecel takdir etmiştir. İmtihan eceli dünyada, nimet eceli ise ukbâdadır. Rabbimiz, kendi rızâsını talep etmemiz için bir ecel belirlemiştir ki, bu bizlere dünyada tanınan “mühlet vakti”dir. Sonra onun ardından bir “vuslat vakti” tayin etmiştir. Mühlet vaktinin belli bir müddeti ve nihâyeti vardır; fakat vuslat vaktinin ne belli bir müddeti ne de nihâyeti vardır. Varlığın bir başlangıç vakti olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Fakat tevhid güneşleri bir kez doğdu mu, artık ona ebediyen batış yoktur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 287) Bu bakımdan, gönüllerde tevhid güneşinin parıldamasına vesile olması için buyruluyor ki:

3. O, göklerde ve yerde ibâdete lâyık tek Allah’tır. O sizin gizlinizi de açığa vurduğunuzu da bilir; yine hayır veya şer ne kazandığınızı da bilir.

Allah, göklerde de yerde de ibâdete lâyık tek ilâhtır. Gökleri, yeri ve onlarda bulunan bütün varlıkları O yarattığı gibi, onların idaresini de tek başına elinde bulundurmaktadır. Her şey O’nun koyduğu kanunlara tabidir. Farkında olsalar da olmasalar da o ilâhî kanunlara göre hareket ederler. Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Bu sebeple O’na nazaran gizli ve açığın bir farkı yoktur; hepsini aynı derecede bilir. Yine O, insanların dünya hayatında hayır veya şer yaptıkları işleri, kazanacakları sevap ve günahları hakkiyle bilir. Buna göre, kendilerine gelen Allah’ın âyetlerini hiçe sayanlar, bunun sonucuna katlanmalıdırlar:

4. Böyle iken, ne zaman onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelse, hiç düşünmeden hemen ondan yüz çevirirler.

5. Kendilerine gerçeğin ta kendisi olan Kur’an geldiğinde onu da yalanladılar ve alaya aldılar. Elbette bir gün gelecek, alay ettikleri bu gerçekler ne imiş göreceklerdir.


Burada zikredilen “âyetler”den maksat, Allah Teâlâ’nın ilâhlığını, varlığını ve birliğini haber veren Kur’an âyetleri, Peygamber Efendimiz’in gösterdiği diğer mûcizeler veya Allah’ın kudret ve azametine delâlet eden kevnî delillerdir. İşte müşrikler ve münkirler, bu âyetler üzerinde düşünüp Allah’ın birliğini ve kudretini idrak etmeye çalışacakları yerde, onlardan yüz çevirmişlerdir. Kur’an’ı dinlememişler, dinlenilmesini engellemeye çalışmışlardır. Dinleyince de ona sihir ve büyü demişlerdir. Efendimiz’in gösterdiği mûcizeleri reddetmişler ve kâinattaki ilâhî kudret akışlarından ibaret olan kevnî âyetlere karşı da derin gafletleri sebebiyle âdeta kör ve sağır kesilmişlerdir. Neticede hidâyete ermeleri için gelen Kur’an’ı ve onu kendilerine tebliğ eden Peygamberi yalanladıklarından iman etme şerefine erememişlerdir. Gördükleri bu kadar âyet ve delillerden ibret almadıkları gibi üstelik bir de bunları yalanlayan kimselere, alay edip durdukları şeyin haberleri pek yakında gelecektir. Bu haberden maksat dünyada İslâm’ın intişarı, müslümanların ilerlemesi, kâfirlerin mü’minler karşısında hezimet ve mağlubiyete uğraması; âhirette de cehennem azabının karşılarına dikilmesidir. Peki onlara akıl ve düşünme melekelerinin verilmiş olmasının hikmeti nedir:

6. Onlardan önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görüp üzerinde hiç düşünmezler mi? Üstelik biz onlara yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiş, üzerlerine bol bol yağmurlar yağdırmış, ev ve bağlarının altlarından ırmaklar akıtmıştık. Evet, günahları sebebiyle onları helâk ettik ve onların ardından başka nesiller meydana getirdik.

Bu âyet-i kerîme kuvvet ve kudretlerine, mal ve servetlerine, makam ve mevkilerine, sahip oldukları maddî ve manevî imkânlara aldanarak şımaran, Allah’a asi olan, nimetin hakiki sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ı unutarak azgınlaşan, günahlara boğulan fert ve toplumlara büyük bir tehdit ve uyarı taşımaktadır. Zira Allah Teâlâ daha önce de bereketli yerlerde iskan ettiği, her türlü imkânlar, bol nimetler verdiği, üzerlerine bol yağmurlar yağdırıp, evlerinin altlarından, bağ ve bahçelerinin arasından ırmaklar akıttığı nice müreffeh toplumları işledikleri günahlar yüzünden helak etmişti. Dolayısıyla sonraki dönemlerde yaşayıp onlar gibi hakkı kabule yanaşmayanlar da aynı şekilde helak olacaklardır. Öncekileri mal ve servetleri Allah’ın azabından koruyamadığı gibi, bunları da mal ve servetleri asla ilâhî azaptan kurtaramayacaktır. Öyle anlaşılıyor ki, toplumların ecellerinin gelmesinde günah ve hatalarının mühim bir yeri vardır. Nitekim Âd ve Semûd kavmi, Kârûn ve Firavun gibi önceki toplumların helak sebeplerinden bahseden şu âyet ne kadar dikkat çekicidir:

“Biz bu topluluk ve kişilerden her birini günahları yüzünden kıskıvrak yakalayıverdik: Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini o korkunç çığlık yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk. Allah, böyle yapmakla kesinlikle onlara zulmetmedi; lâkin onlar kendi kendilerine zulmettiler.” (Ankebût 29/40)

Şimdi de Cenâb-ı Hak, kâfirlerin kendilerini Kur’an’ı inkâra nasıl şartlandırdıklarını şöyle bir misalle dikkatlerimize sunuyor:

7. Rasûlüm! Şayet sana kağıt üzerine yazılmış bir kitap gönderseydik de onu elleriyle tutmuş olsalardı, o küfürlerinde diretenler yine de: “Bu, olsa olsa apaçık bir büyüdür” derlerdi.

Kur’ân-ı Kerîm’in başka âyetlerinde müşriklerin Peygamber Efendimiz’den, gökten kendilerine okuyacakları bir kitap getirmesini (bk. İsrâ 17/93) ve “açılmış sahifeler” indirmesini (Müddessir 74/52) talep ettiklerine yer verilir. Rivayete göre Mekke müş‏‏‏‏rikleri, “Ey Muhammed, bize Allah katından, yanında onun Allah katından ve senin de Allah’ın elçisi olduğuna ‏‏‏şehadet edecek dört melekle birlikte bir kitap getirmedikçe asla sana iman edecek değiliz” demişler ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 216) Bu âyette müşriklerin ne kadar körü körüne, ne kadar büyük bir taassup ve inat içinde küfürde ısrar ettikleri haber verilir. Onlar iç dünyalarında gerçeğe inanmamak, teslim olmamak kararını verdiklerinden ve buna sımsıkı sarıldıklarından dolayı, peygamberliği bir sihir, bir hilekârlık olarak göstermek istedikleri için Resûlullah (s.a.s.)’in mûcizeleri ve özellikle Kur’an’ın icazı karşısında hemen düşünmeden ilk söz olarak “Bu apaçık büyü” dedikleri gibi, istedikleri şekilde elleriyle tutabilecekleri, dokunup yoklayabilecekleri mücessem bir kitap da indirilmiş olsa, ona da yine aynı şekilde “Bu düpedüz bir büyü” derlerdi.

Müşriklerin bir diğer talebi, Peygamber’in yanına gözleriyle görebilecekleri bir meleğin gelmesi, onunla beraber dolaşması ve onun peygamber olduğunu söylemesiydi:

8. Bir de: “Ona, bizim de görebileceğimiz bir melek indirilmeli değil miydi” dediler. Eğer biz bir melek indirseydik, elbette iş bitirilir, kendilerine göz açtırılmaz, bir an bile yaşama fırsatı verilmezdi.

9. Eğer peygamberi melek olarak gönderseydik, onu yine bir insan suretinde gönderir de onları içine düştükleri şüpheye yine düşürürdük.


Bu âyetler, böyle bir talebin geçersiz olduğunu bildirir. Çünkü gözleriyle görebilecekleri şekilde meleğin gelmesi durumunda artık peygamber gönderilmesinin bir hikmeti kalmayacak ve imtihan sırrı çözülecektir. Diğer taraftan onlar, meleği gerçek suretinde görmeye güçleri yetmeyeceğinden, yıldırım çarpmaktan daha dehşetli bir şekilde helak olacaklardır. Özellikle Kur’an’ı getiren Cebrâil (a.s.)’ı gerçek suretinde görmek dayanılacak bir durum değildir. Ancak peygamberler içinde Allah Resûlü (s.a.s.) gibi çok nadir kimseler onu bir iki kez görebilmiştir. Peygamber Efendimiz’in vahiy alırken nasıl dehşetli bir sarsıntı ile kendinden geçtiği de bilinmektedir. Dolayısıyla sıradan insanlar meleği asli suretinde gördüğünde derhal helak olacak, tevbe etmek veya bir mazeret beyân etmek için bir anlık bile bir fırsatları olmayacaktır.
Eğer yine müşriklerin istediği gibi peygamber bir melek olsaydı veya bir melek insanlara elçi olarak gönderilseydi, sünnetullah gereği o yine bir insan suretinde olurdu. Onlar yine “Biz senin melek olduğunu nerden bilelim, sen de bizim gibi bir insansın” diyerek önceden olduğu gibi şüpheye düşerlerdi. Çünkü az önce de ifade edildiği gibi insanların meleği asli suretinde görmesi mümkün değildir. Bu sebepledir ki melekler peygamberlere insan suretinde gelmişlerdir. Nitekim Cebrâil (a.s.), Efendimiz’e daha çok Dıhyetü’l-Kelbî şeklinde; bir kısım melekler de Hz. Dâvûd’a iki hasım şeklinde, Hz. İbrâhim ve Hz. Lût’a da misafirler şeklinde gelmişlerdir.

Allah Resûlü (s.a.s.), kavminden gördüğü kötü muameleye karşı şöyle teselli edilmektedir:

10. Rasûlüm! Şunu unutma ki, senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti. Fakat alay ettikleri gerçek, o alay edenleri dört bir yandan kuşatıp mahvetmişti.
 
Son düzenleme:

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. De ki: “Yeryüzünde gezin dolaşın da, peygamberleri yalanlayanların sonu nasıl olmuş bir bakın!”

Böyle bir muameleye sadece Peygamber Efendimiz maruz kalmamış, önceki peygamberler de aynı sıkıntılarla karşılaşmışlardır. İnkar edilmişler, alaya alınmışlar ve eziyet çekmişlerdir. Bu zorluklar, ilâhî dâvanın tebliğcisi ve savunucusu olmanın tabiatında vardır. Fakat netice mühimdir. Neticede peygamberler galip gelmiş, onlarla alay edenleri fazla zaman geçmeden Allah’ın azabı çepeçevre kuşatmış ve helak olmuşlardır. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz’e: “O halde sen o kâfirlerin inkâr ve alaylarından müteessir olma. İnkar edenlere de yeryüzünü dolaşmalarını, olan biten hâdiseleri ibret nazarıyla incelemelerini, peygamberleri yalanlayanların nasıl helak olduklarını görmelerini ve böylece gaflet perdesini yırtıp intibaha gelmelerini tavsiye et” buyrulmuştur.

Şimdi de dikkatler, peşpeşe gelen âyetlerin kendisine inanıp bağlanmayı öğütlediği Allah Teâlâ’nın kudret ve azametini anlamak için göklerde ve yerde bulunan varlıkları tefekküre yönlendirilmektedir:

12. “Göklerde ve yerde olanlar kimindir” diye sor. Onlar gerçeği söylemeseler de sen: “Allah’ındır” de. O, kullarına rahmetiyle muameleyi kendine ilke edinmiştir. O sizi, geleceğinde hiçbir şüphe bulunmayan kıyâmet gününde elbette bir araya toplayacaktır. Fakat nefislerini zarara uğratanlar buna inanmazlar.

Âyette yer alan soru ve cevap, Allah’a şirk koşanları, kâinatta bulunan canlı cansız, akıllı akılsız her şeyin yaratılış, mülk ve tasarruf bakımından Allah’a ait olduğunu ikrara mecbur bırakmaktadır. Zaten kişinin iman nimetine erebilmesi için de, göklerde ve yerde bulunan şeylere bakıp, bunlardaki değişmeleri görmesi ve hepsinin sebebini araştırarak “bunlar kimin?” sorusunu sorması ve bu soruya karşılık iç âleminde “Allah’ın” cevabını alması gerektiği ortadadır. Bu takdirde Allah’ın birliğini kabul edip O’na teslim olmaktan başka bir yol olmadığını anlayacaktır. Gölerin ve yerin yaratıcısı, sahibi Allah olduğuna göre, O, dünyada kâfirlere, günahkârlara çabucak azap göndermeye de, öldükten sonra onları diriltmeye de kadirdir. Fakat “O, kullarına rahmetiyle muameleyi kendine ilke edinmiştir.” (En‘âm 6/12) Mecbur olmamakla beraber, bizzat kendi lutuf ve kereminden kullarına merhamet edeceğini va‘detmiştir. O kullarına merhametli davranmakta, inkâr edenleri hemen cezalandırmamakta, kendine dönmeleri için mühlet vermekte ve tevbe ettikleri takdirde tevbelerini kabul edeceğini haber vermektedir. Çünkü “O’nun rahmeti gazabını geçmiştir.” (Buhârî, Tevhid 15, 22; Müslim, İman 14-16) Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Allah’ın rahmetinin genişliği ile alakalı olarak şöyle buyurur:

“Allah rahmeti yüz parçaya ayırdı. Bunlardan doksan dokuzunu kendi katında tuttu. Bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle canlılar birbirine acıyıp şefkat gösterirler. Hatta, yavrusunu emziren hayvanın yavrusuna dokunur diye ayağını kaldırması bile bu merhamet sebebiyledir.” (Buhârî, Edeb 19; Müslim, Tevbe 17-21)

Cenâb-ı Hak yine bu rahmeti sebebiyle, herkesin dünyada yaptığının karşılığını görmesi için insanları mutlaka kıyamet gününde toplayacaktır. Eğer dünyada zulme uğrayan âhirette hakkını almazsa; ömrünü sefalet içinde geçirmiş, Hakk’a itaat eden kul, âhirette sabrının mükâfatını görmezse ona haksızlık olur. İşte Allah rahmeti gereği insanları mahşerde bir araya toplayacak, onlara yaptıkları amellerin karşılığını verecektir. Cennet rahmetinin, cehennem gazabının tecellisi olacaktır. Fakat nefislerini zarara uğratanlar; yani sermâyeleri olan tertemiz fıtratlarını, selîm akıllarını kaybedenler, gerçekler yerine sadece vehimlerine uymaları, taklide dalmaları ve düşünmemeleri sebebiyle küfürde ısrar etmekte ve îmandan yüz çevirmektedirler. Bu sebeple iman etmeleri ve Allah’ın rahmetine ermeleri söz konusu olamaz.

Oysa:

13. Gecenin karanlığı, gündüzün aydınlığı içinde barınan her şey O’nundur. O hakkiyle işitendir, kemâliyle bilendir.

Göklerde ve yerde olan mekana bağlı her şey Allah’ın olduğu gibi, gece ile gündüzün kuşattığı, bunlar içinde barınan zamana bağlı her şey de Allah’a aittir. Allah ister gecenin karanlığında, ister gündüzün aydınlığında olsun, isterse o kadar geniş kâinatın herhangi bir yerinde bulunsun olup biten her şeyi işitir ve bilir. O’nun işitmesinden ve bilmesinden hiçbir şey hariçte kalamaz.

O halde:

14. De ki: “Gökleri ve yeri yoktan var eden, her canlıyı besleyip doyurmasına karşılık kendisi hiçbir şekilde beslenmeye ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı kendime dost edineceğim?” Yine şöyle de: “Bana Hakk’a teslim olanların ilki olmam emredildi ve «sakın müşriklerden olma!» buyruldu.”

15. De ki: “Eğer Rabbime isyan edecek olursam, gerçekten büyük bir günün azabından korkarım.”

16. O gün kim azaptan uzak tutulursa, şüphesiz Allah ona rahmet etmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur.


Allah’ın isimlerinden bir olan اَلْوَلِيُّ (Velî), “dost, yardımcı, yönetici, yapılması için işlerin kendine havale edildiği varlık” demektir. Yine o isimlerden biri olan “Fâtır” ise “yokluktan varlık sahasına çıkaran, yoktan vareden” mânasındadır. Allah gökleri, yeri ve onlarda bulunan her şeyi yoktan var etmiş, bütün fıtratları yaratmış, hem de onların devamları ve birbiri ardı sıra kesilmeksizin sürmeleri için muhtaç oldukları tabii ihtiyaçlarını bahşetmiştir, bahşetmektedir. Kendisi ise her türlü ihtiyaçtan uzaktır; ikram eder fakat kendine ikram olunmaz; yedirir doyurur fakat kendinin buna ihtiyacı yoktur. Bir diğer âyet-i kerîmede: “Ben onlardan herhangi bir rızık istemiyorum; beni doyurmalarını da istemiyorum. Muhakkak ki Allah, evet O, bütün rızıkları veren, sonsuz kudret ve sarsılmaz kuvvet sahibi olandır” (Zâriyât 51/57-58) buyrulur.

Müslüman olmak ve şirkten uzak durmak ilk defa Allah Resûlü (s.a.s.)’e emredilmiş, dolayısıyla ilk iman eden ve ilk teslim olan o olmuştur. Peygamberler, aynen diğer insanlar gibi, getirdikleri dinin emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmakla mesüldürler. Buna karşı gelmek azabı gerekli kıldığından, hemen ardından Efendimiz’e: “Eğer Rabbime isyan edecek olursam, gerçekten büyük bir günün azabından korkarım” (En‘âm 6/15) demesi emredilmiştir. Peygamberlerin bile korkudan titredikleri o günün azabını önemsememek ve ciddiye almamak büyük bir gafletin işaretidir. Halbuki o günün azabı öyle dehşetli bir azaptır ki, o gün ondan kurtulabilene muhakkak Allah merhametiyle muamele etmiştir. O azaptan kurtulmak gerçekten büyük bir başarıdır. Burada âhirette kurtuluşun ancak Allah’ın rahmeti sayesinde mümkün olabileceğine bir işaret vardır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) de bunu açıklar mâhiyette şöyle buyurur: “Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki, insanlardan hiç kimse ameliyle cennete giremez; ancak Allah’ın rahmet ve lütfuyla girer.” Ashâb-ı kirâm: “Senin amelinde mi seni cennete sokmaz ey Allah’ın Rasûlü?” diye sorduklarında şöyle cevap verir. “Benim amelim de beni cennete sokmaz, meğer Allah rahmetiyle beni korumuş ola.” (Buhârî, Rikâk 18; Müslim, Munâfikîn 71)

Bu bakımdan:

17. Eğer Allah sana bir sıkıntı verecek, bir zarar dokunduracak olursa, onu yine kendisinden başka giderecek yoktur. Eğer sana bir iyilik lutfederse, bilesin ki zâten O’nun her şeye gücü yeter.

18. O, kullarının üstünde her istediğini yapma kudretine sahiptir. O her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır, her şeyden haberdârdır.


Hayrı ve şerri yaratan Allah’tır. Hastalık, fakirlik, açlık, kıtlık, hüzün, korku, acı gibi verdiği bir zararı O’ndan başka defedecek kimse olmadığı gibi; sıhhat, zenginlik, zafer, başarı, huzur, lezzet ve sevinç gibi ihsan ettiği iyilik ve güzelliklere de mani olacak bir güç yoktur. Çünkü Allah her şeye mutlak güç yetirendir. O her yönden üstün, daima galip ve kahredici bir kudret sahibidir. Ne vereceği zarara engel olunabilir, ne de ihsan edeceği iyiliklere mani olunabilir. Yaptığı her işte sayısız hikmetler vardır, O kullarının her halinden de haberdardır. Böyle bir Allah bırakılıp başka kim dost edinilebilir? O’ndan başka gerçek dostluğa kim layık olabilir? Allah Resûlü (s.a.s.)’in, terkisine aldığı İbn Abbas (r.a.)’ya yaptığı şu nasihatler âdetâ bu âyetlerin bir tefsiri mâhiyetindedir:

“Allah’ın buyruklarını gözet ki, Allah da seni gözetip korusun. Allah’ın rızâsını her işte önde tut ki Allah’ı önünde bulasın. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardım dileyeceksen, Allah’tan dile! Ve bil ki, bütün bir ümmet toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar, ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı temin edebilirler. Yine eğer bütün ümmet, sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler. Çünkü artık kaderi yazan kalem yazmaz olmuş, yazıları değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir.” (Tirmizî, Kıyâmet 59)

Yine Resûl-i Ekrem (s.a.s.), bu âyetlerden aldığı ilhamla farz namazlardan sonra şöyle dua ederdi :

“Allahım ! Senin verdiğine engel olacak, vermediğini verecek kimse yoktur. Senin lütfun olmadan hiçbir zengine serveti fayda vermez” (Buhârî, Ezan 155 ; Müslim, Mesâcid 137, 138)
Nitekim bir kimse yolculuğa çıkacaktı. Hasan Basrî’ye gelip :
“- Bana bir tavsiyede bulun” dedi. Hazret ona şu öğütte bulundu :
“Gittiğin her yerde, Yüce Allah’ın emrini üstün tut ki, O da seni üstün eylesin.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 320)

Her zaman ve her zeminde Allah’ın kuldan istediği şeyleri bilmenin yolu, tüm insanlığa bir uyarı olarak gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup anlamaktan geçmektedir:

19. Onlara: “Kimin şâhitliği daha büyük ve daha önemlidir?” diye sor. Cevap vermezlerse şunu söyle: “Benimle sizin aranızda Allah şâhittir. Bu Kur’an, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi ebedî azaba karşı uyarmam için bana vahyedildi. Siz, Allah ile birlikte başka ilâhların bulunduğuna gerçekten şâhitlik mi ediyorsunuz?” Şunu da söyle: “Ben buna şâhitlik etmem!” Ve de ki: “O, ancak bir tek ilâhtır ve elbette ben sizin O’na ortak koşmanızdan da, koştuğunuz ortaklardan da bütünüyle uzağım.”

Mekke ileri gelenleri: “İddia etmekte olduğun peygamberlik davasında seni doğrulayan hiç kimse yok. Seni yahudilere ve hıristiyanlara sorduk. Onların yanında da senin ne haberine, ne de vasıflarına dair bir bilgi yok. O halde zannettiğin gibi bir peygamber olduğuna ‏‏şâhitlik edecek birini getir” dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 217)

Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olduğuna ve Kur’an’ın ona Allah katından vahyedildiğine en büyük, en güvenilir şâhit şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. Bundan daha doğru ve ikna edici bir şâhitlik düşünülemez. Kur’an’ın Allah’ın kelâmı ve vahyi olduğu her yönüyle açıktır. O bir beşer sözü değildir, olamaz. O, Peygamber Efendimiz’e ilk muhataplarını, onlardan itibaren de kıyamete kadar ulaştığı her insanı veya buluğ çağına erişen herkesi Allah’ın azabıyla uyarması için gelmiştir. Kur’an’ın iniş maksatlarından biri de budur. Allah’tan başka ilâh yoktur; sadece tek ilâh O’dur. Kâinatta hüküm süren hârika nizam, Allah’ın bir olduğunu ve kudretinin sonsuzluğunu göstermektedir. O’nunla beraber başka ilâhlar olduğuna şâhitlik yapmak, doğru bir bilgi ve sağlam bir delile dayanmayan bir safsatadan ibarettir. Çünkü bu hususta Allah’ın emriyle tek söz söyleme mercii olan Peygamber: “Ben buna şâhitlik etmem. O, ancak bir tek ilâhtır ve elbette ben sizin O’na ortak koşmanızdan da, koştuğunuz ortaklardan da bütünüyle uzağım” (En‘âm 6/19) demektedir.

Her ne kadar müşrikler, “Ehl-i kitaba sorduk; senin hakkında onların yanında hiçbir bilgi yok” deseler de gerçek böyle değildir. Çünkü:

20. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, kendi öz oğullarını tanıdıkları gibi o Peygamber’i tanırlar. Ama nefislerini zarara uğratanlar, iman etmezler.


“Kendilerine kitap verilenler”den maksat yahudi ve hıristiyanlardır. Bunlar Hz. Muhammed (s.a.s.)’i, onun sıfatlarını, peygamber olacağını ve ona Kur’an gibi bir kitap indirileceğini kendi öz oğullarını bildikleri gibi biliyorlardı. Yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de bu bilgiler vardı. Fakat müşrikler, yahudi ve hıristiyanlar temiz fıtratlarının sesine kulak vermeyerek, hatta onu bozarak ve imanı gerektiren delillerden yüz çevirerek kendilerini hüsrana uğratmışlar ve iman etmemişlerdir. (bk. Bakara 2/146) Bu ise en büyük zulümdür. Zira:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
21. Allah hakkında yalan uyduran veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki zâlimler kurtuluşa eremezler.

Allah’ın ortakları olduğunu iddia eden, kendi kendilerine helâl, haram hükümler koyup bunları Allah’ın buyruğu gibi gösteren, Kur’an’ın ayetlerini yalanlayan, Allah’ın varlığını gösteren delilleri ve mûcizeleri görmezlikten gelen müşriklerden daha zalim kimse olamaz. Bununla birlikte eğer Peygamber, kendi uydurduğu sözleri Allah’a mal edip, “Bunlar Allah’ın vahyidir” derse, ondan da daha zalim kimse olamaz. Halbuki Hz. Muhammed (s.a.s.) Allah’tan korkan, doğru ve emin bir insandır. O halde onun getirdiği hakikatleri yalanlayanlar en zalim duruma düşmüş olurlar.
Şimdi de bu yalancı zâlimlerin mahşer yerindeki çaresiz ve perişen hallerine bakın:

22. Kıyâmet günü onları bir araya toplayacağız, sonra da Allah’a ortak koşanlara: “Hani nerede o, Allah’a ortak saydıklarınız?” diye soracağız.

23. Bunun üzerine onların: “Rabbimiz Allah’a yemin olsun ki, biz O’na asla ortak falan koşmuş değiliz” demekten başka bir çareleri olmayacak.

24. Şunlara bak, hâlâ yalan söyleyip, hem de kendi kendilerini yalanlıyorlar! Dünyada iken uydurdukları sahte tanrılar da onları nasıl yüzüstü bırakıp görünmez oluverdi!


Allah Teâlâ, bütün insanları mahşer yerinde toplayacak, özellikle müşriklere, onları azarlamak, kınamak ve mahşerî kalabalığın huzurunda zor durumda bırakmak üzere, dünyada Allah’a ortak sandıkları putlarının hani nerede olduğunu soracaktır. Onlar orada davalarının boş olduğunu görecek, işledikleri bu büyük günahın yükü altında ezilecek, ne diyeceklerini şaşıracak, inkâr etmeye kalkışarak: “Allah’a yemin olsun ki, biz O’na ortak falan koşmuş değiliz” (En‘âm 6/23) demekten başka çareleri kalmayacaktır. Böylece kendilerine karşı, yani söylediklerinin asılsız olduğunu bile bile yalan söyleme gereğini duyacaklardır. Bu sırada dünyada tanrı diye peşine takıldıkları o sanal şeyler de kaybolup gidecektir. Çünkü onlar gerçek değil, sadece zandan ibaretti. Halbuki gerçekler âleminde zannın, vehmin yeri yoktur. Gerçekler ortaya çıkınca zanlar, vehimler, tahminler yok olur gider. Allah’ın huzurunda kendilerine o putlardan ne bir yardımcı ne de bir dost bulabilirler. Gerçeğin karşısında büyük bir dehşet ve ürperti içinde sarsılırlar.

Mahşer günü içine düşülecek bu çıkmazdan tek kurtuluş yolu, kalplerden Kur’an’ı anlamaya engel olan perdeleri kaldırıp atmaktır:

25. İçlerinde sana kulak verip okuduğun Kur’an’ı dinleyenler var. Halbuki biz, onu anlayamasınlar diye kalpleri üzerine kat kat perdeler gerdik, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Artık hangi delil, işaret ve mûcizeyi görürlerse görsünler, yine de iman etmezler. Hatta yanına geldiklerinde seninle münakaşaya girişirler ve inkâra saplanıp kalmış o kâfirler: “Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değil” derler.

İçlerinde Ebu Süfyan ve Velid b. Muğîre’nin de bulunduğu bir grup müşrik, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in okuduğu Kur’an’ı dinleyip daha sonra aralarında bulunan ve acem kıssalarını anlatmakla meşhur olan Nadr b. Hâris’e: “Ey Ebu Katîle, Muhammed ne diyor?” diye sorarlar. Nadr: “Kâbe’yi kendi evi yapana yemin ederim ben de onun ne söylediğini bilmiyorum. Şu kadar ki dudaklarını oynattığını görüyorum. Benim size anlattıklarım gibi geçmiş‏‏lerin masallarını anlatıyor” der. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme iner. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 217)

Âyetin haber verdiğine göre müşriklerin bazıları zaman zaman Kur’ân-ı Kerîm’i dinliyorlardı. Fakat onların maksadı Kur’an’ın neler bildirdiğini samimiyetle öğrenmek, anlamak ve eğer doğru bulurlarsa onu tasdik etmek niyetiyle değildi. Bilakis itiraz etmek, karşı çıkmak, alay ve hakaret etmek için bahaneler bulmak amacıyla dinliyorlardı. Gurur, kibir, bencillik, ihtiras gibi kötü huylarla, sihir, hurafe, şirk gibi bâtıl inançlarla ruhları kirlenmiş; fıtrî tabiatlarının istikrarı bozulmuştu. Bu şekilde ruhları kararmış insanların, aklî melekelerini, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma kabiliyetlerini de kaybetmeleri ilâhî bir kanundur. Bu sebepledir ki onların kalpleri üzerinde Kur’an’ı anlamalarını engelleyen perdeler, kulaklarında da bir ağırlık, bir sağırlık meydana getirildiği ifade buyrulmuştur. Şu halde onların inkârları, ilâhî kanun uyarınca kalplerinin perdelenmesi kendi tutum ve davranışlarının, bencil duygularının, ön yargılarının, taassup ve inatlarının bir sonucudur; bundan dolayı da yanlış inançlarından ve kötü fillerinden sorumludurlar. Böyle kimselere Kur’an tesir etmez. Allah’ın ne kadar ayeti varsa hepsini görseler, bütün açık deliller gözleri önüne serilse yine inanmazlar. Çünkü onlar inanmamakta ısrar eder; üstelik davasının bâtıl olduğunu, okuduğu ayetlerin öncekilerin masallarından başka bir şey olmadığını ileri sürerek Peygamber’le mücâdele ederler. Küfür ve inkârda bu kadar ileridedirler:

26. Böylece onlar hem insanları Kur’an ve Peygamber’den uzaklaştırırlar hem de kendileri ondan uzak dururlar. Ama böyle yapmakla sadece kendilerini helâk ederler de bunun farkına bile varmazlar.

Bu karakterdeki insanlar, kendileri Kur’an’a inanmadıkları ve Peygamber’e tabi olmadıkları gibi, başka insanların da Kur’an dinlemelerine, ona inanmalarına ve Peygamber’e itaat etmelerine mani olurlar. Böylece hem kendilerini sapıtırlar, hem de başkalarını şaşırtırlar. Bu ilâhî sofradan ne kendileri faydalanırlar ne de başkalarının faydalanmasına fırsat verirler. Bu şekilde davranmak suretiyle neticede farkında olmadan kendi kendilerini mahvettikleri gibi, tesir sahalarına giren kimseleri de mahvederler.

Bu insanların âhirette duyacakları pişmanlıklar şöyle haber veriliyor:

27. Nihâyet ateşin karşısında durdurulduklarında onların hâlini bir görsen! O zaman: “Ah ne olurdu, dünyaya bir daha geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak, mü'minlerden olsak!” diye hayıflanırlar!

28. Hayır, bu sözlerinde de samimi değiller! Aslında onlar öteden beri gizledikleri iç yüzleri, günahları, mü’minlere kurdukları tuzaklar bütün açıklığıyla karşılarına çıktığı için böyle söylüyorlar. Yoksa dünyaya geri döndürülecek olsalar, yine kendilerine yasaklanan kötülükleri yapmaya girişir, aynı inkârlarında diretirler. Çünkü onlar gerçekten yalan söylüyorlar.

29. Onlar dünyada: “Hayat, ancak yaşadığımız şu dünya hayatından ibarettir. Biz öldükten sonra bir daha diriltilecek değiliz” demişlerdi.

30. Bir de onları Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman bir görsen! Allah onlara: “Nasıl, yeniden diriliş gerçek değil miymiş?” diye soracak, onlar: “Rabbimize yemin olsun ki evet gerçekmiş” diyecekler, bunun üzerine Allah da: “Öyleyse inkâr etmeniz sebebiyle tadın azabı!” buyuracak.


Müşrikler ve kâfirler âhirette cehennem azabıyla yüz yüze gelip, o korkunç ateşin apaçık bir gerçek olduğunu gözleriyle gördükleri zaman çok pişman olacaklar, tekrar dünyaya dönmeyi isteyeceklerdir. “Dönsek de Allah’ın ayetlerini, Kur’an’ın verdiği haberleri yalanlamasak, mü’minlerden olsak” diye temenni edeceklerdir. Çünkü önceden beri gizledikleri şeyler; amel defterlerindeki kötülükler; küfür, şirk ve nifaklarının gerçek yüzü, âhireti, cennet ve cehennemi yalanlamalarının yanlışlığı hepsi apaçık karşılarına çıkacaktır. Şu âyet-i kerîmede haber verilen hakikat vuku bulacaktır:

“Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günahkârların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını göreceksin. Hayretler içinde: «Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki, küçük büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek hepsini saymış dökmüş!» diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49)

İşte bu gerçek karşısında şaşkına dönecekler ve tekrar dünyaya gelmeyi isteyeceklerdir. Fakat bu, onların o an ki duydukları korkunun bir neticesidir. Dünyaya gelseler o hali unutur ve tekrar inkâra saplanırlar, kendilerine yasaklanan şeyleri yine pervasızca yaparlardı. Onlar bu iddialarında da yalancıdırlar. Onlar dünyada yaşarken dünya ötesini, âhireti inkâr etmişlerdi. Dünya hayatından başka bir hayatın olmadığını sanmışlar, “varsa yoksa hayat bu hayattır, yaşarız ölürüz, tekrar diriltilmemiz mümkün değildir” demişlerdi. (bk. Mü’minûn 23/37) Fakat kıyamet günü bütün zanları, vehimleri boşa çıkıp değişmez gerçekle yüz yüze gelip hesap vermek üzere Allah’ın huzuruna çıktıklarında perişan hallerini bir görmek gerekir. O vakit Allah onlara inkâr edip durdukları “yeniden dirilişin, âhiret hayatının” gerçek olup olmadığını soracak, gözleriyle gördükleri o gerçeği inkâr etme imkânı kalmayacak ve “O halde inkâr etmeniz sebebiyle tadın azabı!” (En‘âm 6/30) şeklindeki ağır bir ilâhî hitabın kahredici ezikliği içinde ebedi azaba düçar olacaklardır. Çünkü birgün mutlaka Allah’a kavuşacağına inanmayanların kaybedenlerden olacağı şüphesizdir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Allah’ın huzuruna çıkmayı yalan sayanlar elbette hüsrana uğramışlardır. Kıyâmet ansızın başlarına kopuverince onlar, sırtlarına yüklendikleri suç ve günah yükleri altında: “Dünyada yaptığımız günahlar, kaçırdığımız fırsatlardan dolayı yazıklar olsun bize!” diye dövünüp feryat ederler. Şunlara bakın! Ne kötü bir yük taşıyorlar!

Âhirete inanmayan ve bir gün Allah’ın huzuruna çıkıp hayatının hesabını vereceğini düşünmeyen bedbahtlar büyük bir zarara uğrayacaklardır. Çünkü hem cennetteki ebedi nimetlerden mahrum kalacaklar, hem de büyük bir azabın içine düşeceklerdir. Bu kimseler ölüm gelip dünyadan ayrıldıklarında veya yeniden dirilip Allah’ın huzuruna çıktıklarında, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak, pişmanlık ve üzüntülerini gizleyemeyecekler, “İmkan varken dünya hayatında yapamadığımız hayırlı ameller ve işlediğimiz günahlar sebebiyle yazıklar olsun bize!” diyeceklerdir.

Günahın sırta yüklenilmesiyle alakalı olarak tefsirlerimizde şöyle bir açıklama yer alır: Mü’min kabrinden çıktığında onu gayet güzel yüzlü, düzgün yapılı ve mis kokulu bir yaratık karşılar ve ona: “Beni tanıdın mı?” diye sorar. Mü’min: “Hayır tanımadım” diye cevap verince o: “Ben senin sâlih amellerinim, haydi bin sırtıma, seni taşıyayım. Çünkü, dünyada iken sen beni taşımıştın” der. Nitekim bu mânaya işaretle âyet-i kerîmede “Takvâ sahiplerini, binek üzerinde ikram ile Rahman’a götürdüğümüz gün” (Meryem 19/85) buyrulur. Kâfiri ise kabrinden çıktığı anda çirkin görünüşlü ve kötü kokulu bir yaratık karşılar ve ona: “Beni tanıdın mı?” diye sorar. O: “Hayır tanımadım” diye cevap verince şöyle der: “Ben senin kötü amellerinim, dünyada iken bana çok binmiştin, bugün de ben sana bineceğim.” İşte âyetteki “sırtlarına yüklendikleri suç ve günah yükleri altında” (En‘âm 6/31) ifadesinin mânası budur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,VII, 236)

Dolayısıyla insan, dünya hayatını âhiret penceresinden seyretmeli, dünyanın mahiyetini iyi kavramalı ve âhiret mahrumu olmamalıdır. Çünkü:

32. Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka değildir! Âhiret yurdu ise Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?

Uhrevî bir gaye ve maksadı olmaksızın bütün himmetlerini dünyaya yönlendirenler ve onunla meşgul olanlar için dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. “Oyun”, kişiyi faydalı olan şeylerden alıkoyup uzaklaştıran şeylerdir. “Eğlence” ise kişinin ciddi işlerden uzaklaşıp, gayr-i ciddi ve mânasız şeylerle uğraşmasıdır. İnsan oyun ve eğlenceden onlarla meşgul olduğu anda zevk alır, ondan ayrıldıktan sonra pişman olur, huzursuzluk duyar. Eğlenceye dalınca da ömür çabuk geçer. İşte dünya hayatı da böyledir. Yaşandığı sürece zevkli gelir, çabuk geçer, fakat ondan ayrılınca kişi, kendisini başka bir hayata hazırlamamış ise dünyadan kendisine sadece pişmanlık kalır. Oyun ve eğlencenin süresi azdır, kısadır. Âhirete göre dünyanın süresi de çok azdır. Bu bakımdan fani olan hayatı anlamlı ve değerli kılan şeyler, oyun ve eğlence değil, Allah’ın rızâsını kazanma ve O’na yakınlaşma arzusuyla yapılan hayırlı işlerdir. Bu sebeple aklını kullanabilen muttaki kullar, bu eğlence ve oyalanma hayatına dalmaz, âhiret hayatı için hazırlanırlar, âhireti dünyaya tercih ederler. Âhirete inanır, onu kazanmak için hidâyet yolunda yürürler. Dünyada yaptıkları her işin hesabını Allah’ın huzurunda vereceklerini düşünerek yaşar; ilâhî buyruklara âsi olmaktan, yasakları çiğnemekten sakınırlar. Böylece dünyada kendilerine tanınan fırsatı hakkıyla değerlendirdikleri için bunlar hakkında âhiret yurdu dünyadan daha hayırlı, daha güzel olacaktır. Bu açıdan bakılınca dünyada âhiret için yapılan hayırlı ve güzel amellerin oyun ve eğlence kabilinden olmadığı anlaşılacaktır.

Dünyanın üç yüzü vardır: Birinci yüzü Allah Teâlâ’nın isimlerine bakar. Dünyadaki her şey Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin neticesi olmakla, sıfatları ve isimleriyle Allah’ın varlık, birlik ve sonsuz kudretine delildir, işarettir. Âhirete bakan ikinci yüzüyle dünya, âhiretin tarlasıdır. Cennet ve cehennem, bu dünya tarlasında ekilen ya iman ve amel-i sâlih tohumlarının veya küfür ve günah tohumlarının boy vermiş şekli olarak karşımza çıkacaktır. Dünya bu iki yüzüyle çok önemlidir. O kadar ki “yer”, “gökler ve yer” şeklinde Kur’an’da bir arada anılmakla göklere denk tutulmuştur. Dünyanın üçüncü yüzü, insanın nefsi arzularına, oyun ve eğlenceye, beşerî tutkulara bakar ki, işte Kur’ân-ı Kerîm’de yerilen dünyanın bu yüzüdür. Bu yüzüyle dünya fânî, boş, oyun, eğlence, mal biriktirip evlat ve mal çokluğu ile övünmeden ibarettir.

Bu sebepledir ki, bir kimse Hz. Ali’nin yanında dünyayı yerince, Ali (r.a.) ona şöyle der. “Dünya ona karşı doğru davrananlar için doğruluk yurdudur. Ondan anlaması gerekeni anlayan için kurtuluş yurdudur. Ondan azık edinen kimseler için de zenginlik yurdudur.” (Kurtubî, el-Câmi‘, VI, 414) Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de pek çok hadis-i şeriflerinde dünya hayatının mâhiyeti hakkında bilgi vermiş, onun aldatıcı yönlerine dikkat çekmiş, imtihan için verilen bu hayattan istifade için: “…Orada Allah’ı zikretmeye ve Allah’ı zikretmeye götüren şeylere ehemmiyet verilmesini; ya öğreten ya öğrenen olmayı ve bunların hepsinin ecirde ortak olacağını” haber vermiştir. (Tirmizî, Zühd 14)

Bütün bu gerçeklere rağmen insanlar, bu gerçekleri kendilerine şefkat ve merhametle öğreten en büyük bir muallimi niçin üzerler, anlamak zordur:

33. Onların söylediklerinin seni üzdüğünü biz elbette biliyoruz. Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.

Ayetin nüzûl sebebi ile alakalı şöyle bir rivayet nakledilir: Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Ebu Cehil ve arkadaşlarını yanından geçerken ona:” Ey Muhamed! Allah’a and olsun ki biz seni yalanlamıyoruz. Bize göre şüphesiz sen doğru söylüyorsun. Fakat senin getirdiğini yalanlıyoruz” dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. (Tirmizî, Tefsir 6/1)

Şâirin şu beyti Ebû Cehil ve benzerlerinin hâlini ne güzel anlatır:

“Hidâyet senden olmazsa dirâyet neylesin yâ Rab!
Arapça bilse de Ebû Cehl’e Kur’an neylesin yâ Rab!”


Şüphesiz Allah Resûlü (s.a.s.) bir insan olarak, müşriklerin kendi hakkında söyledikleri sihirbaz, mecnun, kahin, şair gibi olumsuz sözlerden, sataşmalardan mahzun olmaktaydı. Hele onların iman etmemelerine, inkârda direnmelerine son derece üzülmekteydi. (bk. Kehf 18/6) Zaman zaman nâzil olan âyetler ona sabırlı olmasını ve üzülmemesini telkin etmekteydi. Nitekim bir âyet-i kerîmede: “Rasûlüm! Sabret; şunu bil ki sabretmen de ancak Allah’ın yardımıyla olur. Davetini kabul etmiyorlar diye üzülme; kurmaya çalıştıkları tuzaklar sebebiyle de telâş edip sıkıntıya düşme” (Nahl 16/127) buyrulmaktadır. Burada dini tebliğ edecek kişilerin sahip olmaları gereken ahlâkî vasıflar içinde doğruluğun, dürüstlüğün ve güvenilirliğin önemi vurgulanmaktadır. Ayrıca bunlar ve devam eden ayetlerle Efendimiz teselli edilmekte, gönlüne ferahlık verilmektedir:

34. Rasûlüm! Hiç şüphesiz senden önce de nice peygamberler yalanlandılar. Fakat onlar bütün bu yalanlanmalarına ve maruz kaldıkları sözlü, fiilî her türlü eziyete katlandılar. Derken kendilerine yardımımız yetişti de, sonunda kazananlar onlar oldu. Öyle ya, Allah’ın sözlerini, yardım ve zafer va‘dini değiştirebilecek kimse yoktur. Nitekim o peygamberlerle ilgili ibret verici hâdiselerden bir kısmı zâten sana ulaşmış bulunuyor.

Resûlüm ve onun yolundan giden mü’min kulum! Sen yalanlandığın gibi önceki peygamberler de yalanlandılar. Sana eziyet edildiği gibi önceki peygamberlere de eziyet edildi. Bütün bunlara rağmen onlar sabrettiler ve Allah’ın yardımına nâil oldular. Dolayısıyla sen de bunları örnek al ve Allah’ın yardımı gelinceye kadar sabret. Böyle sabredenlere Allah’ın yardımının geleceğinden şüphen olmasın. Çünkü Allah’ın vaadini, hak edene yardım ve başarı sözünü değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Bu ilâhî teminatla alakalı âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Doğrusu, peygamber kıldığımız kullarımız hakkında bizim geçmişte verdiğimiz şöyle bir söz vardır: «Onlara Allah’ın yardımı kesinlikle ulaşacaktır. Neticede üstün gelen, kesinlikle her zaman bizim ordumuz olacaktır.»” (Saffât 37/171-173)

“Allah: «Ben ve peygamberlerim mutlaka ve mutlaka galip geleceğiz» diye hükmetmiştir. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, karşı konulamaz bir kudrete sahiptir.” (Mücâdile 58/21)

Dolayısıyla âyette geçen كَلِمَاتُ اللّٰهِ (kelimâtullâh) “Allah’ın kelimeleri”, hakla bâtıl, doğruyla yanlış arasındaki mücadelede neticeyi haber veren bir ilâhî kanunu ifade etmektedir. Bu kanuna göre, doğru ve takvâ sahibi insanların sabır, metânet, doğruluk, dürüstlük, fedakârlık ve vefakârlıklarını, imanlarındaki sağlamlığı ve Allah’a olan bağlılıklarını kanıtlamaları için uzun bir süre imtihana tabi tutulmaları gerekmektedir. Bu yolda onlar zorluklara ve musibetlere uğrayacaklar; ancak bu zor ve engebeli yoldan geçmekle öğrenilen yüksek ahlâkî vasıfları kazanacaklar ve ancak bu silahlarla küfür karşısındaki savaşı kazanabileceklerdir. Yine, bu ilâhî kanuna göre, kullar gerekli manevî donanımları elde edip ilâhî yardımı celbedecek noktaya ulaştıklarında, kendilerine Allah’ın yardımı tam zamanında gelip ulaşacaktır. Dolayısıyla, Allah’ın insan ve toplum hayatını düzenleyen kanunlarını iyi tanımak ve bu kanunlara uygun hareketetmek lazımdır:

35. Buna rağmen eğer onların imandan yüz çevirmeleri sana ağır geliyorsa, o halde şâyet güç yetirebileceksen yer altından bir tünel kazıyarak veya göğe bir merdiven dayayarak onlara bir mûcize getiriver de görüp inansınlar! Halbuki Allah dileseydi hepsini hidâyet üzere toplardı. Öyleyse sakın câhillerden olma!


Allah Resûlü (s.a.s.), bütün gücüyle gece gündüz İslâm’ı tebliğ ediyor, önüne çıkan engelleri aşmaya çalışıyor ve herkesin imana gelmesini arzu ediyordu. Hatta bu konuda zaman zaman ikaz edilecek derecede bir arzu ve iştiyak içindeydi. Dolayısıyla muhataplarının daveti kabul etmediğini hissettiğinde, o zaman onların kabulden başka bir ihtimalleri kalmasın diye Allah’ın açık bir mûcize göndermesini arzulamaktaydı. Bu ayette Cenâb-ı Hak, Rasûlü’nü uyarmakta ve şöyle demektedir: “Onların küfürde inat ve ısrarları karşısında sabırsızlık gösterme, vazifeni bizim gösterdiğimiz yolda ısrarla yerine getirmeye devam et. Eğer bu vazife mûcizelerle yerine getirilecek olsaydı, bunu bizzat kendimiz yapardık. Fakat, istenilen itikadî, amelî ve ahlâkî gelişmenin sağlanabilmesi ve mükemmel bir takvâ toplumunun kurulması için bu metot uygun değildir. Bununla birlikte, eğer onların yüz çevirmeleri ve hidâyete kayıtsız kalmaları sebebiyle gönlünde oluşan acıya katlanamıyorsan ve kabul edebilecekleri apaçık bir mûcizenin onların kalplerindeki katılığı dağıtıp imana gelmelerini sağlayacağını düşünüyorsan, o zaman kendin öyle bir mûcize getirmeye uğraş; gücün yeterse yer katmanlarını del geç veya göklere çık. Fakat ilâhî kanunlarımızda böyle bir şeye yer olmadığından bu arzunu yerine getirmemizi bizden bekleme!” Zira Allah’ın muradı bütün insanların hidâyete gelmesi değildir. Eğer böyle olsaydı herkesi ya melek yaparak veya mü’min olacak şekilde yaratarak hidâyet üzere birleştirirdi. O takdirde peygamberler ve kitaplar göndermeye, Allah’ın istediği hayat tarzının yavaş yavaş yerleşmesi için müminleri kâfirlerle savaştırmaya hiç gerek kalmazdı. Fakat Yüce Allah, İslâm’ın insanlara akli yoldan sunulmasını istemekte; akıllar iknâ edilerek, kalpler itmi’nana erdirilerek müslümanca bir hayat yaşanmasını murad etmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın bu muradını iyi anlamalı, onu gerçekleştirmek için usulüne uygun çalışmalı, ilâhî kanunlara aykırı davranmaktan sakınmalı, cahillerden olmamak için akıl ve firâsetle hareket edilmelidir.

Sonuç itibariyle:

36. Şunu bil ki ancak samimiyetle dinleyenler senin dâvetini kabul ederler. Mânen ölülere gelince Allah onları yeniden diriltecek, sonra da O’na döndürüleceklerdir.

İslâm davetine, inatla ondan kaçanlar değil, ancak kulağını ve kalbini ona açanlar, onu can kulağıyla ve samimiyetle dinleyenler icâbet ederler. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Sen ancak Kur’an’a uyan ve görmediği halde Rahman’dan korkan kimseyi uyarabilirsin.” (Yâsîn 36/11) Kâfirler ise, akıllarını çalıştıramamak, hakkı kabul etmemek ve hiçbir delile kulak vermemek bakımından ölüler gibidirler. Bunlar Allah ve Rasûlü’ne iman ederlerse dünyada mânen dirilirler. Bugün iman etmeyenler yarın iman edebilirler. Eğer etmezlerse zaten Allah onları kıyamet günü diriltecek, her şeyi açıkça görecekler, akılları başlarına gelecek, Rablerinin huzuruna varıp hesap vereceklerdir. O halde kendini helak edercesine aşırı derecede üzülmeye gerek yoktur. Şunu unutma ki, gönlünde gerçeği bulma yönünde en küçük bir arzu bulunan kişi, bir kelebeğe, bir arıya, kanat çırpıp uçan bir kuşa baksa bu onun Allah’ı tanımasına ve dinine teslim olmasına yetecektir:

37. Kalkmışlar, “Rabbinden ona bizim istediğimiz türden bir mûcize indirilse ya!” deyip duruyorlar. De ki: “Allah’ın her türden mûcize göndermeye elbette gücü yeter.” Fakat onların çoğu bunu bilmez.

İnanmayanların zaman zaman Allah Resûlü (s.a.v )’den bir kısım mûcize talepleri olmuştur. Safa tepesini altına çevirmesi, Mekke’nin arazisini genişletmesi, nehirler akıtması, gökten kitap indirmesi gibi hârikulâde olayların vukuunu istemişlerdir. Halbuki en küçük bir sûresinin bile benzerini getirmekten acze düştükleri Kur’an gibi bir mûcize karşılarında dururken, başka bir mûcize istemeleri işi yokuşa sürmekten başka bir şey değildir. Aslında Allah her türlü mûcizeyi getirmeye kadirdir. Nitekim kullarının dünya ve âhiret bütün maslahatlarını taşıyan Kur’an’ı, onun peyderpey gelen âyetlerini Allah indirmektedir. Fakat insanların pek çoğu Allah’ı tanımıyor; neyin faydalarına, neyin zararlarına olduğunu bilmiyor ve Kur’an’ın öğrettiği dinin kıymetini takdir edemiyorlar.

Bununla birlikte:

38. Yerde yürüyen bütün canlılar ve iki kanadıyla havada uçan bütün kuşlar, sizin gibi sosyal nizama tâbi birer topluluktur. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra onların hepsi Rablerinin huzurunda toplanacaklardır.

Kâinatta, yeryüzünde, özellikle bu âyette ifade edildiği üzere yeryüzüne yayılan canlı varlıklarda, onların yaratılış ve hayat tarzlarında Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudret ve azametini gösteren açık deliller, pek ince sırlar bulunmaktadır. Bu canlılardan her biri aynen insanlar gibi birer ümmettirler. Onlar da insanlar gibi başlangıçta topraktan yaratılmış, kendilerine düzenli bir hayat tarzı biçilmiş; rızıkları ve ecelleri takdir edilmiştir. Belirli bir zamana kadar yer içer, gıdalarını alırlar. Hepsi insanlar gibi toplanır, birbirleriyle tanışır, yanaşır veya kaçar, koklaşır veya döğüşürler. Yine hepsi insanlar gibi birbirinden doğar, bir asıldan çıkar, çoğalır, çeşitlenir. Bu şekilde pek çok çeşit canlı sınıfı vardır. Yerde sürünenleri, havada uçanları ile her bir çeşit canlı sınıfının insan hayatına benzeyen bir yönü bulunmakta ve o yönden insanlara denk bir özellik taşımaktadır. Bütün bunları düzenleyen hususi ve hükmedici kanunları şüphesiz ki Allah Teâlâ koymuştur. Dolayısıyla bunların her biri O’nun ilmine ve kudretine delalet etmekte, insanlar için de birer ibret dersi olmaktadır. Âyetteki “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (En‘âm 6/38) ifadesinde yer alan “kitap”tan maksat Levh-i Mahfûz’dur. Allah Teâlâ, kâinatta olmuş ve olacak her şeyi, her varlığı ve her hâdiseyi, ezelî ilminin bir ifadesi olarak bütün teferruat ve kanunlarıyla birlikte bu kitapta tayin ve tespit etmiştir. Öyle ki orada hiçbir şey eksik bırakılmamıştır. Adeta bütün hilkat bir kitap, bütün varlıklar da o kitabın kelimelerini ve delalet ettikleri şeyleri ifade eden nakışlar ve yazılardır. “Kitap”tan maksadın Kur’ân-ı Kerîm olması da düşünülebilir. Çünkü orada da insanın muhtaç olduğu bütün temel bilgiler ve Allah’a inanmayı gerekli kılan yeteri kadar âyet ve deliller yer almaktadır. Bunun içindir ki:

39. Âyetlerimizi yalanlayanlar, zifiri karanlıklara boğulmuş birtakım sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediğini saptırır, dilediğini ise dosdoğru bir yol üzere kılar.

Hem yaratılış âleminde sergilenen bunca kudret nişânelerini görmezlikten gelen, hem de Kur’an âyetlerini yalanlayanlar mânen sağırdırlar; o âyetleri gereği gibi düşünecek ve anlayacak şekilde işitmezler, onlara “geçmişlerin masalları” derler ve bunları delil saymayıp başka mûcizeler isterler. Dilsizdirler; hakkı söylemezler ve hak davete de icâbet etmezler. Bu halleriyle onlar küfür, şirk, cehâlet, inat, taklit ve nefsin arzu ve ihtiras karanlıkları içine dalmışlardır. Karanlıklar içinde hiçbir şeyi göremezler, öylece yuvarlanır giderler. Doğrusu Allah, verdiği melekeleri hidâyet yolunda kullanamayan ve onları işlemez hale getiren kimseleri, tercihleri bu istikamette olduğu için sapıklığa düşürür. Fıtrat-ı selîmesini bozmayan, akl-i selîmiyle hareket eden, Allah’ın varlık ve birliğini gösteren delil ve işaretleri iyi değerlendiren yani tercihini iman ve hidâyet yönünde kullanan kimseleri de dosdoğru yola ulaştırır ve o yol üzere devam ettirir. Zira kudret O’nun, kuvvet O’nun, hüküm ve yetki O’nundur. Kulların güveneceği, dayanacağı, yardım isteyeceği, başları dara düştüğü zaman yalvarıp yakaracağı tek merci O’dur. O halde:

40. De ki: “Söyleyin bakalım: Başınıza Allah’ın bir cezası inse veya kıyâmet gelip çatsa, Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? Eğer doğruluktan zerre kadar nasibiniz varsa, haydi cevap verin!”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
41. Hayır, hayır! Dara düştüğünüz her zaman olduğu gibi yalnız Allah’a yalvarırsınız. O da dilerse yalvardığınız sıkıntıyı giderir ve siz de Allah’a koştuğunuz ortakları o sırada unutuverirsiniz.

Başına bir musibet geldiğinde veya tüm korkunçluğuyla ölümle karşılaştığında insan Allah’tan başka sığınacak hiçbir şey bulamaz. Böyle durumlarda, en katı putperestler bile kendi sahte ilâhlarını unutarak, Allah’ın yardımına can atarlar. Aynı şekilde en inatçı ateistler çaresizlik anında kurtuluş için ister istemez Allah’a yalvarırlar. “Düşen uçakta ateist kalmaz” sözü tam da bu hakikati izah eder. Bu ayette insanın fıtratı, bütün derinlikleriyle beraber kalbi ve zihni durumu burada gerçeğin bir göstergesi olarak takdim edilmektedir. Çünkü bu, bir olan Allah’ın varlığına ve her insanın kalbinin derinliklerinde yatan Allah’a ibâdet ihtiyacına açık bir delildir. Bu ihtiyaç ve temâyül gaflet ve cehaletle perdelense de, zaman zaman musibetlerin tesiriyle su yüzüne çıkmaktadır. İşte İkrime b. Ebu Cehil’in İslâm’la şereflenmesi böyle bir ayeti görmesiyle gerçekleşmiştir: Allah Resûlü (s.a.s.) Mekke’yi fethettiği zaman İkrime Cidde’ye kaçmış, oradan da deniz yoluyla Habeşistan’a geçmişti. Yolculuk esnasında gemiyi batıracak şiddette bir fırtına çıktı. Önce yolcular yardım için putlarına yalvarmaya başladılar. Fakat, geminin batmak üzere olduğu korkusuna kapılacakları derecede fırtına şiddetlenince hep bir ağızdan, “Şimdi Allah’tan başkasına yalvarmanın zamanı değil, çünkü bizi ancak o kurtarabilir” diye bağırdılar. İşte bu durum İkrime’nin gözlerini ve kalbinin kilitlerini açtı ve: “Eğer burada bize Allah’tan başka yardım edecek yoksa, bir başka yerde nasıl olabilir? Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yirmi senedir bize öğrettiği ve bizim de kendisiyle savaştığımız dava da bundan başkası değil” diye düşündü. Hemen Allah Teâlâ’ya: “Eğer bu fırtınadan kurtulursam doğruca Peygamber Muhammed (s.a.s.) gidecek ve ona tabi olacağım” diye söz verdi. Cenab-ı Hak onu fırtınadan kurtardı ve o da verdiği sözü yerine getirdi. (Hâkim, el-Müstedrek, I, 241; Vâkidî, el-Meğâzî, III, 851)

Şimdi de, Efendimiz (s.a.s.)’i teselli için önceki ümmetlerden misaller veriliyor:

42. Yemin olsun ki, senden önceki ümmetlere de peygamberler göndermiştik, fakat onları yalanlamışlardı. Bunun üzerine biz de onları, belki inkârdan vazgeçip Allah’a yakarırlar diye çetin musîbetler, zorluk ve sıkıntılar içinde bırakmıştık.

43. Hiç değilse, bu zorluk ve musîbetler başlarına geldiğinde boyun büküp yalvarmaları gerekmez miydi! Fakat tam aksine kalpleri iyice katılaştı; şeytan da onlara yapmakta oldukları günahları süsleyip püsledi.


Bu âyetler de Allah Resûlü (s.a.s.)’i teselli etmektedir. Zira peygamberleri yalanlamak sadece Kureyş müşriklerinin değil, önceki toplumların da genel bir özelliği idi. Allah onlara da peygamberler göndermişti. Fakat kavimleri onların davetini kabul etmediler, reddettiler. Bu durum karşısında Cenab-ı Hak onları hidâyete gelmelerini sağlamak için iki yolla imtihan etti: Darlık yolu, bolluk yolu. Bu âyetlerde birinci yol beyân edilmektedir. Kulluğu kabullenmeleri, ilâhî emirlere boyun eğmeleri, günahlardan vazgeçerek Yüce Mevlâ’ya gönülden yalvarıp yakarmaları için onları öncelikle mallarına arız olan kıtlık ve yoksulluklara, bedenlerine arız olan hastalık ve sıkıntılara maruz kıldı. Maksat, bu menfi durumlardan ibret alıp intibaha gelerek Hak kapısını bulmaları idi. Fakat beklenen olmadı. Bu musibetler ve belâlar karşısında kendilerine gelecek yerde tam aksine inkâr ve isyan çukuruna dalarak kalpleri katılaştı. Şeytan da yaptıkları günahları gözlerine güzel gösterdi, süsleyip cazibeli kıldı. Ondan sonraki isyan ve azgınlıkları daha da şiddetli oldu. Çünkü artık onlar üzerinde baskı ve şiddetin hiçbir terbiye edici özelliği kalmamıştı.

Gelen âyetlerde ise terbiye, ıslah ve imtihan için tatbik edilen ikinci yol beyân edilir:

44. Kendilerine verilen öğüt ve yapılan uyarıları unutunca, bu defa üzerlerine bütün nimetlerin kapılarını açtık. Nihâyet kendilerine verilen nimetler yüzünden iyice şımardıkları sırada, onları ansızın yakalayıverdik de birdenbire bütün ümitlerini yitirdiler.

45. Böylece zulmedip duran o kavmin kökü büsbütün kesilmiş oldu. Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun!


Bu yol bollukla imtihan yoludur. Şeytanın güzel gösterdiği çirkin işlere dalmaları sebebiyle peygamberlerin uyarılarını dikkate almayan, başlarına gelen darlık ve sıkıntıları da unutan bu toplumlara bu kez Allah belki şükrederler diye bol bol nimetler verdi, bütün nimetlerin kapılarını üzerlerine açtı. Her türlü rahatlıklar, sıhhatler, zaferler, başarılar, zevkler, safa ve eğlenceler hizmetlerine amâde oldu. Ne arzu etseler bulabilecek, ne isteseler yapabilecek bir hale geldiler. Kendilerine, bizzat kendi arzu ve iradelerinden başka yasak koyacak bir merci, bir güç görmüyorlardı. Onlar da Allah’ın bu nimetlerinin kıymetini bilip şükredecekleri yerde şımardılar. Tuttukları yolun iyi olduğuna ve bütün bunların kendi hakları olduğuna ve her türlü mesuliyetten azat olduklarına hükmettiler. Her şey kendilerininmiş, Allah ve âhiret yokmuş gibi zevk u sefaya daldılar. Tam böyle ferahlandıkları, şımardıkları, adeta “gel keyfim gel” dedikleri bir sırada Allah onları azabıyla yakalayıverdi. Bütün ümitleri kesildi. Büyük bir ümitsizlik ve tam bir mahrumiyet içinde donakaldılar. Ebedi bir pişmanlık ve hasret içine düştüler. Zulümleri sebebiyle kökleri kesildi, soyları, nesilleri kurudu. Arkalarında hiçbir kimse bırakılmadı, hepsi yok edildi ve bu şekilde zulümlerine son verildi. Kâfirlerin ve asilerin helak edilmesi, onların bozuk inançlarının ve kötü amellerinin uğursuzluğundan geride kalan yeryüzü ehli için bir kurtuluştur. Hamdi gerektiren büyük bir nimettir. Bu sebeple ayet “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun!” (En‘âm 6/45) diye sona ermektedir.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.): “Allah Teâlâ’nın, günah ve masiyetlere dalmış birine sevdiği dünya nimetlerini verdiğini gördüğün zaman bil ki bu, onu yavaş yavaş, farkına varmadan felakete sürüklemek içindir” buyurmuş, sonra da bu 44. âyeti okumuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 145)

Kullarını başlarına gelebilecek ceza ve musibetlere karşı uyaran Yüce Allah, elbette söyediklerini ve istediği her şeyi yapacak güç sahibidir:

46. De ki: “Hiç düşündünüz mü, Allah sizin işitme duyunuzu ve gözlerinizi yok etse, kalplerinizin üzerine de mühür vursa, onları size Allah’tan başka hangi ilâh geri verebilir?” Bak, biz âyetleri nasıl döndürüp türlü türlü açıklıyoruz, ama onlar hâlâ yüz çeviriyorlar!

Müşrikler Allah’a ortak koşsalar da gökleri, yeri yaratan, gece ile gündüzü peş peşe getiren, güneşi, ayı, yıldızları var eden ve kendilerini de yaratanın Allah olduğunu biliyor ve bunu itiraf ediyorlardı. (bk. Mü’minûn 23/84-89; Ankebût 29/61-63) Onların esas yanlışları, putları Allah’a ortak koşmaları, onlardan yardım ve şefaat beklemeleri ve İslâm’ın inanç esaslarını olduğu gibi kabule yanaşmamaları idi. Dolayısıyla bu ayetlerde aklını çalıştıran herkesin rahatlıkla anlayabileceği sorular sorulup, açıklamalar yapılarak gerçeğin anlaşılması istenmektedir. Onlara şöyle denilmektedir: İşiten kulaklarınız, gören gözleriniz, idrak eden kalpleriniz var; bunları görüyor, biliyorsunuz. Sizi insan yapan bu kıymetli uzuvları size veren Cenab-ı Hak dilerse mevcut sağırlar, körler, akıl hastası olanlar, bayılanlar ve ölenlerde yaptığı gibi sizden de istediği zaman geri alabilir. Bunu da görüyor ve biliyorsunuz. Allah bunları giderdiğinde, sağırların kulakları, körlerin gözleri açıldığı, akıl hastaları iyileştiği, uyuyanların uyandığı gibi dilediği zaman yine geri verebiliyor. Bunu da görüyorsunuz. Peki Allah bunları alsa fakat vermek istemezse size onları alıp geri verebilecek hiçbir kimse, Allah’tan başka hiçbir kudret düşünülebilir mi? Hele sizin ilâh diye tapındığınız o putlardan birinin bunları iade edebilmesine imkân var mıdır? Şüphesiz ki hayır. O halde bu açık ve türlü türlü delillere rağmen Allah’ın varlığını ve birliğini ve kudretini nasıl inkâr ediyorsunuz? Nasıl olup da Allah’tan başka ilâhlar ediniyorsunuz? Yine nasıl oluyor da öldükten sonra dirilmenin ve kıyâmetin imkânına inanmıyorsunuz? Bu yüzden gelen âyet, insanlığı Allah’ın azabına karşı uyramaktadır:

47. De ki: “Söyleyin bakalım, şâyet size Allah’ın azabı ansızın da gelse, göz göre göre de gelse, zâlimlerden başkası mı helâk edilecek?”

Allah’ın azabı, ansızın veya açıkça, gece veya gündüz, önceden bir takım işaretler hiç belirmeden veya önceden beliren bir takım işaretlerden sonra gelebilir. Genellikle azap birdenbire, açıkça gelir. Nitekim şu âyet-i kerîme bu gerçeği haber vermektedir:

“Yoksa o ülkelerin halkı, geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular? Veya o ülkelerin halkı, güpegündüz oyun eğlenceye daldıkları sırada kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden güvende mi oldular? Yoksa onlar, Allah’ın kendileri için hazırlayacağı tuzaktan güvende mi oldular? Unutmayın ki, tam olarak ziyana uğramış kimselerden başkası, Allah’ın hazırlayacağı tuzaktan kendini güvende hissedemez!” (A‘râf 7/97-99)

Azap geldiği zaman da ancak zalimler helak edilirler. Gerçi bir topluma azap geldiği zaman onların içinde bulunan sâlih kimseler de azaba maruz kalabilirler. Fakat bu sadece dünya ile sınırlıdır. Âhirette onlar büyük mükafatlar elde ederler. Fakat zalimler dünyalarını kaybettikleri gibi âhiretlerini de kaybederler. Dolayısıyla esas helak zalimlerin helakidir. Ayet buna işaret etmektedir. Peygamberlerin gönderilmesi de insanları bu ebedî helakten sakındırmak içindir:

48. Biz peygamberleri ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndeririz. Dolayısıyla kim iman eder, hâlini ve yolunu düzeltirse onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.

49. Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, günah işleyip yoldan çıkmaları yüzünden onlara azap dokunacaktır.


Peygamberlerin vazifesi sadece tebliğdir. Tebliğin de esası insanları istikamete yönlendirip mutlu edecek şeyleri haber vererek müjdelemek ve zarar verecek şeyleri haber verip korkutmak ve sakındırmaktır. Onlar Allah’a ve peygambere itaat edenlerin elde edecekleri mükâfatları, inkâr ve isyan edenlerin de karşılaşacakları cezaları haber vermek için gönderilmişlerdir. Dolayısıyla peygamberlerin davetine icâbet edip, iman ve sâlih amelle hallerini ıslah edenler cennetlere nâil olacaklar; orada ne bir korku ne de bir üzüntü duyacaklardır. Fakat peygamberin davetine icâbet etmeyenler, onların tebliğ ettiği ayetleri yalanlayanlar, hiçe sayanlar ise hak yoldan çıkmaları ve günahlara dalmaları sebebiyle azaba düçar kalacaklardır.

Şunu unutmamak gerekir ki, Peygamberden istenen, hârikalar yaratmak değil, kendine gelen vahye tâbi olmaktır:

50. Rasûlüm! De ki: “Size «Allah’ın hazîneleri yanımda» demiyorum, gaybı da bilmiyorum. Yine size «ben bir meleğim» de demiyorum. Ben ancak bana vahyedilene tâbi oluyorum.” De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?”

Âyetteki, “«Allah’ın hazîneleri yanımda» demiyorum” (En‘âm 6/50) ifadesi, kâfirlerin Efendimiz’e hitaben: “Eğer sen gerçekten peygambersen, Allah’tan bize dünyanın nimet ve iyiliklerini çokça verip saadet kapılarını açmasını iste” tarzındaki taleplerine cevaptır. Yani benim yanımda Allah’ın hazineleri yok. O, mülkü dilediğine verir; dilediğini aziz, dilediğini zelil kılar. Bütün iyilikler benim elimde değil, Allah’ın kudret elindedir. “Gaybı da bilmiyorum” (En‘âm 6/50) ifadesi, kâfirlerin: “Eğer Allah’ın peygamberiysen, faydalı şeyleri elde edip, zararlı şeyleri savuşturmaya hazır olalım diye, meydana gelecek fayda ve zararları bize önceden haber vermelisin” şeklindeki edepsizce isteklerine bir cevaptır. Gaybı bilmeyen ve böyle bir iddiası olmayan bir insandan böyle bir şeyi nasıl istersiniz? Nitekim bir başka âyette Efendimiz’in şöyle demesi emredilir:

“De ki: «Allah dilemedikçe kendim için ne bir faydaya ne de bir zarara gücüm yetebilir. Eğer gaybı bilseydim, elbette bundan bol bol faydalanırdım ve başıma hiçbir kötülük de gelmezdi. Fakat, ben ancak iman edecek kimseler için bir uyarıcı ve müjdeciyim.»” (A‘râf 7/188) Yine âyetteki, “Size «ben bir meleğim» de demiyorum” kısmı ise yine kâfirlerin: “Bu nasıl Peygamber böyle? Bizim gibi yiyip içiyor, çarşı pazarda dolaşıyor. Bari, yanısıra bir melek indirilmiş olsaydı da, kendisiyle birlikte gezip hem onun peygamberliğini doğrulasa hem de bizi Allah’ın azabına karşı uyarsaydı ya?” (Furkan 25/7) tarzındaki itirazlarına bir cevap olarak gelmiştir. Dolayısıyla peygamberin vazifesi, her isteyenin istediği istikamette harikulâde şeyler yapmak değil, sadece Rabbinden kendine indirilen vahye tâbi olmaktır. Kör ile gören bir değildir. Körden maksat sapıklığa düşen, görenden maksat doğru yol üzere olandır. Şu halde vahye dayanmayan amel, kör kimsenin ameli gibi, vahye uygun yapılan amel ise gören kimsenin ameli gibidir.

Peygamber’in ilâhî vahiyle yapacağı uyarı, ancak şu kimselere faydalı olabilir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
51. Kalplerinde Rablerinin huzurunda toplanıp sorguya çekilme korkusu taşıyanları, kendileri için O’ndan başka ne bir koruyucu ve yardımcı ne de bir şefaatçi olmadığı konusunda Kur’an’la uyar. Belki böylece şirk ve günahlardan bütünüyle sakınırlar!

Kur’an ile uyarı ve korkutma, ancak bir gün yaptıklarının hesabını Allah önünde vereceklerine inananlara ve bir başkasının dostluğunun ve şefaatinin kurtulmalarına yardımcı olacağı şeklinde bâtıl ümitler beslemeyenlere tesir edebilir. Tebliğ yaparken daha çok bu keyfiyette kimselere alaka göstermek gerekir. Kalbî yapıları buna müsait olan kişiler uyarıdan etkilenerek takvâ sahibi olabilir, inkâr ve günahlardan sakınabilirler. Yoksa ölümü ve bir gün Allah’ın huzuruna çıkacaklarını hiç düşünmeyecek derecede dünya hayatının zevklerine dalıp gitmiş olanlar üzerinde bu uyarının fazla tesiri olmayacaktır. Yine manen bağlı bulundukları şahısların veya bir şekilde kutsiyet atfettikleri kişilerin kendi lehlerine Allah önünde şefaatçilik yapacağından, ya da birilerinin günahlarının kefaretini ödeyip gitmiş olduğundan dolayı âhirette kendilerine hiçbir zarar dokunmayacağı inancına kapılarak, bu dünyada neşelenmeye bakanlar üzerinde de bu uyarının herhangi olumlu bir etkisi olmayacaktır.

Bu gerçekler ışığında Peygamber ve onun gibi toplumdan sorumlu kişiler, kalben kimlere alaka gösterip kimlerden yüz çevirecekleri noktasında Allah’ın muradını dikkate alarak şu âyetin mesajına iyi kulak vermelidirler:

52. Sabah ve akşam sadece Rablerinin rızâsını dileyerek O’na dua ve ibâdet edenleri sakın yanından kovma! Çünkü ne sen onların hesabından sorumlusun, ne de onlar senin hesabından. Şu halde onları kovma ki, zâlimlerden olmayasın!

Bu âyet-i kerîmenin muhtevasıyla da alakalı olan bir rivayeti Habbâb (r.a.) şöyle anlatmaktadır:

Akra‘ b. Hâbis ile Uyeyne b Hısn, Resûlullah Efendimiz’e geldiler. Onu Bilâl, Suheyb, Ammâr, Habbâb gibi fakir ve kimsesiz müslümanlar arasında otururken buldular. Çevresindeki bu zayıf müslümanları hakîr görerek Efendimiz’e:

“– Bizimle, şu fakirlerin bulunmadığı bir ortamda konuşmanı isteriz. Böylece bizim bunlardan üstün olduğumuz anlaşılsın. Biliyorsun ki bize Arap kabilelerinden birtakım elçiler ve hey’etler gelir. Onların bizi bu kölelerle birlikte görmelerinden utanırız. Dolayısıyla, biz gelince onları yanından uzaklaştır. Seninle işimiz bittikten sonra yine istersen onlarla ayrıca oturabilirsin” dediler. Allah Resûlü: “Olur” buyurdu. Onlar:

“– Olur, demen yetmez, bunu yazılı hâle getir” dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) Hz. Ali’yi çağırdı, bir de yazmak için sayfa istedi. Biz bir köşede oturuyorduk. O sırada Cibrîl (a.s.) geldi ve:

“Sabah ve akşam sadece Rablerinin rızâsını dileyerek O’na dua ve ibâdet edenleri sakın yanından kovma! Çünkü ne sen onların hesabından sorumlusun, ne de onlar senin hesabından. Şu halde onları kovma ki, zâlimlerden olmayasın!” (En‘âm 6/52) âyet-i kerîmesini ve devamındaki iki ayeti getirdi. Sonra Efendimiz, anlaşmayı yazmak üzere eline aldığı sayfayı derhal bir kenara bıraktı ve bizi yanına çağırdı. Huzuruna geldiğimizde; “Selâm sizlere, Rabbınız rahmet ve merhameti kendisine düstûr edinmiştir” (En‘âm 6/54) diyordu. Ona yaklaştık; hattâ o kadar yaklaştık ki dizlerimizi onun dizlerine dayadık. Bu âyetin inmesinden sonra, biz eskiden olduğu gibi Efendimiz’in yanında oturmaya devam ettik. Fakat o, yanımızdan kalkıp gitmek istediği zaman kalkar giderdi. Ne zaman ki:

“Sabah akşam Rablerinin rızâsını dileyerek O’na dua ve ibâdet edenlerle beraber olmaya candan sabret! Dünya hayâtının çekiciliğine kapılıp da gözlerini onlardan ayırma! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, nefsânî arzularına uyan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme!” (Kehf 18/28) âyet-i kerîmesi indi, artık böyle yapmaz oldu. Bundan sonra biz daha titiz davranmaya başladık. Birlikte otururken vakit bir hayli geçince Efendimiz’in rahatça kalkıp gidebilmesi için, biz erken davranır ve onun yanından kalkardık. (İbn Mâce, Zühd 7; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VII, 262-263)

Nakledildiğine göre bu son âyet inince, Resûlullâh Efendimiz hemen kalkıp, o fakir sahâbîlerini aramaya koyuldu ve onları mescidin arka taraflarında Allah’ı zikrederken buldu. Bunun üzerine; “Canımı almadan önce, ümmetimden bu insanlarla beraber bulunmaya sabretmemi emreden Allah’a hamdolsun! Artık hayâtım da ölümüm de sizinle beraberdir” buyurdu. (Ebû Dâvûd, İlim 13)

Cenâb-ı Hak burada, kibirli kimselerin ayak takımı sayıp Efendimiz’in yanından kovulmasını istedikleri yoksul, çaresiz ve zayıf kimselerin hesaplarının ancak Allah’a ait olduğunu; ister rızıkları ister yaptıkları işler olsun bundan Peygamber’e düşen bir sorumluluk bulunmadığını bildirir ve onların değerini ancak kendisinin bileceğini haber verir. Zira İslâm’a göre insanın değeri mal, mülk, zenginlik, makam, mevki, soy sopa göre değil, iman, takvâ ve ruh yüceliğine göredir. Âyet-i kerîmede: “Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır” (Hucurât 49/13) buyrulur. Kâfirlerin gözünde değersiz görünse bile, Allah katında değerli olan bu kişilerin kovulması son derece yanlış bir hareket olacağından dolayı, böyle davranmanın -velev peygamber bile olsa- “zâlimlik” olacağı ifade edilir. Çünkü zengin veya fakir olmak, kişilerin tercihine bırakılmış bir durum olmayıp, önemli bir kulluk imtihanı sorusudur:

53. “Allah aramızdan bula bula bunları mı lutfuna lâyık gördü?” demeleri için, onların bir kısmını diğer bir kısmıyla işte böyle imtihan ettik. Şükredenleri en iyi bilen Allah değil midir?

Allah Teâlâ dünya hayatında insanları, zengin ve fakirleri birbiriyle imtihan eder. Umumiyetle mal ve mevki sahipleri fakir ve zayıfları küçümser, onlarla alay ederler. Fakirler de zenginleri, mal ve mevki sahiplerini kıskanırlar. Eğer zenginler nimetlere şükreder, fakirler de hallerine sabreder ve Allah’a kulluğun icâbını yerine getirirlerse problem çözülür. Aynı durum iman ve küfür bahsinde de geçerlidir. Müşrikler, zayıf, fakir ve kölelikten yeni kurtulmuş müslümanları ayak takımı, bayağı insanlar sanmışlar, mal ve mevkilerine güvenerek kendilerini onlardan üstün görmüşlerdir. Cenab-ı Hak da iman ve İslâm nimetini o yoksul, fakir ve ezilmiş kimselere nasip etmek suretiyle mal ve mevkilerine mağrur olanları imtihan etmiştir. Bu sebeple onlardan kendini şerefli ve üstün gören biri, daha önce müslüman olmuş bayağı saydığı birine bakarak İslâm’a girmeyi gururuna yediremez, kibirlenir, “Bu mu benden önce müslüman olmuş?” der ve müslüman olmazdı. Yine müşrikler şu âyet-i kerîmede haber verildiği üzere: “Eğer Kur’an iyi ve faydalı bir şey olsaydı, şu ayak takımı kimseler ona inanmakta bizi geçemezlerdi” (Ahkâf 46/11) derlerdi. Oysa onlar, hidâyetin en büyük ilâhî lutuf olduğunu, Allah’ın bunu ancak dilediği kullara verdiğini ve onlara rahmetiyle muamele edeceğini unutuyorlardı:

54. Âyetlerimize inananlar sana geldikleri zaman onlara şöyle de: “Size selâm olsun! Rabbiniz kullarına rahmetiyle muâmele etmeyi kendine düstûr edinmiştir. Buna göre artık içinizden kim câhillikle bir kötülük işler, sonra da tevbe eder ve hâlini düzeltirse, şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”

55. İşte biz, günahkâr kâfirlerin gittiği yolun doğru yoldan kesin çizgilerle ayrılıp iyice belirginleşmesi için âyetleri böyle açıklıyoruz.


Allah’ın kullara olan merhameti gazabından fazladır, affı cezasından çoktur. O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Bu sebeple âyet-i kerîme iman edenlere, daha önce bilmeden günah işlemiş de olsalar, tevbe edip hallerini düzelttikleri takdirde affa nâil olacakları müjdesini vermektedir. Peygamberimize ve onun şahsında diğer mü’minlere, bu gibi kimselerle karşılaştıklarında kendilerine selam vermelerini, sağlık ve esenlik dilemelerini, onlarla kardeşlik münâsebetlerini sürdürmelerini emretmektedir. Bu, Allah’ın açıkladığı dosdoğru yoldur. Bunun dışında kalan yollar ise günahkârların, fâsıkların ve kâfirlerin yoludur. Zira hakkın dışında sapıklıktan başka bir şey yoktur.

Peygamberin üzerinde yürüdüğü ve insanları da kendisine davet ettiği doğru yolun ana esasları şöyledir:

56. Rasûlüm, onlara şunu söyle: “Allah’ı bırakıp da taptığınız şeylere kulluk etmem bana kesinlikle yasaklanmıştır.” De ki: “Ben sizin çarpık isteklerinize, asılsız görüşlerinize asla uyacak değilim. Eğer uyarsam o zaman sapıklığa düşer, doğru yolda gidenlerden olamam!”

İslâm, tevhid esasına dayalı bir dindir. Bu sebeple birinci hedefi putperestliği ortadan kaldırarak insanların tek olan Allah’a inanmalarını sağlamaktır. Tevhidin ilk temsilcisi olması gereken kişi de şüphesiz Peygamber (s.a.s.)’dir. Dolayısıyla onun Allah’ı bırakıp putlara ibâdet etmesine müsaade edilmesi söz konusu olamaz. Tevhid Allah’ın emri, onun dışındaki anlayışlar ise nefsânî arzuların bir tezâhürüdür. Bu bakımdan müşriklerin zaman zaman talepleri üzerine Peygamberin bu konuda en küçük bir taviz göstermesi düşünülecek şey değildir. Şayet böyle ihtimal düşünülürse, o takdirde kendisi sapıklığa düşüp doğru yoldan ayrılacağı gibi, kendisine uyacak kimselerin de geleceklerini tehlikeye atmış olacaktır. Oysa:

57. De ki: “Hiç şüphesiz ben Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanmaktayım, fakat siz onu yalanladınız. Bir an önce gelmesini istediğiniz o azap benim elimde değildir. Hüküm ancak Allah’a aittir. O, gerçek ne ise hep onu buyurur. Her konuda dâimâ en iyi hükmü veren, doğru ile eğriyi ayıran yalnız O’dur.”

Peygamber, Rabbi’nin kendisine bildirdiği apaçık bir delil, kesin bir bilgi ve belgeye sahiptir. Ona dayanarak peygamber olduğunu söyler ve davetini ilan eder. Allah Resûlü (s.a.s.)’in en büyük delili ise şüphesiz Kur’ân-ı Kerîmdir. Münkirler bunu yalanlamış, onun Allah kelamı olduğunu inkâr etmiş, bu sebeple Resûlullah (s.s.s.)’e inanmamışlardır. Onlar bu kadarla da yetinmeyerek: “Allahım! Eğer bu Kur’an, senin katından gelen gerçek bir kitap ise, hiç durma hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem verici bir azap gönder” (Enfâl 8/32) diyorlardı. Yine zaman zaman: “Eğer doğru söylüyorsanız bizi tehdit edip durduğunuz bu kıyâmet ne zaman?” (Yâsîn 36/48) diyerek azabı acele istiyorlardı. Onların bu taleplerine karşılık Peygamber Efendimiz, azabın bir an önce indirilmesiyle alakalı herhangi bir yetkisinin olmadığını, bu hususta tek irade, yetki ve hüküm sahibinin Allah olduğunu ve O’nun doğruyu eğriden ayıracak en hayırlı hükmü vereceğini bildirmektedir.

Eğer azabı indirme yetkisi Allah’ın değil de Peygamber’in elinde olsaydı sonuç ne olurdu:

58. De ki: “Eğer bir an önce gelmesini istediğiniz o azap benim elimde olsaydı, benimle sizin aranızdaki iş elbette çoktan bitirilmiş olurdu. Allah, zâlimleri pek iyi bilir.”

Eğer acele istenilen azabı indirmek Peygamber (s.a.s.)’in yetkisinde olsaydı, insan olması hasebiyle Cenâb-ı Hak kadar sabır ve hilim sahibi olamayacağından, hemen onu indirir ve işi bitiverirdi. Fakat azap indirmek ve buna karar vermek yalnız Allah’ın elindedir. O, zalimleri, onların ne zaman ve ne şekilde cezalandırılacaklarını çok iyi bilmektedir. Peygamber ise sadece bir uyarıcıdır. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus şudur: Resûl-i Ekrem (s.a.s.), kendisine gelen vahyi olduğu gibi tebliğ etmekte ve Allah’ın kendisine tanıdığı yetki, vazife ve sorumluluğun ötesinde herhangi bir ilâhî güç taşımadığını tam bir dürüstlük ve samimiyetle insanlara bildirmektedir. İşte bu, onun peygamberliğinin açık delillerinden biridir.

Zira mutlak ilim, güç ve kudret yalnız Allah’a aittir:

59. Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun bilgisi dışında dalından bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıları içindeki bir tek dâneyi, yaş ve kuru ne varsa her şeyi bilir. Bütün bunlar, gerçeği tüm netliği ile gösteren apaçık bir kitapta yer almaktadır.

Bu âyet-i kerîme Allah Teâlâ’nın ilminin genişliğini ve kuşatıcılığını beyân eder. Şöyle ki: Akıl ve duyu organlarıyla bilinmesi mümkün olmayan “gaybın anahtarları”, diğer bir mânaya göre “gaybın hazîneleri” Allah’ın emrindedir. Daha açılmamış, vücuda gelmemiş, insanların ilmi ulaşmamış, ulaşması da mümkün olmayan öyle gayb hazineleri vardır ki, bütün bunların kendileri, kapıları ve anahtarları Allah’ın kudret elindedir. Bunları O’ndan başka kimse bilmez, sadece O bilir. Cenab-ı Hak bunları bildiği gibi, en ince noktalarına kadar bütün varlıkları, örnek vermek gerekirse karada ve denizde bulunan her şeyi bilir. Hatta onun bilgisi olmadan bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içine düşen en küçük bir daneyi, yaş ve kuru her şeyi bilir. Görünmeyen ve görünen, düşünülen ve hissedilen, büyük küçük, düşen ve yerinde duran, hayatta kalan ve ölen hâsılı olmuş olacak, gizli açık her şey apaçık bir kitapta kaydedilmiştir. Bütün bunlar Allah’ın ilminde veya Levh-i Mahfuz’da yer almaktadır. Allah Teâlâ bunları kuşatıcı bir bilgi, ezici bir kudret ve ince bir hikmetle yaratıp düzenlemektedir.

Böyle sınırsız, nihayetsiz ve kuşatıcı ilim sahibi Cenâb-ı Hakk’ın, üzerimizde hergün, her an kesintisiz cereyan edip duran tecellî ve tasarruflarına dikkat çekmek üzere buyruluyor ki:

60. O Allah, sizi geceleyin ölü gibi uyutuyor, gündüzleyin ne yaptığınızı biliyor, sonra sizi belirlenmiş ecelin tamamlanması için sabah vaktinde uyandırarak yeniden diriltiyor. En sonunda dönüşünüz O’na olacak, o da size yaptıklarınızı bir bir haber verecektir.

Âyet-i kerîmede geceleyin uyumamız “ölüm”, sabahleyin uyanmamız ise yeniden diriliş mânasına gelen “ba‘s” ifadeleriyle anlatılmıştır. Zira uyku ölümün kardeşidir. Uyku esnasında insanın şuuru elinden çıkar. Ruh bedeni tam olarak terk etmese de ruhun en mühim fonksiyonu olan düşünme özelliği kişiden alınır. Buna bağlı olarak özellikle görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma hisleriyle hareket ve konuşma gibi faaliyetleri ya tamamen durur veya oldukça yavaşlar. Bunlar ciddi mânada ölümü hatırlatan durumlardır. Uyanma ise bahsedilen bedenî ve ruhî faaliyetlerin yeniden başlayıp normale dönmesini sağladığından bir nevi yeniden diriliş gibidir. Uyku insanın dinlenmesini, yorgunluk ve sıkıntılarını atmasını sağlayan; beden ve ruhta meydana gelen arızâları gideren büyük bir ilâhî lutuftur. Ancak uyumayı da uyanmayı da insan üzerinde icra eden şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. İsterse uyutur uyandırmaz, dilerse hiç uyutmaz. İnsan, böyle yüce bir kudretin kabzasında olduğunu hiç olmazsa uyuması ve uyanması gerçeğini dikkate alarak hatırından çıkarmamalıdır. O Allah, yaptığımız her şeyi bilmektedir. Böylece geceleri uyuya uyuya gündüzleri uyana uyana, bir bakıma her gün “ölüm ve yeniden diriliş” tâlimi yapa yapa belirlenmiş ömrümüzü tamamlayacak, nihâyetinde gerçek ölümle Allah’a döneceğiz. Kabir uykusundan sonra mahşer günü son kez yeniden dirileceğiz, O da bize iyi veya kötü, hayır veya şer dünya hayatında yaptığımız her şeyi haber verecektir. Dolayısıyla gecesiyle gündüzüyle, uyku ve uyanıklığıyla günlerimizi bu şuur ve dikkat içinde en iyi şekilde de değerlendirme mecburiyeti vardır.

Allah ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
61. O, kullarının üzerinde her istediğini yapma kudret ve kuvvetine sahiptir. Ayrıca üzerinize, yaptıklarınızı kaydeden ve sizi koruyan melekler gönderir. Nihâyet birinize ölüm gelip çattığında elçilerimiz onun canını alırlar; vazîfelerini yerine getirirken de en küçük bir kusur ve ihmalde bulunmazlar.

62. Sonra alınan o canlar gerçek sahipleri olan Allah’ın huzuruna getirilirler. İyi bilin ki, bütün hüküm ve tasarruf yetkisi yalnız O’na aittir ve O hiç geciktirmeden, en çabuk bir şekilde hesap görendir.


Allah Teâlâ kulların üzerinde tek hakimdir. Mutlak ve kesin bir kudret sahibidir. Onların işlerinde yegane tasarruf sahibi sadece O’dur. Onlarla ilgili yaratma, hayat verme, öldürme, sevap veya azap verme gibi şeyleri dilediği gibi yalnız O yapar. Allah kullar üzerine, bir taraftan onları çeşitli afet ve belâlardan koruyan, diğer taraftan da yaptıkları her türlü amellerini kaydeden melekler gönderir. Nitekim bu mevzua yer veren diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Her bir insanın önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu kayıt ve koruma altına alan takipçi melekler vardır.” (Ra‘d 13/11)

“Oysa yanıbaşınızda sizi sürekli gözetleyenler var; her söz ve davranışınızı kayda geçiren tertemiz, şerefli melekler. Yaptığınız her şeyi bilirler.” (İnfitar 82/10-12)

“İnsanın yanında onu gözetleyip duran ve ağzından çıkan her bir sözü anında kaydeden bir melek vardır.” (Kâf 50/18)
Yaratılan her insanın sınırlı bir ömrü vardır ve mutlaka ölümü tadacaktır. Ona ölüm geldiği zaman, koruyucu melekler ondan elini çeker, Azrâil ve emrindeki melekler gelir ve ölecek kişinin canını alırlar. Ne koruyucu, ne amelleri kaydedici ne de can alıcı melekler zerre kadar bir ihmal göstermez, vazifelerini tam yapar ve Allah’ın emrini geciktirmeden ifa ederler. Aldıkları canları Mevlâları yani gerçek sahip ve efendileri olan Allah’ın huzuruna getirirler. Bu noktada insanların dünyada Mevlâ diye tanıdıkları, taptıkları, yalvardıkları şeylerin gerçek Mevlâ olmadıkları ortaya çıkar. Şimdi sahte Mevlâların, putların hepsi yok olmuş ve gerçek Mevlâ’nın huzurunda durmuşlardır. Allah, onlar hakkında en doğru hükmü verecek ve amellerine göre hesaplarını en süratli bir şekilde görecektir.

Yüce Rabbimiz, kalplerimizi her şeyden koparıp yalnızca kendi zâtına bağlamamız için fiil ve tecellilerini açıklamaya şöyle devam ediyor:

63. Onlara şöyle de: “Karanın ve denizin karanlıklarına, tehlikelerine maruz kaldığınızda sizi bundan kim kurtarır? Ki böyle anlarda tüm samimiyetinizle boyun bükerek, bazan O’na ağlaya sızlaya yakarır, bazan içten içe dua eder ve: «Eğer Allah bizi bu sıkıntıdan kurtarırsa, söz veriyoruz, kesinlikle şükredenlerden olacağız!» diye yalvarırsınız.

İster inansın ister inanmasın herkes büyük bir tehlikeyle karşılaştığı zaman fıtratının sesine kulak vererek kâinatın sahibi Allah’a sığınır, O’na yalvarır. Müşrikler de böyleydi; tehlikeli durumlarda Allah’a yalvarıp yakarıyor, tehlike geçince tekrar şirk hallerine dönüyorlardı. Allah’tan başka varlıklarda ilâhî güç tasavvur ediyorlardı. Cenâb-ı Hak onlara ve bu vasıfta olan bütün insanlara buyuruyor ki: “Sizi karanın ve denizin her türlü tehlike, bela ve musibetlerinden kurtaran yalnızca Allah’tır. Bunun farkındasınız. Darda kaldığınız zaman da sadece O’na yalvarıyorsunuz. O halde tehlike anlarında açık ve gizli, korkarak ve boyun bükerek yalnız Allah’a yalvarırken, Allah sizi o tehlikelerden kurtardıktan sonra ne diye önceki mü’min ve muvahhid halinizi devam ettirmiyor ve Allah’a ortaklar koşuyorsunuz? Putların önünde eğiliyor, onlara dua ediyorsunuz? Sizi bu sıkıntılardan o putlar mı kurtardı? Yine böyle sıkıntılar olunca o putlar mı sizi kurtaracak? Hayır, böyle durumlarda yine Allah’a yalvaracaksınız ve dilerse yine sizi O kurtaracaktır. O halde şirki terk edin ve Allah’a gerçek mânada kul olun.”

Şâir, şu beytiyle kurtuluşun ancak Allah Teâlâ’nın lütfüyla gerçekleşeceğini ne güzel terennüm eder:

“Ne mümkün keşti-î ikbâle olmak nâhudâ hâfız
Reîs olsan da bû yemde olur ancak Hudâ hâfız.”
(Vehbî, Sünbülzâde)

“Saadet gemisi öyle bir gemidir ki, onu kazaya uğramaktan kurtaracak olan alelâde bir kaptan olamaz. Hattâ sen pek usta ve tecrübeli bir gemici bile olsan, saadet gemini bu hayat denizinde muhafaza edecek olan ancak ve ancak Cenâb-ı Hak’tır.”

Bu konuda Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin şu nasihatları ne kadar tesirlidir:

“Sizden biri herhangi bir belaya düçar olursa; önce kendi kendine o belâdan kurtulmaya çabalasın. Kurtulmayı başaramazsa, idarecilerden veya başkalarından yardım istesin ve kurtulmaya baksın. Bu şekilde kurtulmak kâbil olmadığı takdirde Rabbine dua etmeye, yalvarmaya, tazarru ve niyaza başlasın. O’nun kuvveti ve kudreti önüne serilsin. Duasına icâbet edilmediğini görürse, bıkmasın, O’na yalvarmaktan usanmasın. Tâ bütün sebepler bitip tükeninceye kadar… İşte o sebepler bitip tükendi mi, insan artık sadece bir ruh olarak kalır. Bir ruh halini alınca, yalnız Hakk’ın fiilini görmeye başlar. O zaman tam bir muvahhid yani Allah’ın birliğini kesinlikle kabul eden kişi olur. Ama zarûrî bir şekilde muvahhid olur. Artık kesin bir şekilde bilir ki, hakikatte fâil yalnız Allah’tır. Bunu böyle bildikten sonra, bütün işlerini Allah’a ısmarlar. Bir mülk ve lezzet içinde yaşamaya başlar… Ki bu lezzet ve tat, dünya mülklerinden çok tatlıdır. Bundan böyle o kişinin nefsi, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine takdir ettiği hiçbir şeye karşı buruk yüz göstermez.” (Velîler Ansiklopedisi, II, 463-464)

Allah Teâlâ’nın kudretinin tecelli ettiği alanlardan biri de şudur:

64. De ki: “Sizi bu tehlikelerden ve her türlü sıkıntıdan sadece Allah kurtarıyor; fakat kurtardıktan sonra siz yine O’na ortak koşuyorsunuz.”

İster inansın ister inanmasın herkes büyük bir tehlikeyle karşılaştığı zaman fıtratının sesine kulak vererek kâinatın sahibi Allah’a sığınır, O’na yalvarır. Müşrikler de böyleydi; tehlikeli durumlarda Allah’a yalvarıp yakarıyor, tehlike geçince tekrar şirk hallerine dönüyorlardı. Allah’tan başka varlıklarda ilâhî güç tasavvur ediyorlardı. Cenâb-ı Hak onlara ve bu vasıfta olan bütün insanlara buyuruyor ki: “Sizi karanın ve denizin her türlü tehlike, bela ve musibetlerinden kurtaran yalnızca Allah’tır. Bunun farkındasınız. Darda kaldığınız zaman da sadece O’na yalvarıyorsunuz. O halde tehlike anlarında açık ve gizli, korkarak ve boyun bükerek yalnız Allah’a yalvarırken, Allah sizi o tehlikelerden kurtardıktan sonra ne diye önceki mü’min ve muvahhid halinizi devam ettirmiyor ve Allah’a ortaklar koşuyorsunuz? Putların önünde eğiliyor, onlara dua ediyorsunuz? Sizi bu sıkıntılardan o putlar mı kurtardı? Yine böyle sıkıntılar olunca o putlar mı sizi kurtaracak? Hayır, böyle durumlarda yine Allah’a yalvaracaksınız ve dilerse yine sizi O kurtaracaktır. O halde şirki terk edin ve Allah’a gerçek mânada kul olun.”
Şâir, şu beytiyle kurtuluşun ancak Allah Teâlâ’nın lütfüyla gerçekleşeceğini ne güzel terennüm eder:

“Ne mümkün keşti-î ikbâle olmak nâhudâ hâfız
Reîs olsan da bû yemde olur ancak Hudâ hâfız.”
(Vehbî, Sünbülzâde)

“Saadet gemisi öyle bir gemidir ki, onu kazaya uğramaktan kurtaracak olan alelâde bir kaptan olamaz. Hattâ sen pek usta ve tecrübeli bir gemici bile olsan, saadet gemini bu hayat denizinde muhafaza edecek olan ancak ve ancak Cenâb-ı Hak’tır.”

Bu konuda Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin şu nasihatları ne kadar tesirlidir:

“Sizden biri herhangi bir belaya düçar olursa; önce kendi kendine o belâdan kurtulmaya çabalasın. Kurtulmayı başaramazsa, idarecilerden veya başkalarından yardım istesin ve kurtulmaya baksın. Bu şekilde kurtulmak kâbil olmadığı takdirde Rabbine dua etmeye, yalvarmaya, tazarru ve niyaza başlasın. O’nun kuvveti ve kudreti önüne serilsin. Duasına icâbet edilmediğini görürse, bıkmasın, O’na yalvarmaktan usanmasın. Tâ bütün sebepler bitip tükeninceye kadar… İşte o sebepler bitip tükendi mi, insan artık sadece bir ruh olarak kalır. Bir ruh halini alınca, yalnız Hakk’ın fiilini görmeye başlar. O zaman tam bir muvahhid yani Allah’ın birliğini kesinlikle kabul eden kişi olur. Ama zarûrî bir şekilde muvahhid olur. Artık kesin bir şekilde bilir ki, hakikatte fâil yalnız Allah’tır. Bunu böyle bildikten sonra, bütün işlerini Allah’a ısmarlar. Bir mülk ve lezzet içinde yaşamaya başlar… Ki bu lezzet ve tat, dünya mülklerinden çok tatlıdır. Bundan böyle o kişinin nefsi, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine takdir ettiği hiçbir şeye karşı buruk yüz göstermez.” (Velîler Ansiklopedisi, II, 463-464)

Allah Teâlâ’nın kudretinin tecelli ettiği alanlardan biri de şudur:

65. Şöyle de: “O, üstünüzden veya ayaklarınızın altından size azap göndermeye, yahut sizi fırkalar hâlinde birbirinize düşürüp kiminize kiminin hıncını tattırmaya elbette kadirdir.” Bak, onlar iyice anlasınlar diye âyetleri nasıl inceden inceye, döndüre döndüre açıklıyoruz?

“Üstten gelen azap”, yıldırım düşmesi, taş yağması, kasırga esmesi, tufan olması gibi gök âfetleridir. Zâlim idarecilerin zulmü de buna dâhildir. “Ayakların altından gelen azap” deprem olması, yerin göçmesi, sel gelmesi ve yangın çıkması gibi yer âfetleridir. Önceki kavimlerin başına geldiği gibi Cenâb-ı Hakk’ın bu musibetlerden birini, birkaçını veya hepsini şimdi de insanların başına geçirmesi ve böylece onları cezalandırması mümkündür. Şüphesiz Allah buna hakkiyle kadirdir. Bundan daha beteri, Allah sizi zıt düşüncelere sahip farklı fırka ve partilere ayırarak birbirinize düşman edebilir. Böylece birbirinize saldırır, karşılıklı intikam alma hesaplarına girişir ve çok büyük acılar çekebilirsiniz. Bu âyet düşünce ayrılıklarının, düşmanlık, kavga ve savaşların mühim bir sebebi olduğuna dikkat çekmektedir.

Cabir b. Abdullah (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre “Allah, üstünüzden ve ayaklarınızın altından size azap göndermeye… kadirdir” (En‘âm 6/65) buyruğu nâzil olunca, Resûlullah (s.a.s.): “Yüce Allah’ın himayesine sığınırım” buyurdu. “Yahut sizi fırkalar halinde birbirinize düşürüp kiminize kiminin hıncını tattırmaya kadirdir” (En‘âm 6/65) buyruğu nâzil olunca, bu sefer: “Önceki ikisi daha ehvendir” buyurdu. (Buhârî, Tefsir 6/2)

Ümmetin fırkalara bölünmesi ve birbirleriyle savaşması konusunda Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur: “Aziz ve celil olan Allah’tan üç husus istedim. Bana ikisini verdi, birisini vermedi. Rabbimden, geçmiş ümmetleri helak ettiği şeylerle bizi helak etmemesini diledim bunu bana verdi. Yine Rabbimden bizden olmayan bir düşmanı bize üstün getirmemesini diledim, onu da bana verdi. Yine Rabbimden bizi gruplar halinde birbirimize düşürmemesini diledim, bunu bana vermedi.” (Nesâî, Kıyâmu’l-leyl 16; Müslim, Fiten 19-20)

Ayrılığa düşmemenin, mevcut bir ayrılık varsa bu tehlikeden de kurtulmanın yolu olarak, Allah’ın birleştirici ve bütünleştirici ipi olan Kur’an’a sarılmak gerekmektedir. Bu sebeple Kur’an’ın gerçekliğine dikkat çekilerek buyruluyor ki:

66. Fakat senin kavmin, gerçeğin ta kendisi olduğu halde Kur’an’ı yalanladı. Sen de onlara: “Ben sizin yaptıklarınızdan ve doğru yolu bulmanızdan sorumlu bir yetkili değilim!” de!

67. Verilen her haberin gerçekleşeceği belirli bir zaman vardır. Gün gelecek siz de bunu bileceksiniz.


Kur’an, Kur’an’ın verdiği haberler ve burada özellikle münkirlerin başlarına gelecek belâ ve intikam tecellileri ile alakalı ilâhî ikazlar gerçeğin ta kendisidir. Bunlar haber verildiği şekilde belirli bir süreç içinde safha safha mutlaka gerçekleşecektir. Her bir haberin gerçekleşeceği mukadder ve muayyen bir zaman vardır. Ancak bunu inkârcılar kabul etmemekte ve yalanlamaktadırlar. Fakat onların yalanlaması hiçbir gerçeği değiştiremeyecek ve bu haber verilen hususların bir bir gerçekleştiğini bilecek ve gözleriyle göreceklerdir. Bu konuda Peygamber’in vazifesi sadece tebliğdir. O, kimse üzerine vekil değildir. Onun kimseyi Allah’ın azabına karşı koruma görevi yoktur. Kendisine böyle bir yetki verilmemiştir. Dolayısıyla azap geldiği takdirde onun bu hususta bir sorumluluğu bulunmamaktadır.

Şimdi de mü’minleri, Allah’ın âyetlerini yalanlayıp bunlar hakkında uygun olmayan sözler söyleyen kâfirlerin üzerine inmekte olan ilâhî gazap ve kahır tecellilerinden korumak üzere şu sarsıcı ikazlar geliyor:

68. Âyetlerimiz hakkında alaylı tavırlarla münâsebetsizliğe dalanları gördüğünde, onlar başka bir konuya geçinceye kadar kendilerinden uzak dur. Şayet şeytan sana bir an için unutturur da yanlarında kalacak olursan, hatırlar hatırlamaz derhal kalk ve o zâlimler gürûhuyla bir arada oturma!

اَلْخَوْضُ (havd) kelimesi, “suya dalmak” mânasındadır. Daha sonra bu kelime, içinde boğulup kaybolacak şekilde bilinmeyen şeylerin derinliklerine dalmak mânasında kullanılmıştır. Bu kelimede “karıştırmak” anlamı da vardır. “Âyetler hakkında alaylı tavırlarla münâsebetsizliğe dalmak”tan (En‘âm 6/68) maksat ise Kur’ân-ı Kerîm’i alaya almak, inkâr etmek, onunla eğlenmek ve onu değiştirmeye çalışmaktır. Bu ayetle Yüce Rabbimiz Peygamber Efendimiz’e ve onun ümmetine bir edep öğretmektedir. Çünkü Efendimiz, müşrik bir topluluğun yanına oturur, onlara öğüt verip davette bulunduğu halde onlar Kur’ân-ı Kerîm’le alay ederlerdi. Bu sebeple onlardan yüz çevirmesini emretmiştir. Aynı şekilde günah fiilleri işleyen, düşmanlık duyguları içinde kötü söz ve davranışlarda bulunan kimseleri de terk etmek gerekir. Âyetteki “zâlimler” ifadesi buna işaret etmektedir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), gıybet yapılan meclisleri terk etmeyi öğütlemektedir. (bk. Dârimî, Mukaddime 23) Dolayısıyla bir kimse başkasının Allah’ın bir haramını işlediğini bilse ve yapacağı nasihatin de kabul edilmeyeceğini bilecek olsa, onun bu davranışını reddeden bir edayla yüz çevirmesi ve ona yönelmemesi gerekir. Unutma hali istisnâ edilmiştir. Fakat hatırlar hatırlamaz hemen kalkıp gitmelidir.(bk. Nisâ 4/140)

68. âyet indikten sonra müslümanlar: “Müşrikler Kur’an ile alay edip, onun hakkında ileri geri konuşmaya daldıklarında, eğer onların yanından kalkıp ayrılırsak, Mescid-i Haram’da oturmaya ve Kâbe’yi tavaf etmeye imkân bulamayız” dediler. Bunun üzerine şu âyet indi. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIII, 22-23):

69. Takvâ sahiplerine onların günahlarından, hesaplarından herhangi bir sorumluluk yoktur. Fakat yine de mü’minlerin hatırlatma vazîfeleri vardır. Belki böylece Allah’a karşı gelmekten sakınırlar.

Bu âyetin inişiyle beraber mü’minlere, dini tebliğ etme, öğüt ve nasihat verme maksadıyla müşriklerle birlikte bulunma ruhsatı verilmiş oldu.

Şunu belirtmek gerekir ki herkesin hesabı kendine aittir. Dolayısıyla müttakilerin vazifesi Allah’a karşı her türlü itaatsizlikten kaçınmaktır. Küfür ve isyanlarından sorumlu olmadıkları kimselere karşı da boşu boşuna üzülmemektir. Fakat tebliğ ve hatırlatmayı da elden bırakmamak gerekir. Üsulüne uygun tebliğ yapıldıktan sonra, onlar kabul etmemekte direndikleri takdirde, faydasız tartışmalara girerek zamanlarını ve enerjilerini boşa harcamaları doğru değildir. Bunun yerine zamanlarını ve imkânlarını hidâyete tâlip olan ve doğruyu araştıran insanların terbiyesi ve ıslahı yolunda harcamaları lazımdır. Bu fikri iyice tekit edip Peygamber’i ve mü’minleri boşuna uğraşılardan kurtarıp faydalı olana yönlendirmek için buyruluyor ki:

70. Dinlerini bir oyun ve eğlence edinen, kendilerini dünya hayatı aldatmış o kimseleri kendi hallerine bırak. İnsanlara Kur’an ile şunu hatırlat: Herkes kendi yaptığı günahlar yüzünden hesaba çekilecek. O zaman insanın Allah’tan başka ne bir yardımcısı ne de bir şefaatçisi olacak. Azaptan kurtulmak için her şeyini fidye olarak vermek istese bile yine de kabul edilmeyecek. İşte onlar işledikleri günahlar yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkârlarından dolayı onlara kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.

En ciddiye alınması lazım gelen husus, ebedi hayatımızı yakından ilgilendiren İslâm’ın talimatları, emir ve yasaklarıdır. Fakat bu, kişinin Allah ve âhirete imanının varlığı, yokluğu ve derecesiyle alakalı bir durumdur. Bazı insanlar var ki, kurtuluş kapıları olan dini bir oyun ve eğlence mevzuu yapmaktadırlar. Dünya hayatına dalıp, dinin emirlerini nefsânî arzu ve isteklerine göre eğlence ve oyun kabilinden görmekte, din adına eğlence ve oyun gibi gönül eğlendirip aldatmaktan başka faydası olmayan şeylere tutunmakta, işin neticesini ve âhireti hesaba katmayarak hak dini eğlence ve oyuncak yerine koyup onunla alay etmektedirler. Ayet müslümanlara, bu tür şahsiyetsiz kimseleri terk etmelerini, bunlarla birlikte bulunmamalarını ve onlara karışmamalarını emretmektedir. Bununla birlikte bu gibi kimselere Kur’an ile öğüt verilmesini istemektedir. Çünkü insan yaptığı amellerin eline teslim edilecektir.

Çekeceği azap, başkasından değil, kendi yaptığı işlerden oluşacaktır. İnsan yaptığı kötülüklerin mânevî temessülleriyle karşılaşacak, çirkin suratlı azap ejderine dönmüş günah fiillerin eline kalacak, onlardan kendini kurtarması mümkün olmayacaktır. Çünkü insan onları dünyada işleyip ruhuna yerleştirmiş ve bu can dostlarını kendi eliyle hazırlamıştır. Dolayısıyla en mühim mesele ruhu dünyada temiz tutmak, günahlardan arındırmak ve temiz bir halde Rabbine teslim edebilmektir. Yoksa azabı hak etmiş olarak ve Allah’ın affından ümitsiz bir şekilde âhirete göçen can orada perişan olacak, çirkin amellerinin eline teslim edilecek, Allah’tan başka bir dost ve yardımcı bulamayacak ve cehennemin can yakan azaplarına maruz kalacaktır. Bu sebeple, insanları böyle kötü bir akibetten kurtarmak için Kur’an’la öğüt vermeye devam edilmelidir. Kur’an’ın en başta gelen öğüdü ise, hiçbir fayda ve zararı olmayan putları bırakıp tek olan Allah’a kulluk etmektir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
71. Onlara şöyle söyle: “Allah’ı bırakıp da bize bir fayda ve zarar vermeyen o sahte tanrılara mı tapalım? Allah bizi doğru yola erdirdikten sonra ökçelerimiz üstüne gerisin geri küfre mi dönelim? Tıpkı, «Bize gel!» diye kendisini yolun doğrusuna çağıran arkadaşları varken, onları dinlemeyip, şeytanların ayartmasına kapılarak yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşan ahmak kimsenin durumuna mı düşelim?” De ki: “Allah’ın gösterdiği yol, en doğru yoldur. Bize Âlemlerin Rabbine teslim olmamız emredildi.”

72. “Yine bize: Namazı dosdoğru kılın ve Allah’a karşı gelmekten sakının” diye emredildi. O Allah ki, sonunda O’nun huzurunda toplanacaksınız.


Müşrikler, bazan Peygamberimiz (s.a.s.)’i ve mü’minleri İslâm’dan vazgeçip tekrar atalarının dinine dönmeye, putlara tapmaya davet ediyor ve bu konuda müslümanlara öğüt vermeye çalışıyorlardı. Bu âyette onların bu nevi çağrılarına verilecek cevap beyân edilir. Ayrıca tevhitten sonra şirke sapan, hidâyetle dalâlet arasında bocalayan, kalbini tek ilâhla çeşitli ilâhlar arasında bölen kimsenin iç âleminde yaşadığı şaşkınlık bir temsille anlatılır. Şöyle ki: O şaşkın kişinin etrafını şeytanlar sarıyor, onu aldatıp Allah’ın yolundan saptırıyor ve küfre itiyorlar. Dolayısıyla o kişi bu halde şaşkın şaşkın dolaşıyor. Duyguları ve hisleri hidâyetle dalalet arasında gidip geliyor. Ama onun kendisini “Bize gel!” diye doğru yola çağıran arkadaşları da var. O ise şaşkın halde bulunmakla hidâyet çağrısına uymak arasında bocalıyor. Hangi fırkaya uyacağını ve hangi tarafa gideceğini bilemiyor. Burada bir psikolojik ızdırabın manzarası canlandırılır. Bu manzara, Allah’ın dinini tanımış ve onun zevkine ermiş, sonra irtidad ederek sahte ilâhların kulu kölesi olmuş, korku ve baskıların ezici darbesi altında kalıp yalancı ilâhlara tapma durumunda kalan, böylece sürekli bir ruhî ızdırap içinde olan insanların halini anlatır. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, II, 1131)

Halbuki gerçek hidâyet Allah’ın gösterdiği doğru yol olup, bunu elde etmenin şartı kamil bir iman ile Âlemlerin Rabbi Allah’a teslim olmak, namazı dosdoğru kılmak ve Allah’tan hakkiyle korkmaktır. Allah’ın emrine uygun hareket etmekten başka bir yol yoktur. Çünkü mahşer günü O’nun huzurunda toplanıp hesap vermek kaçınılmazdır. O halde insanlar, kendilerini bekleyen bu kesin gerçekten gafil olmamalıdırlar. Bu hususta en küçük bir şüphe taşıyanların, Allah’ın istediğini yapabilecek bir kudrete sahip olduğunu görmek üzere göklerin ve yerin yaratılışına ibretle bakmaları yeterli olacaktır:

73. Gökleri ve yeri gerçek bir gâye ve hikmet ile, yerli yerince yaratan O’dur. “Ol!” dediği gün her şey birden oluverir. O’nun sözü gerçektir. Sûra üflendiği gün de bütün varlık ve mutlak hâkimiyet O’nundur. O, duyuların kapsam alanı dışında kalanları da kapsam alanına girenleri de bilir. O, her hükmü ve işi sağlam ve hikmetli olandır ve her şeyden haberdârdır.

Gökler ve yer Allah’ın koyduğu sarsılmaz kanunlar ve ince hikmetler ile yaratılmıştır. Tüm kâinat Hakk’ın sağlam temelleri üzerine kurulmuştur. Ondaki her şeyin temelinde adâletli, hikmetli ve doğru kanunlar yatmakta olup, bunlarda en küçük bir abes, boşunalık ve bâtıllık yoktur. (bk. Âl-i İmrân 3/191) Allah gökleri ve yeri bir oyun ve eğlence olsun diye de yaratmamıştır. (bk. Enbiyâ’ 21/16) Kâinatın yaratılışı son derece ciddi bir hâdise olup, yaratılışında büyük hikmetler ve yüksek gayeler vardır. Bu sebeple belirlenen zamanda sona erecek, Allah orada işlenen her şeyin hesabını soracak ve buna göre âhiret âlemi, mükafat ve cezalar takdir edilecektir.

Sûr, İsrâfil (a.s.)’ın kıyamette insanları Yüce Divan’a çağırmak üzere üfleyeceği borunun adıdır. Buna iki defa üfleyecektir. İlk üfleyişte tüm kâinat yıkılacak, bütün canlılar ölecek, ikinci üfleyişte ise bütün canlılar yeniden dirilecekler ve kendine has kanunları olan âhiret hayatı başlayacaktır. O hayatta geçerli sermaye, her türlü şirk lekesinden temizlenmiş sağlam bir tevhid inancıdır. Şimdi Yüce Rabbimiz, İbrâhim (a.s.) üzerinden böyle bir tevhid inancına erişmenin yollarını aydınlatmaktadır:

74. Bir zaman İbrâhim babası Âzer’e: “Bir takım putları kendine tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de, kavmini de açık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti.

Azer, Hz. İbrâhim’in babasıdır. Tarihi kaynaklarda onun isminin “Tarah” olduğu geçer. Muhtemelen iki ismi vardır ve Kur’an bunlardan “Azer” ismini seçmiştir. Azer, putperesttir. İbrâhim (a.s.) defalarca ondan putlara ibâdeti terk edip doğru yola gelmesini istemiş, hatta hidâyeti için Allah’a yalvarmış, fakat bir netice alamamıştır. (bk. Meryem 19/42-48; Tevbe 9/114) Bu âyette de yine İbrâhim (a.s.) babasına seslenerek, bir takım putları tanrı edinmesinin akıl sahibi bir insan için kabul edilecek bir durum olmadığını, bunun apaçık bir sapıklık olduğunu beyân etmektedir. Çünkü ruh ve akıl sahibi bir insanın gerek insan heykeli olsun, gerek yıldız ve melek heykeli farzedilsin, cansız putlar karşısında alçalması, eğilmesi ve onlara tapınması açık bir sapıklıktır. İbrâhim (a.s.) bu hakikati hem babası hem de onun peşinden giden tebaasına açık ve net bir şekilde söylemekten çekinmemiştir.

Çünkü:

75. Biz İbrâhim’e delille akıl yürütmesi, kesin bir ilme ve imana sahip olması için göklerin ve yerin muhteşem saltanatını öylece gösteriyorduk.

اَلْمَلَكُوتُ (melekût) kelimesi “mülk, tam olarak malik olmak, sahip olmak, Allah’ın göklerde ve yerde olan rubûbiyet ve ulûhiyet tecellileri, hükümranlık ve yönetimi” gibi mânalara gelmektedir. Allah Teâlâ İbrâhim (a.s.)’ın gözüne, kesin bir bilgi ve imana ulaşabilmesi için yıldızları, ay ve güneşiyle gökleri ve yeri gösterdikten başka, tümüyle bütün kâinatın sonsuz kudret sahibi Cenâb-ı Hakk’ın hükümdarlık ve saltanatına tabi olduğunu, bunlarda cereyan eden rubûbiyet sırlarını ve ulûhiyet tecellilerini onun basîretine göstermiş, kalbine bildirmiştir. Böylece Hz. İbrâhim, gökleri, yerleri ve bunlarda bulunan bütün varlıklarla birlikte kâinatı yaratan, eşsiz bir nizam içinde hepsini idare eden, yöneten rabbânî kudretin, hepsinin sahibi ve hâkimi bulunan ve benzeri olmayan bir tek kudretten ibaret olduğunu kesin olarak görmüş, bilmiş ve buna yakini olarak iman etmiştir. Kendisinin o sonsuz kudrete yıldızlardan daha uzak olmadığını, yıldızların gökte birer mevkileri varsa yeryüzünde yaşayan kendisinin hepsinin üstünde bir şerefi olduğunu idrak etmiştir. Dolayısıyla böyle bir şerefi taşıyan akıl ve irade sahibi insanın, o hakiki mâliki bırakarak herhangi bir mahluka kul ve köle olup alçalması pek büyük bir sapıklık, pek tehlikeli bir küfür ve büyük bir nankörlüktür.

Âyetteki “melekût”la alakalı işâri izah şöyledir: Bu âlemdeki her şeyin bir zahiri vardır. Bazan o cismânî varlık diye ifade edilir. Uzunluk, genişlik ve derinlikten ibâret olup üç boyutludur. Bir yer tutar, bölünmeyi ve parçalanmayı kabul eder. Beş duyuyla hissedilmeye yakın olması sebebiyle bazan ona “dünya” denir. Şekil değiştirmeyi kabul etmesi ve beş duyuyla idrak edilmesi sebebiyle bazan “sûret” denir. Duyularla müşâhede edilmesinden dolayı bazan “şehâdet” denir. Bazan de, mülk edinilmesi ve onda duyularla tasarrufta bulunulması sebebiyle, “mülk” denir. Bu âlemdeki her şeyin bir de bâtını vardır. Buna da bazan üç boyutlu olmadığı, bir yer tutmadığı ve beş duyuyla hissedilmediği ve parçalara ayrılamadığı için “ruhânî”, bazan sonradan hissedilecek olması sebebiyle “âhiret”, bazan şekilsiz ve duyularla anlaşılmaktan uzak oluşu sebebiyle “mâna” denir. Bazan de duyularla hissedilemez olduğu için “gayb” denir. Bazan de mülk ve sûret âlemine sahip olduğu için “melekût” denir. Çünkü mülk melekût ile, melekût ise Hakk’ın kudretiyle ayakta durur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Her türlü kusurdan ve ortaktan uzaktır o Allah ki, her şeyin mutlak hâkimiyeti ve tasarrufu O’nun elindedir. Siz de sonunda O’na döndürüleceksiniz!” (Yâsîn 36/83) Yani, melekût yolundan O’na döndürülürsünüz. Melekût âlemi, Allah’tan başka hiçbir şey yokken, “ol” emriyle Allah Teâlâ’nın ilk yarattıklarındandır. Nitekim şu âyet buna delalet eder: “Onlar, göklerin ve yerin nasıl muhteşem bir hükümranlık altında idare edildiğini görmüyorlar mı?” (A‘râf 7/185) Âyette melekût âleminin bir şeyden yaratılmadığına dikkat çekilmiştir. Onun dışındakiler ise bir şeyden yaratılmıştır. Allah Teâlâ, emir ile yarattığına “emir”, bir şeyden yarattığına “halk” adını vermiş ve şöyle buyurmuştur: “Bilin ki, yaratma da, emir ve idâre yetkisi de yalnız O’na aittir.” (A‘râf 7/54)

İşte Allah Teâlâ, İbrâhim (a.s.)’a, izah edilmeye çalışıldığı gibi eşyanın melekûtunu ve onlardaki Allah’ın birliğine işaret eden alâmetleri göstermiştir. O da Allah’ın lütfuyla bu büyük hakikati tam olarak idrak etmiş ve son derece şuurlu bir yaklaşımla putperest kavmini mantikî yollarla ikna için mücadeleye başlamıştır:

76. Derken gece bastırınca İbrâhim bir yıldız gördü: “Bu benim Rabbim, öyle mi?” dedi. Yıldız batınca da: “Ben batıp kaybolanları sevmem” dedi.

77. Sonra doğmakta olan ayı görünce: “Bu benim Rabbim, öyle mi?” dedi. O batıp kaybolunca: “Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa düşenlerden olurdum” dedi.

78. Birgün de güneşi doğarken gördü ve hemen: “Bu benim Rabbim, öyle mi? Bu hepsinden de büyük!” dedi. O da batıp kaybolunca asıl gerçeği haber verdi: “Ey kavmim, şüphesiz ben, sizin Allah’a koştuğunuz ortaklardan beriyim.”

79. “Şunu bilin ki ben, dupduru bir iman ve teslimiyetle yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim. Ben müşriklerden değilim.”


Allah’ın birliğine kesinlikle inanmış olan Hz. İbrâhim, yıldızlara, aya, güneşe tapan kavminin, bu bâtıl inançlarından hareket ederek ve bir metot gereği onlarla aynı düşünceyi paylaşıyormuş süsü vererek onları tevhid akidesini kabule davet eder. Öncelikle bunlar içinde görüntü itibariyle en küçüğü olan yıldızdan başlar. Gece karanlığı bastırıp yıldızlar doğunca, muhtemelen içlerinden en parlak birini gözüne kestirip, “onun gerçek rab olabileceğini” söyler. Fakat kısa bir müddet sonra yıldız batıp kaybolunca, bu haliyle yıldızın gerçek rab olmasının imkânsızlığını bildirmek üzere hemen “Ben batıp kaybolanları sevmem” (En‘âm 6/76) der. Bu sözüyle Hz. İbrâhim, Rab ile kul arasındaki münasebette sevginin en mühim esas olduğunu, fakat hareket etme ve batmanın rubûbiyet delili değil, sonradan yaratılmış olma, etkilenme, mahkum olma ve yok olma delili olduğunu gösterir. Bu sebeple batıp kaybolanın rab olamayacağını, batana sevgi göstermenin sonu boşa çıkacak bir sapıklık olduğunu ve gerçek Rabbin her türlü zevalden uzak bulunan bir yaratıcı kudret olması gerektiğini ortaya koyar. Sonra doğmakta olan ayı görür. Bunun “gerçek rab olma” ihtimalini dile getirir, fakat batıp kaybolunca hem kendinin hidâyet üzere bulunduğunu belirtmek, hem her an rabbine olan ihtiyacını itiraf edip şükretmek, hem de muhataplarını kendisi gibi inanmaya çağırmak niyetiyle hemen “Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa düşenlerden olurdum” (En‘âm 6/77) der. Daha sonra doğmakta olan güneşi görüp, diğerlerinden daha büyük olması itibariyle “gerçek rabbin bu olabileceği” ihtimali üzerinde durur. Fakat o da batıp kaybolunca Hz. İbrâhim derhal, çok önceden kalbinin her köşesine tam olarak yerleşmiş, iliklerine, hücrelerine işlemiş tevhid inancını bütün samimiyetiyle dile getirerek: “Ey kavmim, şüphesiz ben, sizin Allah’a koştuğunuz ortaklardan beriyim. Şunu bilin ki ben, dupduru bir iman ve teslimiyetle yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim. Ben müşriklerden değilim” (En‘âm 6/78-79) buyurur.

Görüldüğü üzere kıssada Hz. İbrâhim’in, Allah’ın birliğine hangi delillerle ve nasıl ulaştığı anlatılır. Kıssanın esasının, Allah’ı birleyenle Allah’a ortak koşanın tartışması olduğu açıkça görülür. Dolayısıyla bu ikna edici ve susturucu delillerle aynı zamanda Allah Resûlü (s.a.s.), Hz. İbrâhim’e çok değer veren ve onun neslinden gelmekle öğünen putperest kavmini tevhide davet etmiştir. Hak dinin temsilcileri ve tebliğcileri de kıyamete kadar insanları bu nevi delillerle tevhide davet edeceklerdir. Çünkü zaman değişse de insan gerçeği, şirk ve tevhid hakikati hiçbir zaman değişmemektedir.

Bu âyetlerden şöyle bir işârî mâna anlamak mümkündür: İnsanı talep perdeleri kuşatır ve ona “varlık sabahı”nın ötesi tecelli etmez. Ancak “akıl yıldızı” doğduğunda delil ışığıyla sırrında Hakk’ı müşâhede eder ve “Bu benim Rabbim” der. Sonra sırrındaki ışık biraz daha artarak “ilim ayı” doğar. Anlama ve izah şartı ile onu mütalaa eder ve “Bu benim Rabbim” der. Sonra sabah iyice açılır, gün aydınlık olur, sırrın şeref burcundan “irfan güneşleri” doğar da talep için bir mekan, ihtimal için bir hüküm ve töhmet için bir karar kalmaz. Hepsi mânasını yitirir de kul: “Ey kavmim! Ben sizin koştuğunuz ortaklardan uzağım” der. Çünkü gözle ayân beyân gördükten sonra hiçbir şüpheye, gerçek ortaya çıktıktan sonra onu örtecek bir perdeye yer yoktur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 301)

Hz. İbrâhim ile kavmi arasındaki tartışma şöyle devam ediyor:

80. Kavmi İbrâhim’le tartışmaya girişti. İbrâhim onlara şunları söyledi: “Şimdi siz benimle Allah hakkında mı tartışıyorsunuz? Oysa Allah beni doğru yola iletmiş bulunuyor. Ben, sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Çünkü ben inanıyorum ki, Rabbimin izni ve iradesi olmadan hiçbir varlık bana zarar veremez. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hiç düşünüp öğüt almaz mısınız?”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
81. “Hem siz, kendilerine tapılacağına dair Allah’ın hiç bir delil göndermediği putları O’na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden ne diye korkacakmışım? O halde, bilginiz varsa söyleyin bakalım: İki taraftan hangisi güven içinde olmaya lâyıktır?”

Putperest kavmi, İbrâhim (a.s.)’ın getirdiği bu sağlam delilleri kabule yanaşmadıkları gibi, onunla tartışmaya girişirler. Atalarının dini üzere kalmakta ve taklide tutunmakta direnirler. Hz. İbrâhim’i, tapmakta oldukları putların çeşitli musibet ve belâlarına uğramakla korkutmaya çalışırlar. Fakat İbrâhim (a.s.) bunlar karşısında geri adım atmaz. Kendini hidâyete erdiren, varlığını ve birliğini kesin olarak bildiği Allah hakkında tartışmanın anlamsız olduğunu; böyle bir açık hakikat karşısında onların sakat söz ve delillerine iltifatın mümkün olmayacağını söyler. Putlardan da korkmadığını; çünkü ancak fayda ve zarar verme gücünde olanlardan korkulacağını, putların ise hiçbir şeye gücü yetmeyen cansız nesneler olduğunu, dolayısıyla onlardan korkulmayacağını ifade eder. Bir mü’min olarak kendisinin sadece, dilediği her şeyi yapan ve ilmi her şeyi kuşatmış olan Allah’tan korktuğunu vurgular. Kendisinin putlardan değil, aslında şirk koştuklarından ve affedilmeyecek büyük bir günahı irtikap ettiklerinden dolayı onların Allah’tan korkmaları lazım geldiğini açıktan ilan eder. Neticede “O halde, bilginiz varsa söyleyin bakalım: İki taraftan hangisi güven içinde olmaya layıktır?” (En‘âm 6/81) sorusuyla kavmini tekrar düşünme, muhakeme ve mukayeseye davet eder. “Eğer biliyorsanız” kaydı ise, bâtıl inançlardan kurtulmada doğru bilginin ehemmiyetine işaret eder.

Sorduğu sorunun cevabını yine Hz. İbrâhim verir:

82. “İman edip de imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte onlar güven içindedir; doğru yolu bulanlar da onlardır.”

Âyetteki “zulüm”den maksat Allah’a şirk koşmaktır. Çünkü zulmün asıl anlamı, “bir şeyi olması gereken yere koymamak, hak sahibinin hakkını vermemektir.” Buna göre, ulûhiyet ve rubûbiyet yalnızca Allah’ın hakkı olduğu halde, O’nun dışında başka varlıkları ilâh yerine koymak, Allah’ın mahlûkatı üzerindeki hakkını tanımamaktır. Peygamber Efendimiz: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı O’na kulluk edip hiçbir şeyi kendisine ortak koşmamalarıdır” buyurur. (Buhârî, Tevhid 1; Müslim, İman 48-51) Nitekim bu âyet inince müslümanlara çok ağır geldi ve: “Ey Allah’ın Resûlü, bizden hangimiz nefsine zulmetmiyor ki?” dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Burada kastedilen sizin zannettiğiniz zulüm değildir. Burada Lokmân (a.s.)’ın oğluna hitaben söylediği: «Evlâdım! Allah’a ortak koşma. Çünkü şirk, gerçekten çok büyük bir zulümdür!» (Lokmân 31/13) sözündeki zulüm kastedilmiştir.” (Buhârî, İman 23; Müslim, İman 197)

Sonradan gelen bütün peygamberler de ataları Hz. İbrâhim’in izinde yürümüş ve aynı gerçeği tebliğ etmişlerdir:

83. İşte bunlar, kavmine karşı kullanması için İbrâhim’e verdiğimiz delillerimizdir. Biz, dilediğimiz kimselerin derecesini kat kat yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olan, her şeyi hakkiyle bilendir.

اَلْحُجَّةُ (hüccet), kişinin savunduğu görüşünü desteklemek üzere ileri sürdüğü “delil” mânasına gelir. Âyetteki “delillerimiz” ifadesiyle, Hz. İbrâhim’in kavmiyle tartışması esnasında tevhidi savunmak üzere ileri sürdüğü ve bunlar vasıtasıyla müşrik muhataplarını mağlup ettiği bütün delillere işaret edilir. Bununla birlikte İbrâhim (a.s.)’ın, melekût âleminin gösterilmesi; yıldız, ay ve güneşin aynasında rubûbiyetin müşâhedesi, Cenâb-ı Hakk’a sadâkatle teveccüh etmek, O’nun dışındakilerden tamamen yüz çevirmek, mâsivâdan arınmak, benlik şirkinden kurtulmak, kâmil iman sahibi olmak ve ayne’l-yakîn derecesine vâsıl olmak gibi ilâhî ikramlara nâil olduğu görülür. Allah Teâlâ, dilediği kullarına ilim ve hikmet vererek, bu vesileyle onları başkalarından kat kat üstün yapar. Âyet-i kerîmenin sonunda hususiyle Allah’ın “Hakîm” ve “Alîm” isimlerinin zikredilmesi, buradaki üstünlük vesilesinin daha ziyade ilim ve hikmet olduğunu gösterir. Nitekim İbrâhim (a.s.) ilim ve hikmetle tevhidi anlatmış; Peygamberimiz (s.a.s.)’e de Kur’an ile bu ilim ve hikmetin en yüksek seviyesi ihsan edilmiştir.

Âyet-i kerîmede Allah’ın delillerini müşâhededen Zâtını ispata yükselmek gerektiğine işaret edilir. Bu bakımdan Hak yoluna girip Allah’a vâsıl olabilmek için şu basamakları tırmanmak gerekir. Birincisi Allah’ın fiilleri olan âyetlerin hakîkatine ermek ve bunlara uygun hareket etmektir. İkincisi O’nun sıfatlarını müşâhededir. Üçüncüsü ise O’nun zatı ve varlığının hakîkatine ermeye çalışmaktır. Hâsılı kul, Allah’ın fiileri vasıtasıyla O’nun sıfatlarını, sıfatları vasıtasıyla da O’nun hakikatini tanıma imkânı bulur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 302)

Hz. İbrâhim, kendi hidâyetinden başka, hem büyük dedesi Hz. Nûh’un hem de çocuklarının hidâyete ermiş olmasıyla bahtiyar bir peygamberdir:

84. Biz ona İshâk’ı ve torunu Yâkub’u ihsân ettik. Her birini doğru yola erdirdik. Daha önce Nûh’u ve zürriyetinden Dâvûd’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yı ve Hârûn’u da doğru yola erdirmiştik. Biz, iyilik ve ihsân sahiplerini böyle mükâfatlandırırız.

85. Yine Zekeriya’yı, Yahya’yı, Îsâ’yı ve İlyâs’ı da doğru yola erdirdik. Onların hepsi sâlihlerdendi.

86. Aynı şekilde İsmâil’i, Elyesa‘ı, Yûnus’u ve Lût’u da doğru yola erdirdik. Onların hepsini diğer insanlara üstün kıldık.

87. Onların babalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden bazılarına da aynı üstünlüğü verdik, onları seçtik ve dosdoğru bir yola eriştirdik.

88. İşte bu yol, Allah’ın yoludur. O, bu yola kullarından dilediğini eriştirir. Eğer onlar Allah’a ortak koşmuş olsalardı, yaptıkları tüm ameller elbette boşa giderdi.


Cenâb-ı Hak bu âyetlerde, İbrâhim (a.s.)’ın soyundan gelen veya ona bir şekilde akrabalığı bulunan, kendisi dâhil on sekiz peygamberin ismini sayar; bunları doğru yola erdirdiğini, daimî bir iyilik ve ihsan sahibi olmaları sebebiyle onları mükâfatlandırdığını, onların sâlih kimselerden olduğunu ve onları âlemlere üstün kıldığını haber verir. Bunların babalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden de bir çok kimseyi seçip doğru yola eriştirdiğini bildirir. Bütün bunlar Allah’ın hidâyeti sayesinde gerçekleşmiştir. Eğer bunlar Allah’a ortak koşsalardı, O’ndan başkasına ibâdet etmiş olsalardı, böyle yüksek mertebelere çıkamaz, bilakis onların dahi bütün amelleri boşa giderdi. Peygamberlerin durumu böyle olunca, onların dışındaki insanların şirke düştükleri takdirde durumlarının nasıl olacağını tasavvur etmek gerekir. Çünkü şirk sâlih amelleri, hayırlı işleri yok eden çok çirkin bir günahtır. Şirk günahına bulaşanlar, belki bir takım haksız yollarla dünyada mülk ve saltanat, makam ve şöhret sahibi olabilirler; fakat dindar, temiz ve doğru yoldaki insanların önderi olma gibi yüce bir mertebeye erişemezler. İşte isimleri sayılan ve sayılmayan bu peygamberler, şirkten titizlikle kaçınıp, bir olan Allah’a ihlasla kulluk ettiklerinden bütün dünya için fazilet ve hidâyet kaynağı olma üstünlüğünü kazanmışlardır.

Peygamberlerin üstünlüğünün sebep ve hikmetlerine gelince:

89. Bu seçkin zatlar, kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer münkirler, sana da vahyettiğimiz bu gerçeklere inanmazlarsa, şunu bilsinler ki, onların yerine bunları inkâr etmeyecek bir toplum getiririz.

Allah Teâlâ peygamberlere kitap, hüküm ve nübüvvet ihsan etmiştir. Kitap; hidâyet, ilim ve mârifettir. Hüküm; hâkimiyet, hidâyeti idrak melekesi, hidâyet kanunlarını hayatta tatbik etme istidadıyla, hayatın problemlerini çözmede isabetli görüş sahibi olma istikametinde vehbî kabiliyet yani hikmettir. Nübüvvet ise en yüksek mertebe olup peygamberler bu hususiyetleriyle insanları hidâyete davet ederler. Peygamber Efendimiz’e de bu ilâhî nimetler en zirve seviyesiyle ihsan edilmiştir. Ancak o dönemde Kureyş müşrikleri, sonraki dönemlerde de diğer kâfirler, bu nimetleri görmezden gelip iman etmezlerse hiçbir önemi yoktur. Çünkü Allah, bunları inkâr etmeyecek, bu nimetlerin kıymetini bilecek, iman ve şükür ile ona sarılacak bir toplumu görevlendirmiştir. Her zaman Allah’ın indirdiği hikmetlere inanan, onun gösterdiği yolda giden seçkin bir toplum bulunacaktır. Mesela Mekke kâfirlerine karşı Medineli müslümanlar, Ensâr; Arap kâfirlerine karşı diğer kavimlerin mü’minleri; dünya durdukça bütün kâfirlere karşı da bütün mü’minler ve hatta melekler bahsedilen bu topluluktan sayılabilir.

Bütün peygamberler, aynı yolun yolcusu ve Allah yolunun davetçileridir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz’e ve onun şahsında tüm insanlığa peygamberlerin yoluna uymaları tavsiye edilerek şöyle buyruluyor:

90. İşte o peygamberler, Allah’ın her bakımdan doğru yola erdirdiği kimselerdir. Öyleyse sen de artık onların yoluna tâbi ol ve şöyle de: “Tebliğime karşılık sizden hiçbir ücret talep etmiyorum. Bu Kur’an, akıl sahibi bütün varlıklar için bir hatırlatma ve bir öğütten ibarettir.”

Allah Teâlâ’nın bütün peygamberlere vahyettiği din, aynı dindir; Allah’ın birliğine imana ve O’na teslim olmaya çağıran İslâm dinidir. Her birinin tuttuğu yol tevhid, doğruluk, dine bağlılık, takvâ, ihlas, iyilik, ihsan, fazilet ve cömertlik yoludur. Dolayısıyla âyet hem Peygamberi, hem de onun şahsında bütün mü’minleri, Allah’ın doğru yola erdirmiş olduğu bu kimselerin yoluna tabi olmaya davet etmektedir. Bu mesaj aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm’in muhatabı olan herkese, Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in hiç görülmemiş, duyulmamış bir din icat etmediğini, aksine geçmiş peygamberlerin yolunu devam ettirdiğini hatırlatmaktadır. O da diğer peygamberler gibi, yaptığı tebliğ karşılığında insanlardan hiçbir ücret talep etmemiş, mükafatını Allah’tan beklemiştir. Bir ömür boyu, hiç ara vermeksizin âlemlere bir öğüt, bir uyarı ve bir hatırlatma olan Kur’an’ı sözleri ve fiilleriyle tebliğ, tefsir ve beyân etmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm çok yüce ve şerefli bir kitaptır. Ne var ki, bazı insanlar ne onun ne de onu lütfeden Allah’ın kadr ü kıymetini bilemezler:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
91. Bazıları: “Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir” demekle Allah’ı şânına yaraşır bir şekilde tanıyıp takdir edemediler. Onlara de ki: “Peki, Mûsâ’nın insanlara bir nûr ve bir yol gösterici olarak getirdiği, sizin de parça parça kâğıtlar hâline koyup işinize geleni açıkladığınız, fakat işinize gelmediği için çoğunu gizlediğiniz, ayrıca ne sizin ne de atalarınızın bilmediği birçok şeyleri sayesinde öğrendiğiniz Tevrat’ı kim indirdi?” Ardından da: “Allah indirdi” de, sonra bırak onları, daldıkları bâtıllarında oynayadursunlar.

Allah’ın beşeriyete hiçbir şey indirmediğini söyleyerek, insanlara Allah’ın en büyük rahmet ve nimeti olan vahyi ve peygamber göndermeyi tümüyle inkâr etme küstahlığında bulunanlar, Allah’ı şanına yaraşır tarzda tanımamışlardır. O’nun her şeye gücü yettiğine, rahman ve rahim olduğuna iman etmemişler; nimet ve rahmetinin kıymetini bilememişler; hukukuna riâyet ve ilâhlık şânına hürmet etmemişler; hâsılı Cenâb-ı Hak hakkında lazım gelen iman, irfan, tâzim ve teslimiyeti göstermeyerek takdirsizlik ve nankörlük batağına sürüklenmişlerdir. Sözün geliminden bu sözü söyleyenlerin yahudi ve hıristiyanlar olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an gerçeğiyle karşılaşan müşrik Araplar, kitap sahibi oldukları, peygambere inandıkları ve gerçeği bilerek konuşabilecekleri için yahudilere başvurmuşlar; “Söyleyin bize, gerçekten Muhammed’e Allah’tan bir söz indirilmiş midir?” diye sormuşlar, onlar da âyette ifade edildiği şekilde cevap vermişlerdir. Allah Resûlü’ne olan düşmanlıklarını ortaya koyup onun nübüvvetini inkâr ederken, kendileri için de büyük bir anlam ifade eden peygamberlik müessesesini kökünden inkâr ettiklerinin farkında bile olamamışlardır. Bu cevap, İslâm düşmanlarının eline güçlü bir silah vermiş ve onlar da halkı İslâm’dan uzaklaştırmak için bunu bir delil olarak kullanmışlardır. Cenâb-ı Hak, her iki düşman ve inkârcı grubu birlikte susturmak üzere, yakînen tanıdıkları, gerçek olduğunu bildikleri ve işlerine gelecek şekilde kullandıkları Hz. Mûsâ ve ona indirilen Tevrât’ı misal vermekte ve onu kimin indirdiğini sormaktadır. Elbette ki onu Allah indirmiştir. O halde aynı Allah’ın, insanlığa bir rahmet, nimet, nur ve hidâyet rehberi olarak Hz. Muhammed (s.a.s.)’e Kur’ân-ı Kerîm’i indirmesi niçin imkânsız olsun:

92. İşte bu Kur’an, kendinden önceki kitapları doğrulayan, şehirlerin anası olan Mekke halkını ve çevresinde bulunan herkesi uyarman için indirdiğimiz feyiz ve bereket kaynağı bir kitaptır. Âhirete inananlar ona da inanır ve namazlarını vaktinde dosdoğru kılmaya devam ederler.

Evet, işte Kur’an Allah’ın Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirdiği bir kitaptır. O, öyle görmezlikten gelinecek, hiçe sayılacak, inkâr edilecek bir kitap değildir. Aksine o “mübârektir”; hayrı çok, bereketli, mukaddes ve faydası daimî olan bir kitaptır. Kendisine inanıp, talimatları istikametinde yaşayanların dünya ve âhiret hayatları için feyiz, bereket, mutluluk ve huzur kaynağıdır. Kur’an, insanlığa armağan edilen ilk ilâhî kitap da değildir. Ondan önce de ilâhî kitaplar gelmiştir ve Kur’an onları tasdik etmekte, teyid etmekte ve doğruyu yanlıştan ayırmaktadır. Dolayısıyla onlardaki nur ve hidâyet Kur’an’ın tasdikinden geçerek artacak, kuvvetlenecek ve gelişecektir. İslâm’ın tebliğcisi Hz. Muhammed (s.a.s.) de, önce özellikle dinî mânada bütün şehirlerin anası olan Mekke halkını, sonra da peyderpey onun civarında bulunan bütün dünya halklarını bu Kur’an ile uyarmak, yaratılış hedeflerini unutup gaflete düşmüş kitleleri sarsıp kendine getirmek ve gittikleri bâtıl yolların hazin akibetini kendilerine hatırlatmakla vazifelendirilmiştir. Ancak Kur’an’a inanacak kimseler, dünyaya tapan ve şehvetlerinin kölesi olanlar değil, dünya hayatının ötesinde âhiretin olduğuna inanan ve bunun korku ve ümidini yüreğinde taşıyanlar olacaktır. Kur’an’a inanıp onun muhtevasında hayat sürenler ise insanlar arasında dindarlıkları, Allah’a kullukları ve özellikle de namazı vaktinde, şartlarına dikkat ederek kılmalarıyla temayüz edeceklerdir.

Kur’an’ı inkâr edenlere gelince:

93. Allah hakkında yalan uyduran veya kendisine hiçbir şey vahyedilmediği halde “Bana vahiy geliyor” iddiasında bulunan kimseden, bir de: “Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indiririm” diyenden daha zâlim kim olabilir? Sen o zâlimlerin ölümün şiddetli sıkıntıları içinde can çekiştikleri ve meleklerin onlara pençelerini uzatarak: “Haydi çıkarın canlarınızı! Allah hakkında gerçek dışı sözleriniz ve O’nun âyetlerini büyüklük taslayıp kabul etmeyişiniz yüzünden bugün aşağılayıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” dedikleri zaman onların hâlini bir görsen.

Müşrikler, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in Allah’a iftira ettiğini, kendi hayalinden doğan sözleri Allah’a isnat ettiğini söylüyorlardı. Onlardan bazıları da Kur’an ile alay edip: “Duyduk, duyduk! İstesek elbette biz de bunun gibi şeyler söyleyebiliriz. Çünkü bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değil!” (Enfâl 8/31) diyorlardı. İşte bu âyette onların bu tür iddialarına cevap verilmekte, Allah’tan gelen bu sözleri Hz. Muhammed (s.a.s.)’in uydurmadığını, kendisine vahyedilmediği halde “Bana vahiy geliyor” diyenin en zalim kimse olacağı hatırlatılmaktadır. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in böyle bir haksızlığı yapması olacak şey değildir. Bilinen karakteri, şahsiyeti, doğruluk ve güvenilirliği böyle bir iddiaya uygun düşmemektedir. İnsanlara bile hiç yalan söylemeyen bir kişi, nasıl olur da Allah hakkında yalan söyleyebilir? Kendi uydurduğu bir şey için, “Bunu bana Allah vahyetti” diyebilir? O, böyle bir cür’etin, büyük bir sahtekarlık ve haksızlık olduğunu bilir ve böyle bir şey yapmaz. Dolayısıyla âyet, bir taraftan Hz. Muhammed (s.a.s.)’e gelen sözlerin Allah’ın vahyi olduğunu anlatırken, diğer yandan da doğru söylediği halde onu yalanlayanların, onunla alay edip “ben de böyle sözler indirebilirim” diyenlerin büyük bir günah altına girdiklerini bildirmektedir. Devamında, böyle bir haksızlığa giriftar olanların ölüm anında karşılaşacakları korkunç bir manzaraya dikkat çekilerek kâfirler uyarılır. Bu kimseler ölüm esnasında son derece şiddetli sıkıntılarla yüz yüze gelecekler, can alıcı melekler pençelerini uzatarak, ellerindeki demir balyozlarla vurarak, işkence ede ede ruhlarını çıkaracak, ölümün ağır darbeleri altında bir türlü çıkmak bilmeyen ruhları için: “Haydi çıkarın canlarınızı!” (En‘âm 6/93) diyecekler ve onları işledikleri bu büyük günahları, kibirlenip ayetleri kabule yanaşmamaları sebebiyle pek alçaltıcı, aşağılayıcı bir azapla korkutacaklardır.

Gelen âyette ise bu âyetin devamı olarak kıyamet gününden bir manzaraya, dehşet verici bir safhaya dikkat çekilir:

94. Andolsun ki, sizi başta nasıl tek tek yaratmışsak, şimdi de tek tek yapayalnız huzurumuza geldiniz ve dünyada size verip hayaline daldırdığımız her şeyi arkanızda bıraktınız. Hani işlerinizi tanzimde Allah’ın ortakları olduğunu ileri sürdüğünüz şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz! Onlarla aranızdaki bütün bağlar kopmuş ve sizi kurtaracaklarını sandığınız sahte tanrılar yanınızdan kaybolup gitmiştir.

Herkes, dünyada başlangıçta tek olarak yaratıldığı gibi kıyamet günü Allah’ın huzuruna teker teker gelecek. Her bir insan tek başına, ailesiz, malsız, çocuksuz ve yardımcısız olarak, dünyada gönül verdiği, ümit bağladığı kimseleri terk etmiş olarak gelecek. Herkes annesinin karnından çıktığı gibi çıplak, ayakkabısız ve sünnetsiz gelecek. Dünyada kendine bahşedilen nimetleri, malları, mülkleri, evlatları arkasında bırakarak gelecek. Allah’ı bırakıp kendilerine taptıkları, Allah’a ortak koştukları putlar, haklarında şefaat edeceğini sandıkları varlıklar da orada yanlarında olmayacak. Zira müşrikler, putların Allah’ın ortakları ve O’nun nezdinde kendi şefaatçileri olduklarını zannediyorlardı. (bk. Yûnus 10/18; Zümer 39/3) Fakat kıyamet günü aralarındaki bütün ilişkileri kopacak, kesilecek, tarumar olacak. Allah’a ortak sandıkları varlıklar onları terk edecek ve kaybolup gidecekler. Herkes kendi ameliyle ve Rabbiyle baş başa kalacaktır.

İşte istikbalimizi yakından alakadar eden bu gerçekleri göz önüne getirip, üzerinde düşünerek iman ve ihlasla Allah’a yönelmek; O’na karşı bir haksızlık, yanlışlık, nankörlükte bulunmamak ve O’nu fiil ve sıfatlarıyla en güzel şekilde tanımaya çalışmak icab eder. Şöyle ki:

95. Şüphesiz Allah, daneyi ve çekirdeği çatlatıp yarandır. Ölüden diriyi O çıkarır; diriden ölüyü çıkaran da O’dur. İşte Allah budur. Bu gerçekler karşısında nasıl oluyor da bâtıl sevdâlar peşine düşüp O’na kulluk etmekten yüz çeviriyorsunuz?

Ekinler, otlar ve ağaçlar, tohumları olan dâne ve çekirdeklerin yarılıp çatlaması ve filiz vermesiyle meydana gelir. İşte o dâneleri ve çekirdekleri çatlatıp yaran, ondan bitkileri, meyve ve sebzeleri yaratan kudret, Allah’ın kudretidir. Allah ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır. Bize göre ölü durumunda olan dâne ve çekirdekten diri olan ekinler ve ağaçları çıkarır. Mânen ölü olan kâfirin neslinden de mânen diri olan mü’minleri çıkarır. Diriden ölü çıkarma da bunun aksi olarak izah edilebilir. Canlılar ölü maddeleri yiyerek beslenir. Bebeğin bedeni ölü sütü, canlı ete dönüştürür. Canlı bedenden ölü süt çıkar. Yumurtadan tavuk, tavuktan yumurta çıkar. Görüldüğü üzere hayat ve ölüm deveranı, hayatın sırrı ve kâinatın ihtiva ettiği büyük bir mûcizedir. Yüce Yaratıcı akıp giden zamanın her anında ölüden hayat, hayattan ölü çıkarmakta, bu ilâhî kanun mütemâdiyen devam etmektedir. Bunların kendi kendine ve bir tesadüf eseri olması mümkün değildir. Bunların yüce bir kudretin ve ince bir kanunun eseri olduğunda şüphe yoktur. Kâinatta her an yenilenen bu kudret tecellilerini görüp durdukları halde, insanlar nasıl olur da Allah’a kulluktan yüz çevirip, O’ndan başkasına yalvarırlar? Bunu akılla telif etmek zordur.

İlâhî kudretin tecelli ettiği bir diğer yer sabah, gece, güneş ve aydır:

96. Gece karanlığını yarıp sabahı ortaya çıkaran O’dur. O, geceyi bir dinlenme zamanı, güneş ve ayı da vakitlerin tespiti için birer hesap ölçüsü olarak yaratmıştır. Bütün bunlar, kudreti dâimâ üstün gelen, her şeyi hakkiyle bilen Allah’ın takdiridir.

Gece karanlığını çatlatıp yararak fecri söktüren, sabah aydınlığını çıkaran da Allah’tır. Geceyi bir dinlenme zamanı yapmıştır. Güneş ve ayı ince ve şaşmaz bir hesaba göre yaratmıştır. Bunlar, kendileri için belirlenen o ince hesaplara göre hareket ederler. Ayın hem dünya etrafında hem güneş etrafındaki dönüşü; güneşin de uydusu olan bütün gezegenlerle birlikte başka bir merkez etrafında dönüşü belli bir hesaba göre şaşmadan sürer gider. Bunların dönüşleri ve hareketleri bir hesaba göre olduğu gibi, insanlar da zamanlarını bunların düzenli hareketlerine göre hesap ederler. Dünyanın kendi etrafında dönmesi bir günün, güneş etrafında tam bir dönüş yapması bir yılın, ayın dünya etrafında dönmesi bazan otuz bazan yirmi dokuz günden oluşan ayların meydana gelmesini sağlar. Bunlar şüphesiz, karşı konulmaz bir kuvvet ve sınırsız bir ilim sahibi olan Allah’ın koyduğu kanunlara göre olmaktadır.

Peki yıldızlar:

97. O, karanın ve denizin karanlıklarında gideceğiniz yolu bulasınız diye yıldızları sizin için var edendir. Biz hikmetlerini bilecek bir topluluk için, gerçeğin işaret ve delillerini işte bu şekilde detaylarıyla açıklıyoruz.

Allah, yıldızları da kara ve denizin karanlıklarında yönlerini, gidecekleri istikameti bulmalarına yardımcı olmak üzere insanlar için yaratmıştır. Dolayısıyla bunlar, insan üzerinde hâkimiyeti olan ve mabud sayılabilecek varlıklar değil, aksine insana hizmet eden birer lamba ve rahmet alâmetleridir. Şüphesiz ilim sahibi olanlar Allah’ın varlığının delilleri olan bu ibretli hâdiseler üzerinde derinlemesine tefekkür ederek daha çok istifade edebileceklerdir. Ayetlerin haber verdiği bu varlıkların ve hâdiselerin kâinat kitabında, toprak ve denizde, yer ve gökte, bitkilerde ve hayvanlarda, uzayda ve astronomide o kadar fazla tafsilatı vardır ki, bunlardan tam olarak faydalanabilmek de yine ilmî kabiliyeti olup, bu sahalarda sistemli bir şekilde ve derinlemesine araştırma yapabilecek kişilere mahsus durumdur. Bu sebeple müslümanların âyetlerin işaret buyurduğu bu ilmî sahalarda araştırma yapma ve bunları öğrenmeye çalışma vazifeleri vardır.

Sıra insanın yaratılmasında:

98. O, sizi tek bir nefisten yaratandır. Sizin için bir müddet emânet olarak kalacağınız, bir de sürekli kalacağınız bir yer vardır. Biz, gerçeği derinden ve etraflıca kavrama gayretinde olanlar için âyetlerimizi en güzel şekilde açıklıyoruz.

Bu âyet insanın yaratılışındaki kudret ve hikmet tecellilerine dikkat çeker. Allah bütün insanları başlangıç itibariyle tek bir nefisten yaratmıştır. O da umumi kanaate göre Âdem (a.s.)’dır. Ayetteki اَلْمُسْتَقَرُّ (müstakar) kelimesi, “karar kılacak, emniyet içinde oturulacak yer”; اَلْمُسْتَوْدَعُ (müstevda) ise “emanet konulacak yer” mânasındadır. İnsanın yaratılışı dikkate alınarak müstakarra “ana rahmi, yeryüzü”; müstevda‘a da “babanın sulbü, kabir” gibi mânalar verilebilir. Fakat dikkatlice incelendiği zaman bu iki kelimenin insanın ilk olarak yaratılışından başlayıp varlığı devam ettiği müddetçe “içinde bulunduğu” ve “intikal etmeye hazır olduğu” her safhaya işaret ettiği görülür. Bilindiği üzere insan her zaman hem bir karar hem de intikale aday olma, emanet halinde bulunma hallerini birlikte yaşar. Böylece o nihayetinde cennet veya cehennemde karar kılıncaya kadar toprakta, babanın sulbünde, anne rahminde, toprağın üzerinde, yerin altında, kabirde ve mahşer yerinde hem bir karar halini hem de intikale aday emânet halini birlikte yaşar, durur. İşte iki kelime, insanın bir türlü bitmek bilmeyen inişiyle çıkışıyla bu hayat serüvenini anlatır. Ancak ilâhî kudret akışını sergileyen bütün bu ibretli hâdiselerden istifade edebilmek için sadece ilim sahibi olmak yeterli değil, kendini bilmek de şarttır. Zira Cenâb-ı Hak, bu âyetleri ince ve derin bir anlayış ve idrak sahibi olan kimseler için tafsilatlı olarak açıkladığını beyân eder.

Âyette şöyle bir işârî mâna dikkat çeker: Tenler için bir müstakar ve bir müstevda‘ olduğu gibi, insanın gönül âlemindeki sırlar ve gizli durumlar için de bir müstakar ve müstevda‘ vardır. Nice kullar var ki kalbinin karar mekânı şehvetler ve boş arzular vatanı haline gelmiştir. Nice kullar var ki kalbinin karar mekanı zühd ve takvâ durağı olmuştur. Öyle kullar da var ki onların kalplerinin karar mekanları ötesin de ötesindedir. Orada Allah’ın dışında bir düşüncenin yer tutacağı ne bir mesken ne de bir mahal vardır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 305)

Allah Teâlâ, şimdi de dikkatleri yağmura ve onunla neşvü nemâ bulan çimenleri, filizleri, ağaçları, bağları ve bahçeleriyle bitkiler âlemine çeker:

99. O, gökten su indirendir. Biz, her türlü bitkiyi o suyla yetiştiririz. O bitkiden bir filiz, filizden de üst üste dizili dâneler, başaklar çıkarırız. Hurma ağacının tomurcuklarından yere doğru sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri çıkarırız. Bunların hepsinin hem birbirine çok benzeyen yönleri, hem de birbirinden çok farklı özellikleri vardır. Her birinin meyvesine bir ilk ortaya çıktığı, bir de olgunlaştığı zaman bakın. Gözünüzün önünde cereyan eden bu işlerde, iman eden bir toplum için elbette nice dersler ve ibretler vardır.

Gökten yağmuru indiren ve bununla çeşitli renklerde ve lezzetlerde bitkiler, tahıllar, meyveler ve sebzeler bitiren şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. Bu kadar güzel renkler, bu kadar göz alıcı, gönül okşayıcı bağlar ve bahçeler kör bir tesadüfün eseri olamaz. Bütün bu hâdiseler her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, istediği her şeyi dilediği gibi yapabilen bir Yaratcı’nın eseridir. Dolayısıyla bunlarda etrafında olup bitenleri ibretle izleyen ve bunları yaratan kudrete inananlar için hakikati gösteren açık deliller bulunmaktadır.

Âyetle alakalı şöyle bir işârî izah yapılmıştır: Allah Teâlâ, ilâhî yardım göğünden hidâyet yağmurunu indirir. Onunla bir taraftan zühd ve fetva ehlinin, diğer taraftan aşk ve takvâ ehlinin manevî mertebelerine göre çeşit çeşit mârifetler ve sırlar çıkarır. Çünkü, kalp bir bahçe gibidir, ondan istidatlı olduğu bitki çıkar. Her bitki çıktığı toprağın tercümânıdır. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, III, 97)

Gözümüzün önünde her an cereyan edip duran bunca ilâhî işaret ve delillere rağmen Allah’ı tanımamak ve O’na ortaklar koşmak gerçekten şaşılacak bir durumdur:

100. Buna rağmen tuttular, cinleri Allah’a ortak koştular; halbuki onları da Allah yaratmıştır. Bir de kesin bir bilgiye dayanmaksızın O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Allah, onların ileri sürdükleri bütün bu nitelemelerden sonsuz derecede uzak ve çok yücedir.

Araplar, cinlerin bir takım ilâhî güç ve kabiliyet sahibi olduklarına inanır, zararlarından korunmak için tedbirler alır, hoşnutluklarını kazanmaya çalışır, bunun için cinler adına kurban keserlerdi. Ayrıca onlar, cinlerin kâhinlere gökten haberler getirdiğine, şeytanların da şairlere ilham verdiğine inanır; böylece Allah ile bu gizli varlıklar arasında bir bağ kurarlardı. (bk. Saffât 37/158) Yine bir kısım câhiliye Arapları şeytanın şer ilâhı olduğuna inanır, melekleri Allah’ın askerleri, cinleri de şeytanın askerleri sayarlardı. Hâsılı bu âyette gözle görülmeyen bazı varlıkların, özellikle cinlerin ulûhiyetine inananların bu bâtıl itikatlarının doğru olmadığı beyân edilir. Çünkü hem o ortak koşanları hem de koştukları ortakları yaratan Allah’tır. Yaratılmış olan şeyler nasıl ilâh olabilir, Yüce Allah’a ne şekilde ortak olabilirler? Yine bir kısım yanlış itikat sahipleri, hiçbir kesin bilgiye dayanmadan, söylediklerinin yanlış mı doğru mu olduğuna bakmadan, işin aslını bilmeden, körü körüne Allah’a oğullar ve kızlar isnat etmişlerdir. Yahudiler Uzeyr’in, Hıristiyanlar Mesih’in Allah’ın oğlu olduğunu; müşrikler de meleklerin Allah’ın kızları olduğunu söylemişlerdir. Allah Teâlâ, şânına lâyık olmayan bütün bu isnatların ve sıfatların hepsinden çok uzak, çok münezzeh ve çok yücedir.

Çünkü:
 
Üst Alt