K.L > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
LOHUSALIK (NİFAS) Tanımı:
Nifas; parçalanmış organlar halinde de olsa çocuk doğurmanın ardından, kadının rahminden gelen kan veya organları belli olduktan sonra düşük de olsa, çocuğun yarıdan çoğunun çıkması, ya da doğurduğu çocuğun ardından gelen kan sebebiyle kadında oluşan bir şer'î engel hali demektir Biz bu programımızda "nifas" için "Lohusalık" tâbirini kullanacağız
Lohusalık haline islâm Fıkhında "nifas" denmesinin sebebi; onunla bir "nefs"in, yani bir canlının dünyaya gelmesi, veya canlıyı ayakta tutan esas unsurlardan biri olmasından dolayı "nefs" tâbir edilen kanın, doğumla beraber akması, ya da rahmin açılıp yarılmasından dolayı "rahim teneffüs etti" denmesi yani, "nifas"ın "teneffüs" kelimesinden türemiş olabilmesidir
b)Lohusalığın Başlangıcı:
Tarifte de değindiğimiz gibi lohusalık, çocuğun yarıdan çoğunun çıkmasıyla başlar Yarıyı belirlemek için çocuğun doğru gelmesinde göğsüne, ters gelmesinde ise göbeğine itibar edilir
İslâm'da namaza verilen önemi anlayabilmek için bu noktada önemli bir fıkıh meselesini hatırlatmakta yarar vardır: Çocuğun yarıdan azı çıktığında gelen kan lohusalık kanı değil, hastalık kanıdır, dolayısıyla bu kadın abdestini alıp namazını kılacaktır Rukû ve secde imkânı bulamazsa, çocuğa da zarar vememek için legen gibi bir çukura oturacak ve imâ ile kılacaktır Çünkü en ufak bir imkân olduğu sürece, namaz kılmamanın çaresi yoktur, diyenler vardır
Hamile kadından, doğumdan hemen önce bile olsa, çocuk çıkmadan gelen kan hastalık kanıdır Âdetin en az süresi kadar uzasa bile âdet ya da lohusalık kanı değildir
Doğum yaptığı halde fercinden kan gelmeyen kadın da yıkanma konusunda, fetvâ verilen görüşe göre lohusadır Yani yıkanması gerekir Çünkü doğan çocukla beraber en azından kanın bir ıslaklığının bulunmadığı olmaz Ya da çocuğun çıkması lohusalık için zaten başlı başına bir sebeptir Ayrıca kan aramaya gerek yoktur
Lohusalığın Ölçüsü:
Lohusalığın en azının bir ölçüsü yoktur Doğum yaptıktan bir saat sonra kan kesilse yıkanır ve ibâdetlerini normal şekilde yapar Çünkü kanın lohusalık kanı olduğuna doğumdan başka bir delil gerekmez Halbuki âdet kanını tanımak ve hastalık kanından ayırmak için en az üç gün sürmesi gerekir Lohusalığıa en az süre, ancak ihtiyaç duyulduğu zaman belirlenir Meselâ karısına: "Doğum yaptığında boşsun"' dese, bu kadının iddeti İmam Azam'a göre: Önce yirmibeş gün lohusalığı hesap edilmek, ardından onbeş gün temizlik, onun da ardından beşer günden üç âdet ve iki âdet arasında onbeşer günden iki temizlik olmak üzere en az seksen beş günde dolmuş olur ve kadın, bundan daha az zamanda iddetinin bittiğini söylese kabul edilmez
Lohusalığın en çoğu ise kırk gündür Dolayısıyla; iki âdet peşpeşe gelmeyeceği gibi, iki lohusalık ve bir lohusalık ve bir âdet de peşpeşe gelmeyeceğinden, kırk günü aşan kan lohusalık ya da âdet kanı değil, hastalık kanı olmuş olur
İki lohusalık arasındaki temizliğin en az süresi altı aydır Çünkü altı ay, gebeliğin en az süresidir Buna göre eğer iki lohusalık arasındaki süre altı aydan daha az olursa bu iki doğum ikiz olarak kabul edilir
Lohusalık Âdetinde Değişme (İntikat):
Kadının lohusalıktaki âdeti, önceki doğumunda kan gördüğü günler kadardır Buna göre meselâ, önceki doğumunda yirmibeş gün kan görse bu, onun âdeti sayılacağından ikinci doğumunda kırk günü aşan bir sayıda, meselâ kırkbeş gün kan görse, yirmibeş günü geçen bu yirmi gününün lohusalık değil hastalık kanı olduğu anlaşılır Ve bırakılan ibâdetler kaza edilir
İkinci doğumda kan kırk günü aşmaz da, meselâ otuzdokuz ya da kırk gün devam ederse, bu defa lohusalıktaki âdeti otuz dokuz ya da kırk güne intikal etmiş sayılır ve kırk günü aşmadığı için bunların, hepsi lohusalık kanı olmuş olur
Lohusalıkta âdetin değişmesine (intikaline) şu örnekleri de verebiliriz:
a) Lohusalık âdeti yirmi gün olan bir kadın, sonraki doğumunda on gün kan görse, yirmi gün temiz kalsa ve onbir gün daha kan görse toplamı kırkbir gün eder ki, bununla âdeti olan yirmi günü geçen kısmının hastalık kanı olduğu anlaşılır Buna göre on günü temiz geçen ilk yirmi günü, yine âdeti olduğu üzere lohusalıktir Geri kalan günleride temiz sayıldığı için ibâdetlerini kaza edecektir
b) Aynı kadın yirmi gün kan gördüğü bu doğumundan sonraki doğumunda, bir gün kan görse, otuz gün temiz kalsa, tekrar bir gün kan görse, ondört gün temiz kalsa ve bir gün daha kan görse, lohusalık süresi âdeti olduğu üzere yine ilk yirmigündür Çünkü ikinci kan ve ikinci temizlik eksik kan ve eksik temizliktir; âdet kanı ve âdet temizliği olamazlar Eksik temizliklerde de kan devam etmiş sayılacağından ve kan gelen günlerin toplamı böylece kırk günü geçtiğinden kadın ilk âdetine döner ki, o da yirmi gündür
c) Aynı kadın beş gün kan görse otuzdört gün temiz kalsa, tekrar bir gün daha kan görse toplamı kırk gün edeceğinden, yani kırk günü aşmamış olacağından bu kadının lohusalık âdeti yirmi günden kırk güne intikal etmiş ve kırk günün tamamı lohusalık olmuş otur
d) Aynı kadın onsekizgün kan görse, yirmiiki gün temiz kalsa ve tekrar bir gün daha kan görse, bu defa lohusalık âdeti yirmi günden onsekizgüne intikal etmiş olurÇünkü onsekizgün kan gördükten sonra geçirdiği temizlik onbeş günü aştığı için tam temizliktir ve son kan kırk günü aştığı için de iki lohusalık kanı arasında değildirBöyle bir temizlikle lohusalığın sona erdiği anlaşılır
Son gördüğü bir gün kan ise eksik kan olduğundan hastalık kanı olmuş olur Bu kan bir gün değil de şayet üç gün olmuş olsaydı âdet kanı olmuş olacaktı ve son gördüğü bir gün kanı kırk günü aşmadan görmüş olsaydı, temiz geçirdiği günlerin sayısı onbeş günü geçmiş olsa da yine hepsi lohusalık olmuş olacaktı
e) Yine bu kadın bir gün kan görse, otuzdört gün temiz kalsa, tekrar bir gün kan görse, onbeş gün temiz kalsa ve yine bir gün kan görse, bu kadının lohusalığı, önceki örneğin tersine; sonu kan olan otuzaltı gündür Yani âdetine onaltı gün eklenmiş ve âdeti değişmiş (intikal etmiş)tir Çünkü son kandan önceki temizlik tam ve sağlam temizliktir; dolayısı ile kan kırk günü geçmemiştir
Bütün bu örnekleri İmam Ebû Hanife'nin şu görüşü özetler biçimdedir: Doğumdan sonra kan kırk günün içinde gelirse, araya giren temiz günler çok olsa da ayırıcı olamaz ve kan sürekli akmış sayılır Hatta kadın doğumunda bir saat kadar kan görse, otuzdokuz gün temiz kaldıktan sonra kırkıncı günde de bir saat kadar kan görse bu kırk günün tamamında lohusa sayılır
e) İkiz Doğumda Lohusalık:
Her iki doğum arasında süre altı aydan az olmak üzere kadının bir batından iki ya da daha fazla çocuk doğurması halinde lohusalık sadece birinciden olur, daha sonraki doğumlar için lohusalık yoktur İsterse birinci ile üçüncü arasındaki süre altı ayı aşmış olsun
Bu, İmam Ebû Hanife'nin (ra) ve İmam Ebû Yûsufun görüşüdür ve sağlam olan da budur Imam Muhammed'e göre ise, lohusalık sonuncudan olur Çünkü rahim ancak onunla boşalmıştır İki doğum arasındaki kan ise hastalık kanıdır
Ancak birden,çok doğumda iddet, ittifakla son çocuk ile tamamlanır Çünkü iddet rahmin boşalması demektir, bu ise içindekilerin tamamen çıkması ile olur
Sahih olan ikizliğin şartı, yüklülüğün yani, döllenmenin bir olmasıdır
Erginlik lohusalık kanına bağlanamaz Çünkü gebe kalmakla erginlik zaten gerçekleşmiş demektir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
LUKATA(BULUNAN MAL)

Bir şeyi yerden kaldırıp almak; ilmi, kitaplardan öğrenmek; kılları yolmak; bulunan mal hakkında kullanılan bir İslâm hukuku terimi Mülkiyetini veya üzerindeki hakkını terketme niyyeti olmaksızın sahibinin iradesi dışında kaybolmuş ve başkası tarafından bulunup sahibine verilmek üzere alınmış, bulanın sahibini bilmediği muhterem (üzerinde sahibinden başkasının tasarruf hakkı olmayan) mal
Lukata ile ilgili hükümleri İslâm hukukunun iki temel kaynağından ikincisi olan Hz Peygamber'in sünneti düzenlemektedir Kur'an-ı Kerîm lukata ile ilgili hükümleri açıklamamıştır (bk Ebû Dâvud, Sünne, 5; Azîmâbâdî, Avnu'l-Mâbûd, Medine 1388-89/1968-69, XII, 354-356) Bu durum sünnet'e olan ihtiyacın en açık delîlidir
Lukata konusunun mihverini teşkil eden hadis şudur: Zeyd b Halid el-Cühenî (ra)'dan rivayet edildiğine göre Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: Bir adam Hz Peygamber (sas)'e gelerek lukatanın hükmünü sordu Hz Peygamber: "Onun mahfazasını ve bağını belle, sonra bir yıl ilân et! Sahibi gelirse verirsin Aksi takdirde onu nasıl istersen öyle yap" buyurdu Adam: Koyunun hükmü nedir diye sordu Hz Peygamber:
"Onu al O ya senin yahut din kardeşinin veya kurdundur" buyurdu Adam; -kaybolmuş devenin hükmü nedir diye sordu Hz Peygamber: "Ondan sana ne? Su tulumu ve çarığı beraberinde Sahibi rastlayıncaya kadar suya gider ve ağaçları yer" buyurdu (Buharî, Lukata 1, 2, 3, 4, 9, 10,11; Müslim, Lukata,1, 2, 5, 7, 8, 9)
Bulunan malın alınmasının efdal olup olmadığı ihtilâflıdır Hanefî ve Şafiîlere göre bulunan bir malın sahibine vermek üzere alınması, terkinden efdaldır Çünkü böyle bir malı almakla, onun kaybolması önlenmiş olmaktadır Ahmed b Hanbel (ö 241/855) ise, böyle bir malı almanın, nefsi haram yemekle karşı karşıya getireceğinden, terkinin daha faziletli olduğu görüşündedir (Kâsânî, Bedâyiu's-Sanayi', Kahire 1327-28/1910, VI, 200; İbnü'l-Hûmâm, Fethu'l-Kadir, Kahire 1389/1970, VI, 118; Şirbînî, Muğni'l-Muhtaç, Kahire 1379/195960, II, 406; İbn Kudâme, el-Muğni, Nşr M Halil Herrâs, Kahire, ty, V, 694) Lukatanın alınıp muhafaza edilmesi ve sahibi çıktığında ona verilmesi, bütün ilâhi dinlerde mevcud bulunan zaruret-i diniyye'den malı koruma prensibine dahildir (Karâfi, el-Furuk, Kahire 1347, IV,33) Lukatayı alırken mültakit (lukatayı alan)in niyyeti önemlidir Lukatayı alan sahibine vermek üzere alırsa, lukata onun yanında emânet hükmündedir ve telef olması halinde ödeme mükellefiyeti yoktur Ancak kendisine mal edinmek maksadıyla alırsa; gâsıb hükmündedir ve malın telef edilmesi halinde tazmin gerekir (Vehbe ez-Zühaylî, Nazariyyetü'd-Damân, Dımaşk 1402/1982, s 174-175; Ali el-Hafif, ed-Damân fil-Fıkhi'l-İslâmî, Kahire 1971, I,102,104,107) Ancak Lukatayı alanın sahibine vermek üzere emâneten aldığının ortaya konulması bazı görevlerin yerine getirilmesine bağlıdır Bunlar;
a İşhâd: Lukatayı alanın bunu kendisi için almayıp sahibine vermek üzere aldığına iki adil kişiyi şahid tutmasıdır Ebû Hanife'ye göre işhâd vâcip; Maliki, Şafiî ve Hanbelilere göre müstehaptır (Tahâvî, Şerhu Meâni'l-Asâr, Kahire 1388/1968, IV,136; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Kahire 1357/1983, V, 339; Nevevî, el-Mecmû, Beyrut, ty, XV, 255-258; İbn Kudâme, age, V, 708; Necib el-Mutîî, Tekmiletü'l-Mecmü', Bâcî, el-Müntekâ, Kahire 1332, VI, 135)
b İlân: Lukatanın -sopa, kırbaç, ip vBulletin gibi insanların değer vermediği önemsiz şeyler haricinde- 1 yıl ilânı vaciptir (Tahâvî, age, IV, 136; İbn Kudâme, age, V, 694; Bâcî, age, VI, 136; Nevevî, Şerhu'l-Müslim, Kahire 1349, XII, 22) İlândan maksad malını sahibine ulaştırmaktır Bundan dolayı ilân insanların kalabalık bulundukları yerlerde özellikle malın bulunduğu civarda belli aralıklarla yapılmalıdır Mültakit lukatayı ilân ederken sadece cinsini -altın, gümüş gibi- zikretmelidir Vasıfların hepsini zikretmesi halinde buna muttali olan ve sahibi olmayan birisi lukatayı kendisinin olduğunu iddia ederek alabilir Bu durumda multakit lukatayı tazmin eder Buna göre lukata başkasına gösterilemez (Erdebîlî, el-Envâr, Kahire 1326, I, 446; Bâcî, age, VI, 136) İlân herhangi bir masrafı gerektirirse Hanefî, Şafiî, Hanbelilere göre ilân masrafları multakite aittir Malikilere göre ise multakit lukatanın ilânı için yapılacak masrafları lukatadan verilmek üzere bir başkasına yaptırabilir (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, Dımaşk 1405/1985, V, 778; Abdülkerim Zeydan, Mecmûa Buhûs Fıkhiyye, Bağdad 1407/1986, s 329-330)
Şârî'in lukatayı alma konusundaki izni işhâd ve ilânla kayıtlıdır Bu görevleri yerine getirmeye multakit hakkında gasb hükümleri uygulanır (bk Gasb mad)
Multakitin bulduğu malı koruması ve ilân etmesi karşılığında bir ücret hakkı yoktur Yaptıkları, teberrûdan ibarettir Ancak mal sahibi multakite bahşiş verebilir Hanbelî ve Şafiîlere göre ise mal sahibinin vaadi varsa mültakit buna hak kazanır (Kâsânî, age, II, 202; İbn Adilberr, el-Kafi, Riyad 1400/1980, II, 839; İbn Kudâme, age,V, 745; Şâfiî, el-Ümm, Bulak 1321-25, III,291)
Multakitin lukataya yapmış olduğu masrafları mal sahibinden alabilmesi için masrafları hâkimin izniyle yapmış olması şarttır Aksi takdirde bu masraflar teberrû mahiyetindedir Hâkimin izniyle yapılan masrafları mal sahibinin ödememesi durumunda multakite masrafları ödettirinceye kadar malı hapis hakkı doğar (Şeyh Bedreddin, Câmiul-Fusûleyn, Kahire 1300, II, 81; Kâsânî, age, VI, 203; İbnü'l-Hümâm age,VI, 127)
Lukatanın sahibi olduğunu iddia edene teslimi:
Lukatanın sahibi geldiğinde kendisine malın verilmesi gerekir Ancak lukatanın kendisinin olduğunu iddia edenin doğruluğunu anlamak için iki yol vardır:
1 Lukatanın vasıflarını bilmek,
2 Delil ile ispat
Lukatanın, kendisinin olduğunu delil ile isbat edene verilmesi ittifakla vaciptir Ancak lukatanın vasıflarını bilene verilmesi Hanefîlere göre vacip değildir Hanbelî ve Mâlikilere göre ise vasıflarını bilene lukata verilir Şafiîlere göre ise multakit vasfedenin doğru söylediğine kanaatı varsa lukatayı vasfedene verebilir (Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, XI, 8; Kâsânî, age, VI, 202; İbnü'l-Hümâm, age, VI, 129 vd; İbn Kudâme, age, V, 709-711; Sehnûn, el-Müdevvene" Kahire 1324, VI, 174-175; Şâfiî, age, III, 288; Şirbinî, age, II, 416)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
LUKATANIN KISIMLARI

1 Hayvanlar: Hayvanın zayıflaması, sahibinin nafakasını karşılayamaması vBulletin sebeplerle sahibinin terkedip başkasının alıp beslediği hayvanlar, terk esnasında sahibi, kim alırsa onun olsun demiş ise, mal, alıp besleyene aittir Böyle bir şey söylememişse, sahibi malını alır; ancak masrafı tazmin eder (İbn Nûceym, el-Bahru'r-Râik, Kahire 1333, V,125)
Hanefîlere göre, bulunan bir hayvanın alınması diğer lukatalar gibi câizdir Hanbelî, Şafiî, Malikî ve Zâhirîlere göre ise devenin alınması câiz değildir İhtilâfın kaynağı yukarıda zikredilen hadistir (Serahsî, age, XI, 11; Şirbînî, age, II, 409; Bâcî, age, VI,139-140; İbn Kudâme, V, 740-741 Bu konudaki tartışma için bk Tahâvî, Şerhu Meanil-Âsâr, Kahire 1988/1968, IV, 133-136; İslâmî Araştırmalar, Temmuz 1986, sayı:1, s 42)
Kendini korumaktan aciz olan koyun, kaz, tavuk gibi hayvanların alınması câizdir Bu tip hayvanlar sahibi çıkmadığında yenilebilir Ancak cumhura (fukaha çoğunluğu) göre, sahibi çıktığında bedelinin ödenmesi gerekir İmam Mâlik'e göre ise gerekmez (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, İstanbul 1985, II, 257-258; Şevkâni, Neylül-Evtâr, Kahire 1357/1983, V, 342)
2 Dayanıklı olmayan lukatalar: Hanefîlere göre bozulacağından korkulan andan biraz öncesine kadar ilân edilir Sahibi çıkmazsa multakit bunu yiyebilir Şafiî ve Hanbelîlere göre kavun, karpuz, üzüm gibi uzun süre dayanıklı olmayan malları bulan dilerse yer, bedelini borçlanır; dilerse satıp parasını muhafaza edebilir Malikîlere göre ise dayanıklı olmayan lukatalarda ilân şartı yoktur Multakit fakirse yiyebilir veya sadaka verebilir Mal sahibi bundan sonra gelirse multakit yemiş ise bedeli öder; sadaka vermiş ise mal sahibi dilerse sadakaya razı olur, dilerse ödettirir (Serâhsî, age, XI, 9; Necib el-Multîî, Tekmiletül-Mecmû, XV, 278; İbn Kudâme, age, V, 739; Sehnûn, age, VI, 175)
3 Kullanımı haram olan bulunmuş şeyler: Bir müslümana ait olan içki, domuz vBulletin gibi kullanılması haram olan şeyler mal olamayacağından ilânı şart olmadığı gibi, imha da edilebilir (Necib el-Mutîi, age, XV, 278)
4 Önemsiz lukatalar (tâfih): İp, sopa, kırbaç, yiyecek kırıntısı gibi bulunan önemsiz şeyler, ilâna gerek kalmadan kullanılabilir Ancak sahibi gelirse geri alabilir (Buhârî, Buyû, 4; Lukata, 6; Müslim, Zekât, 164,166,; Şevkânî, age, V, 337) Çünkü başkasına göre önemsiz de olsa hiç bir hak zayi olmaz
5 Mekke'nin lukatası: Mekke'nin lukatasının alınıp alınmayacağı konusu ihtilâflıdır Bu konuda ihtilâfın kaynağı şu hadis-i Şerîftir: "Onun dikeni koparılmaz, ağacı kesilmez, kaybolan eşyası alınmaz Meğer ki, bulan ilân maksadıyla almış ola" Buhârî, Lukata, 7; Müslim, Hacc, 447, 448; Ebû Davud, Menâsik, 89; Nesaî, Menasik 110, 120; İbn Mace, Menasik, 103; Darimî, Buyû, 60; Müsned, I, 318, 348; II, 238) Hanefî ve Malikîlere göre lukata konusundaki hadisler mutlak olduğundan Mekke'nin lukatası ile diğer yerlerin lukatası arasında fark yoktur Bu hadisinde Hz Peygamber (sas) çeşitli beldelerden yabancıların gelip memleketlerine dönmesi sebebiyle sahibi bulunamaz endişesiyle Mekke'nin lukatası ilânı gerektirmez vehmini insanların kafasından silmeyi ve ilân konusunda azamî titizliğin gösterilmesini murat etmiştir Hanbelî ve Şafiîlere göre ise Mekke'nin lukatası ancak ilân maksadıyla alınabilir ve ebedî olarak ilân edilir, temellükü câiz değildir Mezkûr hadis buna delâlet etmektedir (Kâsânî, age, VI, 202-203; İbnü'l-Hümâm, age, VI, 128-129; İbnü'l-Kayyım el-Cevziyye, Zâdül-Meâd, Beyrut 1400/1981, III, 453; Şevkânî, age, 344; Necibel-Mutîî, age, XV, 253-254; İbn Kudâme, age, V, 706)
6 Alınan malın yerinde kalan mallar: Bir kimsenin malı değiştiğinde camide ayakkabı değişmesi gibi bu bir yanlışlık neticesinde olmuş ise, kalan mal lukata hükmündedir Fakat kasten alınıp yerine kıymetçe ondan daha düşük bir mal bırakılmış ise, bu malı kullanmak câizdir (Ali Haydar, age, II, 435; Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, VII, 263-264)
İlân müddeti dolduktan sonra sahibi gelmeyen lukatalarda yapılacak muâmeleler:
1 Sahibi adına korunması: İlân müddeti dolduktan sonra multakit lukatayı korumaya devam edebilir Ölümünden sonrada varislere paylaşmamaları ve hıfzetmeleri için vasiyette bulunur (İbnü'l-Hümâm, age, VI, 123)
2 Beytü'l-Mâla konulması: Burada lukataların korunacağı bir bölümün bulunması şer'î hükümlerin bir gereğidir Sahibi geldiğinde lukatayı oradan alır (Ali Haydar, age, II, 431; Şevkânî, V, 343)
3 Hâkime teslim etme: Hâkim lukatayı koruyabileceği gibi borç verilebilecek bir cinsten ise multakite veya başkasına borç verebilir (İbn Nüceym, age, V, 125)
4 Satılması: Hâkim veya multakit lukatayı satıp parasını muhafaza edebilir Hâkim, lukatayı ilân müddeti dolmadan satabilir ve mal sahibinin hâkimin yaptığı satış akdini feshetme hakkı yoktur (İbn Nüceym, age, V, 128; Ali Haydar, II, 431)
5 Sadaka olarak verilmesi: Multakit, fakir ise lukatayı kendisi kullanabileceği gibi, bir başka fakire de sadaka olarak verebilir Hanefîlere göre, multakit zengin ise lukatayı kullanamaz ve bir başka zengine tasadduk edemez İmam Şafiî ve Ahmed b Hanbel'e göre ise verebilir (İbn Rüş d, age, II, 256; Kâsânî, age, VI, 202; İbnü'l-Hümâm, VI,131-132; Şirbînî, age, II, 415; İbn Kudâme, V, 700; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1987, III, 57)
Burada şuna işaret etmekte fayda vardır: Lukatanın ilân müddeti içinde sahibinin gelmemesinden dolayı yapılan tasarruflar mal sahibinin hakkını asla zayi etmez Her ne zaman gelirse gelsin ve hangi değerde olursa olsun mal sahibi geldiğinde malını alabilir İtlaf veya elden çıkması durumunda malını ödettirme hakkına sahiptir Çünkü hakların iptali sözkonusu değildir (Mergınânî, el-Hidâye, el-Mektebetü'l-İslâmiyye ts, II,176; Şafiî, age, II, 288; İbn Kudâme, age, V, 700)
Lukatanın vergisi: Usûlüne uygun olarak sahibi arandıktan sonra sahibi bulunamayan lukataların 1/5 (humus)i tahsil edilir ve kalanı bulana ait olur (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kahire 1401/1981, s 313 vd; Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, İstanbul 1984, s 88; Tecrid-i Tercemesi, V, 314)
(Lukata konusuyla ilgili olarak klasik kaynaklar dışında bk: Abdülkerim Zeydan, el-Lukata ve Ahkâmühâ fi'ş-Şerîati'l-İslâmiyye, Mecmûa Buhûs fıkhiyye, içinde s 305-348; Feyzi N Feyzioğlu, Lukata ve Define, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi sayı: 1-4, İstanbul 1954, s 167; Saffet Köse, İslâm Hukukunda Bulunmuş Mal ve çocuk, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1988)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MAĞSÛBUN MİNH(MALI ELİNDEN ZOR KULLANILARAK ALINAN KİMSE)
Elinde veya tasarrufunda bulunan bir malı başkası tarafından zor kullanılarak açıkça alınan kimse
Kur'an'da konuya ilişkin şu görüşlere yer verilmiştir: Bir de aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin, halkın mallarından bir kısmını bile bile günahı mucip (gerektiren) suretlerle yemek için o malları hâkimlere rüşvet olarak vermeyin " (el-Bakara, 2/188)
Bir başka âyette ise; "Ey iman edenler! Mallarınızı haksız ve bâtıl sebeplerle aranızda yemeyiniz Ancak aranızda gönül hoşluğu ile yaptığınız ticarî anlaşmalar başka Bir de (haram yiyerek) kendi kendinizi mahvetmeyiniz Hiç şüphesiz Allah sizi çok esirgeyicidir" (en-Nisâ, 4/29)
Islâm dini batıl ve haksız yollarla kazanç sağlamayı tarafların karşılıklı rızasına dayalı olsa bile meşrû kabul etmez Islâm mal kazanma, ticaret yapına ve servet biriktirme hususunda insanlığın yararına olmak üzere belli ölçü ve sınırlar getirmiştir
Hatta Hz Peygamber (sas), Veda Haccı hutbesinde: "Ey insanlar! Müminler ancak kardeştirler, kişiye kardeşinin malı ancak gönül hoşluğu ile helâl olur" buyurmak suretiyle İslamın bu konudaki tavrını ortaya koymuştur
Islâm hukuku malı elinden güç kullanarak alınan kişi ile ilgili olmak üzere şu hükümleri getirmiştir:
1- Mağsûbun minhin elinde iken hasıl olan artışlar, gasptan sonra tazmin ettirilir Binaenaleyh bunlar gâsıbın haksız fiili ve kusuru olmaksızın bite telef (yok) olunca gasbedenin bunların değerini tazmin etmesi gerekir
Meselâ; bir kimse üzümleri olgunlaşmış bir bağı üzümleriyle birlikte gasbetse, bu üzümler hakkında da gasp hükmü cereyan etmiş sayılır
2 Mağsûbun minh, telef olan veya telef edilen malın bir kısmını gasıba, bir kısmını da ikinci gasıba tazmin ettirebilir Bu konuda seçimlik hakka sahiptir Gasbedilen bir malı mağsûbun minhe vermek üzere gasıbın elinden zor ve şiddete baş vurmak suretiyle alan şahıs da gasbeden hükmündedir
3 Mağsûbun minh temyiz gücüne sahip bir çocuksa, malın ona geri verilmesi halinde, malı koruyabilecek durumda olması gerekir Aksi halde bu geri verme geçerli olmaz Gayrı mümeyyiz çocuğa yapılacak geri verme Islâmî ise, gasbedeni tazminat yükümlülüğünden kurtaramaz
4 Gasbedilenin geri verilmesi ile ilgili tüm masraflar gasıba aittir
5 Gasbedilen malın malıki ortada bulunmadığı için, gasbeden kimse malı hâkime teslim etmek istese, hâkim malın kaybolacağından korkarsa gerekli tedbirleri alır(Ö Nasuhi Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, VII, 345 vd Ayrıca bk "Gasb" maddesi)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MAHKEME
Islâm'da mahkemelerin ortaya çıkışı, Medine'ye hicret ile başlamaktadır Mekke döneminde müslümanlar, siyasî bir otoriteye sahip olmadıklarından, bu dönemde bir yargı kurumundan söz etmek mümkün değildir Adlî düzenin kurulabilmesi için kaçınılmaz olan maddî iktidar, Medine'ye hicretten sonra bir Islâm devletinin kurulmasıyla elde edilmişti Medine'de devlet başkanı, aynı zamanda kaza organının da başı olan Resulullah ilk zamanlar, kaza fonksiyonunu bizzat yerine getiriyor; her türlü ihtilâf ve davalar onun tarafından çözüme kavuşturuluyordu Resulullah (sas), toplum düzeninin sağlanması ve haksızlıkların giderilmesi için, hükümler verirken aynı zamanda, yargılama usulü hakkındaki temel prensipleri de ortaya koyuyordu
Islâm devletinin toprakları genişleyince Resulullah (sas), sahabilerden bir kısmını kadı tayın ederek ihtiyaç olan bölgelere gönderdi Medine'de de kazaî ve adlî işlerin artmasıyla birlikte Resulullah (sas), hâkimlik yetkilerinden bir kısmını başkalarına devretmek zorunda kaldı Kendisi sadece temyiz makamı olarak yetki kullanmakla yetindi
Islâm hukukunda mahkemeler, tek hâkim sistemi ile çalıştıklarından dolayı hâkimlerin görevleri oldukça ağırdır Bunun için, kadılar davaları çözüme kavuştururken müftî ve âlimlerden istifade ederlerdi Ancak bilgi ve görüşüne başvurulan kimselerin önerdikleri çözümün bir bağlayıcılığı yoktu
Islâm'da mahkemeler, tek dereceli olarak faaliyet gösterdiklerinden, verdikleri kararlar kesindir ve bir üst mahkemece bozulması veya yeniden görüşülmesi söz konusu değildir Temyiz makamı alt mahkemenin verdiği kararları sadece şekil yönünden tetkik edebilir Davanın görülmesinde usul yönünden bir eksiklik mevcut değilse, kararı aynen onaylamak durumundadır Resulullah (sas), verilen kararları sadece bu açıdan incelediği gibi, Raşid Halifeler de aynı şekilde hareket etmişlerdir Hz Ömer ve Hz Osman (ra), hilâfetleri sırasında her hac mevsimi Mekke'de bir temyiz mahkemesi kurarlar ve ülkenin her tarafında kadıların verdiği kazaî kararlara yapılan itirazları temyizen incelerlerdi Hz Ömer (ra), ölüm kararlarını bizzat tetkik etmeden infaz ettirmiyordu
Peygamber (sas) zamanında duruşmaların yapıldığı özel bir mekan yoktu O, camide, pazarda, evde, veya o anda bulunduğu herhangi bir yerde tarafları dinler ve meseleyi çözüme kavuşturarak verdiği kararları infaz ettirirdi Ancak sonraki devirlerde, kaza fonksiyonunun yerine getirilmesi için özel binalar inşa edildi ve davalar buralarda görülmeye başlandı Emeviler zamanına kadar davalara bakmak için belirli gün ve saat tayın etme âdeti de yoktu Mahkemeler, haftanın her gününde ve her saatinde gelen davalara bakardı
Peygamber (sas) zamanında vilayet kadıları için yetki açısından bir sınırlama mevcut değildi Kadılar bölgeleri dahilinde hukuk ve ceza davalarının tamamının muhatabı idiler Ancak, görev sahaları belirli sınırlarla tahdit edilmişti Bir kadı yalnızca kendi yetki bölgesinde faaliyet gösterebilir ve atandıkları bölge dışında kalan bir yerdeki adlî meselelerle ilgilenemezdi Aynı zamanda bir şehre aynı tür davalara bakmak üzere birden fazla kadı görevlendirilemezdi Bazı hukukçular, görev sahaları belirlenmek şartıyla, bunun sahih olacağı görüşünü benimsemişlerdir
Hz Ömer (ra), kadılık bölgelerinde, bakacakları dava çeşitlerini belirtip birden fazla kadı tayın ederek bir taksim yapmış ve böylece kadıların yüklerini hafifletme yoluna gitmişti Dava türlerinin ayırımı Emeviler zamanında daha belirgin hale gelmiştir
Islâm toprakları dahilinde, gayrımüslimlerle müslümanlar arasındaki ihtilâfları çözmek ve davalara bakmak selâhiyeti Islâm mahkemelerine aittir Gayrımüslimler, müslümanları ilgilendirmeyen meselelerini, kendi aralarında çözebilirler Ancak kendi rızaları ile Islâm mahkemelerine müracaat ettiklerinde dava Islâm mahkemeşinin yetki alanı içine girer ve verdiği kararlar bağlayıcı olur
Islâm mahkemelerinde yargılamalar, muayyen prensipler çerçevesinde olur Bu kurallar adaletin gerçekleşmesi ve hakların sahiplerine verilebilmesi için Hz Peygamber'in sünnetinde net bir şekilde gösterilmiştir
Buna göre davacı mahkemede iddiasını delillerle ispat etmek zorundadır Davalıya da yemin ettirilir (Tirmizi, Ahkâm, 12; Müslim Akdiye, 1)
Hâkimler davayı, davacının getirdiği deliller çerçevesinde neticelendirmek zorundadırlar Hâkimin dava hakkındaki şahsî bilgisi ve kanaati vereceği hükme bir mesned teşkil etmez
Hâkim, muhakeme esnasında taraflara eşit davranmak zorundadır Rasulullah (sas), tarafların hiç bir tesir altında kalmadan kendilerini savunabilmeleri ve delillerini ortaya koyabilmeleri için hâkimlerin taraflara bakışında, konuşmasında ve her çeşit hal ve hareketinde eşit davranılması gerektiğini bildirmiştir Resulullah (sas), yargılama esnasında tarafları, rahat davranabilmeleri için yere oturturdu (Ebu Davud, Akdiye, 8)
Hâkimin, yalnızca bir tarafın delillerini dinleyip, diğer tarafın kendini savunmasına fırsat vermeden hüküm vermesi yasaktır Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Şayet hâkimler, insanlara, tek taraflı beyan ve iddialara dayanarak hak tevzi edecek olsalar, kan (ceza davaları) ve şahısların Malları (hukuk davaları) üzerinde, doğru ve adıl olmayan hükümler verilirdi" (Ahmed Ibn Hanbel, Müsned, Nşr A Muhammed Şakir, Mısır 1958 No 3188, 3292) Diğer bir hadiste de Hz Ali (ra) den yargılamanın şekli hakkında Resulullah (sas)'in şöyle söylediği rivayet edilmektedir: "Iki taraf senin karşında yer alınca, birini olduğu gibi diğer tarafı da dinlemeden aralarında hükmetme! Bu, ne şekilde hüküm vermen gerektiğini sana gösteren bir yol olacaktır" (Tirmizi, Ahkâm, 5; Ebu Davud, Akdiye, 6)
Davacının iddiasının dikkate alınabilmesi için en az iki şahit getirmesi gereklidır: "Erkeklerinizden iki de şahit tutun Eğer iki erkek bulunmazsa, şahidlerden kendine güvendığınız bir erkek ve iki kadın yeter" (el-Bakara, 2/282) Ancak Resulullah (sas), iddia sahibinin yemini ile tek şahidin şehadetine dayanarak da hüküm vermiştir (Müslim, Akdiye; Ebû Davud, Akdiye, 21; Tirmizi, Ahkâm, 13) Buna göre iddia sahibi iki şahit getiremezse, yemin ile birlikte tek şahitle hüküm verilir
Şahitlerin şehadetlerinin geçerli olabilmesi için namuslu ve adıl olmaları şart koşulmuştur: Içinizden adâlet sahibi iki kişiyi yaptıklarınıza şahit tutun" (et-Talâk, 65/2)
Davalarda şahitlikte bulunanların durumları, mahkemece tahkik edilip güvenilirlik ve adıllikleri komşularından soruşturularak, tesbit edilir Istilahta buna tezkiye denmektedir (bk Tezkiye mad) Ilk zamanlarda hakimler bu soruşturmayı açıktan açığa yapmakta idiler Ancak kadı Şureyh, bu soruşturmayı gizlice yaptıran ilk kimse olmuştur Ayrıca şahitlerin birbirinin verdiği ifadelerden etkilenip şehadette bulunacakları şey hakkında birbirlerinin ağzından bir şey almamaları için de ilk defa şahitlerden ayrı ayrı ifade alma usulu Hz Ali (ra) tarafından getirilmiştir
Kadı, mahkemede, görülecek davanın usul yönünden bütün unsurlarını bir araya getirdikten sonra davayı şu kaynaklar çerçevesinde hükme bağlar: a) Kur'an b) Sünnet c) Bu ikisinde de bir hüküm bulamazsa ictihad eder (Ebu Davud, Akdiye, 11) Buna sonraki devirlerde icma ve kıyas eklenmiştir
eş-Şa'bî, Hz Ömer'in hilâfeti zamanında kadılık yapan Şureyh'den, kendisine Hz Ömer (ra)'ın şöyle talımat verdiği nakletmektedir: "Allah'ın Kitabı'nda bulduğun şey ile hükmet! Allah'ın Kitabı'nın tamamında bir şey bulamazsan bu halde Allah'ın Resulünün kararlarında bulduğun şey ile hükmet! Şayet Resulullah'ın kararlarının tamamında bir şey bulamazsan, müminlerin imamlarının kararlarında bulduğun şey ile hükmet! Şayet onlarda da bir şey bulamazsan, kendi reyinle doğruyu bulmak için ictihad et ve zühd ve ilim ehline danış" (Ibn Kayyım el-Cevzî, I'lamul-Muvekkı'in, Mısır, ty, I, 97)
Hukuk davalarında, hakkıihlâl edilen kimse şikayette bulunmadıkça, olay başkaları tarafından bildirilse bile mahkeme harekete geçmez ve hakkıçiğnenen kimse dava açmaya zorlanmaz Ceza davalarında ise durum farklıdır Hakkıihlâl edilen kimse dava açmasa bile, olaydan haberdar edilmesi durumunda mahkeme, hemen olaya el koyarak amme davası açar
Had gerektiren olayların dışında kalan davalar, hak sahibinin affetmesi ve davadan dönmesi halinde düşer Bir takım suçlar, şahısları ilgilendirse bile, esas olarak Islâm toplum düzenine karşı işlenmiş olduklarından, bu suçların cezaları her halükarda infaz edilir Zina, hırsızlık, içki vs suçlar bu kabıldendir
Islâm hukukunda genel anlamda bir af söz konusu olmadığı gibi, devlet de hakkıihlâl edilen kimseye rağmen suçlan affetme salâhiyetine sahip değildir
Verilen kararların infaz edilmesi, mahkemelerin en önemli görevlerinden birisidir Davayı kaybeden tarafın karşı tarafa hakkını vermekten kaçınması durumunda, hâkim, kararı bizzat icra ederek hakkı hak sahibine verir
Taraflar davayı mahkemeye götürmeden, resmi sıfatı ve kazaî salâhiyeti olmayan bir kimseye giderek davalarını çözümlettirebilirler Islâm hukuk ıstılahında bu yönteme "tahkim" (hakem tayın etme) denilmektedir
Peygamber (sas), harp esirlerini, katılleri, cinayet zanlılarını ve borçlarını ödemeyenleri hapsediyordu Ancak, hapishane olarak kullanılmak üzere özel bir yapı yoktu Hapsedilmesi gereken suçlular, muhtelif yerlerde hapsediliyorlardı Ilk defa, hapishane olarak kullanılmak üzere hususi bir bina yaptıran Hz Ali (ra) olmuştur Islâm hukukunda hapis cezası olmadığı için, bugünkü anlamda bir hapishanenin varlığı hiç bir zaman söz konusu olmamıştır Islâm'da hapishaneler, hakların sahiplerine verilmesine ve suçluların yargılanıp cezaların infaz edilmesine kadar, tutukluların kaçmalarını önlemek için kullanılmaktadır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
BİR GRUP GENÇ KIZ, TURİSTİK BİR GAYE İLE, MESELA KIBRIS'A GİDEBİLİRLER Mİ? İÇLERİNDEN BİRİNİN YANINDA MAHREMİNİN BULUNMASI DİĞERLERİ İÇİN DE YETERLİ OLMAZ MI?
Konu, kadının yanında mahremi yokken sefer süresi kadar yolculuğa çıkıp çıkamayacağı ile ilgilidir Kur'an-ı Kerim'de bu konuda bir açıklık yoktur Hadislerde ise bol ve detaylı bilgi mevcuttur Mesele Islam fıkhına da bu hadislerle yansır Rasulüllah Efendimiz (sas) "Allah'a ve Âhiret gününe inanan bir kadının, yanında mahremi olmaksızın üç gecelik bir yola sefere çıkması helâl değildir" buyurmuşlardır(Müslim, hacc 74)
Bu süre bazı rivayetlerde: "Iki gün, bir gece, üç günün üzerinde, bir gün, bir gün bir gece, iki gece, bir berid (yarım gün)" şeklinde değişik zikredilir(bk Azîm-âbâdi, Avnü'1-Ma'bûd V/149; Halil Ahmed, Bezlü'1-mechûd VNI(302; Sübkî, el-Menhel X/267) Hanefiler "üç günlük yol" diye sınırlayan rivâyeti almışlar ve sefer süresi olarak da bunu görmüşlerdir Bu durumda Hanefilere göre, kadın küffar diyarından Islam ülkesine hicret etmek hariç, ne maksatla olursa olsun, sefer müddeti bir yola; yanında mahremi olmaksızın gidemez Hac ve Umre dışındaki her türlü "sefer" için bütün alimler aynı görüştedirler(bk Davudoğlu VN/83) Aralarındaki ihtilaf sadece "sefer" müddetinin ne kadar olduğu konusundadır
Hac konusuna gelince: "Beytullah'ı haccetmek, ona yol bulabilenler için, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" (3/97) ayetine dayanarak Şafiîler ve Mâlikîler, birden çok güvenilir kadın arkadaş bulan kadın da ona "yol bulmuş" demektir Öyleyse böyle olan kadına da hacc farz olur ve mahremi olmasa dahi gitmesi gerekir demişlerdir Onlara göre umrede vacip olduğu için, aynı durumdaki kadın umreye de gitmek zorundadır Farz olan haccını ve umresini yapmış olan kadın ise, ne hacca ne de başka bir "sefere" mahremsiz gidemez Nevevi ye göre Şafiîlerde de sahih olan görüş budur
Durum böyle olmakla beraber bazı Şâfiî âlimler; kadının mahremsiz sefere çıkmamasının sebebi (illeti) emniyetsizliktir Emniyet kadınlarla dahi elde edilirse, kadın yanında mahremi yokken de onlarla yolculuğa çıkabılir, demişlerdir Ancak söz konusu Hadislerden böyle bir sonuca varmak hiç mümkün değildir Diğer mezhepler (cumhur) bunu böyle kabul etmedikleri gibi; Şâfiî mezhebindeki sahih görüşe göre de bu böyle değildir Yani:
I- Kadın farz olan haccına Şâfiî mezhebine göre, yanında mahremi yokken güvenilir kadınlarla gidebilir Hanefi bir kadının bu konuda Şâfiî mezhebini taklid ederek mahremsiz hacca ya da umreye gitmesi hoş değildir, çünkü bunda bir zaruret yoktur Ama taklid eder ve giderse haccı olmuş olur
2- Bir defa haccetmiş olan bir kadının yanında mahremi yokken, sefer müddeti yoldan, artık hiç bir mezhebe göre haccetmesi mümkün değildir Giderse günah işlemiş olur Umre de aynıdır

3- Hac ve umre dışında bir maksatla kadın, hiç bir mezhebe göre mahremsiz olarak "sefere" çıkamaz Beraberinde güvenilir kadın arkadaşlarının bulunması bir şey ifade etmez Bundan da sadece "dar-i harpteki" bir kadının "dâr-ı Islâma" hicreti istisna edilir O, mahremi bulunmasa dahi, orada durmaz ve Islâm ülkesine göç eder
Hal böyle olunca, turistik vBulletin gayelerle, genç ya da yaşlı kadınların, sefer müddeti yolculuğa çıkması meşru olmaz Sebep olanlar, mes'ûl olur Ancak "seferi", mesafe değil de "mu'tat vasıta" ile süre olarak izah eden Elmalılı ve başkalarına göre , otobüsle onsekizsaatlık yolun altında kalan mesafeler sefer sayılmayacağından, Şâfiîlerdeki bu zayıf fetvadan belki sadece oralarda yararlanılabilir Meselâ -hoş olmamakla beraber- Bursa'dan Istanbul'a bir kadın grubu: Burası Hanefilerdeki bazı izahlara göre sefer değildir, "sefer" diyenler olsa bile bazı Şâfiîler kadının güvenilir kadınlarla da "sefere" çıkabileceğini söylemişler Öyleyse biz de gidebiliriz, derlerse, zayıf da olsa bir ipe tutunmuş olurlar (Allahu a'lem)( Konu ile ilgili daha geniş bilgi için bk Hattâb es-Sübkî el-Menhel X/264-68· Davudoğlu VN/81-84; Halil Ahmed, age VNI/302-305; Azımâbâdî, age V/148-154; el-Menbecî, el-Lübâb I/436-38; Sevkânî, es-Seyl N/161; Vehbe ez-Zuhaylî NI/36) Ama iyi olanı yapmış olmazlar
Sözkonusu hadîslerde, öyle ya da böyle ayırmaksızın herhangi bir kadının (mutlak olarak) mahremsiz yolculuğa çıkmaması istenir, ama Kâdi Iyâz ve bazılarından nakledildiğine göre bu yasak, genç kadınlar içindir Kendilerine karşı arzu duyulmayacak yaşlı kadınlar ise, kocaları ve mahremleri yokken de her türlü sefere çıkabilirler (Azımâbâdî, age V/153: Halbuki yine "Kâdî Iyâz'in beyanına göre, ulema kadının hacla umreden başka seferlere mahremsiz çıkamayacağına ittifak etmişlerdir" (Davudoğlu VN/38)) Hattâ bu hükmün dayanağının (illetinin) "emniyet" olduğunu, bu temin edildikten sonra, ne ile temin edilmiş olursa olsun, kadının mahremsiz de yolculuk yapabileceğini söyleyen eski ve yeni görüşler de vardır(Bu görüşler ve kime ait oldukları konusunda bk el-Bâcî, el-Müntekâ NI/82; Azimabâdi, age V/150) Ancak ne sözkonusu Hadislerde hükmün dayanagının (illetinin) emniyet olduğuna bir işaret vardır, ne de, öyle kabul edilse dahi, bugünkü şartlarda yolculuk yapan kadının mahremsiz emniyette olacağı söylenebilir Nevevi'nin de dediği gibi "her düşene bir kapan bulunur"(bk Davudoğlu VN/83) Dolayısı ile kadının yaşlı olması da bu hükmü değiştirmez Bu tür görüş sahipleri, bir de Rasulüllah'ın (sas) vefatından sonra, onun hanımlarının Osmân b Affân ve Abdunahman b Avf gibi sahâbîlerle hacca gittiklerini delil gösterirler ama, bu da hükmü değiştirmez; çünkü Rasulüllah'ın hanımları "mü'minlerin anneleri" olmakla, onlar onların mahremi olmuş olurlar (Es-Sübkî age X/268; Davudoğlu VN/84)
Bu konudaki "mahrem" den maksat ise: "mubah olan bir yolla nikâhı kendisine ebediyyen haram olan erkek"tir "Ebediyyen haram olma" şartıyla kadının, meselâ kızkardeşinin kocası, kendisinin mahremi olmadığı anlaşılır "Mubah bir yolla nikâhının haram olması" şartı ise, mesela zina yoluyla doğacak hürmet-i musâharenin, yolculuk için mahremlik oluşturmayacağını anlatır(bk Halîl Ahmed age VNI/302; Alî Kârî age 37 )
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÂ-İ MUKAYYED(MUTLAK SULAR)

İçilmesi veya temizlik için kullanılması kayıt altına alınmış su İslâm fıkhında su denildiği zaman, içilmesi veya temizlikte kullanılması caiz olan temiz sıvı kastedilir ki, buna "mutlak su" denir Yaratıldıkları vasıf üzere bulunan yağmur, kar, dolu, deniz, göl, ırmak, pınar ve kuyu suları bu niteliktedir
Kur'ân-ı Kerim'de bütün suların ilk kaynağı olan yağmur suyunun temizliğine şöyle işaret edilir: "Biz gökten tertemiz bir su indirdik" (el-Furkan, 25/48) Yeryüzünde canlıların ihtiyacını karşılayacak ölçüde suyun bulunduğu ayetlerde şöyle belirlenir: "Biz gökten belli ölçüde su indirdik de onu yeryüzünde durdurduk Şüphesiz biz onu gidermeye de kadiriz" (el-Mü'minûn, 23/18) "(Biz gökten suyu), ölü bir yere hayat verelim ve yarattığımız nice hayvanları ve insanları sulayalım, diye (indirdik)" (el-Furkan, 25/49) Hz Peygamber, Medîne kuyularının suyu ile abdest almış ve su hakkında şöyle buyurmuştur: "Su temizleyicidir Tadını, rengini veya kokusunu değiştiren birşey kendisine karışmadıkça, hiç bir şey suyu pis hale getirmez" (Ebû Dâvud, Tahâre, 34; Tirmizî, Tahâre, 49; Nesaî, Miyâh,1, 2; İbn Mâce, Tahâre, 76; Ahmed b Hanbel, I, 235, 284, 308, III, 16, 31, 86, VI, 172, 330;el-Mevsılî, el-İhtiyâr, y ve ty, I, 14)
Mutlak su, dışarıdan katı veya sıvı bir maddenin karışmasıyla, yaratılmış olduğu özelliğini kaybederek, mukayyed su halini alır Bunlar, kendilerine karışan maddeye göre bir sıfat eklenerek yeni bir ad alırlar Gül suyu, çiçek suyu, üzüm, erik ve et suları gibi
Mukayyed sular da ikiye ayrılır:
1) Aslî olanlar: Kavun, karpuz, asma, gül suları ve benzeri
2) Gayri aslî olanlar: Aslında mutlak su iken bir arızadan dolayı mukayyed olan sulardır İçine düşen yaprakların çürümesi ile tabiatı olan incelik ve akıcılık özelliğini kaybederek bozulan su gibi İçinde nohut, mercimek gibi temiz bir şeyin pişmesiyle incelik ve akıcılığını kaybetmiş bulunan su da mukayyed su sayılır (M Zihni,Nimeti İslâm, I, 13)
İçine karışan mukayyed bir su ile üç özellikten, yani renk, koku ve tadından birini veya ikisini kaybeden mutlak bir su da mukayyed sayılır Şöyle ki; mutlak bir suya süt gibi renk ve taddan ibaret iki vasfı olan veya karpuz suyu gibi taddan ibaret bir vasfı bulunan bir sıvı karışıp kendisinde bu vasıflardan yalnız birisi ortaya çıksa veya sirke gibi renk, tad ve koku olarak üç vasfı bulunan bir sıvı karışıp da bu vasıflardan ikisi belirse, artık böyle bir mutlak su mukayyed hale gelmiş olur
Bir mutlak su yosun tutsa veya uzun süre geçmesiyle özelliği bozulsa veya içine, tadını değiştirmeyecek miktarda sabun, zağferan, toprak veya toprak gibi temiz ve katı şeyler düşse veya içinde mısır, nohut gibi şeyler ıslatılsa mutlak olmaktan çıkmaz; isterse rengi, kokusu ve lezzeti bozulmuş olsun Ancak böyle bir sebeple tabiatını kaybetmiş, yani inceliği ve akıcılığı kalmamış olursa artık bir mukayyed su halini alır (M Zihni, age, s, 14)
Mukayyed suların hükümlerine gelince; bu sularla abdest ve gusül alınamaz Yani bunlarla hükmî necaset giderilemez Çünkü İslâm'da bu çeşit temizlikler için mutlak su kullanılması gerekli kılınmıştır
Mukayyed suların bir kısmı içilebilir ve yemeklerde kullanılabilir Bunların yağlı ve yapışkan olmayan, sıkmakla akıp gidecek halde bulunan kısmıyla hakikî pislikler yıkanıp giderilebilir Meselâ, maddî, necaset; yağmur, dere, deniz, pınar, kuyu sularıyla giderilebileceği gibi, çiçek sularıyla, meyve ve sebzelerden çıkarılan sularla, içinde nohut, mercimek gibi şeyler ıslatılmış olan sularla da giderilebilir Fakat temiz olmayan sularla, yağlı ve yapışkan sıvılarla veya içine karışan herhangi bir şeyden dolayı incelik ve akıcılığını kaybetmiş sularla pislik giderilemez
Mutlak sular gibi mukayyed sular da içlerine düşecek pis şeylerden dolayı temizliklerini kaybederler Bu durumdaki mukayyed bir su ne hükmî; ne de hakikî bir pisliği gideremez (Semerkandî, Tuhfetü'l-Fukahâ, I, 111; el-Mergınâni, el-Hidâye, I,17,19; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, İstanbul 1393/1973, I, 16-21, 41-45; el-Fetâvâ'l-Hâniyye (Hindiyye kenarında), İstanbul 1393/1973, I, 3-5, 18 vd),
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÂ-İ MÜSTA'MEL(ÖZELLİĞİNİ KAYBETMİŞ SULAR)

İslâm hukuku açısından sular; biri mutlak, diğeri mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılır Mutlak su, aslî özelliğini kaybetmemiş olan yağmur, kar, deniz, göl, ırmak, pınar ve kuyu sularıdır Bunlardan her birine "mutlak su" denir Mukayyed su ise; kendisine herhangi bir maddenin karışmasıyla renk, koku, tad gibi aslî özelliklerinden birini veya bir kaçını kaybetmiş ve hususî bir ad almış olan sulardır Gül suyu, çiçek suyu, meyva suyu, et suyu gibi Bunlardan her birine de "mukayyed su" denir
Mutlak sular, hem temiz hem de temizleyici olup olmama yönünden beş kısma ayrılmıştır İşte bunlardan biri de, sözlük anlamı itibâriyle kullanılmış su demek olan "mâ-i müsta'mel'dir Abdest almak veya gusletmek gibi mânevi bir pisliği gidermek, herhangi bir farzı yerine getirmek veya sevap kazanmak niyetiyle insan bedeninde veya bir uzvunda kullanılan sular, kullanılmış su hükmündedir Keza abdesti olan bir kimsenin sırf sevap kazanmak amacıyla başka bir mecliste veya bir ibadet yaptıktan sonra aynı mecliste tekrar abdest aldığı su da böyledir Aynı şekilde, yemeklerden önce ve sonra Hz Peygamber'in sünnetine riayet etmek amacıyla elleri yıkamada kullanılan su da bu gruba girer
Kullanılmış su, İslâm hukuku açısından temiz olup maddi pislikleri gidermede kullanılırsa da; abdest almada, gusülde ve diğer mânevi kirleri gidermede kullanılamaz Buna göre, abdest alırken veya guslederken insan bedenine dokunarak akan suları biriktirip de onunla tekrar abdest almak veya gusletmek caiz değildir Yine, bu tür suları içmek, hamurlu işlerde vs kullanmak tenzihen mekruhtur Ancak, bedenden sıçrayan bu sular, dokundukları şeyleri veya abdestten sonra kurulanmak için kullanılan havluyu pisletmezler Buna rağmen, abdest alırken sıçrayan sulardan sakınmak, kalb huzuru ve gönül rahatlığı açısından daha iyidir
Kullanılmış suyun temiz olup temizleyici olmaması İmam Muhammed'e göredir İmam A'zam ile İmam Ebu Yusuf'a göre bu çeşit sular pis sayılır İmam Mâlik ile İmam Şafiînin bir görüşüne göre de kullanılmış su, hem temiz hem de temizleyicidir Fakat tekrar kullanılması mekruhtur (bk es-Serahsî, Kitâbü'l-Mebsût, 1, 52-53; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyî, I, 83; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s 49-50; Mehmed Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, s 12)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MAKYAJ (SÜSLENME VE KOKULANMA):
1- Süslenme
Güzel olanı sevme ve güzel görünmeye çalışma duygusu da insanın fıtratında, yaratılış hamurunda bulunan doğal bir durumdur İslâm ise fıtrat dinidir Fitrat dininin, fıtratta bulunan duyguları yasaklaması ve köreltmesi değil, fıtrata uygun biçim de ayarlaması ve düzenlemesi beklenir Öyleyse süslenmenin fıtrata uygun olanı normal, fıtratı bozanı, ya da gayesinden uzaklaştıranı anormaldır Ya da biri helâl, öbürü haramdır
Başta da söylediğimiz gibi, tabiatta herşey çift olarak yaratılmıştır Allah'tan başka herşey çifttir Çiftler ise bir bütünün yarım parçaları demektir Bir araya gelince bütünü oluştururlar Artı ve eksi elektrik taşıyan kablolar birleşince enerji oluşur, lamba yanar; ütü ısınır Kadın ile erkek normal yollarla bir araya gelince birbirlerini tamamlarlar Huzur ve sükun oluşur Elektrikte olduğu gibi meyva ve sonuç doğar Demek ki, bu bütünün oluşması istenen bir şeydir İstenen bir şey için gerekli olan şeyler de istenmiş demektir İste normal ölçüleriyle süslenme ve kokulanma, bu bütünün tutmasını sağlayan ara yapıştırıcılardandır ve tabiî ölçülerinde kaldığı sürece tabiîdir
Yalnız kadın süsünü yabancılara göstermemekle emrolunmustur (Nûr (24) 31) Öyleyse süslenecegi yer evidir
Kadının tabiî güzelliklerini koruması, pasaklı olmaması süslenmede ilk ve tabiî olan görevidir Çünkü kadının süslenmemesine ihtiyaç olmayabilir ama pasaklı olmaması sürekli bir ihtiyaçtır Bu, kocasını haramdan korumanın birinci şartıdır Konuyu biraz daha açmaya çalışalım:
Kadını süslenmeye iten iki ana sebep vardır:

1 Kadının yaratılışında olan süslenme tutkusu,
2 Kendisi dışında onu süslenmeye zorlayan güçler

Kadınlar bakmaktan çok bakılmayı seven edilgen varlıklar oldukları için, onların büyük bir ekseriyeti cicilibicili giymeyi, süslenip-püslenmeyi sever Böyle olan, kadınların süslenmesine engel olmak, onlara vücutlarının ihtiyacı olan, meselâ C vitaminini vermemek gibi olur Böyle olan bir kadına süslenmenin değil, süsünü yabancılara göstermesinin anlamsızlığını ve zararlarını öğretmek gerekir Bunu dışarıya taşıran duygunun marazî ve psikolojik bir yetersizlik olduğunu anlatmak gerekir Böyle olan kadının kocası da süslenmesini istiyorsa ne âlâ, bu tutkusunu kocasına karşı gerçekleştiriverir Kocası süslenmesinden hiçbir zevk almıyorsa, onun süslenmesine bütün bütün engel olmak değil, yabancılara göstermemesini sağlamakla yetinmelidir Unutmamalıdır ki, Allah kadınlara hitaben: "Süslerini göstermesinler gizlediklerinin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar Kalplerinde hastalık olanların hastalığın depreştirmemek için seslerini kadınsı kadınsı inceltmesinler Cahiliyyet dönemi kadınları gibi, süslü-püslü, kırıladöküle gezmesinler buyurur (Ahzâb (33) 32) Bu âyetler bir yönüyle, kadının tabiî olarak süslenmiş olduğunu anlatır Çünkü varolan bir şeyin gösterilmemesi istenir Ama bir yönden de insan için Mevlâsının emirlerine uyarak arzularına sınır getirmesi ona her türlü zevkten daha aziz gelmelidir Peygamberimiz de, "erkeklerin görecegi şekilde süslenerek ve koku sürünerek çıkan kadının, evine dönünceye kadar Allah'ın gazabı altında olduğunu" haber verir (Bu konudaki hadîsler için bk Hindî age XVI/381 vd)
Kadının süslenmesi kendi arzusundan değil de, bir dış isteğe dayanırsa, bu da helâl, ya da haram olabilir Süslenmesini kocasından başka birisi istiyorsa bu anlamsızdır ve haramdır Eğer kocası istiyorsa meşru çerçeve içerisinde bu, helâl olması bir yana, aynı zamanda bir görev ve zorunluluktur Kocanın, karısının süsleninesini istemesi, cinsel arzu ve dikkatlerini onda toplaması ve harama bakmak istememesi anlamına geldiğinden, bu iyi bir davranıştır, kadının da bunu fırsat bilmesi ve kocasının gözüne girmesi gerekir Onun bunu, iyi duygularla yapması kendisine ibadet sevabı kazandıracaktır Hattâ bu noktada bazı islâm bilginleri, kocası süslenmesini isterken, süslenmemekte ısrar eden kadının kocasının, başka yolla ikna edememesi halinde dövmesinin câiz olduğunu bile söylemişlerdir (Halebî, Münyetü'I-musallî 395) Ancak bu, kadını dövmeyi yasaklayan hadislere zittir
Ama eğer kocası, kendisi için değil de, kârısının başkaları için ve sokağa çıkarken süslenmesini istiyorsa bu, kendi erkekliğini yeterli bulmama biçiminde, psikolojik cinsel bir hastalıktir, marazî bir tatmin arama yoludur ve haramdır Maddî bir tedavi yolu da yoktur Acı da olsa İslam'ın ilâçlarını kullanması ve haramlara karşı perhiz uygulaması gerekir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MAKYAJ
Sadece kocasına göstermek üzere kadının makyaj yapması, bir müddet sonra da yüzünü yıkayıp temizlenmesi halinde ne derece günaha girmiş olur?
Namahreme göstermemek şartıyla süslenmenin günahı değil sevabı vardır Çünkü kadının görevlerinden biri de kocası için süslenmektir
 
Üst Alt