TEFSİR MUNÂFİKÛN Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
MUNÂFİKÛN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

MUNÂFİKÛN Suresi 11. Ayet
MUNÂFİKÛN Suresi 11. Ayet
Münâfikûn Sûresi Konusu

Sûre münafıkların iki yüzlülüklerinden, iç dünyalarından, mü’minlerin aleyhine sahip oldukları kötü düşünce ve tuzaklardan bahseder. müslümanlara, onların görünüşlerine aldanmamaları ve sinsi faaliyetlerine karşı uyanık olmaları ikazında bulunur. Münafıkların mümeyyiz vasfı olduğu gibi, dünyanın geçici nimetlerine aldanmamayı, ölüm gerçeğini dikkate alarak Allah’ın zikrinden asla gafil kalmamayı öğütler.

Münâfikûn Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada altmış üçüncü, iniş sırasına göre yüz dördüncü sûredir. Hac sûresinden sonra, Mücâdele sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.

Münâfikûn Sûresi Hakkında

Münâfikûn sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 11 âyettir. İsmini 1. âyette geçen ve münafıklar anlamına gelen اَلْمُنَافِقُونَ (Münafıkûn) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 63, nüzûl sırasına göre ise 103. sûredir.

Münâfikûn Sûresi Fazileti

Kur’anı Kerimin önemli sayfalarından biri olan Münafikun süresinin fazileti ve sırları olduğu gibi önemi’de büyüktür. Bu nedenle kişi okuduğu zaman bunun Allahü Teâlâ’nın kelâmı olduğunu düşünmeli ilmihâl kitâbların’da bildirildiği gibi amel ettiği, i-bâdet yaptığı takdirde büyük sevâblara kavuşur. Peygamberimiz’in Kur’an okumanın fazilet ve değerine işaret eden pek çok hadisleri vardır. Onlardan bir kısmı şöyledir: “Kullar Allah’a ondan nâzil olan şu Kur’an’la yaklaştıkları gibi hiçbir şeyle yaklaşamazlar”

Münafikun Suresinin Faziletleri, Bir sureyi veye ayetleri okuyan kişilere manevi armağanlar verilir. Bu manevi armağanlara surelerin ve ayetlerin faziletleri denir. Birçok surenin ve ayetlerin faziletleri, hadisi şerifler ile ifade edilmiştir.

Her surenin bir çok özelliği vardır. Her bir ayet ve sure Allah kelâmı olmakla beraber herbirinin ayrı ayrı özellikleri vardır.

Kur’ân, insanları yolların en doğrusuna götürür. Gerek insanların kendileriyle olan münasebetlerinde, gerek insanların birbirleriyle olan münasebetlerinde ve gerekse devletlerarası münasebetlerde Kur’ân, en ideal ve mükemmel yolu gösterir.

Münâfikûn sûresi Medîne’de nâzil oldu (indi). On bir âyet-i kerîmedir. Sûrede münâfıkların (müslüman olmadıkları hâlde müslüman görünenlerin) davranışları anlatıldığından, Sûret-ül-Münâfikûn denilmiştir.

Bu sûrenin özelliklerinden biri de dedikoducu ve kıskanç kimselerin şerrinden korumasıdır.
MÜNAFIKUN süresini, yüz kere okuyan kimse, gammaz ve hasetçilerin dillerinden emin olur.
Kim Münâfikûn sûresini okursa, nifâktan kurtulur. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Beydâvî)
Bu sure, göz ağrısı ve her türlü sancılı hastalıklara şifadır.
Kim Münâfikûn sûresini okursa, nifâktan kurtulur. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Beydâvî)

Şöyle ki; Bir kimse, dedikoducuların şerrinden, kıskançlık hastalığına tutulmuş hasedçi kimselerin şerrinden korunmak için Sûre-i Münâfikûn’u 100 kere okursa, bunların şerrinden emniyette ve selâmette olur.

MUNÂFİKÛN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1: Rasûlüm! Münafıklar sana geldikleri zaman: “Şâhitlik ederiz ki, sen gerçekten Allah’ın Rasûlü’sün!” derler. Allah, senin kendi Rasûlü olduğunu elbette biliyor. Bununla beraber Allah şâhitlik eder ki, münafıklar kesinlikle yalan söylemektedir.

2: Onlar, yeminlerini kalkan olarak kullanıp, hem kendileri Allah’ın yolundan yan çiziyor, hem de insanları Allah yolundan alıkoymaya çalışıyorlar. Bu yaptıkları, gerçekten pek kötü bir şeydir!

3: Bu kötülüklerinin sebebi şu ki: Önce dilleriyle inandıklarını söylemekte, sonra kalpleriyle inkâr etmektedirler. Bu yüzden kalpleri mühürlenmekte olup, artık gerçeği anlayacak durumda değiller.


Münafıklar, dilleriyle inandıklarını söyleyip kalpleriyle inkâr eden kimselerdir. Bunlar ikiyüzlüdürler. Gerçekte iman etmedikleri halde öyle görünmeye çalışırlar. Bu sebeple onlar aynı zamanda gösteriş yapmaktadırlar. Onlar bu yalancılık ve ikiyüzlülüğü Resûlullah (s.a.s.)’e de yapıyorlardı. Gerçekte inanmadıkları halde “sen mutlaka Allah’ın peygamberisin” diye yemin ediyorlardı. Cenâb-ı Hak bu âyetlerde onların kesinlikle yalan söylediklerini haber vermektedir. Çünkü onlar yeminlerini kalkan edinip, o şekilde kendilerini mü’minlerden gelecek tehlikelere karşı koruma altına alarak, gizliden gizliye Allah yolundan yan çiziyor, başkalarını da o yoldan uzaklaştırıyorlardı. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiş ve gerçeği anlamayacak hale gelmişlerdi.

Onları daha iyi tanımak istersen, nazarlarını şu özellikleri üzerine teksif edebilirsin:

4: Onlara şöyle bir baktığın zaman kalıpları ve kıyâfetleri hoşuna gider. Öyle bir ton ve üslupla konuşurlar ki, konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilip duvara dayanmış kereste gibidir. Her gürültüyü aleyhlerinde sanırlar. Asıl düşman onlardır; onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Nasıl da doğru yolu bırakıp bâtıl dâvalar peşinde koşturuluyorlar?

Medine münafıklarının önderleri olan Abdullah b. Übeyy, Mugis b. Kays, Ced b. Kays ve arkadaşları iri yapılı, yakışıklı, giyim ve kuşamlarına itina gösteren, düzgün konuşan, dilleri ve dış görünüşleri alımlı kimseler idiler. “Ya Rasûlallah” diye söze başladıkça Peygamberimiz (s.a.s.) de sözlerini dinlerdi. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXX, 14) Bu sebeple ayette şöyle buyrulur: “Onları gördüğünde cisimleri hoşuna gider. Dıştan bakınca giyimleri kuşamları, şıklıkları, irilikleri, güzellikleri, bedenlerinin süsü ve manzarası sana hoş gelir. İmreneceğin tutar. Konuştuklarında ise konuşmalarını dinlersin. Dillerinin fesahati, sözlerinin akıcılığı, tatlılığı, konuşmaya olan merak ve yatkınlıkları sebebiyle güzel laf ederler. Sözlerini dinletirler. Fakat onlar, kendilerine söz söylendiği zaman resmî bir tavırla ve dıştan ağır başlı bir vaziyette dinler gibi sessizce dururlar, ancak kulaklarına söz girmez. Zira onlar elbise giydirilip duvara dayandırılmış keresteler, tahtalar, direkler gibidirler.”

Şâir, onların bu hâlini şöyle dillendirir:
“Benzer erbâb-ı riyânın hâli ol kâşâneye
İç yüzü vîrân, dışı mâmûr şeklin gösterir.” (Es’ad Muhlis Paşa)

“Riyakâr insanların hâli süslü bir konağa benzer. Öyle bir konak ki, dışından baktığın zaman göz kamaştıracak kadar güzel ve çekici, fakat içi harap ve virandır.”

Bir başka şâir de şöyle der:

“Güzel oldur kim anın hüsnü bigî hulku da ola
Yoksa çok suret yazarlar kilisâ dîvârına.” (Şeyhoğlu Mustafa)

“Hakiki güzelin yalnız çehresi değil, huyu ve ahlâkı da güzel olmalı ki, kusursuz ve makbul addedilsin. Yoksa yalnız yüz güzelliği olduktan sonra, kilise duvarlarında da bir çok güzel insan resimleri var; fakat bunlar neye yarar ki?”

Âyette münafıklar iman, hayır ve güzellik namına ne varsa hepsinden uzak birer kalıp oldukları için duvara dayandırılmış kerestelere benzetilir. Ayrıca kendisinden faydalanılan kereste ya tavanda ya duvarın içinde veya fayda mülahaza olunan bir başka yerde bulunur. Kendisinden faydalanılmayan kereste ise duvara dayandırılır ve öyle bekler. Münafıkların da faydasız kimseler olduğunu bildirmek üzere onları, duvara dayandırılmış, boş bekleyen, ne kendine ne de kimseye faydası olmayan kerestelere benzetmiştir.

Bu teşbihle ilgili bir başka izah da şöyledir: Duvara yaslandırılmış kerestenin iki ucu vardır; birisi bir tarafa, diğeri diğer tarafa doğrudur. Münafıklar da böyledir. Onun da iki ucu vardır. İç ucu kâfirlere doğru, dış ucu ise müslümanlara doğrudur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXX, 16) Dolayısıyla münafıkların “duvara dayandırılmış keresteler”e benzetilmeleri, onların İslâm’a ve Peygamberimize karşı ruhsuzluklarını, donukluklarını, duygusuzluklarını, şuursuzluklarını ve iki yüzlülüklerini net bir tablo halinde sunmaktadır.

Diğer taraftan onların sürekli dinleme, endişeli ve sarsıntılı bir bekleyiş halleri tasvir edilir: “Onlar, her gürültüyü aleyhlerinde sanırlar.” (Münafıkûn 63/4) Üzerinde titredikleri mevzu, Allah’ın ve Rasûlü’nün emrini dinlemek değil, mallarının ve canlarının emniyetidir. Bu bakımdan oldukça hassas, hareketli ve duygulu, aynı zamanda da oldukça korkulu bir manzara arz etmektedirler. Çünkü münafık olduklarını, ince bir perdeyle yüzlerini kapadıklarını, bir yemin ve döneklikle iç yüzlerini gizlediklerini bizzat kendileri bilmektedir. Bu durumlarının ifşa olunup müslümanlar tarafından bilinmesinden, böylece can ve mal emniyetlerini kaybedip insanların yanında rezil olmaktan korkmaktadırlar. O bakımdan duydukları her sözü, her tıkırtıyı aleyhlerinde sanıyorlar. Yalan söylemeye de alışık olduklarından lehlerinde söyleneni bile yalan kabul ederek hep aleyhlerinde mâna çıkarıyorlar. İşte bu tip kimseler, Allah’ın kahrına layık düşmanlardır; onlardan sakınmak gerekir. Çünkü onların tevbe edip yakalandıkları bu hastalıktan kurtulmaya niyetleri bile yoktur:

5: Onlara: “Gelin, Rasûlullah günahlarınız için Allah’tan bağışlanma dilesin” dendiğinde “olmaz” mânasında başlarını çevirirler; sen onların kibirlene kibirlene dâvet edildikleri şeyden uzaklaştıklarını görürsün.

6: Onlar için bağışlanma dilesen de dilemesen de onlar için birdir. Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, büsbütün yoldan çıkmış bir toplumu asla doğru yola erdirmez.

7: Onlar: “Rasûlullah’ın yanında bulunan fakir müslümanlara bir şey vermeyin ki, dağılıp gitsinler!” diye propaganda yapıyorlar. Oysa göklerin ve yerin hazîneleri Allah’ındır, fakat münafıklar bunu anlayamıyor.

8: Kalkmış bir de: “Hele Medine’ye bir dönelim, göreceksiniz izzetli ve şerefli olanlar zelîl ve alçak olanları oradan mutlaka çıkaracak!” diyorlar. Halbuki asıl güç, izzet ve şeref Allah’a aittir, Rasûlü’ne aittir ve mü’minlere aittir; fakat münafıklar bunu bilmiyor.


Münafıkların gerçek kimliklerini ortaya koyan şu hâdise bu âyet-i kerîmelerde bahsedilen hususları anlamakya yardımcı olacaktır:

Rivayete göre Benî Mustalik seferinden dönüleceği sıralarda biri muhâcirlerin diğeri Ensâr taraftarı iki adam arasında su yüzünden kavga çıktı. Bunlardan biri “Ey Ensâr, yetişin!” diye, diğeri de “Ey Muhâcirler, yetişin!” diye kendi taraflarını yardıma çağırdılar. Resûlullah (s.a.s.) bunu işitince, onları yatıştırdı. Yaptığı tesirli konuşmada bu nevi tefrika çıkarıcı söz ve faaliyetlerden hoşnut olmadığını ve bunun câhiliye âdeti olduğunu belirtti. Hâdise münafıkların reisi Abdullah b. Übey’in kulağına gidince hemen bunu fırsat bilip müslümanlar arasında fitne çıkarmaya yeltendi. Kendi kavminden olanlara şöyle dedi:

“- Muhâcirler bizim beldemizde bize kafa tutuyor, üstünlük taslıyorlar. Onlarla bizim durumumuz, «Besle kargayı, oysun gözünü!» sözündekine döndü. Hele Medine’ye varalım, göreceksiniz ki güçlü olan zayıf olanı oradan çıkaracak! Aslında bunu kendiniz yaptınız; onlara beldenizde yer verip imkânlarınızı paylaştınız. Muhammed’in yanındakilere yardım etmeyin ki dağılıp gitsinler!”

Bu sözleri işiten ve o sırada henüz çok genç olan Zeyd b. Erkam (r.a.), yapılan konuşmadan dolayı rahatsızlığını dile getirip tepki gösterince Abdullah onu azarladı. Zeyd durumu amcasına, o da Peygamberimiz (s.a.s.)’e aktardı. Hz. Ömer derhal o münâfığın boynunun vurulmasını teklif etti. Resûlullah (s.a.s.) bunu kabul etmedi. Hatta henüz normal hareket vakti gelmediği halde hemen yola koyulma talimatı verdi. Uzun bir süre mola vermedi; mola verdiğinde herkes yorgunluktan uyuyakaldı. Böylece söylentilerin artıp işin alevlenmesini önledi. Efendimiz (s.a.s.) o arada münafıkların reisi Abdullah’ı çağırtıp:

“- Bana şöyle şöyle bir söz ulaştı; bu sözün sahibi sen misin?” diye sordu. O:

“- Sana kitabı indiren Allah’a yemin ederim ki böyle şeyler söylemedim” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) onun hakkında bir işlem yapmadı. Zeyd ise yalancı konumuna düştüğü için çok üzülmüştü. Medine’ye dönünce Allah Teâlâ Münafıkûn sûresini indirdi. Peygamberimiz (s.a.s.) Zeyd’in kulağını tutup:
“- Allah seni doğruladı ve bu kulağın hakkını verdi” diye ona iltifat etti.

Bir kısım insanlar münafıkların reisine, kendisi hakkında sert ifadeler içeren âyetler indiğini söyleyerek Resûlullah (s.a.s.)’e gidip kendisi hakkında Allah’tan bağışlama dilemesi için ricada bulunmasını tavsiye ettiler. O ise başını çevirip:

“- İman et, dediniz ettim. Zekât ver, dediniz verdim. Geriye bir tek Muhammed’e secde etmediğim kaldı!” diyerek itiraz etti. (bk. Buhârî, Tefsir 63; Tirmizî, Tefsir 63; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 370, 373)

Hikmet-i ilâhî, Abdullah b. Übey’in Abdullah isminde bir oğlu vardı. Samîmî bir mü’mindi. Resûlullah (s.a.s.)’e son derece bağlıydı. O, babasının yaptıklarına çok üzülüyor, sabredemiyordu. Son hâdiseler de gönlündeki bu kederi iyice artırdığından Allah Resûlü (s.a.s.)’e geldi:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Eğer arzu edersen, babamı öldüreyim!” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.) buna müsaade etmedi ve:
“–Hayır! Bilâkis ona yumuşak davranırız. Aramızda kaldığı müddetçe, kendisiyle iyi geçiniriz!” buyurdu. Bunun üzerine Abdullah, İslâm ordusunun içindeki babasının yanına koştu ve devesinin yularını tutarak haykırdı:

“–İzzet ve kuvvetin Allah’a ve Rasûlü’ne âit olduğunu söyleyinceye kadar seni yerinden kıpırdatmayacağım!..”

Münafıkların başı şaşkınlaştı. Bunca insanın ortasında oğlunun kendisine yaptığı bu hareketi gurûruna yediremedi:

“–Şimdi sen beni bu kadar insan içinde Medine’ye bırakmayacak mısın?” dedi. Oğlu, büyük bir îman celâdeti içinde:

“–Evet, bugün insanlar arasında en rezîl ile en azîzin kim olduğunu sana öğretinceye kadar seni bırakmayacağım. Hakîkati îtirâf etmezsen kelleni uçuracağım...” dedi.
Hâin münâfığın âdeta eli kolu bağlanmıştı. Oğlunun, dediğini yapacak kadar ciddî olduğunu anlayınca ürperdi. Daha evvel söylediklerini geri alarak istemeye istemeye de olsa hakîkati dile getirip:

“–Şehâdet ederim ki, izzet ve kuvvet Allah’a, Rasûlü’ne ve mü’minlere âittir” demek zorunda kaldı. Peygamberimiz (s.a.s.) Abdullah’a:

“- Allah seni Rasûlü’nden ve mü’minlerden dolayı hayırla mükâfatlandırsın!” diyerek dua etti ve babasının yolunu açmasını emir buyurdu. (İbn Hişâm, es-Sîre, III, 334-337; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 65; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, IX, 317-318)

Öyleyse:

9: Ey iman edenler, mallarınız ve çocuklarınız Allah’ı anmaktan sizi alıkoymasın. Böyle yapanlar, en büyük zarara uğrayanların tâ kendisidir.

İnsanı Allah’ı zikirden alıkoyan mânilerin başında mallar ve evlatlar gelir. Onlarla meşguliyet insanı gaflete düşürür ve zikirden engeller. Bu sebeple Yüce Rabbimiz bu hususta dikkatli davranmamızı istemektedir. Nitekim, “Kadınlara, oğullara, yüklerle altın ve gümüş yığınlarına, iyi cins salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere olan düşkünlük isteği insanlara câzip gösterildi” (Âl-i İmran 3/14) buyrularak mal ve evladın insan için câzibesine; “İyi bilin ki, mallarınız ve evlatlarınız sizin için ancak birer imtihan sebebidir…” (Enfâl 8/28) buyrularak bunların imtihan vesilesi kılındığına dikkat çekilir. Resûlullah (s.a.s.) de: ‘‘Dünya tatlı, göz kamaştırıcı ve çekicidir. Allah onu sizin kullanmanıza verecek ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyaya aldanmaktan sakının…’’ (Tirmizî, Deavât 9) buyurarak dünyanın çarpıcılığına aldanmaktan sakındırır.

Şunu belirtmek gerekir ki, mü’minlerden istenen, evlat ve aileleriyle ilgilenmemek; ticâretle, malla mülkle, kazanç sağlayıcı işlerle meşgul olmamak değil, hayatın tabii akışı içerisinde ve insanın doğasının bir gereği olarak zaten gösterilmekte olan bu ilgi ve mesuliyetin, hayatın gerçek anlamını unutturacak ve Allah’a kul olma bilincini yitirmeye yol açacak bir sapmaya neden olmamasıdır.

“Zikrullâh”; Allah’ı zikretmek, anmak, O’nu hatırda tutmaktır. Burada kastedilen ise Allah Teâlâ’yı, O’nun isimlerini, sıfatlarını, emir ve yasaklarını, sevab ve azabını hatırlatan ve rızâsına vesile olan farz ve nafile ibâdetler; ezcümle namaz, oruç, zekât, hac, cihad, Kur’ân tilâveti, va’z ü nasihat, tehlil: lâilâhe illallah, tesbih: sübhânellah ve tahmid: elhamdülillah gibi Allah’a yakınlaşmak için yapılan ve daima Allah’ı hatırlatıp O’nun rızâsı için yerine getirilen amellerin her biridir.

Abdullah b. Büsr (r.a.)’den rivayete göre bir adam Resûlullah (s.a.s.)’e hitâben:

“-Yâ Rasûlallah! İslâmiyetin emirleri çoğaldı. Bana sıkı sıkıya yapışacağım bir şey söyle” dedi. O da:

‘’Dilin hep Allah’ı zikretsin!’’ (Müslim, Zikir 99) buyurarak Allah’ı anmanın önemine dikkat çekmiştir.

Âyet-i kerîme büyük bir ikaz ve tehditle son bulmakta; mal ve evlat ile uğraşacağım diye Allah’ı zikirden gaflet edenlerin en büyük bir zarara uğrayacaklarını haber vermektedir. Çünkü bunlar, dünyayı âhirete tercih etmekle çok zarar edecek, neticede ebedi hayatın izzet ve şerefinden mahrum kalacaklardır. Mal ve evlat, dünya ve hayat bitecek, Allah yanında onlara zillet ve hüsrandan başka bir şey kalmayacaktır. Şu âyet-i kerîme bu gerçeği ne güzel beyân eder:

“Mal ve oğullar dünya hayatının zînetidir. Asıl kalıcı olan sâlih ameller ise Rabbinin katında hem mükâfat bakımından daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha layıktır.” (Kehf 18/46)

Öyleyse:

10: Sizden birine ölüm gelip de: “Rabbim! Ne olurdu ecelimi biraz daha erteleseydin de sadaka verip iyi kullardan olsaydım!” diye yalvarmadan önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın.

11: İyi bilin ki Allah, eceli geldiğinde hiç kimsenin ölümünü bir an geri bırakmaz. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkiyle haberdardır.


İnsan ne yapacaksa ölüm gelip çatmadan yapmalıdır. Çünkü ölümle kazanma fırsatı sona ermekte, imtihan süresi bitmekte ve artık hesap faslı başlamaktadır. Ayrıca ecel geldiği zaman, kul istese de, bir an bile onun ertelenmesi mümkün değildir. O halde, ölüm sonrası pişman olup “keşke sadaka verip iyi kullardan olsaydım” demektense, hayatta iken ve fırsat varken sahip olduğumuz her türlü imkândan Allah yolunda infak etmek, elbette daha faydalı olacaktır. Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz bir keresinde:
“–Sadaka vermek her müslümanın vazifesidir” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm:

“–Sadaka verecek bir şey bulamazsa?” dediler.
“–Amelelik yapar, hem kendisine faydalı olur, hem de tasadduk eder” buyurdu.
“–Buna gücü yetmez veya iş bulamaz ise?” dediler.
“–Darda kalana, ihtiyaç sahibine yardım eder” buyurdu.
“–Buna da gücü yetmezse?” dediler.
“–İyilik yapmayı tavsiye eder” buyurdu.
“–Bunu da yapamazsa?” dediler.
“–Kötülük yapmaktan uzak durur. Bu da onun için sadakadır” buyurdu. (Buhârî, Zekât 30, Edeb 33; Müslim, Zekât 55)

Bu bakımdan Resûlullah (s.a.s.), herkesi îkaz sadedinde:

“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur” buyurmuştu.
“–O pişmanlık nedir yâ Resûlallah?” diye sorulduğunda da:
“– Ölen, iyilik ve ihsan sahibi sâlih bir kişi ise, bu iyi hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şâyet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini düzeltmediğine pişman olacaktır” cevâbını verdiler. (Tirmizî, Zühd 59/2403)

Şâir Derdli, fırsatı değerlendirmek hususunda şöyle öğüt verir:

“Yâri bil, ağyârı bil, aklın başında var iken,
Fırsatı fevt eyleme, fırsat elinde var iken.”

Şâir Bâkî de şöyle der:

“Gâfil geçirme fırsatı kim bâğı âlemin,
Gül devri gibi devleti nâ-pâyidârdır.”

“Eline geçen fırsatları gafletle geçirme, bunların kıymetini bil. Çünkü nasıl gül mevsimi çok kısa sürede gelip geçiyorsa, bu fânî dünya bağının, dünya hayatının devleti de ebedi değildir; kısa sürede gelir geçer.”

Görüldüğü üzere Münafıkûn sûresi, Allah Teâlâ’nın kulların bütün yaptıklarından haberdar olduğunu bildirerek sona ermektedir. Dolayısıyla Allah, kendisini anmaktan gafil olmayıp iyilik yollarında mallarını harcayanları bilir, mükâfatlarını verir. Buna mukâbil Allah’ı unutup dünyaya dalanların da yaptıklarını bilir, onlara da cezalarını verir. Ancak bütün bu sonuçlar ancak kâr ve zarar günü olan demek olan “tegâbün günü” belli olacaktır. Onun için bu sûreyi Tegâbün sûresi takip edecektir:
 
Üst Alt