osmanlı da yardımlaşma....

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Osmanlı'da yardımlaşma hayır müesseseleri ve sadaka taşları
kultur_1.jpg
Toplumların daha sağlıklı ve her bakımdan huzurlu bir şekilde yaşamasını temin gayesiyle insanlara ve hatta hayvanlara yardım prensibini kanun haline getiren İslam, maddi imkan sahibi olanların bu prensibe göre hareket etmelerini istemektedir. Gerek Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinde gerekse Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünnetinde yardımlaşma ile ilgili pek çok emir bulunmaktadır. Bu emirler, bir taraftan topluma, bir taraftan da bu toplumu meydana getiren fertlere sosyal bir sorumluluk yüklemektedir.

Bilindiği gibi İslam, gelişinden itibaren ulvi ve insani gayeleri hedef olarak seçen her müesseseyi geliştirmeye ve ileriye götürmeye çalışmıştır. Bu bakımdan ihtiyaç içinde bulunan insanları bu sıkıntılarından kurtarmak için sadaka, zekat ve kurban ile vakıf gibi sosyal yardımla ilgili kurumların devamlı bir şekilde faaliyette bulunmalarına yardımcı olmuştur. Dinimiz, bunu basit bir yardım olarak değil, ibadet şekline sokmakla maddi imkanları olan kimselerin ölümlerinden sonra da yaptıkları bu hizmet ve fedakarlıkların karşılığını göreceklerini belirtmiştir. Söz gelimi, maddi bir karşılık beklemeden başkalarına yardım etmek gibi yüksek ve fevkalade güzel bir düşüncenin mahsulü olan vakıf kurumu, yüzyıllarca İslam ülkelerinde büyük bir ehemmiyet kazanmış, sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin izler bırakmış dini ve hukuki bir müessesedir.
İslam’ın yardımlaşma ile ilgili emir ve prensiplerinden doğan vakıf sistemi, Kur’an ve sünnete dayanmaktadır. Ebu Hüreyre (r.a.)’den nakledilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber: “İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak devam eden sadaka (sadaka-i cariye) sahibi, faydalanılan ilim ve kendisine dua eden evlat bırakanların amel defterlerinin hayır hanesi açık kalıp kapanmaz.” (Müslim, Vasıyye, 14; Ebû Davud, Vesâyâ, 14; Tırmizî, 36) buyurmuştur. Hadisçiler, “sadaka-i cariye”yi vakıf ile tefsir etmiş ve sadaka devam ettiği müddetçe sevabının da devam edeceğine inanmışlardır. Bu ve benzer diğer hadisler içindir ki, İslam dünyasında ve özellikle Osmanlı aleminde insanlar vakıf kurma hususunda adeta birbirleri ile yarışmışlardır. Bu anlayışın bir sonucudur ki, daha önceki Müslüman devletler ile Osmanlı Devleti’nde sadece insanlar için değil, çevre ve hayvanlar için de vakıf tesislerinin meydana getirildiği görülür. İnsanların gıda, sağlık, eğitim, ibadet, ulaşım ve ticaret gibi nice ihtiyaçları hep vakıflarca karşılanır. Hayır işleme ve vakıf kurma hususunda bu kadar geniş bir sahaya el atılmasının sebebi de “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olan; malın en hayırlısı, Allah yolunda harcanan; vakfın en hayırlısı da insanların en çok duydukları ihtiyacı karşılayandır.” anlayışıdır.

Birçok hadisinde, sadaka vermek suretiyle başkasına yardım etmenin ne denli önemli olduğuna işaret eden Hz. Peygamber (s.a.v.), bu sayede cennetin kazanılabileceğini haber vermektedir. Hele Ramazan gibi mübarek bir ayda insanlara yardım etmenin fazilet ve derecesinin ancak Allah tarafından bilineceğini belirtmesi de Müslümanların özellikle bu ayda hayır işlemelerine sebep olmuştur. “Veren elin alan elden üstün olduğunu” belirten Hz. Peygamber (s.a.v.), Buhari ile Müslim’de geçen başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır: “Yedi zümre insan vardır ki, hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde Allah onları kendi arşının gölgesinde barındırır. Bu yedi sınıf insandan biri de sağ elinin verdiğinden sol elinin haberi olmayan kimsedir.” Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, sadaka veren kimse, onu herhangi bir reklam aracı olarak kullanmayacak ve başa kakmak suretiyle ondan maddi bir kazanç elde etmeyecektir. Zira yapılan hayır ve iyiliklerin ulu orta söylenmesi, kendisine yardım edilen insanın izzet-i nefsini kırabilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in el-Bakara suresi 264. ayetinde: “Ey iman etmiş olanlar, vermiş olduğunuz sadakaları, yapmış olduğunuz iyilikleri başa kakmak ve eziyet vermekle geçersiz kılmayın.” denilmektedir. Bu ayet-i kerimenin adeta tefsiri diyebileceğimiz bir atasözümüz vardır: “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik (Allah) bilir.” Bu atasözünün veciz bir şekilde ortaya koyduğu gibi, yapılan iyilikler Allah tarafından bilinmektedir.
kultur_2.jpg
İşte bu anlayışın bir sonucudur ki, Osmanlı toplumunda günümüz insanının havsalasının alamayacağı bir uygulama ortaya çıkmıştır. Bu uygulama “sadaka taşı” uygulamasıdır. İlk bakışta bir mana ifade etmiyormuş gibi görünen sadaka taşı ifadesi, Osmanlı toplumunda insanların birbirlerine karşı saygı ve sevgisinin derecesini ifade eden çok yüksek ve ulvi bir anlam taşımaktadır.

Osmanlı toplumunda, cami ve bazen de büyük meydanlar ile imaret ve kütüphane gibi sosyal hizmet veren mekanların önlerinde veya yan taraflarında bir buçuk veya iki metre yüksekliğinde granit veya granit görünümünde, üst tarafı oyulmuş bir taş bulunurdu. Bu taş, sadaka taşıydı. Özellikle yatsı namazına giden Müslümanlar, gece karanlığında o gün vermek istedikleri sadakayı o taşın oyuğuna bırakırlardı. Etraf karanlık olduğu için para bırakan kimse bilinmezdi. Aynı şekilde o gün paraya ihtiyacı olan ve fakat kimseden alma imkanı olmayan ihtiyaç içindeki bir başkası da o taşın yanından geçerken elini taşın oyuğuna sokar ve sadece ihtiyacı olduğu kadarını oradan alırdı. Zira dönemin anlayışına göre kişi, ancak kendi ihtiyacı kadarını alma terbiyesi ile yetişmişti. Böylece ne oraya para bırakan ne de oradan para alan bilinirdi. İşte bu, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, yukarıda işaret ettiğimiz hadis-i şerifinin ortaya çıkardığı bir uygulama idi. Bir dönem İstanbul’da 173 kadar sadaka taşının tespit edildiği belirtilmektedir. Sadaka taşı, ecdadın sadaka verirken bile nasıl bir gizliliğe riayet ettiğinin göstergesidir. Böyle bir uygulamayı dünyanın Müslüman olmayan ülkelerinde görmek mümkün değildir.
 
Üst Alt