Sahabe hayatından...

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
Hendek Savaşı bittikten sonra evine gelen iki cihan serveri yorgun ve aç durumda istirahat etmek için çıkartmış elbiselerini dinlenecekken, Cebrail (a.s) Peygamber Efendimiz’e Yahudilerin ihanetini hatırlatıyor ve Efendimiz’e gereğini yapmasını söylüyor.

Efendimiz de, Benî Kurayza Yahudilerinin üzerine yürümek için tekrar sahabelere haber yolluyor. Korunaklı kalelerine sığınan Yahudiler, “Bize ne yapabilirsiniz?” diyorlar. Efendimiz’in üzerine muazzam bir taş yollamışlar. “Allah, seni insanlara karşı koruyacak habibim” ayet-i kerimesi yüzü suyu hürmetine taş, Efendimiz yerine başka bir sahabenin üzerine geliyor. Sahabe orada şehit oluyor.

Yahudilerin en zayıf yanı, mallarıdır. O dönemde Medine’nin en büyük bahçeleri Yahudilerin elinde. Efendimiz ağaç kesilmesine karşı olmasına rağmen sahabelere ağaçları kesmelerini emrediyor. Malı, canı giden Yahudiler anlaşmak istediklerini bildiriyorlar.

Yahudiler, eskiden kendilerinden sermaye alarak Medine’nin en zenginlerinden olan Saad bin Muaz’ı kendileri lehlerine karar verir diye hakem seçmek istemişler.

Saad bin Muaz ise yaralı. Ok, bileğinden geçen atardamara isabet ettiğinden dolayı kanı oluk oluk akıyor. Muaz, ‘Ya Resulullah daha gencim, güçlüyüm, kuvvetliyim ama bu kandan dolayı öleceğim. İslam’a daha fazla hizmet etmek istiyorum’ diyor. Efendimiz, Saad bin Muaz’ın yarasına tükrüğünü sürerek tedavi ediyor.
 

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
Cesedini ARILARIN KORUDUĞU sahabe
ASIM BİN SABİT R.A.....

Medineliydi...medineli ilk müslümanlardandı...bu aziz sahabe...savaşlarda kahramanlıklar gösteriyordu...ok atmada ustaydı...o yüzden ALLAH RASÜLÜ nün okcusu olarak anılıyordu sahabeler arasında.....

Allah ve Rasülüne çok bağlıydı....öyleki
diğer sahabeler gibi canını malını Allah ve
Rasülü uğrunda feda ediyordu...canından çok seviyordu o alemlere rahmet efendisini..s.a.v.....

Bedir günüydü...bedir savaşında...azılı müşriklerden ukbeyi cehenneme göndermişti.
Bu azılı müşrik, Mekkede Alemlere rahmet Efendimize s.a.v.. çok işkenceler yapmıştı hatta boğmaya teşebbüs etmişti...... Efendimizin hicretinde de öfkesini kinini şu beyitlerle ortaya koymuştu. ....

Ey Kusva adındaki devenin binicisi hicret edip bizden uzaklaştın...Fakat pek yakında beni atlı olarak karşında göreceksin.... Mızrağımı kanınızla sulayacağım. Kılıçla parçalayacağım....diyordu bu azılı kafir....

Bu azılı kafir Bedir günü kafirlerin yenildiğini görünce atını sürüp kaçmak istedi.... Asım r.a...ona doğru hücum etti ve bir hamlede canını cehenneme göndermişti.....

O Uhud günü de alemlere rahmet Efendimizin yanından hiç ayrılmıyordu... Müşriklerin sancaktarı Müsafi İbni Talha ile kardeşi Haris İbni Talhayı ok ile öldürmüştü... Bunların annesi azılı müşrik kadınlarından Sülafe binti Sa'd idi.....

Asım r.a.ın başını kendisine getirene yüz deve vermeyi vaad ediyordu... Ayrıca onun kafatasında şarap içmeye yemin etmişti.. Fakat o kahramanın koruyucusu Allah’tı... Onu o kirli ellere teslim etmedi.......

Uhud savaşından sonraydı...Adal ve Kare kabileleri Efendimize s.a.v gelerek İslamı öğretmek üzere muallimler istemişlerdi... Sevgili Peygamberimiz de hem onların isteğine cevap vermek hem de Kureyş müşriklerinin ne yaptıklarını, yeni bir hücum hazırlığı içinde olup olmadıklarını öğrenmek üzere on kişilik bir heyet hazırlamıştı...

Asım r.a. bu heyetin başkanı idi...Medineden yola çıkan heyet geceleri yol alıyor gündüzleri hem dinleniyor hem de gizlenmiş oluyordu... Reci denilen mevkiye gelince bir su başında Medine'den getirdikleri hurmaları yediler. Çekirdeklerini de oraya attılar ve dağa doğru çıktılar.....

Su başına gelen bir çoban buraya Medineliler'den bir gelen olduğunu hurma çekirdeklerinden anlamıştı...hemen müşrik lere haber vermişti..müşrik kabileleler derhal iki yüz kadar okçu ile o dağın etrafını sarmıştı.... Onları çembere almışlardı.....

Onlara Kesin söz veriyoruz. Sizleri öldürmek istemiyoruz...dediler. Fakat müşrikin sözüne ne kadar güvenilirdi...O yiğit mücahitler kendi aralarında istişare etti ve savaşmaya karar verdiler....
Asım r.a. fikrini şöyle açıklıyordu.. ..
Ben bir müşriğin sözüne güvenemem. Hiçbir zaman da onların sözüne inanmadım. Onların himayesine de girmedim. Onlara teslim olmam..diyordu.. Ellerini açtı ve.....

Allahım Peygamberini durumumuzdan haberdar et. diyerek dua ediyordu...Allah cc bu duaya Cebrail as...hemen gönderdi Eendimize Asım r.a durumunu selamını bildirdi...Efendimiz mesciddeydi sahabelerle beraber..Aleyküm selam dedi.
Sahabelere döndü..asım kardeşiniz şehit oluyor buyurdu..

Çok üzüldü Alemlere rahmet( s.a.v. )10 güzide sahabesine yapılan bu ihanet..pusu...çok üzmüştü efendimizi (s.a.v)...

Asım r.a.. Sadağındaki okları atmaya başladı. Her attığı ok ile bir müşriki yere seriyordu... Okları bitince mızrağı ile hücum etti ve bir çoğunu delik deşik etti. Mızrağı kırıldı. Hemen kılıcını kınından sıyırıp hücuma geçti. Bir taraftan kılıç sallıyor bir taraftan da şu duayı yapıyordu..

Allahım bugüne kadar senin dinini muhafaza etim. .. diyordu...Sen de bugün benim vücudumu müşriklere teslim olmaktan koru....diye niyazda bulunyordu...Rabbine.

Ne gür iman.. Ne izzet.... Ne şahsiyet..... Allahım bizleri de gür imanlı ve müstakim kişilerden eyle Allahım....

İki yüz kişiye karşı bu on mücahit öylesine çarpışıyordu ki yedisi şehit oldu...orada...Üçü esir olarak kafirlerin eline düşüyordu..bu müşrik kafirler Sabit r.a. ın başını keserek Sülafe'ye satmak istiyorkardı...Fakat Asım r.a.duası vardı.

O dua hürmetine Allah Teala cesedine müşrik eli değdirmedi ve onlara teslim etmedi. Bir arı sürüsü bulut gibi geldi ve cesedini koruyordu... Müşrikler yaklaşmak istedikçe arıların hücumuna uğradılar. Sonunda aciz kaldılar.....
Bırakın akşam olunca arılar dağılır biz de başını keseriz diye kendilerini teselli ettiler ve dağılmışlardı... Akşam olunca yokları var eden Allah Teala ve Tekaddes Hazretleri hiç yoktan bir yağmur yağdırdı. Her tarafı sel alıp götürdü. O yüce şehidin cesedi de ortadan kayboldu. Müşrikler ne kadar aradıysa da bulamadılar. Bunun için o: "Arıların koruduğu şehit." diye anılır oldu......

Bu hadise anlatıldığında Hz. Ömer r.a.... şöyle buyururdu....Allah Teala elbette mümin kulunu muhafaza eder. Asım İbni Sabit sağlığında...müşriklerden nasıl korundu ise Allah Teala da ölümünden sonra onun cesedine müşrik eli dokundurmadı...buyuruyordu...

Cenab-ı Hak bizleri de bu imana sahip mü'minler eylesin. Asım (r.a.) gibi şirkten nefret edip onun gibi mücadele etmeyi ve izzetle yaşamayı, o kahraman, şehitin şefaatlerine cümlemizi nail eylesin.”

(Amin)
 

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
Abdullah bin Cafer (r.a.) bir gün kendi çiftliğine giderken yolu üzerinde bir bahçeye inip istirahat eyledi. O bahçenin siyah genç bir bahçıvanı vardı. Bahçeyi beklerdi. O gencin yanına bir köpek geldi. Genç, köpeği görünce köpeğe bir ekmek atıverdi. Köpek onu hemen yedi. Bir ekmek daha verdi. Onu da yedi. Üçüncü bir ekmek daha verdi köpek onu da hemen yedi. Abdullah bin Cafer hazretleri o gencin hâline nazar etti ve:

– Sana bir günde ne kadar ekmek verirler, diye sordu. Genç de:

– Şu gördüğün üç ekmekten fazla vermezler, dedi. Abdullah da:

– Niçin bir günlük nafakanın hepsini kelbe verdin, sen kendini aç koydun, dedi. Genç köle de şöyle cevap verdi:

– Bu mekân köpek yeri değildir. Bildim ki bu kelb uzak yerden gelmiş ve çok acıkmıştır. Onu aç göndermeği revâ görmedim. Onun karnı doysun da ben birgün aç kalır oruç tutarım.

Bu sözü işitince Abdullah bin Cafer yanında hazır bulunanlara hitâben dedi ki:

– Bana niçin bu kadar cömertlik yapıp malını dağıtırsın diye levmederler. Meğer ben cömert değilmişim, bu genç benden daha cömerttir.

Abdullah bin Cafer (r.a.) o genç köleyi ve o beklediği bahçeyi sâhibinden satın alıp genç köleyi âzâd etti, bahçeyi de ona bağışladı.

Böylece hadîs-i şerîfin sırrına mazhar oldu. Hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştu:

“Cûd ve sehâ ile mevsûf olunuz ki Cenâb-ı Allâh hakkınızda cömertlikle muâmele buyursun…”

Cenâb-ı Allâh buyurmuştur ki: “Sen infâk et ben de sana infâk edeyim.”

İşte bu genç köle bir saat içinde hem kölelikten ve hem de fakirlikten kurtuldu ve hem de dünyaca zengin oldu. Âhiretce nâil olacağı mükâfât-ı ebediyye ise şüphesiz daha büyüktür.

(Hz. Mahmûd Sâmî Ramazânoğlu (k.s.), Musâhabe 3, s. 140-141)
 

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
EVLENDİKLERİ GÜNÜN SABAHINDA İKİSİDE ÖLDÜ

Peygamber Efendimizin zamanında Hifa Hatun isminde biri sahabe annemiz vardı. Bu hanım sahabe çok ama çok güzeldi. Onunla evlenebilmek için bir çok sahabe kese kese altın yollar, kimi develer hediye ederdi ama Hifa Hatun hiç birini kabul etmezdi. Bir gün Hifa Hatun, Peygamber Efendimize (s.a.v); "Ey Allah'ın Resulü bana öyle bir ibadet buyurun ki Allah'ın rızasını kazanayım." der. Hifa Hatun Peygamber Efendimizden namaz veya oruç gibi şeyler beklerken Peygamber
Efendimiz (s.a.v); "Ey Hifa! Bekâr insanın imanı yarımdır, sen evlen ki imanın tamam olsun" buyurur.

Hifa Hatun; "Ey Allah'ın Resulü ben yalnız Allah rızası için evlenirim o zaman evleneceğim kişiyi de siz belirleyin" der.
Orada bulunanlar merakla bakarak acaba Peygamber Efendimiz kimi seçecek, Hifa Hatunla kimin evlenmesini isteyecek diye düşünürler. Peygamber (s.a.v); "Yarın sabah namazına ilk gelenle Hifa Hatunu
evlendireceğim" der. Onunla evlenmek isteyenler sabah ilk ben mescide gideceğim hatta bazıları acaba uyumasam da sabah ilk ben mi gitsem diye içlerinden geçirirler. Öte yandan adı Suheyf olan bir sahabe de vardır. Bu sahabe ise parası olmadığı hatta başını sokacak bir evi bile olmadığı için hiç böyle bir niyete dâhil olmaz. Suheyf (r.a), nerede yemek bulursa
orada yemek yer nerede uykusu gelse orada uyur, devamlı Allah Teâlâ'ya ibadetle meşgul olurdu. Kendisini Hifa Hatuna asla layık görmez. Allah Teâlâ'nın takdirine bakın ki Hifa Hatunla evlenmek için niyetlenen her sahabenin uykusu gelir ve hepsi uykuda kalır. Mescide ilk giden ise Suheyf (r.a) olur. Namaz kılındıktan sonra Efendimiz (s.a.v) Hifa Hatunu çağırtıp;
"Seni Suheyf ile evlendirmek istiyorum" der ve Suheyf'e dönerek; "Sen hanımına mehir olarak ne verebilirsin?" buyurur.

Suheyf (r.a) her iki elini açıp;"Ey Allah'ın Resulü benim bir şeyim yok ki.." diyecekken Hifa Hatun, Suheyf (r.a) diğer sahabelerin içinde mahcup olmasın diye bir kese içerisinde ona altın vererek bunu mehiri olarak vermesini söyler. Daha sonra evlendikleri ilk gün Suheyf (r.a), hanımı Hifa Hatuna der ki; "Ey Hifa! Sen benimle sadece Allah (c.c) rızası için evlendin. Bu nedenle sen sabretmek, bende senin gibi müslüman ve dinine sadık biri ile evlendiğim için şükretmek zorundayım. Gel iyisi mi biz seninle bu ilk gecemizi ibadetle geçirelim" der. Sabaha kadar ibadet ederler her secde de gözyaşı dökerler. Sabah olunca Suheyf (r.a) mescide gider. Namazdan sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v); "Ey Suheyf, gece ne yaptığınızı sen mi anlatırsın yoksa ben mi anlatayım?" buyurur.

Suheyf (r.a) ise; "Allah ve Resulü daha iyi bilir" der. Rasulullah (s.a.v); "Sizin gece ki halinizden dolayı Allah (c.c) sizin tüm günahlarınızı affetti." der. Bunun üzerine Suheyf (r.a); "Ey Allah Resulü, ne olur bana dua edin de o halde ben bir daha günah işlemeden Allah (c.c) benim ruhumu alsın" der ve oracıkta ruhunu Rahman'a teslim eder. Bu olay üzerine sahabeler;
"Ey Allah'ın Resulü, gece onların hali nasıldı?" diye merakla sorarlar. Peygamber (s.a.v) buyururlar ki; "Onlar bütün gecelerini Allah için ibadetle geçirdiler." Orada bulunanlar şaşırınca Efendimiz (s.a.v); "Size şaşıracağınız bir haber daha vereyim mi? Az önce Hifa Hatun da evde vefat etti." der.."
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Allahım razı olsun emegıne saglık üstadım..
Gerçekten çok değerli konu, çok teşekkür ederim...
 

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
581 yılında Habeşistanlı köle bir ailenin çocuğu olarak Mekke’de dünyaya geldi. Annesinin adı Hamâme, babasının adı Rebah’tır.

İslamiyet’i ilk kabul edenlerden ve bunu açıktan ilan eden ilk yedi kişiden biridir. Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden Ümeyye’nin kölesi idi.

O zamanlar, her yerde olduğu gibi, Arabistan’da da korkunç bir cahiliyet vardı. İçki, kumar, zina, hırsızlık, zayıfları ezme, zulüm ve ahlâksızlık namına ne varsa hepsi yapılıyordu.

Güçlü kimseler, zayıf kimseleri köle olarak kullanıyorlardı. İşte bu kölelerden birisi de, Bilâl-i Habeşî idi. Fakat bunun diğerlerinden farklı bir hâli vardı. Son derece mert ve dürüst idi. Bunun için Ümeyye, bunu kervanının başını koyar, mallarını bunun vâsıtasıyla uzak yerlere gönderirdi.

Bilâl-i Habeşî hazretlerinin diğer bir özelliği de, sesinin çok güzel olmasıydı. Bunun için düğün ve şenliklerde aranan bir kimseydi.

Bilâl-i Habeşî yine bir gün, bir kervanla Şam’a gitmişti. Bu kervanda, Hz. Ebu Bekir de vardı. İkisi arasındaki dostluk bu yolculukta meydana gelmişti. Bu sırada Mekkelilerin tek gelir kaynağı ticaretti.
İslâm güneşinin doğmasına ve âlemi aydınlatmasına çok az bir zaman varken, işte bu yolculuk yapılmıştı. Hz. Ebu Bekir bu yolculukta gördüğü bir rü’yâ sebebiyle sefer dönüşü iman nuru ile şereflenmişti.
Bir gece yarısı Bilâl-i Habeşî hazretlerinin kapısı çalındı. Uyandığında, kapıdan fısıldayan bir ses duydu:
– Bilâl! Bilâl!

“Gecenin bu saatinde bu ses nedir” diye düşünürken, aynı ses tekrar etti:
– Bilâl! Bilâl!
Karanlıkta korkuyla sesin geldiği tarafa yöneldi. Sesin geldiği tarafa yaklaşıp sordu:
– Sen kimsin?
– Ben Ebû Bekir.
– Gecenin bu saatinde ne istiyorsun? Söyleyeceklerini sabah söyleyemez miydin? Acelen nedir?
– Sabahı beklemeden, sahibin duymadan söylemem lâzımdı, onun için geldim.
– Beni meraklandırdın! Söyleyeceğini hemen söyle!
– Yâ Bilâl! Bu ümmetin peygamberi geldi.
– Kimdir?
– Ebü’l-Kâsım.
– Peki, peygamber olduğunu nasıl anladın?

Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir şöyle cevap verdi:
– Şam yolculuğunda gördüğüm rü’yâyı anlattıktan sonra kendisine, “Yâ Ebe’l Kâsım, sen Allahın Resûlü olduğunu söylüyor, imana davet ediyormuşsun, öyle mi?” diye sordum. O da, (Evet yâ Ebâ Bekir! Rabbim insanlara müjdeleyici ve korkutucu olarak, Hazret-i İbrahim’i gönderdiği gibi beni de bütün insanlara peygamber olarak gönderdi) dedi. Ben de, “Sen bugüne kadar yalan söylemedin. İnanıyorum ki sen Allahın Resulüsün” deyip huzurunda Müslüman oldum. Senin de Müslüman olmanı, ebedî saadete kavuşmanı istiyorum,
Hz. Ebû Bekir’in bu cevabı üzerine, onu yakinen tanıyan, samimiyetinden hiç şüphesi olmayan Bilâl-i Habeşî hazretleri, Kelime-i şehâdeti getirip Müslüman oldu.
Bilâl-i Habeşî, Müslüman olduktan sonra hayatında bambaşka bir safha başladı. Artık o, hak ile batıl arasında vuku bulmak üzere olan çetin bir mücadelenin azimli bir kahramanı, yalnız bir mücahidi olmuştu.
Zalim Ümeyye; O’nun Müslüman olduğunu anladığı zaman, daha da hainleşti, onu İslâm’dan çevirmek için yapmadığı eziyet ve işkence kalmamıştı. Ümeyye, öğlen vakti güneşinin bir yanardağ kesildiği anda, Bilâl’i alır, kızgın kumların üzerine yatırır, sırtına kocaman bir taş koyar ve şöyle derdi: “Muhammed’e küfret; Lat ve Uzza’ya iman et. Yoksa onlara iman edinceye kadar böylece kalacaksın.”
Bilâl’in kızgın kumlar üzerinde sırtı yanar, göğsü yanar, nefesi tıkanır, bu müthiş işkence altında saatlerce kıvranırdı. Fakat dudaklarında daima şu sözler dökülürdü: “Allahu Ahad, Allahu Ahad”, Onun bu durumu, müşrikleri bile hayrete düşürürdü.

Ümeyye b. Halef’in Bilâl’e yaptığı işkencelere çok üzülen Ebu Bekir, ona bu işkenceden vazgeçmesini söyledi. O da: Onun ahlakını bozan sensin, onu bizden uzaklaştıran senden başkası değildir dedi.
Bunun üzerine Ebu Bekir ona şu cevabı verdi: Benim yanımda senin şu kölenden daha güçlü ve kuvvetlisi var. Hem de senin dinindendir. İstersen onu al ve bunu bana ver. Ümeyye b. Halef bu teklifi kabul edip öteki köleyi aldı ve Bilâl’i Ebu Bekir’e verdi. Böylece Ebu Bekir Bilal’i işkenceden kurtarmış oldu.
Bilâl daha sonra diğer ashap ile birlikte Medine’ye hicret etti. Orada Sa’d b. Hayseme’ye misafir oldu. Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik oluşturulunca Bilâl’e de Abdullah b. Abdurrahman el-Has’amî kardeş ilân edildiler. Bu kardeşlik köklü bir şekilde sürüp gitti. Öyle ki Bilâl, Hz. Ömer devrinde Şam’da bulunduğu sırada maaş olarak divandan ona ayrılan hissesinden kardeşine de bir hisse veriyordu.

Hicretten sonra Bilâl-i Habeşî hazretleri, bir gün Mescidi-i Nebi’de iken büyük bir neşe içinde coşuyor, yerinde duramıyor, oynuyordu. Hz. Ömer bu hâlini görünce sordu:
– Yâ Bilâl, bu hâlin nedir? Burasının mescit olduğunu unuttun mu?
– Benim hâlimde ne var ki? İstersen gidip hâlimi Resûlullaha arz edelim, yanlışım varsa tövbe ederim ve bir daha yapmam.
Beraberce Resûlullahın huzuruna gittiler. Hz. Ömer, Peygamber efendimize durumu arz etti:
– Yâ Resûlallah, Bilal, mescidin huşu’unu bozuyor. Burada neşelenip coşuyor, oynuyor.
Peygamber efendimiz Hz. Bilâl’e sordu:
– Yâ Bilâl, böyle neş’eli olmanın sebebi nedir?
– Yâ Resûlallah, cenâb-ı Hak bana hidâyet nasip etti. Ben bir köleydim. Mekke’nin ileri gelenlerinden nice kimseler bu saadete eremediler. Ebedî saâdetten mahrûm kaldılar. Onlara hidâyet nasip olmadı. Ben neşelenmeyeyim de kim neşelensin? Ben oynamayayım da kim oynasın?
– Bilâl’e dokunmayın! Sevinip neşelensin

Medine’de Müslümanlar, namaz vakitlerinin bir şekilde bildirilmesi gerektiğine karar verdiler. Ancak bunun ne şekilde olacağı konusunda fikir birliğine varılamadı. Bu sıralarda Abdullah bin Zeyd, gördüğü bir rüyayı Hazreti Muhammed(sav)’e anlattı.
Rüyasında ezanın bugünkü şeklini duymuştu. Bunun üzerine Muhammed (sav), duyduğu ezanı Bilal’a öğretmesini ve bundan sonra namaz vakitlerinin ezanla duyurulacağını bildirdi. Böylece ilk ezan okuyan (müezzin) Bilal(ra) olmuştur. Bir süre sonra Bilâl-i Habeşî sabah ezanına essalâtü hayrun minnen nevm (namaz uykudan hayırlıdır) şeklinde bir ekleme yaptı ve Muhammed, Bilâl, bu ne güzel söz! Diye onu tasvip etti.

Hz. Bilâl, Resulullah’ın bütün gazalarına katıldı. Bedir gazasında Hz. Bilâl, Mekke’de kendisine her türlü eza ve işkenceyi reva gören Ümeyye’yi görmüş ve şöyle bağırmıştı: “İşte küfrün başı!” Bunun üzerine dikkatleri ona çevrilmiş ve müslümanlar derhal onun ve oğlunun etrafını sararak ikisini de öldürmüşlerdi.
Resulullah, Kâbe’yi putlardan temizledikten sonra müezzini Bilâl, burada ezan okuyarak, ortalığı tevhîd nameleriyle coşturmuştu.

Resul-u Ekrem’in vefatı üzerine, ona karşı büyük bir sevgi duyan Hz. Bilâl, Medine’de kalmaya dayanamayıp, ayrılmak zorunda kaldı. Hz. Ebu Bekir, Bilâl’e yanında kalması için ısrar ettiği halde, Hz. Bilâl ona şöyle demişti: “Eğer sen beni Allah için azat ettinse bırak istediğim yere gideyim; yok kendi nefsin için azat ettinse beni yanında alıkoy!
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir şöyle demişti: “İstediğin yere git!
Resulullah’ın vefatından sonra cihadı, ezana tercih eden Hz. Bilâl, Şam’a gitti ve Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye’de meydana gelen gazalara katıldı.

Hz. Ömer devrinde cihat devam etti. Hz. Bilâl bu cihatlara da katıldı. Hz. Ömer, hicrî onaltıncı yılda Suriye ve Filistin’e gittiği zaman, Bilâl onu karşılamaya çıkarak Câbiye’ye gelmişti. Sonra halifenin maiyetinde Kudüs’e giderek, bu kutsal şehrin teslimi sırasında bulunmuş ve Hz. Ömer ile birlikte Kudüs’e girmişti. Hz. Ömer, burada, Resulullah’ın vefatından beri ezan okumayan Bilâl’den ezan okumasını rica etmiş, Hz. Bilâl de halifenin ısrarına dayanamayarak ezan okumuştu. Bilâl Tevhîd’in bu üstün yanı olan ezanı okumaya başlar başlamaz, Hz. Ömer ve diğer ashab Resulullah (s.a.s.) dönemini hatırlayarak, gözlerinin önüne, geçmiş günleri getirip hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Bilâl’in ezanını dinleyenlerin hepsi, kendilerinden geçmişlerdi.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in irtihâlinden sonra Suriye’ye giden Bilâl,”Havlan” kasabasına yerleşti. O burada huzur içinde yaşıyordu.

Hz. Bilâl, Suriye’de bir müddet kaldıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Peygamber (s.a.s.)’i gördü. Resulullah ona, şöyle demişti: “Beni ziyaret etmeyecek misin?

Hz. Bilâl, uyanır uyanmaz, hazırlığını tamamlayıp Medine yolunu tuttu. Medine’ye gece ulaştı. Oraya varınca Ravza-i Mutahhara’ya yüzünü sürerek, burada Resul-u Ekrem’le birlikte geçirdiği günlerin hatırasını düşünerek ağladı. Bu sırada Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin Bilâl’i görmüş, fecir vaktinde ondan ezan okumasını rica etmişlerdi. Bilâl, (r.a.) onların arzusunu yerine getirerek, Peygamber Mescid’inde ezan okumuştu. Bilâl’in sesini duyan Medineliler, İsrafil suruyla uyandırılmış gibi yerlerinden fırlamış ve ezanı dinlemeye başlamışlardı. Birinci şehadetten sonra Resulullah’ın risâletini ikrar eden şehadet tekrar okunurken, Hz. Peygamber’in kabrinden kalktığını tasavvur ederek evlerinden dışarı fırlamışlardı. Bu sabah, bütün Medine’ye, risalet devrini bütün canlılığı ile yaşatan, herkesin hislerini coşturan, bütün müslümanların Resul-u Ekrem’e karşı duydukları sevgiyi canlandıran Bilâl’in sesi idi.

Hz. Bilâl (r.a.), vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını, sevgililerine kavuşmasındaki zevk ile mezcetmiş; ömrünün son anlarında onun hastalığını gören zevcesi, teessüründen “ah ne acı” dedikçe, Bilâl: “Oh! Ne tatlı!” diyor ve ekliyordu: “Yarın sevgililerle, Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşacağım.” diyordu.
Bilâl-i Habeşî, islâm’ın ahlâkıyla ahlâklanmış, fazîlet ve kemâl sahibi bir sahabî idi. Hz. Bilâl, bütün vaktini, Resul-u Ekrem’e hizmetle geçirdi. O, Resulullah’ın meclislerinde daima hazır bulunurdu. Her namazda, her durum ve işte Resulullah’dan ayrılmazdı. Hz. Peygamber’in hazinedarlığını, Bilâl yapardı. Çarşı ve pazardan alınacak her şeyi o tedarik eder, icabında ödünç para alır, Resulullah’ın evinin ihtiyaçlarını sağlar, sonra da müsait zamanlarda o borçları öderdi.

Hz. Bilâl’in doğruluk ve ahlâki, İslâm’a bağlılığı takdir edilmekte ve övülmekteydi. Artık o, siyahî bir köle değil, ashabın ileri gelenlerinden ve İslâm devletinin yönetiminde söz sahibi olan müminlerden biriydi.
Hz. Bilâl, uzun boylu, zayıf, ince ve koyu esmerdi. Ömrünün sonlarına doğru saçlarının çoğu beyazlaşmıştı
Bilâl-i Habeşî, 641 yılında vefat etti Şam’daki Ehl-i Beyt mezarı olarak bilinen Dımaşk’ın. Bab’üs Sağîr mezarlığına defnedilmiştir.
Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ
Kaynaklar:
  1. hadis ansikopedisi
  2. islamiyet
  3. hadisler
 

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
Ümmü Varaka (r.anha)

Ümmü Varaka (r.anha), Allah yolunda cihat etmeyi ve şehit olmayı çok arzulayan biriydi. Bedir Savaşı için ordu hazırlandığında Peygamberimize geldi ve “Ey Allah’ın Resûl’ü, müsaade etseniz de sizinle birlikte harbe katılsam! Yaralılarınızı tedavi eder, hastalara bakarım. Belki Allah yolunda şehitlik de nasip olur…” diye ricada bulundu. Fakat Peygamberimiz hiçbir kadının Bedir Savaşı’na katılmasına izin vermedi. Ama Ümmü Varaka’yı “Allah sana şehitlik nasip edecektir.” diye müjdeledi. Bundan böyle Resûlullah (a.s.m.) ona her gördüğü yerde “Şehide” diye hitap etti.

Peygamberimiz zaman zaman Ümmü Varaka’yı ziyaret eder, hâlini hatırını sorardı. Sahabiler de onu sayarlardı.
Ümmü Varaka (r.anha) dinî meselelerde bilgi sahibiydi. İslamiyet’i en güzel şekilde yaşamaya gayret gösterirdi. Ev halkına bu hususta yardımcı olurdu.

Onun biri erkek biri de kadın iki kölesi vardı. Vefatından sonra onların hürriyetlerine kavuşturulmalarını vasiyet etmişti. Köleler hırsa kapıldılar. Şeytanın da telkiniyle, “bir an önce hürriyetlerine kavuşmak” düşüncesiyle, Ümmü Varaka’yı şehit ettiler.

Hadise Hz. Ömer’in hilafeti devrinde olmuştu. Ömer (r.a.) bunu duyar duymaz, “Resûlullah doğru söyledi.” dedi. Resûlullah’ın müjdelediği şehitliğin gerçekleştiğini anlamıştı.

Bu hadise bütün Müslümanları derinden üzdü. Hz. Ömer suçluların derhâl yakalanmasını emretti. Suçlular yakalandılar. Suçlarının cezasını idam edilerek ödediler. Medine’de asılarak idam edilen ilk suçlular bu iki köle oldu.

Hz. Ömer zaman zaman arkadaşlarına, “Kalkın, gidip şu şehidenin kabrini ziyaret edelim.” derdi. Sonra da hep birlikte kabri ziyaret ederlerdi.
Allah onlardan razı olsun![1]

______________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 5: 626.
Yazar:
Sahabeler Ansiklopedisi
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
Ümmü Ümâre (r.anha)

Medineli Müslümanlar, Peygamberimize ve ona iman edenlere kucak açmışlardı. Onları bağırlarına basmak için sabırsızlanıyorlardı. 2’si kadın 75 kişi, Resûlullah ile görüşmek, onu Medine’ye davet etmek gayesiyle Akabe’ye geldiler. İşte, bu iki kadından birisi, asıl ismi “Nesîbe” olan Ümmü Ümâre idi (r.anha).

Ümmü Ümâre (r.a.), Peygamberimizin Medine’ye İslamiyet’i öğretmek için gönderdiği Mus’ab bin Ümeyir (r.a.) vasıtasıyla Müslüman olmuştu. Kuvvetli bir imana sahipti. Allah ve Resûl’ü yolunda hayatını ortaya koymaktan çekinmezdi. Nitekim Uhud Savaşı’nın en şiddetli ânında vücudunu Resûlullah’a (a.s.m.) siper etmiş, örnek kahramanlığıyla ismini tarihe altın harflerle yazdırmıştı. Hadiseyi kendisinden dinleyelim:

“Uhud’a gitmiştim. Müslümanlar ne yapıyor bir bakayım, diye düşünmüştüm. Yanımda su da vardı. Resûlullah’ın yanına kadar yaklaştım. Sahabilerin arasındaydı. Galibiyet Müslümanlardaydı. Fakat çok geçmeden mağlup duruma düştüler. Resûlullah’ın etrafındaki sahabiler ya dağılıyorlar veya şehit oluyorlardı. Etrafında çok az kimse kalmıştı.

“Resûlullah’a bir zarar gelmesinden endişe duydum! Hemen yetiştim. Müşriklere karşı savaşmaya başladım. Kılıçla, okla müşrikleri Resûlullah’tan uzaklaştırıyordum. Bu arada yaralandım.

“Resûlullah’ın yanında 10 kişi kalmıştı. Ben, oğullarım ve beyim, Resûlullah’ın önünde müşriklerle çarpışıyor, onları uzaklaştırmaya çalışıyorduk. Resûlullah yanımda kalkan olmadığını gördü. Kalkanı olan birine, ‘Ey kalkan sahibi, kalkanını savaşana bırak!’ buyurdu. Ben o kalkanı alıp kendimi korumaya başladım.

“Derken, bir süvari bana vurdu. Kalkanımla korundum. Hemen ardından atının ayaklarına kılıçla vurdum. At, sırtının üzerine yıkıldı. Adam düştü. Resûlullah bunu görünce oğluma, ‘Ey Ümmü Ümâre’nin oğlu, annene yardım et!’ buyurdu.”
Savaş bu minval üzere devam ediyordu. Nesîbe Hatun, Resûlullah’ın etrafında âdeta bir pervane olmuştu. Dönüp duruyordu. Peygamberimiz savaş sonrasında, “Uhud Günü sağıma soluma döndükçe hep Ümmü Ümâre’yi yanı başımda çarpışırken görüyordum.” buyurarak onun bu fedakârlığını takdir etmişti.

Bir ara Ümmü Ümâre’nin (r.anha) oğlu yaralanmıştı. Buna çok üzüldü. Fakat bunun sebebi oğluna olan şefkati değil, onun Resûlullah’ı korumasından geri kalmasıydı. Oğlunu da üzen sebep buydu. Hemen ciğerparesinin yanına gitti. Yarasını sardı, sonra da, “Kalk yavrucuğum, müşriklerle çarpışmaya devam et!” dedi. Onun Resûlullah’ı korumaktan geri kalmasına gönlü razı olmuyordu. Peygamberimiz (a.s.m.), Nesîbe Hatun’un (r.anha) bu fedakârlığı karşısında, “Ey Ümmü Ümâre, senin katlandığın, dayanabildiğin şeye herkes katlanabilir, dayanabilir mi?” buyurarak ona iltifat etti.

Ümmü Ümâre’nin (r.anha) oğlu hemen ayağa kalktı, müşriklerle çarpışmaya devam etti. Bir ara oğlunu yaralayan müşrik oradan geçiyordu. Peygamberimiz (a.s.m.), “İşte, oğlunu vuran adam şu!” buyurdu. Bu büyük İslam mücahidesi hemen harekete geçti. Bir kılıç darbesiyle adamın ayaklarını kesti. Peygamberimiz, mübarek dişleri görününceye kadar bu manzaraya tebessüm etti.

Müşrikler her yandan saldırıyorlar, Resûlullah’ın vücudunu ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bir ara azılı müşrik İbni Kamiâ, Peygamberimizin yanına kadar sokulmuştu. Bir fırsatını bulunca da Peygamberimizin yüzünü yaraladı, iki dişini de şehit etti. Bir anda Resûlullah’ın yüzünü kanlar içinde gören Ümmü Ümâre, azılı müşriğin üzerine hücum etti. Birkaç darbe indirdi. Fakat İbni Kamiâ üst üste iki zırh giymişti. Bu sebeple vuruşları ona tesir etmedi. Bu arada bu nasipsiz müşriğin darbesiyle omuzundan ağır bir şekilde yaralandı. Yetişen sahabiler İbni Kamiâ’yı geri püskürttüler.

Peygamberimiz onun yaralandığını görünce, oğlu Abdullah’a (r.a.), “Annenin yarasını sar!” buyurdu. Sonra da bu bahtiyar aileye şu müjdeyi verdi:

“Allah’ın bereketi üzerinize olsun! Annenin makamı, filan ve filanın makamından hayırlıdır. Babanın makamı da filan ve fılancanınkinden hayırlıdır. Senin makamın ise, filanların makamından hayırlıdır. Allah sizin ailenize rahmet etsin!”
Nesîbe Hatun bunları duymuştu. Sevincine diyecek yoktu. Fakat o, bu fırsatı daha iyi değerlendirmek istiyordu, “Yâ Resûlallah, dua edin de cennette sana komşu olalım!” ricasında bulundu. Resûlullah (a.s.m.) bu bahtiyar kadını kırmadı. Ellerini açtı, “Allah’ım, bunları cennette bana komşu ve arkadaş eyle!” diye dua etti. Artık Nesîbe Hatun’un (r.anha) sevincine diyecek yoktu. “Bu kadar yeter! Bana artık ne musibet gelirse gelsin basittir.” diye sevincini açıkladı.

Uhud Savaşı’nın sonunda, Hz. Ümmü Ümâre’nin 12-13 yerinden yaralandığı tespit edildi. Bunların en ağırı, omuzundan aldığı yaraydı. Bir yıl onun tedavisiyle uğraştı.

Ümmü Ümâre’nin (r.anha) Resûlullah’ın yanında apayrı bir yeri vardı. Zaman zaman onun ziyaretine gider, gönlünü alırdı. Bir defasında yine ziyaretine gitmişti. Yarasının ne durumda olduğunu sordu. Evdekilerle bir müddet sohbet etti. Ümmü Ümâre (r.anha) bu ziyaretten son derece memnun olmuştu. Evde olan şeylerden Resûlullah’ın önüne bir sofra kurdu. Fakat kendisi sofraya oturmadı. Peygamberimiz, “Gel, sen de ye.” buyurdu. Hz. Ümmü Ümâre, “Ey Allah’ın Resûl’ü, ben oruçluyum.” dedi. Onun ibadete gösterdiği bu hassasiyet Peygamberimizin hoşuna gitti. Ona şu müjdeyi verdi:
“Bir oruçlunun yanında yemek yenildiği zaman, sofra kalkıncaya kadar melekler oruçluya dua ederler.”

Ümmü Ümâre (r.anha), Uhud Savaşı’ndan başka, Peygamberimizle birlikte, Hayber ve Huneyn Savaşlarına katıldı, Umre Seferi’nde bulundu.

Nesîbe Hatun aynı zamanda iyi bir anneydi. Çocuklarını en güzel şekilde terbiye etmiş, onları birer mücahit olarak yetiştirmişti. Bu fedakâr evlatlar, hayatları pahasına da olsa hak ve hakikati söylemekten çekinmezlerdi.
Peygamberimizin ahirete irtihâlinden sonraydı… Ümmü Ümâre’nin oğlu Habib (r.a.), Amman’dan Medine’ye gelirken, yolda Yalancı Peygamber Müseylimetü’l-Kezzâb’la karşılaşmıştı. Müseylime, Habib’e (r.a.) hitaben, “Sen Muhammed’in peygamberliğini tasdik ediyor musun?” diye sordu. Hz. Habib, “Evet.” dedi. Müseylime, “Benim de Allah’ın Resûl’ü olduğuma şehadet getirmez misin?” diye sordu. Bu kahraman sahabi, “Asla böyle bir şey söyleyemem!” dedi. Müseylime, Hz. Habib’in kolunu kesti, sonra sözünü tekrarladı. Habib (r.a.) yine kabul etmedi. Diğer kolunu da kesti, yine sordu. Hz. Habib, imanından aldığı güçle yine “Hayır.” cevabını verdi. Çok kızan Müseylime, onu feci bir şekilde şehit etti.
Bu haber Ümmü Ümâre’ye (r.anha) ulaştığında, bunu sabır ve metanet ile karşıladı. Onun ebedî saadete ermesi, üzüntülerini hafifletmeye kâfi geldi. Zaten onu bu günler için yetiştirmişti. Onu asıl üzen, peygamberlik iddiasında bulunan bu yalancının hâlâ ortalarda dolaşmasıydı. “Müslümanlar bir gün bu zalime haddini bildirmek üzere ordu hazırlarsa, o zaman kılıcımı çekip bu orduya katılacağım.” dedi. Sabırsızlıkla bu günleri bekledi.

Nihayet beklediği an geldi. Hz. Ebû Bekir, meşhur İslam kumandanı Hz. Hâlid kumandasında bir ordu hazırlayıp Müseylime’nin üzerine gönderdi. Bu orduda diğer oğlu Abdullah ile (r.a.) birlikte Ümmü Ümâre de bulunuyordu.
İki ordu Yemâme’de karşılaştı. Aralarında şiddetli bir savaş oldu. Ümmü Ümâre (r.anha) büyük kahramanlıklar gösterdi. Birkaç yerinden yaralandı. Neticede Müseylime’nin ordusu mağlup edildi. Hz. Abdullah, Müseylime’yi ağır bir şekilde yaraladı. Ashâb’dan Vahşî de (r.a.) son darbeyi indirerek canını cehenneme gönderdi.

“Müseylime’nin öldürüldüğü” haberini alan Ümmü Ümâre (r.anha) sevinçten şükür secdesine kapandı. Bu günleri gösterdiği için Cenâb-ı Hakk’a hamd etti.

Ordu Medine’ye döndüğünde, Hz. Ebû Bekir bu kahraman kadını ziyaret etti, “Geçmiş olsun.” dileğinde bulundu. Halifeliği müddetince de ona izzet ve ikramdan geri kalmadı.

Bu bahtiyar kadına Hz. Ömer de büyük iltifatlarda bulunurdu. Zaman zaman ziyaretine giderek gönlünü alırdı. Çeşitli hediyelerle taltif ederdi.

Ümmü Ümâre’nin (r.anha) nerede ve ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir.
Allah ondan razı olsun![1]

[1]Tabakât, 8: 412-415.

Yazar:
Sahabeler Ansiklopedisi
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Üst Alt