3-)İkinci risâle redd-i revâfıd tercemesi

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Cevap: 3-)ikinci risâle redd-i revâfıd tercemesi

Onu söz birliği ile halîfe yapdı). Eshâb-ı kirâm “radıyallahü anhüm” söz birliği ile Ebû Bekr, Alî ve Abbâsdan “radıyallahü anhüm” birinin halîfe olmasını istedi. Alî ile Abbâs, Ebû Bekrin halîfe olmasına karşı birşey söylemedi. İkisi de, Ebû Bekrin halîfeliğini kabûl etdi. Böylece, Ebû Bekr, söz birliği ile halîfe seçilmiş oldu. Ebû Bekrin halîfeliği haklı olmasaydı, Alî ile Abbâs, kabûl etmez, haklarını isterdi. Nitekim, Alî “radıyallahü anh” Muâviyenin “radıyallahü anh” halîfeliğini haklı görmediği için, kabûl etmedi. Muâviyenin askeri ve kuvveti, kendisinden dahâ çok olduğu hâlde, hakkını istedi ve çok kimsenin ölümüne sebeb oldu. Hâlbuki, Ebû Bekrden hak istemesi pek kolay idi ve kolay seçilirdi. Çünki, o zemân, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânına dahâ yakın idi ve hakkı meydâna çıkarmak isteği herkesde çok vardı. Bundan başka Abbâs, Alîden halîfe olmasını istedi. O, kabûl etmedi. Kendini dahâ haklı görseydi kabûl ederdi. Hâlbuki Zübeyr, o büyük şöhreti ve cesâreti ile bütün Hâşim oğulları ve başka birçok Sahâbî, Alî ile “radıyallahü anhüm” berâber idi. Ebû Bekrin hak üzere halîfe olduğunu göstermeğe, bu icmâ’ [sözbirliği] yetişir. Bunu bozacak bir emr, hattâ bir işâret bile bulunmaması, haklı olduğunu dahâ kuvvetlendirmekdedir. Hattâ, âlimlerin çoğuna göre, icmâ’ı ümmet, ya’nî Eshâbın söz birliği, meşhûr olmıyan emrden dahâ kuvvetlidir. Çünki, icmâ’ olunan bir iş, kesin olarak doğrudur. Meşhûr olmıyan emr ise, zan ile doğrudur. Şunu da bildirelim ki, Ebû Bekrin halîfe olması için işâret, hattâ emr de vardır. Tefsîr ve hadîs ilmlerinin derin âlimleri, bunları bildirmekdedir. Evet, Ehl-i sünnetin derin âlimlerinden çoğuna göre, böyle bir emr yokdur. Fekat bu söz, başkasının da hakkı bulunmadığını göstermekdedir. Bundan da, Ebû Bekrin, söz birliği ile, haklı halîfe olduğu ve Alîye, istemiyerek, idâre-i maslahat için kabûl etdi denilemiyeceği meydâna çıkmakdadır. Sahâbe-i kirâm, doğruyu kabûl etmez kimseler olsaydı, o zemân idâre-i maslahat düşünülebilirdi. (Zemânların en iyisi benim zemânımdır) hadîs-i şerîfi ile şereflenmiş kimseleri idâre etmek için, hakdan vazgeçmek, Alîye “radıyallahü anh” yakışdırılır mı?
Osmân bin Abdürrahmân İbnissalâh [Aks-ül-amel kitâbı Londrada basılmışdır. 577-643 (m. 1245)] ve Abdül’azîm Münzirî [581-656] “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” buyuruyorlar ki, Eshâb-ı kirâmın hepsi âdildir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, kesin olarak Cennete gidecekdir. Hadîd sûresi, onuncu âyetinde meâlen, (Ey mü’minler! Sizden, Mekkenin fethinden önce Allahü teâlâ için mal veren ve muhârebe edenlere, fethden sonra verenlerden ve harb edenlerden dahâ yüksek derece vardır. Bunların dereceleri eşit değildir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Cevap: 3-)ikinci risâle redd-i revâfıd tercemesi

Hepsi için Cenneti söz veriyorum) buyuruldu. Demek ki, Eshâb-ı kirâmın hepsi Cennete girecekdir. Bu âyet-i kerîmede mal ve cân verenlere söz verilmesi, sadaka vermiyen ve cihâd etmiyenlerin Cennete girmiyeceğini göstermez. [Beydâvî ve Hüseynî ve Mevâkıb tefsîrlerinde diyor ki, müfessirlerin çoğuna göre, bu âyet-i kerîme, Ebû Bekr-i Sıddîkın şânının yüksekliğini bildirmek için geldi. Çünki ilk önce îmân etdi ve malını dağıtdı ve kâfirlerle döğüşdü.]
İmâm-ı Alî “radıyallahü anh”, halîfelik hakkı olduğunu bildiği hâlde, hoş geçinmek için, istemiyerek hazret-i Ebû Bekri kabûl etdi demek, O Allahın arslanını küçültmek olur. Çünki, hakkı, doğruyu söylememek günâhdır. İstemiyerek iş yapmak ise, en aşağı bir mü’minin beğenmediği şeydir. Allahın arslanı ve Resûlullahın dâmâdı, cesâretde ve kahramanlıkda eşi bulunmıyan Emir, böyle beğenilmiyen işi yapacak kadar küçülür mü? Câhiller, ne aşırı taşkınlık yapıyor ki, hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” yükselteceğiz diye, kötülüyorlar. Onu aşağılamağı, övmek sanıyorlar.
5- Mâverâ’ünnehr âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” diyor ki: Üç halîfeyi ve Resûlullahın temiz olan zevcelerinden birkaçını söğmek, bunlara la’net etmek küfrdür. Buna câiz diyeni cezâlandırmak lâzım olur.
Risâlede, buna cevâb olarak diyor ki: (Akâid-i Nesefî şârihi, Şeyhaynı [Ebû Bekr ile Ömeri] söğmenin küfr olacağını kabûl etmiyor. [(Akâid-i Nesefiyye) kitâbını Ömer ibni Muhammed Nesefî yazmışdır. 461-537, Semerkanddadır. (Zahîre) ismindeki fıkh kitâbı kıymetlidir. (Akâid-i Nesefiyye)yi, çok âlimler şerh etmişdir. En meşhûr şerhi, Mes’ûd bin Ömer Sa’deddîn-i Teftâzânînindir. 722-792 Semerkanddadır.] (Câmi’ul-usûl) sâhibi, Şeyhayni söğenleri İslâm fırkalarından saymışdır. (Mevâkıf) kitâbı da, böyle demekdedir. [Câmi’ul-usûl kitâbını Mubârek bin Muhammed ibni Esîr yazmışdır. 544-606 Mûsuldadır. Mevâkıf kitâbını, kâdı Adûd Abdürrahmân bin Ahmed yazmışdır. Çok kıymetli akâid kitâbıdır. Şerhleri içinde en meşhûru, seyyid şerîf Alî bin Muhammed Cürcânînin [740-816, Şîrâzda] ve Muhammed bin Es’ad Celâleddin Devânîninkidir. Devânînin fârisî (Ahlâk-ı Celâlî) kitâbı meşhûr olup basılmışdır ve İngilizceye terceme edilmişdir. [829-908] Abdülhakîm Siyalkütî Hindînin [1068 [m. 1658] Hindistânda] Seyyid şerîf Alî şerhine olan hâşiyesi meşhûr olup basılmışdır.] İmâm-ı Muhammed Gazâlî [450-505 [m. 1111] Tus şehrinde], Şeyhaynı söğmek küfr olmaz, diyor. Ebül-Hasen Eş’arî [Alî bin İsmâ’îl 266-330 (m. 941 Bağdâd)] nemâz kılan kimseye kâfir denemez diyor.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Cevap: 3-)ikinci risâle redd-i revâfıd tercemesi

O hâlde, Şeyhayni söğenleri kâfir bilmek, din âlimlerinin kitâblarına ve Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymamakdadır.)
Cevâbında deriz ki, Şeyhayni “radıyallahü teâlâ anhümâ” söğmek küfrdür. Hadîs-i şerîfler, küfr olduğunu göstermekdedirler. Taberânînin [Süleyman bin Ahmed 260-360 [m. 971] İsfehânda] ve Hâkimin [Muhammed bin Abdüllah 321-405 [m. 1014] Nişâpurda] bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ beni seçdi. Benim için, insanlar arasından en iyilerini Eshâb [arkadaş] olarak seçdi. Eshâbım arasından bana, vezîrler, yardımcılar ve akrabâ ayırdı. Onlara söğene, Allahü teâlâ ve melekler ve insanlar la’net eylesin! Onları söğenlerin ne farzlarını, ne de sünnetlerini, Allahü teâlâ kabûl etmez) buyurdu. Hadîs âlimi Alî bin Ömer Dârekutnînin bildirdiği hadîs-i şerîfde: (Benden sonra, ba’zı kimseler meydâna çıkacak. Onlara rastlarsanız, öldürünüz! Çünki, onlar, müşrikdir [kâfirdir]). Alî “radıyallahü anh”, bunların alâmeti nedir? diye sordu. (Onlar sana aşırı bağlılık gösterecek, sende bulunmıyan şeyleri, sana söyliyeceklerdir. Kendilerinden önce gelen din büyüklerini kötüliyeceklerdir) buyurdu. [Dârekutn, Bağdâdda bir köydür. 306-385 Bağdâdda.] Aynı kitâbda, (Bunlar, Ebû Bekrle Ömeri kötülerler. Bunlara söğerler. Eshâbıma söğenlere, Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar la’net etsin) buyurdu. Buna benzeyen hadîs-i şerîfler, pek çokdur ve çoğu meşhûr olduğundan, burada yazmaya lüzûm yokdur.
Şeyhaynı söğmek, onlara düşmanlık etmek demekdir. Onlara düşmanlık ise, küfrdür. Çünki, hadîs-i şerîfde, (Onlara düşmanlık bana düşmanlıkdır. Onları incitmek, beni incitmekdir. Beni incitmek de, Allahü teâlâya eziyyet etmekdir) buyuruldu. Alî bin Hasen ibni Asâkirin [499-571 Şâmda] bildirdiği hadîs-i şerîfde,(Ebû Bekr ile Ömeri “radıyallahü anhümâ” sevmek îmândır. Bunlara düşmanlık küfrdür) buyuruldu. Bir mü’mine kâfir diyen kâfir olur. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir kimse bir mü’mine, onun kâfir olduğunu bildiren bir söz söylerse, [meselâ Ey Allahın düşmanı derse] kendisi kâfir olur) buyuruldu. O hâlde, Şeyhayne kâfir diyen, Onları kâfir bilen, kâfir olur. Biz iyi biliyoruz ki, Ebû Bekr ile Ömer “radıyallahü anhümâ” mü’mindirler. Allahü teâlânın düşmanı değildirler. Cennet ile müjdelenmişdirler. O hâlde, bunlara kâfir diyen, kâfir olur. Yukarıdaki son hadîs-i şerîfi, gerçi bir kişi bildirmişdir. Fekat, mü’mini kâfir yapanın, kâfir olacağı, bundan anlaşılmakdadır. Şu kadar var ki, buna inanmıyan kâfir olmaz. Zemânın büyük âlimi olan Ebû Zür’a Râzî buyuruyor ki: (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbından birisini kötüleyen kimse, zındıkdır. Çünki, Kur’ân-ı kerîm, elbette doğrudur, Resûlullah elbette doğru söyler.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Cevap: 3-)ikinci risâle redd-i revâfıd tercemesi

Bizlere bunlardan gelen haberler, elbette doğrudur. Bunların hepsi, Eshâb-ı kirâmı övmekde, yükseltmekdedir. Bunları kötülemek, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere inanmamak olur. Bu ise, zındıklık, dalâlet, sapıklıkdır). Sehl bin Abdüllah Tüsterî [200-283 [m. 896] Basrada] buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâmı büyük bilmeyen kimse, Resûlullaha îmân etmiş olmaz). Abdüllah bin Mubârekden [116-181 [m. 797]Irakda] soruldu ki, Mu’âviye ile Ömer bin Abdül’azîzden hangisi dahâ üstündür? Cevâbında buyurdu ki, Mu’âviye “radıyallahü anh” [79 yaşında iken 60 [m. 680] da Şâmda vefât] Resûlullahın yanında giderken, atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdül’azîzden katkat dahâ üstündür. Böylece, Resûlullahın sohbetinin ve mubârek yüzünü görmenin sebeb olduğu yüksekliğe, hiçbir yükseklik yetişemeyeceğini bildirdi. [Ömer bin Abdül’azîz, sekizinci Emevî halîfesi olup âlim ve çok dindâr idi. Yüzbir senesinde, 41 yaşında şehîd edildi. Malatyayı Rumlardan, yüz bin esîr karşılığı satın almışdır.] Bu üstünlük, başka bir kıymet karışmadan yalnız sohbetin üstünlüğüdür ve bütün Eshâbda vardır. Buna başka kıymetler de ekliyen, meselâ Resûlullah ile birlikde cihâd eden ve sonra gelen mü’minlere, Ondan işitdiklerini bildiren veyâ Onun uğrunda malını harc eden sahâbî elbet dahâ yüksek, dahâ üstün olur. Hiç şübhe yok ki, iki halîfe, Eshâbın büyüklerindendi. Hattâ, en üstünleri idi. O hâlde, Şeyhayne kâfir demek, hattâ, biraz küçültmek, küfr olur. Zındıklık olur. Doğru yoldan ayrılmak olur. Şemsül’eimme Muhammed bin Ahmed Serahsînin (483 [m. 1090] Türkistanda) (Muhît) kitâbında diyor ki: (Şeyhaynı kötüliyen imâmın arkasında nemâz kılmak câiz değildir. Çünki bu, Ebû Bekrin “radıyallahü anh” halîfe olduğunu kabûl etmiyor. Hâlbuki, Onun hak halîfe seçildiğini bütün Eshâb sözbirliği ile bildirdi). Tâhir bin Ahmed Buhârînin [542] (Hulâsa) adındaki fetvâ kitâbında diyor ki, (Ebû Bekrin hilâfetine inanmıyan kâfir olur. Bid’at sâhibi olanın arkasında nemâz kılmak mekrûhdur. Bid’atı küfre varırsa ona uyanın nemâzı sahîh olmaz. Küfre sebeb olmazsa, sahîh fekat mekrûh olur. Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” hilâfetine inanmıyanın da kâfir olduğu, dahâ doğrudur). Bunların halîfeliklerine inanmıyan kâfir olunca, yâ bunlara söğenlerin, la’net edenlerin ne olacağını düşünmeli. Görülüyor ki, bu taşkınlıklara küfr demek, hadîs-i şerîflere ve din âlimlerinin sözlerine tam uygun olmakdadır. Ehl-i sünnet âlimlerinden birkaçının “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bunlara kâfir denilmez buyurması, taşkınlık yapmıyan kimseler içindir. Böylece sözleri, hadîs-i şerîflere ve âlimlerin sözbirliğine uydurulmuş olur.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Cevap: 3-)ikinci risâle redd-i revâfıd tercemesi

Risâle, (Âişe-i Sıddîkaya “radıyallahü teâlâ anhâ” da söğüyor, la’net ediyor. Âyet-i kerîmeye ve hadîs-i şerîfe uymadığı için Ona la’net edilir diyorlar. Ona, -hâşâ- kötü diyorlar. Ahzâb sûresi, otuzüçüncü âyetinde: (Evlerinizde oturunuz) buyurulduğu hâlde, bu emri dinlemeyip, Deve vak’asında, Alî “radıyallahü anh” ile harb etdi. Hâlbuki hadîs-i şerîfde, (Seninle harb eden, benimle harb etmiş gibidir) buyuruldu. Demek ki, Alî ile harb, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile harb etmek demekdir. Peygamber ile harb eden ise, kâfirdir. Onun için, Âişeye söğmek, la’net etmek lâzım olur), dediler.
Buna cevâb olarak deriz ki, (Evlerinizde oturunuz!) emri, her zemân, her hâlde evde oturun, dışarıya hiç çıkmayın demek değildir. Zevcelerinden ba’zısının, Resûlullah ile birlikde sefere gitmesi, böyle olmadığını göstermekdedir. Demek ki, evlerinizde oturunuz emri, belli zemân ve belli hâller içindir. Bir şeyin bütününü söyleyip bir parçasını kasd etmeğe benzer. Böyle sözler ise, kesin olmaz. Müctehidin, bu bütünden, bir başka parçayı anlaması câiz olur. Çünki, bütün parçalarda ortak bulunan özellikler vardır. Âişe “radıyallahü anhâ”, şübhe yok ki, âlim idi ve müctehid idi. Tirmüzînin kitâbında Ebû Mûsel-eş’arî [Resûlullahın vâlîlerinden idi. Yazılara târîh konmasına sebeb olmuşdur. 51 de Kûfede vefât etdi.] buyuruyor ki, Eshâb-ı kirâm, birşey öğrenmek isteseydi, hazret-i Âişeye gidip, sorar, öğrenirdi. Yine Tirmüzî kitâbında, Mûsâ bin Talha diyor ki, Âişeden dahâ fasîh, düzgün konuşan görmedim. Âişe “radıyallahü anhâ”, o derin ilmi sebebi ile âyet-i kerîmenin özünü anlamış, ba’zı zemânda, ba’zı işler için çıkmak istisnâsına uyarak çıkmışdır. Âyet-i kerîmeden çıkan ma’nâ, örtüsüz, açık olarak çıkmayınız demekdir. Nitekim âyet-i kerîmenin sonunda meâlen, (Önceki câhillik zemânında, kadınların yapdığı gibi, zînetlerinizi, süslerinizi erkeklere göstermeyiniz!) buyuruldu. Örtülü olarak, evden çıkmanın câiz olacağı buradan anlaşılmakdadır. Âişenin “radıyallahü anhâ” Deve vak’asına çıkması, harb etmek için değildi. İslâh etmek, fitneyi basdırmak içindi. Târîhlerin dediği gibi harb için olsa da, yine zararı yokdur. Çünki, ictihâdı ile hareket etmişdi. Keyfi ile, kendiliğinden çıkmış değildi. Nitekim, Şerh-i mevâkıf, Seyfüddîn Alî Âmidîden “rahmetullahi aleyh” haber veriyor ki, Deve ve Sıffîn vak’aları, ictihâd yüzünden idi. Müctehid yanılırsa, birşey denemez. Enfâl sûresi, altmışsekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın önceden kitâbı olmasaydı, yapdıklarınızdan dolayı büyük azâb çekerdiniz) buyuruldu. Beydâvî bunu tefsîr ederken (Allahü teâlâ açıkça yasak etdiği şey yapılmadıkça azâb yapmıyacağını, önceden Levhil mahfûzda yazdı.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Cevap: 3-)ikinci risâle redd-i revâfıd tercemesi

Hatâ edene, yanılana azâb etmiyeceğini hükm etmeseydi...) diyor. Şunu da bildirelim ki, müctehidin yanılması, Allahü teâlâdan bir rahmetdir, hidâyetdir. Abdüddar bin Kuseyoğullarından Rezin bin Mu’âviye (524)nin kitâbında, Ömer “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benden sonra, Eshâbımın ayrılığını Rabbimden sordum. Rabbim bildirdi ki: Ey sevgili Peygamberim Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm”! Senin Eshâbın, gökdeki yıldızlar gibidir. Ba’zısı, ba’zısından dahâ parlakdır. Hepsi ışık saçmakdadır. Onlardan birinin yolunda giden hidâyete kavuşur). Sonra, şu hadîs-i şerîfi buyurdu: (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Herhangi birine uyarsanız, hidâyet, selâmet bulursunuz!)
(Ey Alî! Seninle harb, benimle harb demekdir) hadîs-i şerîfini, Âişe “radıyallahü anhâ” belki işitmemişdir. Yâhud, belli bir harb için buyurulmuşdur. Veyâhud, zemân-ı se’âdetde yapdığı harbler demekdir.
Bu risâlede, bozuk düşüncelerine herkesi inandırmak ve Ehl-i sünneti mağlûb etmek için diyor ki: (Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, iki gözü görmiyen İbni ümm-i Mektûm ile konuşurken, zevcelerinden biri yanlarına gelince, üzülüp (O görmüyorsa da, sen görüyorsun!) buyurdu. Kadınların, erkeklere görünmemesi, bu kadar lâzım olduğu hâlde, Ehl-i sünnet kitâblarında diyor ki: Âişe “radıyallahü anhâ” Peygamberin omuzuna dayanıp sokakda çalgı çalan, oynıyan adamları seyr etdi. (Seyr etmeğe doymadın mı yâ Hümeyrâ?) buyurdu. Biz, en aşağı adamların bile, böyle yapacağını söyliyemeyiz.) Cevâb olarak deriz ki, oyunu seyr etmek, belki örtünmek emri gelmeden önce olmuşdur. İbni ümm-i Mektûma görünmemek ise, bu âyet-i kerîme geldikden sonra olmuşdur. Belki de, seyr olunan oyun, harâm olmıyan, câiz olan oyun idi. Nitekim, sahîh haberlerden anlaşılıyor ki, Mescid-i Nebevî meydânında, süngü oyunu oynanırdı. Bu da, ok atmak gibi, harb oyunu olduğu için, günâh değildir. Zâten mescidde oynanması, câiz olduğunu göstermekdedir. Oyunu seyr etme, örtünme âyeti geldikden sonra olsa bile, o zemânda, Âişe “radıyallahü anhâ” küçük idi. Mükellef değildi. Nitekim, Buhârî ve Müslimde bildirildiğine göre, buyuruyor ki: (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” odanın kapısında duruyordu. Habeşliler, mescidin mihrâbında oynuyordu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek arkasındaki örtü ile beni örtdü. Mubârek kulağı ile boynu arasından, oyunu seyr etdim.)
İyi bilinmelidir ki, Eshâb-ı kirâmın işlerine karışmak, onlar hakkında, aklına geleni söylemek, bir müslimân için, son derece edebsizlik ve zevallılıkdır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Cevap: 3-)ikinci risâle redd-i revâfıd tercemesi

Müslimân ismini taşıyan kimse, Eshâb-ı kirâm arasındaki ayrılıkları, çekişmeleri, Allahü teâlâya bırakmalı, hepsini iyi bilmelidir. Onları sevmek Muhammed “aleyhisselâm”ı sevmek demek olduğunu bilmelidir. Çünki, (Onları seven, beni sevdiği için sever) buyurdu. Bir müslimân için, kurtuluş yolu, ancak budur. İmâm-ı Muhammed bin İdrîs Şâfi’î “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki: (Eshâb-ı kirâm arasındaki kanlara, ellerimizin bulaşmasından, Allahü teâlâ, bizleri koruduğu gibi, biz de dilimizi karışdırmakdan koruyalım). Ömer bin Abdül’azîz de böyle söylemişdir. [1340 da İstanbulda basılan, türkçe (Ahmed Rıfâî) adındaki kitâbın yetmişsekizinci sahîfesinde, Seyyid Ahmed bin Alî Rıfâî [512-578 [m. 1183] Basra civârında (Ümm-i Ubeyd)dedir] buyuruyor ki: (Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvan” arasında olan olaylar üzerine aşırı konuşmak, fikr yürütmek, hiç câiz değildir. Her müslimân, Eshâb hakkında, dilini tutmalı, o büyüklerin hep iyiliklerini söyleyip, hepsini sevmeli, övmelidir). Fekat, ba’zı kimseler, Eshâb-ı kirâmı kötülüyor. O İslâmın göz bebeklerine sövmeğe, la’net etmeğe cesâret ediyor. İslâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, onlara cevâb vermesi, onları susdurması, yanlış, bozuk düşündüklerini açıklaması lâzımdır. İşte bunun için, bu fakîr de [ya’nî İmâm-ı Rabbânî, müceddid-i elf-i sânî, Ahmed Fârûkî “rahmetullahi aleyh” 971-1034 [m. 1624] Hindistânda Serhend şehrindedir], bu yolda birkaç kelime yazdım. Yâ Rabbî! Unutduklarımız ve yanıldıklarımız için bize cezâ yapma! Okuduğum risâleyi yazanı red ve rezîl etmek için, bu fakîre nasîb olan cevâb burada bitdi. Allahü teâlâ, kalblerimize, kendi dîninin sevgisini yerleşdirsin! Sevgili Peygamberi Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” yolunda ilerlemekle, hepimizi şereflendirsin! Âmîn.
İmâm-ı Rabbânî, müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkînin “rahmetullahi aleyh” (Redd-i Revâfıd) risâlesi, burada temâm oldu.
İlâhî! Fâtıma evlâdı hâtırına,
Son sözüm, kelime-i tevhîd ile ola!
Eğer bu düâmı edersen red yâ kabûl!
Sarıldım, Ehl-i beyt-i Nebî eteğine.

Yâ Rabbî! Sevgili Peygamberinin hürmeti için ve Onun Ehl-i beyti “radıyallahü anhüm” hâtırı için, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkîyi ve anasını, babasını afv ve mağfiret et! Habîbinin ahlâkı hürmetine, onlara iyi, güzel muâmele eyle! “rahmetullahi aleyhim ecma’în”! Sevgili Peygamberine ve Ehl-i beytine bizden düâlar ve selâmlar ulaşdır ve mahlûklarının sayısınca ve Arşının ağırlığınca, beğendiğin gibi hayr ve bereket ver.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Cevap: 3-)ikinci risâle redd-i revâfıd tercemesi

Âmîn. Bu risâlenin temâm olmasını nasîb etdiği için, Allahü teâlâya hamd olsun ve en çok sevdiği, ümmî Peygamber Muhammed aleyhisselâma kıyâmete kadar, düâlar ve selâmlar olsun!
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin (Redd-i revâfıd) risâlesi, Hindistânda ve Pakistânda basılmışdır. Pakistânda, Haydarâbâd üniversitesi profesörlerinden Gulâm Mustafâ hân da, 1385 [m. 1965] senesinde urdu tercemesi ile birlikde, (Te’yîd-i ehl-i sünnet) ismini vererek nefis olarak basdırmışdır. Bu baskısı, 1397 [m. 1977] senesinde, (Mebde’ ve Me’âd) risâlesi ile birlikde, İstanbulda ofset yolu ile tekrâr basdırılmışdır. Bu risâleyi Hind âlimlerinden şâh Veliyyullah Dehlevî arabîye terceme etmiş ve Hindistânda basılmış ve İstanbulda ofset baskısı, (En-Nâhiye) kitâbının sonunda neşr edilmişdir.
Asrların pek az yetişdirdiği büyük âlim kayyûm-i âlem, şeyh Muhammed Ma’sûm bin Ahmed Fârûkî “kuddise sirruhumâ” hazretlerinin [1009-1079 [m. 1667] Serhendde] (Mektûbât) kitâbının ikinci cildinin, otuzaltıncı mektûbu, uzun ve çeşidli süâllere cevâb vermekdedir. Bu mektûbun, yalnız sekizinci süâlinin cevâbını, buraya terceme etmek uygun görüldü.
Süâl: (Şerh-i Dîvân-ı kütüb-i tevârîh)de diyor ki, (Hazret-i Emîr “kerremallahü teâlâ vecheh” bir kısm insanların kendisine düşmanlığını anlayınca, Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” ve Onun gibilerden beş kişiye, beş vakt nemâzdan sonra, la’net etmeğe başladı. Onlar da, bunu duyunca, hazret-i Emîr, hazret-i Hasen, hazret-i Hüseyn, Abdüllah ibni Abbâs ve Mâlik-i Ejderden “radıyallahü anhüm ecma’în” müteşekkil olan beş kişiye beş vakt nemâzdan sonra la’nete başladılar. Hattâ, Benî Ümeyye halîfeleri, bu alçak işi büsbütün ortaya yaydı. Hutbelerde Ehl-i beyte la’net etdiler. Bu hareket, Ömer bin Abdülazîzin, bunu kaldırmasına kadar devâm etdi. Ömer bin Abdülazîz, bu la’neti kaldırıp, yerine, Nahl sûresi, doksanıncı âyet-i kerîmesini okutdu). Acabâ bu çirkin hâdise olmuş mudur, yoksa olmamış mıdır?
Cevâb: Tepeden tırnağa kadar rahmet olan hazret-i Emîr “kerremallahü teâlâ vecheh” hâşâ ve kellâ, herhangi bir müslimâna bile la’net etmemişdir. Nerde kaldı ki, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” eshâbına ve hele çok kerre hayr düâ etdiği Muâviyeye “radıyallahü anh” la’net etmiş olsun. Hazret-i Emîr, Muâviye ile birlikde olanlar için, (Kardeşlerimiz, bize uymadı. Kâfir ve fâsık değildirler. İctihâdları ile hareket ediyorlar) buyurdu. Bu sözü, bunlardan küfrü ve fıskı uzaklaşdırmakdadır. O hâlde, niçin la’net etsin? İslâm dîninde hiç kimseye, hattâ frenk kâfirine bile, la’net etmek ibâdet değildir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Cevap: 3-)ikinci risâle redd-i revâfıd tercemesi

Beş vakt nemâzdan sonra düâ etmek lâzım iken, kendi düşmanlığı için, düâ yerine, la’neti dile alır mı? Fenâ derecelerinin en yükseğine ve itminânın sonuna ulaşmış ve şahsî arzûlarından geçmiş olan hazret-i Emîrin nefsini kendi nefs-i emmâreleri gibi, kin, inâd ve düşmanlıkla dolu mu sanıyorlar? O çok yüksek zâta, böyle bir bühtân, böyle alçak bir iftirâda bulunuyorlar. Hazret-i Emîr, fenâ fillâh ve muhabbet-i Resûlillah makâmlarının en son derecesine ulaşmış, cânını, malını, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” yolunda fedâ etmişdir. Niçin bu düâ zemânında, her iki cihânın sultânı, Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” envâ-ı ezâ ve cefâ yapan, Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallahü aleyhi ve alâ âlihi ve sellem” düşmanlarını söyleyip, onlara la’net etmedi de kendi düşmanlarına la’net etdi? Hâlbuki (İctihâdları ile hareket ediyorlar) sözü, onlara düşman olmadığını gösteriyor. İşin esâsı şöyledir ki, bu muhârebeler ve münâze’alar, düşmanlık ve kin gütmek ile olmamışdır. Hep ictihâd ve te’vîl ile olmuşdur. Bunun için, ayblamanın yeri yokdur. Nerde kaldı ki, la’net edilsin. Bir kimseyi kötülemek ve ona la’net etmek, bir iyilik ve ibâdet olsaydı, İblîs-i la’îne, Ebû Cehle, Ebû lehebe ve Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” inciten, Ona cefâ ve ezâ eden ve bu hak dîne, kötülükler, ihânetler yapan Kureyşin azılı kâfirlerine la’net etmek, İslâmın îcâblarından olurdu. Düşmanlara la’net etmek emr edilmeyince, dostlara la’net sevâb olur mu? Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Bir kimse, şeytâna la’net ederse; ben zâten mel’ûn oldum. Bu la’netin bana zararı olmaz der. Yâ Rabbî! Beni şeytândan koru derse, eyvâh belkemiğimi kırdın der). Bir başka hadîs-i şerîfde, (Şeytâna söğmeyiniz. Şerrinden Allahü teâlâya sığınınız!) buyuruldu. Bundan anlaşılıyor ki, bu gibi sözler, hazret-i Emîre iftirâdır. Onu kötülemekdir. Bundan başka, Muâviye “radıyallahü anh” hazret-i Emîre, hazret-i Hasen ve Hüseyne ve diğerlerine “radıyallahü anhüm ecma’în” la’net etmeğe başladı demek de, Muâviye “radıyallahü anh” hazretlerine iftirâ olur. (Bu hâdise olmuş mudur, yoksa olmamış mıdır? Eğer olmuş ise, Mu’âviyeye ve diğerlerine niçin la’net edilmesin? Olmadı ise, Keşşâf tefsîrindeki yazının ma’nâsı ne olur?) diyorsunuz. Cevâbında, olmadı deriz. Ehl-i sünnet ve cemâ’at mezhebi şöyledir ki, Muâviyeye “radıyallahü anh” dil uzatmak câiz değildir. Bu söz, ona bir iftirâdır. Hem, bu husûsda doğru bir haber de yokdur. Târîhçiler söyliyor ise, bunların sözü, nasıl sened olabilir. Dînin esâsları târîhcilerin sözleri üzerine kurulamaz. Bu mes’elede, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve Onun eshâbının sözlerine bakılır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Cevap: 3-)ikinci risâle redd-i revâfıd tercemesi

Târîhçilerin sözlerine ve Keşşâfda yazılı haberlere bakılmaz. Keşşâfdan alındığını bildirdiğiniz o yazılarda Emîrin ve Muâviyenin ismi geçmiyor. Bu iki din büyüğünün birbirine la’net etdiğini gösteren bir işâret bile yokdur. O yazılar temâmen doğrudur. Bizim bildiğimize uymayan birşey yokdur ki, iyi ma’nâ aransın. Evet, benî Ümeyye halîfeleri senelerce minberlerde Ehl-i beyte la’net etdirdi. Ömer bin Abdülazîz, buna son verdi. Allahü teâlâ, Ona bizim tarafımızdan büyük mükâfatlar versin! Lâkin Muâviye “radıyallahü anh” da, Emevî halîfelerinden ise de, ona dokunulamaz. Eğer Muâviye söğülür, kötülenirse, onunla berâber, bu muhâlefetde ve muhârebelerde bulunan çok sayıda Eshâb-ı kirâm, hattâ aşere-i mübeşşereden [Dünyâda iken Cennet ile müjdelenmiş on kişiden] birkaçı da mel’ûn olur, kötülenmiş olur. Bu din büyüklerine dil uzatmak, onları kötülemek, onlardan bize gelmiş olan din bilgilerini bozmağa, kötülemeğe sebeb olur. Hiçbir müslimân, bunu lâyık görmez ve kabûl edemez.
Efendim! Bu mes’elede size iki mezhebi bildireyim. Ehl-i sünnet ve cemâ’atin sözü ve başkalarının sözü. Ba’zıları, üç halîfeyi ve Mu’âviyeyi ve ictihâdda Ona uyanları kötülüyor. Bunlara söğüyor. Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra, birkaçı hâric olmak üzere, bütün Eshâb mürted oldu, diyorlar. Ehl-i sünnet ve cemâ’at mezhebine göre, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve alâ âlihi ve sellem” eshâbına iyilikden başka birşey söylenmez. Hiçbiri fenâ ve kötü değildir. (Onları seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşman olan, bana düşman olduğu için düşman olur) hadîs-i şerîfi, hepsini sevmemizi emr ediyor. Onların kavgalarının ve muhârebelerinin, iyi niyyet ile yapıldığını bilmeliyiz. Nefsin kötü ve çirkin arzûlarından ve inâddan onları temâmen uzak görmek ve uzak tutmak lâzımdır. İmâm-ı Yahyâ bin Şeref Nevevî [631-676 [m. 1274] Şâmda] Müslim hadîslerini açıklarken buyuruyor ki, imâm-ı Alî “radıyallahü anh” zemânındaki muharebelerde Eshâb-ı kirâm üçe ayrılmışdı. Bir kısmının ictihâdı, Emîrin “radıyallahü anh” haklı olduğunu göstermişdi. Bunlara, kendi ictihâdlarına uygun yol tutmak vâcib oldu. Hepsi hazret-i Emîre yardım etdi. Eshâbın bir kısmı ictihâdda doğruyu kesdiremedi. Bunların, kimseye karışmaması vâcib oldu. Üçüncü kısmın ictihâdı, Emîre karşı gelenlerin haklı olduğunu göstermişdi. Bu ictihâdda olanların diğer tarafa yardım etmesi lâzım oldu. Demek ki, her biri kendi ictihâdına uygun iş yapdı. Bunun için hiçbirini ayblamak, doğru değildir. Bununla berâber, hazret-i Emîr ve Onun ictihâdında olup, Ona uyanlar, ictihâdda doğruyu bulmuşlardı.
 
Üst Alt