Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul’u Fethederek Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in Müjdesine Nâil Olan Fâtih Sultan Mehmed Han
Yedinci Osmanlı sultanıdır.
Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in iltifâtına mazhar olmuştur. O, sultanlığının yanısıra dîn ve fen ilimlerini de ikmâl etmiş bir âlim, aynı zamanda ince rûhlu bir şâir ve derin bir gönle sahip, derviş rûhlu hassas bir insandı.
1451 yılında Osmanlı tahtına oturdu. 1453 yılında İstanbul Fâtihi oldu. 1481 yılında vefât etti. Cenâze namazı Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri tarafından kıldırıldı. İnşâ ettirdiği Fâtih Câmî’nin kıble tarafındaki türbesine defnolundu.
Otuz yıllık saltanatı müddeti içerisinde i’lâ-yı kelimetullâh yolundaki üstün gayretleriyle iki imparatorluk, dört krallık ve onbir prenslik ortadan kaldırmıştır. Babasından 880.000 km∑ olarak aldığı vatan topraklarını 2.214.000 km∑’ye çıkarmıştır.
Daha küçük yaşlardan itibaren titiz bir eğitimden geçen Fâtih, gönül eğitimini Akşemseddîn -kuddise sirruh- Hazretleri’nin mânevî terbiyesinde ikmâl etmiştir. Bu terbiyenin başlayışı şöyle olmuştur:
Hacı Bayrâm-ı Velî, Sultan II. Murâd’ı ziyarete gelmişti. Yanında talebesi ve mânevî evlâdı Akşemseddîn de vardı. Sultan Murâd Han, bu mübârek zâtın feyzinden oğlu Şehzâde Mehmed’in istifâde etmesini istedi. Her cengâver sultan gibi Murâd Han da İstanbul’un fethini hayâl ediyordu. Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’ne:
“–Acep İstanbul’un fethi kime müyesser olacak?” diye sorunca, O da:
“–Feth-i mübîni görmek şu şehzâde ile Akşemseddîn’e nasîb olacak!” cevabını verdi.
Bu açık kerâmet ile duygulanan Murâd Han, oğlunu Akşemseddîn’in terbiyesine vermek için Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’nden izin istedi. Bu vesile ile Akşemseddîn, Şehzâde Mehmed’in mânevî terbiyesini üzerine alarak, O’nu feth-i mübîne mânen hazırladı.
Bu hazırlıkta diğer hocaların rolleri de son derece müessir olmuştur.
Birgün hocası Molla Gürânî, Şehzâde Mehmed’in gece yarısı odasının ışığını yanık olarak gördü. Merak etti. Yanına girdi:
“–Şehzâdem niye uyumadın?” dedi.
O da:
“–Hocam, mütâlaa ediyordum..” karşılığını verdi.
Hocası sordu:
“–Hangi dersi mütâlaa ediyordun?”
Fâtih cevap vermeyip sustu.
Hocası çalıştığı dersi merak edip O’nun masası üzerindeki yığınla evrâkı karıştırdı. Hepsi İstanbul’un müstakbel fetih projeleri idi. O, fethin nasıl gerçekleşebileceğini plânlıyordu. Hocası:
“–Bunlar nedir evlâdım?” deyince Fâtih, içinde gizlediği sırrı açıklamak zorunda kaldı. Hocasına:
“–Hocam! Sır olarak kalması şartıyla nicedir uykusuz kalıp da yaptığım çalışmaların ne olduğunu söyleyebilirim.” dedi.
Hocasının mütebessim bir çehre ile başını salladığını görünce devam etti:
“–Hocam! Bu iş nicedir içimi yakıp kavurmaktadır. Düşünüyorum ki, tâ sahâbe-i kirâmdan beri defalarca muhâsara edilen ve mübârek ashâbın kanları ile sulanmış bulunan şu Kostantiniyye şehri niçin fethedilemiyor?.. O beldeyi fethetmenin yolu nedir? İşte bu yüzden uykularım kaçıyor, sabahlara kadar plânlar yapıyorum…”
Bu kavruk ifâdeleri dinleyen Hocası, küçük Fâtih’i son derece takdîr etti. Ayrıca O’nun bu işi başarabilmesi için gerekli haslet, meziyet ve seviyeye bir an evvel ulaşabilmesi yolunda da şu yön verici nasîhatte bulundu:
“–Evlâdım! Bu büyük zafere nâil olmanı cân ü gönülden arzu ederim. Lâkin ben, senin câhil bir sultan olmanı değil, âlim, ehl-i kalb ve firâset sahibi bir hükümdar olmanı isterim. Zaten Kostantiniyye şehrinin mutlakâ fethedileceğini kaç asır evvelden âhırzaman Peygamberi Muhammed Mustafâ -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz:
«Kostantiniyye elbette fethedilecektir! Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden asker ne güzel askerdir!..” buyurarak bildirmişlerdir.
Bu itibarla Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in medhederek müjdelediği o büyük şanlı fetih, mutlakâ ki âlim, âdil, dirâyetli ve daha birçok üstün meziyetlere sahip bir kumandan tarafından gerçekleştirilecektir. Dolayısıyla senin, maddî ve mânevî her türlü eğitimini tekmîl ettikten sonra o büyük fethe seferber olman, rûhumun en büyük emelidir…”
Küçük Şehzâde, hocasının gönlünden taşan bu samîmî nasîhatlerindeki nükteleri kavrayarak, yıllar yılı bunlardan mânevî bir kuvvet aldı. Hedeflenen dirâyet ve kemâlâta ulaşabilmek için gece gündüz gayret etti.
Nitekim çok erken yaşlarda “feth-i mübîn” ile zihnen son derece meşgûl olup âdetâ bu mes’elede fânî olan Şehzâde, ilim yolundaki gayretini de eksiltmeyerek kısa zamanda Arapça, Farsça, Latince, Sırpça ve Yunanca’yı öğrendi.
Eğitimini gördüğü zâhirî ve bâtınî ilimlerle hem kendi nefsî hayatını, hem de devlet işlerini düzene koydu. Fen ve teknik bilgileriyle de savaşlarda kullanacağı harp âletlerini tekâmül ettirdi. Projesi kendisine âid olan ilk havan topunu döktürerek İstanbul’un fethinde kullandığı meşhurdur.
Târihle meşgul olarak; “Beyliklerin ve devletlerin, meydana gelişi, inkişâfı ve nihayet târih sahnesinden yok olmalarının sebep ve netîceleri..” üzerinde îmâl-i fikrederek kendine has bir târih felsefesine sahip oldu.
Fâtih, ilmî seviye ve rûhî derinliğinin neticesinde ulu bir pâdişâh, büyük bir cengâver, aynı zamanda engin gönüllü bir derviş ve hassas, rikkat-i kalbiyye sahibi bir şâir olarak târihteki müstesnâ yerini almıştır..
Fâtih Sultan Mehmed Han, devrinin en büyük âlimlerinden ders almış bir pâdişâhtı. İlmî müzâkerelere katılır ve bazen kendisi re’yini bildirerek ilimdeki mahâretini izhâr ederdi. Akşemseddîn Hazretleri’nden aldığı yüksek mânevî eğitimin yanında fıkıhda Molla Hüsrev, tefsîrde Molla Gürânî, Molla Yegân, Hızır Bey Çelebi, kelâmda Hocazâde, riyâziyyede Ali Kuşçu’dan ders almıştır.
Böylece son derecede yüksek bir ilmî eğitimden geçen Fâtih, ilim ve irfân yolunda büyük gayretler sarfetmiş ve keyfiyetçe cihâna yön verecek şahsiyetleri yetiştiren medreselere devlet hazînesinden hatırı sayılır meblağlar ayırmıştır. Nitekim aşağıdaki hâdise, bu hakîkati ne kadar güzel tebârüz ettirmektedir:
Fâtih Sultan Mehmed Han, vezirleriyle bütçe müzâkeresi yapıyordu. Medreseler tahsîsâtına Sultan’ın ayırdığı rakam bir hayli kabarıktı. Mâliye vezîri, bu rakama muttalî olunca, hayretle derin bir sükûta büründü. Vezîrin bu tavrını farkeden firâset ve basîret sahibi Fâtih Sultan Mehmed Han:
“–Paşa! Bütçe mes’elesinde asıl konuşması gereken kimse mâliye vezîri iken, acep siz niçin konuşmaz oldunuz?..” dedi.
Vezîr hâlini belli etmek istemeyip:
“–İstifâde ediyorum sultanım…” dedi.
Fâtih:
“–Paşa! Gâlibâ medreseler tahsîsâtı için koyduğum meblağı fazla gördünüz!..” diyerek onun düşüncesine vâkıf olduğunu hissettirince vezîr mecbûren:
“–Evet sultanım! Memleketin binbir derdi varken bunlardan biri olan ilim tahsîline gereğinden çok fazla tahsîsât ayırmışsınız!..” diyerek sükûtunun sebebini izhâr etti.
Bunun üzerine hem vezîrini küstürmemek hem de mes’eleyi halletmek isteyen firâsetli Sultan Fâtih, sâkin ve iknâ edici bir üslûb ile şunları söyledi:
“–Paşa! Her meslek fire verir. Bilhassa ilim mesleğinin firesi daha çoktur. Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:
«(Zâhirî ve bâtınî) âlimler, peygamberlerin vârisleridir.» buyurmuşlardır.
Peygamber vekîli olabilmek ise, öyle kolayca elde edilebilecek bir makâm değildir. İşte bu bakımdan ilim mesleğinin firesi, diğerlerine göre daha fazla olur.
Diğer meslekleri şöyle düşünürüm. Kirli bir suya siyah kurşunî yahut kahverengi bir kumaşı batırırım. Kuruduğunda da onu sarık diye sarabilirim. Çünkü rengi, kir göstermez. Fakat bir beyaz tülbent öyle mi? Onu değil kirli bir suya batırmak, üzerine sinek bile konsa farkedilir ki, ilim mesleği de böyledir.”
Sözünün burasında Sultan, vezîre sordu:
“–Paşa! Kendilerine imkân sağladığımız yüz talebeden kaçı yetişiyor? Aralarından üç-beş tane adam çıkıyor mu?”
Mâliye vezîri:
“–Evet Sultanım! Yetişiyor elbette.. Ama bu kadarından ne çıkar ki?!.” dedi.
Sultan mânidâr bir şekilde tebessüm etti ve:
“–Paşa! Bilir misin ki bunca ahâlîyi tenvîr edip yetiştiren de işte bu üç-beş kişidir..”
Vezîr başını önüne eğdi ve gerçeği itiraf ederek:
“–Evet sultanım; bu doğrudur…” dedi.
Mes’eleyi basîret ve firâseti sayesinde kolayca halleden Fâtih’in gönlü, son derece sürûrla doldu ve vezîre:
“–Paşa! Madem ki medreselerimizdeki her yüz talebeden üç-beş tane de olsa, ahâlîyi tenvîr edecek ciddî insan yetişebiliyor, o halde onların hatırına fire sayabileceğimiz diğerlerini de bakıp gözetmeye râzı olmalıyız!..” dedi.
Görüldüğü gibi Fâtih Sultan Mehmed Han, Devlet-i Aliyye’nin en sağlam temel harcını, ilm ü irfâna verdiği ehemmiyetle atmaktaydı.
Fâtih, kendi ismiyle inşâ ettirdiği câmîin etrafına külliye sûretinde medreseler yaptırmıştı ki, İstanbul Üniversitesi’nin menşei budur. Burada Fâtih, kendisine de bir oda tahsîsi taleb edince, diğer talebeler gibi imtihâna tâbî kılınmıştır.
Fâtih Sultan Mehmed Han, ashâb-ı kirâm zamanından beri devâm edegelen ve İstanbul’un fethini hedef alan ulvî bir heyecan şerâresi hâlindeki hamlelerin sonuncusunun başkumandanlığını yapıyordu. Yaradılışındaki istîdâdlar, almış olduğu maddî ve kalbî eğitimle birleşerek, O’nu “feth-i mübîn”e çoktan hazırlamış bulunuyordu. Şuuraltında bununla o kadar doluydu ki çocukluğundan beri elinde kâğıt-kalem, dâimâ fetih projeleri ile meşgul olmuştu. Vird hâlinde:
“Ya Bizans bizi alır, veya biz Bizans’ı alırız!..” diyordu.
Yirmibir yaşında pâdişâh olduktan hemen sonra ulemâ ve ümerâyı toplayıp İstanbul’un fethini istişâre etti. Ancak toplantıya katılanların ekserîsi:
“–Kostantiniyye’nin fethi, ancak Mehdî’nin işidir!” dediler ve bu işe râzı olmadılar.
Bunu işiten Akşemseddîn Hazretleri, ortaya çıkan neticeye hemen müdâhale etti ve:
“–Hayır! Sultanımız Mehmed Han, Kostantiniyye’yi fethedecektir!..” diyerek kararın fethe müteallık olmasını sağladı.
Yıllardır İstanbul fethinin hasretiyle büyüyen Sultan Mehmed Han da, bundan ziyâdesiyle memnûn kaldı. Derhal hazırlıkların yapılmasını emretti.
Fahr-i Kâinât -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in 900 sene evvelki müjdesini gerçekleştirerek, O’nun müjdesindeki iltifâtlarına nâil olmak için asker, kumandan, sultan, âlim ve evliyânın gönülleri, heyecan ve istiğrâk çağlayanı hâline gelmiş bulunuyordu. Fâtih ve askerlerinin asıl gücü, bundan kaynaklanıyordu. Nitekim Hâlid bin Zeyd -radıyallâhü anh-’dan itibaren İstanbul’a karşı vâkî her sefer ve her fetih hamlesi, neticesiz kaldıkça, ümid ve cesaretleri kıracağı yerde, bilâkis dökülen mübârek sahâbe kanlarının inzimâmıyla (ilâvesiyle) mücâhidlerin azmini bileyen bir müessir güç hâline geliyordu. Evvelki başarısız hamleler ve bu yolda sarfedilmiş neticesiz emekler, sanki yağmur dolu bulutların mecbûrî bir inişle boşalması gibi fethin de, zuhûr safhasına intikâlini zarûret hâline getiriyordu. Ashâb-ı kirâm hazerâtından başlayarak vâkî müteaddid fetih hamlesinde dökülmüş olan mübârek kanlar, Fâtih ve askerlerine bir vefâ borcu gibi görünüyordu.
Fâtih’in eşsiz dehâsının eseri olarak; gemiler, karadan yürütülüyor; havan topları, mevzîlerine oturtuluyordu. Gönüller, bir an evvel Bizans’a girip Ayasofya’da ezân okuyabilmenin heyecânını duyuyordu.
Asker:
“Ne olursa olsun inşâallâh zafer bizimdir!.”
“Artık ya şehîd olup cennete, veya zaferle Bizans’a gireceğiz!..” diyordu.
Her biri, üzerlerine lav gibi ateş akıtan Bizans’ın surlarına tırmanmak için:
“Bugün şehîdlik sırası benimdir!” diyerek şehâdet vuslatının aşk ve heyecanını yaşıyordu.
Bu feth-i mübîne, Ortaasya’dan tayy-i mekân ederek Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri’nin de iştirâk etmiş olduğunu, torunu Hâce Muhammed Kâsım şöyle nakleder:
“Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri, perşembe günü öğleden sonra âniden atının hazırlanmasını emretti. Atına binip sür’atle Semerkant’tan dışarı çıktı. Talebelerine: «–Siz burada oturunuz!.» buyurdu.
Mevlânâ Şeyh adı ile mârûf bir talebesi, kendisini bir müddet takip etti. Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri’nin, atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğu haberini verdi. Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu âni yolculuğun hikmetini sordular. O da:
«–Türk sultanı Mehmed Han, benden istiâne etti. Yardım diledi. Ben de O’na yardım etmeye gittim. Allâh’ın izni ile zafer kazanıldı..» buyurdular.”
Horasan’dan gelip İstanbul fethine iştirâk eden pîr Ubeydullâh Ahrâr’ın oğlu Hâce Abdülhâdî şöyle anlatır:
“İstanbul’a gittiğimde Sultan II. Bâyezîd, babam Ubeydullâh Ahrâr’ın şekil ve şemâilini şu şekilde târif etti:
«–Babam Fâtih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabbime ilticâ ederek, zamanın kutbunun imdâda yetişmesini istedim.. Şu şu vasıfta bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi:
“–Korkma! Zafer senindir!..” buyurdu.
O pîre:
“–Küffâr askeri çok fazla!.” dedim.
O da bana cübbesini açarak:
“–İçine bak!” dedi.
Hayretle cübbesinin yeninin içinden sel gibi akan bir ordu gördüm:
“–Bu ordu sana yardıma geldi..” dedi.
Devam etti:
“–Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa kös’e tokmak vur! Ve bütün askere hücûm emrini ver!” buyurdu.
Ben de aynen öyle yaptım. O pîr de, ordusu ile hücûma iştirâk etti. Feth-i mübîn gerçekleşti..”
Velhâsıl Fâtih’in, fetih sırasında cümle evliyânın rûhâniyet ve istiânesinden müstefîd olduğu târîhî bir vâkıadır.
Husûsiyle Akşemseddîn Hazretleri’nin mânevî sahada olduğu kadar zâhirî sahada da çok büyük yardımları olmuştur. O’nun, Sultan Mehmed Han’a olan duâ ve niyazları yanında zuhûr eden birtakım aksaklıkları giderme bakımından verdiği nasîhatlar da oldukça mühimdir. Gerçekten de Akşemseddîn Hazretleri’nin, boğazdan Bizans’a erzak ve yardım getiren düşman donanmasına engel olunamaması karşısında atını denize süren Fâtih’i irşâden yaptığı tavsıyeler, târihî bir kıymet arzeder. O mâneviyat sultanı, talebesi olan genç Sultan’a der ki:
“Sâf ve temiz selâmları ulaştırdıktan sonra Pâdişâhımıza arzolunur ki, donanma mürettebâtının ihmâlinden doğan hâdise, kalblere hayli üzüntü ve hoşnutsuzluk verdi. Eldeki bir fırsatın kaçırılmasına mahzûn olduk. Zannımca bu hatânın sebeplerine gelince;
Birincisi; ihlâsla gayrette bir anlık za’fiyet gösterilmesi ve siz Sultan’ımızın idârî hususlardaki tâlimatlarının ihmâl veya ihlâl edilmesidir.
İkincisi; bu zayıf kulun, ettiği duâ ve birtakım mânevî işâretlere binâen verdiği fetih müjdesine itibar edilmemesidir.
Daha bir çok mahzur sayılabilir.
O halde Sultanım! Taarruzda iken yumuşaklık göstermeyip disiplini muhâfaza ediniz! Kim itâatsizlik etti ise, kimin ihmâli varsa, araştırıp şiddetle cezâlandırılmalı, azl ve tâzîr edilmelidir. Böyle yapılmazsa, yarın kaleye hücûm ile surların dibindeki hendeklerin doldurulması gerektiğinde önemsemeyip gevşeklik gösterirler. Bilirsiniz bazıları cezâdan korkar.
Umudumuz, imkân ölçüsünde gerek fiilen, gerek emir vermek ve hükmetmek husûsunda ciddî ve gayretli olup azmi elden bırakmamanızdır. Aynı şekilde ihmâlkâr davrananları cezâlandırma işini, merhamet ve insâfı az birine bırakınız ki, gerektiği şekilde cezâlarını infâz eylesin! Allâh Teâlâ buyuruyor:
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ
“Ey peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla savaş! Karşılarında çetin ol! Onların yeri cehennemdir. O ne kötü dönüş yeridir.” (et-Tevbe, 73)
Önden gitmeyenlerin kalbinde za’fiyet vardır. Onlar, münâfık hükmündedir ve kâfirlerle cehennem azâbında beraber olacaklardır.
Maslahat îcâbı himmetinizi yüksek tutun! Sonunda mahzûn, mahcûb ve mağmûm olmayalım… Huzûr-i ilâhîye ferâh, mansûr ve muzaffer olarak gidelim..
Hüküm Allâh’ındır. Ancak kul, elinden geldiği kadar gayret ve çalışmada kusur etmemelidir. Rasûlullâh ve ashâbının sünneti budur.
Sultanım! Bu gece kalbi kırık bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm tilâvet eyleyip yatmıştım. Allâh’a çok şükür ki, nicedir vâkî olmayan müjdeler gerçekleşti. Hazretinize söylediklerimiz fuzûlî kelâm sayılmasın!. Bunlar, siz Hünkâr’ımıza olan muhabbetimizdendir.”
Feth-i mübîn uzadıkça uzuyordu. Başlangıçta fethe karşı çıkanlar arasında huzûrsuzluk başladı. Öyle ki, Sultan Fâtih’in yanına varıp:
“–Sultanım! Bir dervişin sözüyle bu kadar asker helâk oldu. Hâlâ Frengistân’dan kâfire yardım gelir. Artık fetih ümîdi kalmadı…” dediler.
Hem fethin gecikmesinden hem de onu istemeyenlerin yaptıkları tazyiklerden son derece canı sıkılan Fâtih, vezîri Ahmed Paşa’yı hocası Akşemseddîn’e yolladı:
“–Paşa! Var Şeyh Hazretleri’ne sor ki, kaleyi fethetmek ve zafere ulaşmak müyesser midir?”
Bu suâle Akşemseddîn Hazretleri, cevaben:
“–Ümmet-i Muhammed’den bu kadar müslümanlar ve gâzîler bir kâfir kalesine hücûm eylediler. İnşâallâh fetih müyesser olur!..” haberini gönderdi.
Ancak Fâtih Sultan Mehmed Han, bu haberden arzu ettiği cevabı alamamış olduğundan ve biraz da içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyenin verdiği fetih ve zafer iştiyâkının sabır ve itidâlindeki tahammülü zorlaması ile Ahmed Paşa’ya:
“–Paşa! Bu haber kâfî değil! Müjdelediği zaferin vaktini dahî bildirsin!..” dedi.
Genç Sultan’ın içinde bulunduğu durumu gâyet iyi bilen Akşemseddîn Hazretleri, derin ufuklara daldı ve fethin akâmete uğramaması için Pâdişâh’ın irâde ve azmini mânen takviye zarûreti hissederek uzun müddet Rabbine ilticâ etti. Nihâyet vârid olan zuhûrât neticesinde, kendisinden istenilen mâlûmâtı verdi:
“–Rabîulevvel ayının yirminci günü seher vaktinde sıdk u himmetle filân cânibden hücûm edilsin! Fetih o gün nasîb ola!.. Kostantiniyye şehri ezân sadâlarıyla dola!..” dedi.
Bu müjdeyi alan Sultan Mehmed Han, 29 Mayıs 1453 sabahı karadan ve denizden görülmemiş bir azimle büyük bir hücûm başlattı. Top gürültüleri arasında göklere yükselen kös, davul ve mehterin kudretli sesleri, tekbîr sadâlarıyla birleşerek Fâtih ve askerlerini Peygamber müjdesi rehberliğinde İstanbul’a bir sel gibi akıtıyordu.
Sultan Fâtih Hazretleri’nin ve ordusunun bu hücûm heyecanını Yahyâ Kemâl ne güzel ifâdelendirir:
Vur pençe-î Alî’deki şemşîr aşkına
Gülbangi âsmânı tutan pîr aşkına
“(Ey yiğit! Allâh’ın arslanı olan) Hazret-i Alî’nin pençesindeki (zülfikâr isimli) kılıç aşkına; gülbangi, (Allâh Allâh sesleri tâ) semâyı kaplayan pîr aşkına vur!..”
Ey leşker-î müfettihu’l-ebvâb vur bugün
Feth-î mübîni zâmin o tebşîr aşkına
“Ey kapılar açan kahraman asker! Bugün, (içinde) feth-i mübîni gizleyen o (ulvî ve şerefli) müjde (ye nâil olmak) aşkına vur!..”
Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilâl içün
Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihangîr aşkına
“Küfrün kilisesinin (husûsiyle Ayasofya’nın) üstüne (İslâm’ın) hilâli (ni) dikmek için gelmiş bu at üstündeki cihangîr (Fâtih Sultan Mehmed Han) aşkına vur!..”
Düşsün çelengi Rûm’un eğilsün ser-î Firenk
Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına
“Türk’ü gönderen (yüce) takdîrin kudreti aşkına (öyle) vur (ki), (hem) Rûm’un taktığı sorguç (kafasıyla birlikte yere) düşsün; (hem de) Firenk’in (yâni kâfir Avrupalı’nın da) başı eğilsin!..”
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücûm içindeki Tekbîr aşkına
“(Haydi, ey yiğit!) Hücûm sabâhının içindeki (yeri göğü kaplayan) Tekbîr aşkına, bütün gücünle ve son şiddetli hücûm olacak (zaferi müyesser kılacak) şekilde vur ki, (yıllardır fethedilememiş olan ve Peygamber müjdesine nâiliyyeti engelleyen) şu (zâlim) surlar, (nihâyet sana mukâvemet edemeyip, artık) açılsın (ve aşılsın! Böylece feth-i mübîn nasîb olsun! Böylece sen de Hazret-i Peygamber’in methettiği asker ol; kumandanın da O’nun methettiği kumandan olsun; haydi vur bugün!..)”
Böyle bir heyecan ve şevkle yapılan hücûmla, nihayet surların üzerinde Ulubatlı Hasan’ın diktiği bayrak, dört bir yana dalgalanmaya başladı. Artık Kostantiniyye fethedilmişti. Defalarca kuşatılan bu şehrin fethi genç hükümdar Gâzî Sultan Mehmed Han’a nasîb olmuştu.
Cihangir Hünkâr, fetihten sonra âlimler, ârifler, ve paşalarla berâber -hattâ sonradan kendisini muhâkeme edecek olan- kadı Hızır Bey’le de yanyana, muhteşem bir merâsim ile Edirnekapı’dan şehre girdi.
Beyaz atının üzerinde askerlerine son tâlimâtını şöyle verdi:
“–Gâzîlerim! Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar olsun ki İstanbul’un fâtihleri oldunuz! Mukâvemet etmeyip aman dileyenlere aslâ dokunmayın! Kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve hastalara da en küçük bir zarar vermeyin! Sadece size helâl olan ganîmetlerden alınız!..”
O’nun insan hakları beyânnâmesinden çok evvel îlân ettiği bu hükümler, millî târihimizin en şerefli vesîkalarından biridir. Bu âdilâne tavır karşısında hayran kalarak gözleri dolan İstanbul patriği, Fâtih’in ayaklarına kapandı. Fâtih, onu ayağa kaldırarak:
“–Bizim dînimizde insanlar karşısında Allâh’a secde eder gibi eğilmek harâmdır. Kalkınız! Size ve sizinle birlikte bütün hıristiyanlara her türlü hak ve hürriyetleri iâde ediyorum. Şu andan itibaren artık hayatınız ve hürriyetiniz husûsunda gazab-ı şahânemden korkmayınız!.. Patrikhane, Rum ortodoks cemâatinin lideri olarak târih içinde kazanmış bulunduğu bütün imtiyazları muhâfaza edecektir…” dedi.
Fâtih Sultan Mehmed Han, daha sonra bir fermân-ı hümâyûn ile bu sözlerini te’yîd ve tekrar etmiştir ki, bunun mânâsı, ortadan kalkmak durumuna gelmiş bulunan patrikhaneyi yeniden ve daha kuvvetli bir sûrette ayakta tutmaktı. Bu ise, Fâtih’in ileri görüşlülüğünün parlak misâllerinden biridir. Zîrâ İstanbul’daki patrikhane, dünyâ ortodoksluğunun merkezi idi. Devlet-i Aliyye’nin düşmanlarından olan Ruslar ve Sırplar bu merkeze bağlıydılar. Katolik papalıkla ortodoks âlemi arasında başlangıçtan beri bir husûmet mevcûddu. Eğer ortodoks mezhebinin merkezi ortadan kaldırılmış olsaydı, zamanla hıristiyanlık âlemi, papanın liderliği altında birleşebilirdi. Bu ikililiğin devamı için papalığın muâdil ve mukâbili olarak devamı gerekirdi. Bu ise, hıristiyan birliğini parçalamak demekti. Bunun içindir ki Fâtih, fermanında patriğin ekümenik, yâni âlem-şümûl vasfını da kabûl etmiştir.
Bu davranışla takip edilen siyasetin bir diğer yönü de müslümanların, hıristiyanlara karşı adâletli ve müsâmahakâr tutumunun hıristiyanlık âlemi üzerinde husûle getireceği müsbet te’sîrdi. Gerçekten Osmanlı’nın, Büyük Fransız İnkılâbı’yla başlayan milliyetçilik cereyanlarına kadar Rumeli’de nüfusça azınlık olunduğu halde sağlayabildiği sulh ve sükûnun temelinde yatan asıl müessir, budur. Ayrıca bu adâlet, birçok hıristiyanın hidâyetine de vesîle olmuştur.
Fâtih, Şehzâdebaşı, Bâyezîd yolunu tâkip ederek ilerliyordu. Yol kenarlarında askerler selâma durmuştu. Rum kızları ise, genç pâdişâhı çiçek yağmuruna tutuyorlardı. Bu sırada bir dervîş, yolun ortasına çıktı. Fâtih’e hitâben:
“–İstanbul’u fethettim, diye bu kadar kendine pâye alma! Sen İstanbul’u bizim gibi dervîşlerin duâsı ile aldın..” dedi.
Fâtih de cevaben:
“–Doğru söylersin dervîş baba.. Lâkin bir harp, duâ askeri ile kılıç askeri müşterek hareket ederse, zafere ulaşır. Duâyı bırakanları, âhiret cehennemi bekler. Kılıcı bırakanlara da, çok yazık olur!. Duâ temel sâiktir. Lâkin ona esbaba tevessül de eklenmelidir ki, netice alınabilsin! İşte bugün de böyle olmuştur. Hep birlikte hem duâ eyledik, hem de kılıç salladık; zafer müyesser oldu. Zaferin sırrı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in izini tâkip etmektir..” dedi.
Büyük Hünkâr, bu sûretle kendisinden sonra gelecek nesle de, zaferin mecbûrî şartının; kılıcın, Kur’ân rûhu istikâmetinde kullanılması ile mümkün olacağını ne güzel ifâde etmiştir.
Bundan dolayıdır ki, bütün Osmanlı târihi boyunca kılıçla fethedilen şehirlerde en az bir câmide “an-fetih” sûretiyle hatîb efendi cum’a hutbesine kılıçla çıkar ve ona dayanarak hutbesini okurdu. Bunun mânâsı, hatîbin konuşma hakkı ve hürriyetinin, kuvvet ve kudreti elinde bulundurmakla mümkün olduğuna işâretti. Bugün bile Bâyezîd Câmî-i Şerîfi’nde hatîbler hutbeye kılıçla çıkarlar. Diğer taraftan şâyet fethedilen belde kılıç girmeden sulhen ele geçmişse, orada da hatîb efendi, cum’a hutbesine “an-vatan” sûretiyle elinde bir Kur’ân-ı Kerîm ile çıkardı.
Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethini maddî sebepler kadar mânevî ricâlin himmetine de atfetmektedir. Bundan dolayı kendisine gül atan Rum kızlarına hocası Akşemseddîn Hazretleri’ni gösteriyor ve bu iltifatların, asıl onun, yâni galebede kendisine omuz veren mâneviyâtın hakkı olduğunu ifâde etmek istiyordu.
O’nun, Akşemseddîn Hazretleri’ne gösterdiği tâzim, pek yüksektir. Öyle ki, İstanbul’u fethettiği gün etrafındakilere:
“–Bende gördüğünüz bu sevinç ve huzûr, yalnız bu kalenin fethine değil; Akşemseddîn gibi azîz ve mübârek bir Allâh dostunun benim zamanımda ve benimle beraber olmasındandır…” demesi, şâyân-ı dikkattir.
Şiirlerini «Avnî» mahlasıyla yazan Hünkâr’ın rûhî derinliğini aksettiren şu iki beytinde, O’nun i’lâ-yı kelîmetullâh dâvâsında sadece ve sadece Allâh’ın nebîleri ile velîlerine istinâd ettiği görülmektedir:
İmtisâl-i «câhidû fillâh» olupdur niyyetüm
Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretüdür gayretüm
“Niyyetim; «Allâh yolunda cihâd ediniz!» emrine riâyet etmektir. Gayretim de, İslâm dîninin hâlis ve ulvî gayretidir.”
Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benim,
Lutf-i Hakk’dandır hemân ümmîd-i feth u nusretüm
“Benim, peygamberlere ve Allâh dostlarına bağlılığım vardır. Fetih ve zafer ümîdim de, dâimâ Allâh’ın lutfundandır.”
İşte O’nun enbiyâya ve ehlullâha karşı bu yüce bağlılık ve ihtirâmıdır ki, onların himmet ve feyzlerinden dâimâ müstefîd olmasına vesîle olmuştur. Nitekim başta Akşemseddîn Hazretleri olmak üzere bütün evliyâullâh, bilhassa İstanbul’un fethinde O’na her türlü maddî ve mânevî yardımı sağlamışlardır. Öyle ki Akşemseddîn Hazretleri, Fâtih’e fetihden evvel istikbâle âid mâlûmâtlar bile vermiştir. Daha sonra Akşemseddîn -kuddise sirruh- Hazretleri’ne, fethi müteâkıben:
“–Niçin fethi önceden haber vererek, istikbâl hakkında sözler söyledin?” diye sorulunca, O da:
“–Kardeşim Hızır -aleyhisselâm-’dan, fethin ne zaman zuhûr edeceğini öğrenmiştik!.” buyurdu.
Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethinden sonra, daha evvel feth-i mübîn için gelip orada şehîd düşmüş bulunan ashâb-ı güzînin kabirlerini tesbît ettirmeye başladı. Bunlardan Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in mihmandarlığını yapan Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabrini hassaten tesbît ettirmek istiyordu. Ancak düşman tecâvüzlerine karşı muhâfaza maksadı ile gizlenmiş olan bu mübârek kabr-i şerîf, bulunamadı. Bunun üzerine Fâtih, Akşemseddîn Hazretleri’ne mürâcaat ederek:
“–Efendi Hazretleri! Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabrini nasıl bulabiliriz?” diye sordu.
Hazret-i Pîr, birkaç dakîka murâkabeye vardıktan sonra o mübârek ve şanlı sahâbînin kabrinin yerini gösterdi. Oraya işâret olması için bir sopa dikildi. Fakat Fâtih Mehmed Han, hocasına itimadsızlığından değil, ancak gönlünün tamamen mutmain olması için geceleyin sopanın yerini değiştirdi. Ertesi gün belirlenen yeri kazmak üzere gelindiğinde Akşemseddîn Hazretleri, tekrâr murâkabeye vardı ve talebesi Fâtih’in hayret nazarları arasında:
“–Sultanım! İşâretimizin yeri değişmiş!..” deyip sopayı eski yerine getirdi.
Artık Sultan’ın gönlünde hiçbir şüphe kırıntısı dahî kalmadı ve gösterilen yer kazılmaya başlandı. Birazdan Ebû Eyyûb’a âid bir mezar taşı çıktı; Akşemseddîn Hazretleri’nin kerameti tahakkuk etti.
Sultan Fâtih’in emri üzerine kabir, tamamen ortaya çıkarılarak üzerine bir türbe yanına da bir câmî ve medrese inşâ edildi.
Fâtih, mânevî terbiyesinde yetiştiği hocası Akşemseddîn’i çok sever, O’na pek fazla hürmet ederdi. Sık sık ziyâretine gider; yanından, gönlü huzûr ve sükûn içinde dönerdi.
Akşemseddîn de, ara-sıra kendisini ziyârete gelince Fâtih, ayağa kalkar, O’nu haşyetle ayakta karşılardı. Mahmûd Paşa, birgün merâk ve hayretle:
“–Azîz sultanım, siz hiçbir âlime göstermediğiniz hürmet ve tâzimi Akşemseddîn’e gösteriyorsunuz!. O’nun yanında size bambaşka bir hâl oluyor. O’nun diğer âlimlerden ne farklı tarafı var?..” diye sordu.
Fâtih de cevaben:
“–Hiçbir zaman, mekân ve şahısta görmediğim heybet ve câzibeyi, bu kişide görüyorum. Bu heybet ve muhabbet, gönlümü alt-üst ediyor. Beni apayrı âlemlere sevkediyor. Muhabbet ve heybet, birbirine zıd iki hâl olduğu halde, rûhumda nasıl birleşiyor?! Ben de buna hayret ediyorum.. Bu hâl nedir? Bu hâl, neyin nesidir?. Anlıyorum ki bu, O’nun cismânî varlığından değil, Hakk’ın mazharı olmasındandır. O’nun huzûrunda elim titriyor, dilim dolaşıyor, âciz bir çocuk gibi kalıyorum. O’nun gönül penceresinden, ayrı âlemler, ayrı nakışlar seyrediyorum. İşte bu hâlim, O’nun rûh dünyâsının bana olan in’ikâsıdır. Aynı zamanda O’nun kendi rûhî derinliğini resmeder.” dedi.
Bu sebepledir ki fetihten sonra Akşemseddîn Hazretleri de, Sultan’ın, kendi sohbetinden alacağı feyz ile devlet işlerini aksatmaması için İstanbul’dan ayrılmış, memleketi olan Göynük’e yerleşmiştir. Ancak Sultan Fâtih’le aralarındaki gönül bağı ve mânevî irşadı mektuplarla devam etmiştir. Baba-oğul muhabbetinden daha öteye bir yakınlıkla Sultan’la hocasının arasındaki bu yüksek muhabbeti sergileyen aşağıdaki mektup, Akşemseddîn Hazretleri’nin gönlünden taşan ne güzel bir öğüdüdür:
“Dünyâ rahatlığı, âhıret rahatlığına nisbetle yok gibidir. Cismânî lezzet, rûhânî lezzete nisbetle bir hiçtir. Hiçe iltifât etmeyiniz! Belâların en şiddetlisi peygamberlere, sonra velîlere, sonra halîfeleredir. Peygamberler ve velîler yolunun yolcusu olduğunuzu, en büyük nîmet bilip hiçbir belâdan elem duymayınız, aksine lezzet alınız! Kur’ân-ı Kerîm’de «bir zorluk» iki kolaylık arasında zikredilir. İnşâallâh yakın zamanda zorluklar bitecek, her tarafta düşmanlar zelîl ve hakîr olacaktır. Yanımda Allâh’a ahdettiğiniz şeyleri sakın ola ki bozmayınız! Böyle yaptığınız takdîrde her zaman mansûr ve muzaffer olursunuz!
Memleketin ahvâli, sizin ahvâlinize tâbîdir. Zîrâ sultanlar, memlekete nisbetle bedendeki rûh gibidirler. Bedeni idâre eden rûhtur. Kendinizi sâir halk gibi zannetmeyin ve memleketin ıslâhından başka şeyle meşgûl olmayın!. Vesselâm…”
İşte böyle büyük irşâdlarla hayatına yön veren Fâtih Sultan Mehmed Han, ibâdet hayatına dikkat eder; idâresi altında bulunanların ibâdât u tâatlerinde gevşeklik göstermemelerini isterdi. O’nun bu hassasiyetini, namazın kılınmasıyla alâkalı olarak vilâyetlere gönderdiği şu ferman ne güzel ifâde eder:
“Allâh Teâlâ, emir ve nehiylerinin yerine getirilmesini bize nasîb ve müyesser buyursun! Cenâb-ı Hakk’ın «Namazı ikâme ediniz!» emr-i ilâhîsi ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in:
«Namaz dînin direğidir; onu dosdoğru kılan dînini ikâme etmiş, terkeden dînini yıkmış olur…»
mübârek emr-i şerîfi üzere hayırları emir ve şerlerden meneylemek üzerime vâcibdir. Bunun için bir kişi vazîfelendirdim. O, bu husûsda gerekli tâkibâtı yapacaktır. Böylece her kim namazı terk ederse, gerektiği şekilde irşâd edilecektir. Bu hizmete devlet erkânı da yardımcı ola!.. Dolayısıyla İslâmiyyet’in yüce ahkâm, emir ve yasaklarını yerine getirmede gevşeklik ve tenbelliğe aslâ meydan verilmeye!. Mescidler ve medreseler, cemâatsiz kalarak vîrâne ve harâbeye dönmeye!. O mübârek mekânlar doldurulup mâmûr edile!. Tâ ki dîn-i İslâm kuvvetli ve pâyidâr ola ki, maddî ve mânevî zaferler vücûd bula!..”
Bu davranış, âyet-i kerîmede senâ buyurulan bir ahlâk-ı İslâmiyye’dir. Allâh Teâlâ buyurur:
الَّذِينَ إِن مَّكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ أَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ وَأَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنكَرِ وَلِلَّهِ عَاقِبَةُ الْأُمُورِ
“Onlar (o mü’minler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek, namazı ikâme ederler, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerinin sonu Allâh’a varır.” (el-Hacc, 41)
Fâtih Sultan Mehmed’in, sıkıntı ve meşakkatten yılmayarak Allâh yolundaki gayreti ve müslümanlara hizmeti nümûne-i imtisâldir:
Trabzon Rum imparatorluğu üzerine sefere çıkmıştı. Şehre arkadan ulaşmak için dağlık ve ormanlık bir arâzîden geçiliyordu. Bazen baltacılar, önden yol açıyorlardı. Yolun müsâit olmadığı bir yerde Fâtih’in atı kaydı. Fâtih, bir kayaya tutunmak için uğraşırken elleri kanadı. Bu hâli müşâhede eden beraberindeki Uzun Hasan’ın anası Sârâ Hatun, tam fırsatı olduğunu düşünerek:
“–Oğul! Han oğlu hansın! Bir yüce hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kale için bunca meşakkate katlanman revâ mıdır?” dedi.
Çünkü Uzun Hasan, Trabzon Rum imparatorluğu ile akrabâlık te’sîs etmiş ve bu yüzden anasını, bu seferden vazgeçmesi için Fâtih’e ricâcı göndermişti. Fâtih, elleri sıyrıklarla dolu olduğu halde doğruldu ve şöyle dedi:
“–Ey ihtiyar ana! Bilmez misin ki, elimizde tuttuğumuz dîn-i İslâm’ın kılıcıdır. Sen zanneyleme ki, çektiğimiz bunca zahmetler, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki, bütün gayretlerimiz Allâh’ın dînine hizmettir. İnsanları hidâyete kavuşturmaktır. Yarın Allâh’ın huzûruna vardıkda, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı teblîğ ve ta’zîz imkânları varken, birtakım zahmetlere katlanmayıp ten rahatlığını tercîh edersek, bize gâzî denilmesi revâ olur mu? Ehl-i küfre İslâm’ı götürmezsek, onların azgınlıklarına mânî olmazsak, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.”
Fâtih, velîlerin ziyâretlerinden büyük bir huzûr bulurdu. Onların feyz ve berekâtından gönlü vecd ile dolup taşardı.
Birgün, zamanın evliyâsından Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’ni ziyâret etmeyi çok arzuladı. Erkânı ile birlikte tekkenin kapısına kadar gitti. Ne görsün ki, herkese açık olan kapı, maalesef kendisine kapatılmıştı.
Hünkâr, üzüldü; rengi soldu.
İçeride Ebu’l-Vefâ Hazretleri de aynı durumda idi. Mürîdân da, edeben bir şey soramıyorlardı. Fakat içlerinden “Bu işin sırrı nedir?” diyerek hayretle hâdisenin seyrini merâk ediyorlardı. Nasıl olur ki, bir sarhoşa dahi açık olan kapı, müjdeli bir hadîs-i şerîfin tecellîsine mazhar olan zâta kapatılmıştı?!.
Fâtih, mahzûn bir şekilde geri döndü…
Bir çağ kapayıp, bir çağ açan, Bizans surlarını yerle bir eden ulu hakan, bir gönül erinin tekkesinin esrarlı kapısını açamadan geri dönmüştü.
Aradan bir zaman geçtikten sonra Hünkâr, yine hassas kalbinin derinliklerinden gelen bir heyecan ile Ebu’l-Vefâ Hazretleri’ni ziyârete hazırlanıp, erkânı ile tekrar oraya gittiler. Yine aynı manzara; kapı kapalı!.
Hünkâr’ın dehşeti arttı. Yâverine:
“–Kemâl-i edeb ile huzûra gir! Anla bu iş neyin nesi?. Bu muammâ nedir? Bu ne acep bir hâldir?” dedi.
Yâver huzûra girdi. Ebu’l-Vefâ Hazretleri yâvere dedi ki:
“–Hünkârımız Fâtih’in hassas ve coşkun bir gönlü vardır. Buraya girer de bizim âlemimizdeki zevki tadarsa, bir daha ayrılmak istemez ve devletin idâresine dönmez!. Lâkin bu mülk ve ümmet O’na emânettir. Kendisi kadar liyâkatli bir kimse gelip O’nun yerini dolduramaz ise, mülk ve ümmet zarar görür. O da, ben de günahkâr oluruz!.
Sonra; rûhu buranın mânevî havası ile dolacak, neyi varsa buraya getirip infâk edecek.. Dula, yetîme, garîbe, bîçâreye ve bîkese gidecek olan imkânlar, buraya akacak!. Aynı zamanda mürîdânın gönlüne dünyâ muhabbeti girecek, düzenimiz bozulacak!..
Hünkârımız Efendimiz’e bizler buradan duâ ve teveccüh hâlindeyiz.. Gönlü, gönlümüzün içindedir…” buyurdu.
Yâver huzûrdan ayrılıp, tekkenin kapısında merakla neticeyi bekleyen Hünkâr’a bu sözleri nakledince, Hünkâr sordu:
“–Hazret bu hislerini ifâde ederken nasıldı?.”
Yâver:
“–Hünkârım! Ebu’l-Vefâ Hazretleri, bir taraftan bu sözleri söylerken, diğer taraftan da gönlü hicrân ile yanmış olmalıydı ki, gözlerinden damlalar dökülüyordu…” dedi.
Fâtih, başını önüne eğdi. Ufuklara sığmayan bakışları, derin, mehtaplı bir gece gibi başka bir âleme döndü. Gözleri nemlenerek, baharda dallarda biriken şebnemler gibi yaşlar dökülmeye başladı. Ebu’l-Vefâ Hazretleri’yle görüşmek, kendisine hiç nasîb olmadı…
Vaktâ ki Fâtih’in vefâtı haberi gelince, Ebu’l-Vefâ Hazretleri saraya gitti. Hünkâr’ın cenâze namazını kıldırdı.
Gâzî Sultan Fâtih Mehmed Han, tedkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan zâhir ve bâtın sultanıdır. O’nun her sahada gösterdiği muvaffakıyet ve faâliyetler, müstesnâ bir mahâretle gerçekleştirdiği kalem ve kılıç işbirliğine dayanmaktadır.
O, kendi devrine kadar yapılan akınları, plânlı bir fütûhât hâline getirmiştir. Hiçbir zaman ordusunu, plânsız ve düzensiz hareket ettirmez ve mâcerâ hevesiyle aslâ kan dökmezdi. Bazen birkaç cephede, beş, on, hattâ daha fazla devletle birden harp hâlinde bulunduğu günler olur, ancak O, bunların kâh siyâsî müzâkereler, kâh askerî hamlelerle pek mâhirâne bir sûrette üstesinden gelirdi. İştirâk ettiği harplerin en kritik anlarında bile en ön saflarda düşman üzerine atılır, geri adım atmazdı. Belgrad muhâsarasında yaptığı şiddetli bir hücûmda alnından ve dizinden derin yaralar almıştır.
Fâtih Sultan Mehmed Han, devletin daha evvel içine düştüğü birtakım tehlike ve hatâları değerlendirip «Fâtih Kânunnâmeleri» denilen kânunnâmeleri hazırladı. Lâkin sanılmamalıdır ki bunlar, onun veya o devirdeki ricâlin şahsî düşüncelerini aksettirir. Aslâ!..
Devlet idâresine dâir pek çok kâide ihtivâ eden bu kânunnâmelerde günümüze kadar üzerinde pek çok tartışma cereyan etmiş bulunan mes’eleler, “kardeş ve evlâd katli” ile vezirlerin siyâseten cellâda havâle edilmeleri keyfiyetleridir.
Dikkat olunursa, hânedân mensuplarıyla vezir rütbesini hâiz kimselere mahsûs olan bu kâidenin iki husûsî sebebi vardır:
1. Bunlar, îcâbında devleti bölebilecek bir otoriteye sahip olduklarından haklarındaki kararın sür’atle verilmesi gerekmektedir. Sıradan mahkemelerin usûl hükümleri, buna imkân vermediğinden, bir ihânet hâlinde usûlî kâideler yerine getirilinceye kadar iş işten geçmiş olur ve telâfîsi mümkün olmayan zararlar ortaya çıkar. Bundan dolayıdır ki, pâdişâha:
“–Cellad!..” diye bağırma hakkı verilmiştir.
2. Bunlar, devlette otorite bakımından en üst mevkîde bulundukları için kendilerini korkmadan muhâkeme edebilecek olan daha üstün bir otorite sadece pâdişâhtır. Halkdan birini pâdişâhın cellada havâle edebilmesi ise, onun sadece sefer hâlindeki bir orduya mensub bulunmasına bağlıdır. Gerçekten sefer hâlindeki bir orduda bazen bir nefer bile bir bozguna sebep olabilir.
Bu temel sebeplerle ortaya çıkan şu tatbîkât bile nefsânî hislere meydan vermemek için dâimâ şeyhülislâm fetvâsına dayandırılmıştır.
Bu sebepler, devletin bölünmekten korunması ve bekâsının te’mîni gibi haklı bir endîşenin eseridir. Gerçekten büyüyen bir devletin parçalanıp dağılmaktan muhâfazası, oldukça güçtür. O günkü muhâbere imkânları da dikkate alınırsa, bu güçlüğü takdîr etmek, daha da kolaylaşır.
Bu ölçüler ışığında devletin tek elden idâre edilerek ümmetin parçalanıp güçsüz beyliklere bölünmemesi ve bu sûretle ehl-i küfür karşısında devamlı olarak kudretli kalınabilmesi için Fâtih’in hukûkîleştirdiği «kardeş ve evlâd katli» mes’elesi, Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatan en büyük sâiklerden olduğu söylenebilir.
Bu husûsdaki madde şöyledir:
“Evlâdımdan her kime ki saltanat müyesser olursa, (mecbûriyet hâlinde) nizâm-ı âlem için karındaşını öldürebilir. Ekserî ulemâ dahî tecvîz etmiştir. Gerektiğinde anınla âmil olalar…”
Demek oluyor ki Fâtih, bunu emretmiyor. İhtilâl ve anarşi gibi şartların son derece mecbûr bıraktığı durumlarda başvurulabilecek bir müsâade olarak hukûkîleştirmiş oluyor.
Buradaki nükteyi doğru anlamayarak Osmanlı’nın velâyet derecesine yükselmiş bulunan sultanlarını bile -hâşâ- cânîlikle suçlamak, yerinde bir hüküm değildir. Dünyâ târihinde bir misli bulunmayan teb’asının menfaati için kendi evlâd ve kardeşini fedâ etme husûsiyeti karşısında hislerden ziyâde idrâk, irâde ve târihî gerçeklere göre tahlîlde bulunmak îcâb eder.
Diğer bir gerçek de şudur ki, 623 sene gibi uzun bir imparatorluk devresinde “evlâd ve kardeş katli” sebebiyle ölenlerin sayısı, takrîben altmış küsûr kadardır. Aksi halde bu rakam, yüzbinleri bulur, hattâ daha ziyâde olabilirdi.
Nitekim bu husûsda ibretli bir tablo olarak, sadece Yavuz Sultan Selîm Han ile ona isyân etmiş bulunan Şehzâde Ahmed’in saltanat dâvâsında Konya ovasında yapılan mücâdelede iki taraftan yaklaşık onbin müslüman kanının aktığını hatırlatmak kâfîdir. Bu da gösteriyor ki, kardeş ve evlâd katli mes’elesi, alternatifsiz iki büyük mecbûrî tehlikeden en hafîfini tercîh etmek zarûretine binâen nâçâr bir şekilde tatbîk edilmiş bir hâdisedir. Birçok kritik durumlarda ortaya çıkan bu çâresizliği açıkça görmek mümkündür.
Yavuz Sultan Selîm Han, kendisiyle mücâdele edip bertaraf edilen kardeşi Şehzâde Korkut’un tabutu altına ağlaya ağlaya girmiş ve:
“–Ey kardeşim! Ne sen bana bunu yapsaydın, ne de ben böyle yapmak zorunda kalsaydım!..” demiştir.
Kânûnî de, oğlu Şehzâde Mustafâ’yı katlettirdikten sonra onun cenaze namazını kıldırmak istemiş, ancak garkolduğu gözyaşı selleriyle namazını bozmak zorunda kalmıştır. Zîrâ Kânûnî, bir meyvedeki karıncanın kırılmasının câiz olup olmadığı husûsunda bile Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi’den fetvâ soracak kadar içli, muhlis ve müttakî bir mü’mindi…
Bu ve benzeri acıklı ve tezatlı hâdiseler, cihan-şümûl bir imparatorluğun bağrına saplanan elem dolu hâtırâlardır. Bunlar, cihâna yön veren büyük cihângîrlerin rûhunda kanayan sıcak bir yaraya batan bir diken gibi olmuştur. Bunun için hamiyetli sultanlar, zarûreten bertaraf ettikleri şehzâdelerin âile ve yakınlarını mağdur etmemişlerdir. Bolca lutuf ve ihsânlarda bulunmanın yanında şehzâde âilelerine lüzûmlu tahsîsâtı bağlamışlar ve yakın hizmetindekileri de devletin çeşitli makam ve mevkîlerinde vazîfelendirmişlerdir.
Bütün acı ve hazîn neticelerine rağmen şâyet bu husûsdaki tatbîkat olmasaydı, Selçuklular’ın ve Endülüs’ün hazîn âkıbetlerinde olduğu gibi Osmanlı’nın te’sîs ettiği o cihânşümûl imparatorluk da, birçok güçsüz beyliklere döner ve ümmet bundan zarar görürdü. Ayrıca batıda yapılan İslâm fütûhâtı gerçekleşmez ve haçlıların müslümanları yok etme hamleleri, çok hazîn neticelere müncer olabilirdi. Nitekim Yıldırım Bâyezîd Han’ın Ankara Savaşı mağlûbiyetinden sonra ortaya çıkan tehlike, bu husûsda ibretli bir hâdisedir.
Diğer taraftan sultanların ciğerpârelerini fedâ etmeleri, aslında onların dîn, devlet ve milletlerine bağlılıklarını ifâde eden büyük fedâkârlıklar olarak tezâhür etmiştir. Yoksa hiç kimse, bir başkasının menfaati için kendisinin bir parçası olan evlâdını fedâ etmez! Nitekim târihin en büyük cânîlerinin bile kendi evlâdlarına karşı ıslak bir kağıda dönüp bütün gaddarlıklarına rağmen eli kolu bağlı hareket ettikleri göz önüne alınırsa, Osmanlılar’ın bu husûsda dîn, devlet ve millet bütünlüğü ile ehl-i İslâm’ın kudretini korumak için yaptıkları bu fedâkârlık, daha bâriz bir şekilde anlaşılır.
Dolayısıyla bir karıncayı bile incitmekten kaçınan Osmanlı pâdişâhlarının katl mes’elesini, basit bir saltanat mücâdelesi şeklinde mütalaa etmek son derece yanlıştır. Zîrâ sultanlar, yalnız kendi hayatlarını garanti altına almak niyetinde olsalardı, muhârebe meydanlarında ya şehîdlik ya gâzîlik diyerek en önde düşmanla çarpışırlar mıydı? Husûsiyle yükseliş devrinde saltanat yıllarını tamamen harplerde geçiren ve gece-gündüz i’lâ-yı kelimetullâh uğruna kendilerini fedâ eden sultanların niyeti, elbette kuru bir cihangirlik değildi.
Şan ve şeref dolu bir târîh ile yüce bir mîrâs bırakıp da bizleri âbâd eden Osmanlı’yı, âdetâ bugünleri düşünerek «kardeş ve evlâd katli»ne zorlayan şartları iyi tedkîk etmelidir. Vâkî olan devleti parçalayıcı saltanat kavgalarını uzun uzadıya aktarmaya hâcet olmadığı gibi, bu kavgalarda binlerce müslüman kanının dökülüp hebâ olmasını normal karşılayabilecek bir dimağ ve vicdan tasavvur olunamaz. Dolayısıyla «kardeş ve evlâd katli» mes’elesi sebebiyle herhangi bir gâileye vücûd verebilecek veya âlet edilebilecek şehzâdelerin ortadan kaldırılıp devlet ve milletin bekâsını te’mîni hoş görmeyip hisleriyle konuşanlar, bu usûle başvurulmadığı zamanlarda irtikâb edilen binlerce müslümanın telef olmasıyla, dîn, devlet ve milletin düştüğü buhran karşısında hissiz davranmış olmazlar mı?!.
Her şeye rağmen bu katil mes’elesinde elbette ki her zaman haklılık arayamayız. Belki zaman zaman beşer îcâbı ve nefsâniyetin galebesi ve birtakım entrikalara kanma neticesinde haksız katiller de yapılmıştır1.
(1. Bu haksız katillerde tek suçlu sultân değil, daha onun tahta cülûsuyla icrâ edilen bu cürmü hazır hâle getiren ve âdetâ sultanı buna zorlayan vezir ve paşaların entrikaları da göz önünde bulundurulmalıdır. Fâtih’in vefâtından sonra hem Bâyezîd’e hem de Cem’e «Gel, babanın yerine tahta otur!» haberinin gönderilmesi bu gerçeği ifâde eder. Hattâ son dönemlerde ortaya çıkan tahttan bir sultanı indirip diğerini geçirme hâdiseleri, vezirlerin bu husûsdaki te’sîrlerini gâyet açık bir şekilde izhâr eder.)
Böyle bir hissî hatânın, III. Murâd ve III. Mehmed Han’ın tahta geçer geçmez ortadan kaldırdıkları hattâ bir kısmı sübyan olan şehzâdeler hakkında vâkî olduğu beyân edilir. Oysa suç olmadan cezâ verilemez. Hiçbir vicdan, birtakım vehimlere istinâd edilerek o mâsûmlara yapılan yargısız infâzı kabûl edemez! Nitekim bu ve benzeri sebepler dolayısıyla bu mes’ele, yumuşak kalbli ve derviş-meşreb bir pâdişâh olan Sultan I. Ahmed Han Hazretleri tarafından tatbîk edilmemiştir. Daha sonra da saltanat için ekber ve erşed (hânedânın en yaşlısı ve en akıllısı) şartı getirilmiştir. Bu şart, hânedân mensubları arasındaki bu katil mes’elesini kısmen ortadan kaldırmıştır. Fakat bundan sonra evvelkilere göre daha yaşlı ve aktiviteleri azalmış pâdişâhların tahta oturmasıyla Osmanlı’nın yükselişteki hamle ve akın rûhunun zayıfladığı da görülür. Yâni ekber ve erşed şartı neticesinde Osmanlı tahtına geçmek için matlûb olan “tegallüb ve hakk-ı seyf” (kafa ve bilek gücüyle iktidar olma) tarîkı kısmen de olsa kapanmıştır.
Bu bakımdan şahısların, “kardeş ve evlâd katli” kâidesini tatbîk ederken takdîr hatâsına düşmeleri; umûmî gâyesi, vatan toprağının bölünmemesi, binlerce müslüman kanının dökülmemesi ve ehl-i küfür karşısında güçsüz bir hâle düşülmemesine mâtûf olan bu kâidenin mâhiyetine menfî bir gözle bakılıp haksız değerlendirmeler yapılmasını gerektirmez.
Bu mütâlaaları, derin bir düşünce ve muhâkemeye istinâd etmeksizin büyük şanlı cedlerin böyle nice mes’elede rencide edilmesi, kul hakkı terettüb ettireceğinden bu husûsda ihtiyatlı davranmakta fayda vardır.
Hulâsa “kardeş ve evlâd katli” mes’elesinde söylenecek son söz şudur:
Altı asırlık cihân-şümûl bir imparatorluk olan Osmanlı’nın hatâ ve sevaplarıyla mütâlaa edilmesi ile neticelere gitmek, en doğru bir harekettir.
İfâde etmelidir ki bütün kâideler, hattâ şer’î husûslar bile onları tatbîk eden kimselerin kalbî âlem, olgunluk ve istikâmetlerine göre netice verir. Zîrâ kânunlar, keskin bir bıçak veya silâh gibidir. Hak ve adâleti tevzîde de kullanılırlar, nefsin galebesiyle binbir zulme de âlet edilebilirler. Yâni bıçak veya silâh, onları elinde tutanın durumuna göre hayra veya şerre kullanılabilirler. Gerçekten de çok güzel bir kâide, nefsâniyetine mağlûb bir kimsenin elinde hiç de istenilmeyen bir şekle bürünebilir. Nitekim târihte şerîat kânûnlarının cârî olduğu zamanlarda hüküm süren birtakım zâlim insanların uygulamaları böyledir. Meselâ dünyânın en büyük hukukçularından biri olan zühd ve takvâ sahibi Ebû Hanîfe Hazretleri, zâlimâne fiillere âlet olmamak için Bağdat kadılığını reddetmiş, bu sebeple devrin halîfesi tarafından hapsedilerek kırbaçlattırılmıştır. Yine Ahmed bin Hanbel gibi büyük bir İslâm âlimi, «Kur’ân mahlûktur» nazariyyesini reddettiği için zindana atılmıştır. Halbuki bu büyük şahsiyetler, şerîat nazarında herhangi bir cürüm işlememişler, aksine zâlimlerin nezdinde Allâh’ın kânûnlarını vikâye endişesi taşımışlardır. Yâni tamamen mâsûmdurlar. Buna rağmen şerîati tatbîkle mükellef bulunan halîfeler tarafından suçlu gibi cezâlandırılmışlardır. Bu da gösteriyor ki, kâide ve kânûnun ulviyyeti ayrı, onların tatbîki ayrı olarak değerlendirilmelidir.
Dolayısıyla “kardeş ve evlâd katli” mes’elesini de bu hakîkat çerçevesinde değerlendirdiğimizde, o, kânun olarak Osmanlı’nın içinde bulunduğu şartlar bakımından mecbûriyyette tatbîk edilmiş bir hâdise olarak karşımıza çıkar. Ancak tatbîkâtı bakımından tahlîl ettiğimizde ise, bunun neticesinin, yukarıda da beyân ettiğimiz gibi onu uygulayan şahısların kalbî âlem, dînî hassâsiyet, kemâlât ve hâdiselerdeki dirâyet ve kifâyetine bağlı olduğu görülür. Bunun içindir ki biz, bu mes’elenin zarûretini kabûl etmekle birlikte onun tatbîk edilmesi husûsunda cereyan eden hâdise ve neticelerin kânûn-i ilâhîye uygun olanlarına tasvipkâr, nefsânî sâikle olanlarına muhâlif ve kat’î teşhîs konulamayanlarına ise ne taraftar, ne aleyhtarız…
Zîrâ Osmanlı’nın tatbîk ettiği “kardeş ve evlâd katli” mes’elesi şu üçlü taksîme muhâtabdır:
1. İsyân eden hanedan üyelerinin katledilmeleri, tamamen şer’î bir çerçevededir. Bunlar, İslâm hukûkundaki “isyân-bağy” suçuna girmektedir ki, cezâsı ölümü gerektirir.
Bu husûsda Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de şöyle buyururlar:
“Benden sonra bir kısım fitneler olacaktır. Şunu bilin ki bu ümmet, bir şahsın etrafında birlik hâlinde yek-vücûd iken, kim araya girip o birliği bozmak isterse, bu herîf kim olursa olsun kılıçla (boynunu) vurun!” (Müslim, imâret, 59-60)
2. Bazı kardeş ve evlâd katli uygulamaları, “ta’zîr bi’l-katl” (siyaseten katl) müessesesine girer. Fâtih’in, Kânûnnâme’sinde «Ekseri ulemâ dahî tecvîz etmiştir.» dediği usûle uygundur. İsyan ettiği tam tesbît olunamasa da, isyan edeceğine dâir emâreler beliren hanedan mensûblarının katledilmeleri, bu kabîldendir.
Bu tatbîkatın dayandığı temel, birinci maddemiz kadar bâriz değildir. Umûmî olarak şu gerekçelere istinâd edilmiştir:
a. “Fitne, adam öldürmekten daha büyük günâhtır…” (el-Bakara, 217)
b. “Umûmî zarar karşısında husûsî zarar tercîh edilip umûmî zarar bertaraf olunur.”
c. “İki zarardan en hafîfi tercîh edilir.”
Bunlara ilâveten “kardeş ve evlâd katli”; İslâm hukûkundaki «Zarûretler, memnû olan şeyleri mübâh kılar.» kâidesi, istihsân, mesâlih-i mürsele, istislâh (kamu yararı) gibi husûslarla da îzâha çalışılmıştır.
Bütün bunlara mukâbil, bu maddedeki uygulamanın «berâet-i zimmet asıldır» (suçu sâbit olmadıkça kişi suçlu değildir) diyen şer’î hukûkdan ziyâde fer’î delîllerin zorlanmasıyla örfî hukûka dayandığı ifâde edilmektedir. Örfî hukûkun ise, muhtevâsını şer’î hukûkdan almakla beraber zaman zaman bu muhtevânın dışına çıktığı vâkîdir.
3. Bu kısımdaki katletme hâdiseleri ise, ne isyan suçuna, ne de siyâseten katle dâhildir. Bu gruba giren uygulamaların meşrûiyyeti yoktur. Bir suistimâlden ibârettir.
İşte “kardeş ve evlâd katli” mes’elesinde bu üç maddeyi göz önüne alarak değerlendirme yapmak, tasvip, tenkid veya tarafsızlığı bunlara göre ayarlamak, gerçeklere en uygun olanı görünmektedir. Nitekim bu hâdiselere şâhid olan o zaman ulemâsının ve şeyhülislâmlarının tavırları incelendiğinde, onların takip ettikleri yolun da bu olduğu görülmektedir. Onlar, liyâkat ve dirâyetlerine göre, şer’î olanlarına açıkça fetvâ vermişler, siyâseten yapılan katillere ise sadece örfî hukûka göre bir beyânda bulunmuşlar, ancak gayr-i meşrû ve bir suistimâl olarak gerçekleştirilen katillere ise, azledilmeleri pahâsına da olsa aslâ cevâz ve fetvâ vermemişler, büyük bir dirâyetle karşı çıkmışlardır.
Birinci maddenin şer’î muhtevâ içinde olduğu müttefekun aleyh’dir. Üçüncü maddenin ise, gayr-i şer’î olduğu kat’îdir. Lâkin bütün bunların içinde en zor ve en çok tartışması olan ikinci maddedeki tatbîkat, yâni siyaseten katiller husûsudur ki, kesin çizgilerle doğru veya yanlışı tesbît neredeyse mümkün değildir. Dolayısıyla bu husûsda tarafgîrlik veya aleyhtarlıkta ileri gitmemek pek isâbetli olur. Zîrâ gözümüzün önünde cereyan eden günümüz siyasî hâdiselerinin tahlîl ve takdîrinde bile ferdler arası hüküm verirken çekilen güçlük ve isabetsizlikler düşünülürse, asırlarca evvel cereyan etmiş olan böyle muhâtaralı hâdiselerde kat’î bir hüküm vermenin zorluğu daha açık bir şekilde ortaya çıkar. Bu sebeple diyoruz ki:
Her şeyin en doğrusunu ancak ve ancak Allâh bilir…
Fâtih Sultan Mehmed Han, düşmanlar tarafından bile takdîr edilen bir pâdişâhdı. Yegâne gâyesi İslâm bayrağını bütün cihâna hâkim kılmaktı. Avrupa haritasını yanından ayırmazdı.
Hassas, ince ruhlu, müşfik bir pâdişâh olan Fâtih, zâhirî âlemdeki yükselişini, mâneviyât âleminde, yâni tasavvuf vâdîsinde de gerçekleştirmiş, zülcenâhayn (iki kanatlı, iki vecheli) dev bir şahsiyetti. Kısacası O, zâhirde de bâtında da emsâlsiz bir sultandı. Milletin hakkında o kadar ince ve merhametli düşünürdü ki, toplumunun sanki maddî ve mânevî babası idi. Bir merhamet âbidesi olan Fâtih, ümmete sayısız vakıflar te’sîsi ile devrini, sosyal adâlet anlayışının zirvesine yükseltmiştir. Bu vakıfların vakfiyeleri, O’nun ulvî yüreğinin inceliklerini sergiler:
Bir vakfiyesinde şöyle demektedir:
“İnşâ ettirdiğim imârethânemde İstanbul fukarâsı yemek yiyeler! İstanbul fethinin şehîd âilelerine ve yetîmlerine ise, kapalı kaplarda, hava karardıktan sonra, komşularının dikkatini celb etmeden, onların izzet ve haysiyetleri korunarak yemek ikrâm edile!..”
Görüldüğü gibi Fâtih, toplumun korunmaya muhtaç fertleri için en hassas edeb ve şefkât ölçülerini aksettiren bu ulvî kâideleri asırlarca evvel bu şekilde ortaya koyuyordu.
Şehîd âilelerine olan ihtimâmı, kâ’bına varılmaz bir vefâ örneğidir. Bilhassa, zamanımız insanına bir nezâket, bir vicdân, bir merhamet ve bir edeb dersidir.
Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde memleketin her tarafında, her karış toprağında adâlet, hak ve hukûk hâkim durumda idi. Kânûn önünde bütün insanlar eşitti. Sanki:
“Adâlet, mülkün temelidir..” ifâdesi, O’nun için vârid olmuştu.
Zengin ile fakir, sultan ile köylü aynı hakka sahipti. Gayr-i müslimlerin haklarına ise, onları vedîatullâh, yâni devlete Allâh tarafından emânet edilmiş, korunmaya muhtaç kimseler olarak kabul olunduklarından daha çok riâyet edilirdi. Bu yüzden gayr-i müslimleri hiç kimse incitmezdi. Osmanlı’nın bu adâletini gören hıristiyanlar, onlara âdetâ âşık oldular. Bilhassa Rumeli’deki fütûhâtın sür’atle genişlemesinde bu dillere destân Osmanlı adâleti pek müessir olmuştur. O derecede ki, İstanbul muhâsara altında iken Papalıktan yardım istenmesi teklîfine karşı, o devrin asillerinden Notaras’ın şöyle demiş olduğu târihte pek meşhurdur:
“–İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercîh ederim!..”
İşte bu yüce adâlet anlayışı ve tatbîkâtı sebebiyle birçok râhibe, müslüman olup Osmanlı kadınları gibi tesettüre büründü. Zulüm içinde yaşayan hıristiyan halk, henüz fethedilmemiş yerlerde bir an önce huzûr ve adâlete kavuşmanın hasretiyle Osmanlılar lehine casusluk bile yaptılar. Osmanlılar da, bir vefâ borcu olarak, kendilerine yardım edenleri unutmayıp en güzel şekilde mükâfâtlandırdılar. Onların gönüllerini hoş tuttular.
İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, umûmî bir afv îlân etmiş ve Bizanslı mahkûmları serbest bırakmıştı. Bunlar arasında iki âlim filozof papaz kimse vardı. Fâtih, onlara cezâlarının sebebini sordu. Onlar da:
“–Biz, Bizans’ın en ileri gelen papazları idik. Kralın zulmünden, işkencelerinden, yaptığı rezâlet ve sefâhatten dolayı kendisini îkâz ettik. Âkıbetinin kötü, yıkılışının yakın olduğunu ve devletinin çökeceğini söyledik. O da, bu îkâzımıza kızarak bizi zindana attı.” dediler.
Bu ifâdeler, Fâtih’in dikkatini çekti. Papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini sordu. Onlar da, ancak bir müddet sonra kanâatlerini bildireceklerini ifâde ettiler.
Papazlar, ellerindeki berâatla her yere girip çıktılar. Sabâhın erken sâatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara:
“–Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın!” dedi.
En kalabalık ve en ıssız yerlere kadar her tarafı dolaştılar. Herkesle sohbet ettiler. Bütün halkın, yalnız iyilik ve ahlâkî üstünlük sahneleyen hâllerini müşâhede ettiler.
Bir çarşıya girdiler ki, o esnâda ezân okunuyordu. Esnaf, dükkânını kilitlemeden câmîye gidiyordu. Hiç kimse, bir başkasına haset etmiyor ve kıskançlık beslemiyordu. Sanki herkes, birbirinin te’minâtı altında idi. Namazı, huzûr içinde ve âdetâ son namazlarını kılıyormuş gibi ikâme ediyorlardı.
Kimse kimsenin hakkını yemiyor, birbirini kırmıyordu. Kimse, kul hakkıyla kıyâmet günü Mevlâ’nın huzûruna çıkmak istemiyordu. İstisnâsız herkes, Allâh rızâsını düşünüyor, Allâh rızâsı için konuşuyor, Allâh rızâsı için yaşıyordu. Sultanın ömrü ve ordusunun muzafferiyeti için duâ ediyorlardı. Cemiyet, ince rûhlu, rikkat-i kalbiyye sahibi derin insanlarla doluydu.
Papazlar, bu halleri görüp şaşkına döndüler. Kaç şehir dolaştıkları halde, mahkemelerde ağır cezâlık bir dâvâya rastlamadılar. Hırsızlık, katil, ırza tecâvüz, dolandırıcılık -âdetâ- meçhûldü. Bir muhâkeme onların çok dikkatini çekti. Hayret içinde kaldılar.
Kadı efendiye bir dâvâcı ve dâvâlı gelmişti. Dâvâcı, şöyle bir mes’ele arzetti:
“–Efendim, bendeniz bu dîn kardeşimin falan tarlasını satın aldım. Ekin için çift sürerken, orada altın dolu bir küpe rastladım. Küpü alıp, tarlasını satın aldığım bu kardeşime götürdüm:
«–Buyur, bu senindir; al!» dedim.
O da:
«–Ben bu tarlayı altı ve üstü ile sattım!.. Artık bana helâl olmaz!..» deyip kabul etmedi. Halbuki toprağın altından bu küpün çıkacağını bilse satmazdı.”
Kadı efendi, öbür kişiye söz verdi. O da:
“–Durum aynen kardeşimin arzettiği gibi vâkî oldu. Fakat, ben ona tarlayı satınca, altı ve üstü hepsi içine girer düşüncesindeyim. Nasıl üstündeki mahsûlden bir hakkım yoksa, altındakinden de öyledir!..” dedi.
Papazların hayretle temâşâ ettikleri bu durum, kadı efendi için tabiî bir hâdise idi. İslâm’ı hakkıyla yaşayan bir toplum için bu, en tabiî bir hâldi.
Kadı, bu iki gerçek müslüman insan arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Birinin sâlih bir oğlu, diğerinin de sâliha bir kızı olduğunu öğrenince, ikisine aracı oldu. Tarafeynin rızâsı ile bu iki gencin nikâhlarını kıydı. O, bir küp altını da, onların düğün ve çeyiz masraflarında harcattırdı.
Burada, yaşanan bir İslâm anlayış ve adâleti sergileniyordu.
Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, hava kararırken kızlarını bir medreseye gönderdiler. Kızlar, kapıyı açan gençlere:
“–Hava karardı, yolumuzu kaybettik. Bizi bu gece misâfir eder misiniz?. Çâresisiz..” dediler.
Talebeler, düşünüp taşındılar, nihayet kendi odalarını bu iki kıza verdikten sonra, araya bir perde gerip mangal başında sabâhladılar. Sabahleyin de kızları yolcu ettiler.
Papazlar, merakla gecenin nasıl geçtiğini kızlarına sordular. Onlar da, olan hâdiseyi şöyle anlattılar:
“–Kendi yerlerini bize terk ettiler. Kendileri odanın ucuna çekildiler. Ortadaki mangal ateşini ellerine alıp bırakıyorlar, birbirlerine dehşetle:
«Rabbimiz bizleri cehennem azâbından korusun!. Bizleri, ânı istikbâlle değiştiren ahmaklardan eylemesin!.» diyorlardı.
Bizlere dönüp bakmıyorlardı bile..”
Bu misâl, Osmanlı Devleti’nde iffet ve namusların te’mînât altında olduğunu sergilemektedir. Lâkin böyle misâller çoktur. Meselâ Fâtih’in, Bosna fethinden sonra çıkarttığı bir fermânında:
“–Sakın ola, Sırp kızları su almak için çeşme başlarına geldiklerinde, askerlerim oralarda bulunmayalar!..” demesi de, imparatorluktaki iffet ve nâmûs te’mînâtının diğer bir tezâhürüdür.
Fâtih bu fermânı ile, hem askerlerini, hem de te’mînâtı altındaki hıristiyan teb’anın kızlarının iffetini muhâfaza etmiş oluyordu.
Osmanlı ülkesini gezip görmekle vazîfeli papazlar, hıristiyan mahallelerini de görmeden edemediler.
Fener semtine doğru gezintiye çıktılar. Hıristiyanlar bile, onların iyi bildiği fetihten evvelki zamana kıyâsen değişmiş, sokaklardaki pislik dahi azalmıştı. Artık kimse kimseye zulmetmeye cesâret edemiyordu. Herkes huzûr içinde işine devam ediyor, eskisi gibi içip içip sokaklarda nârâ atarak şarhoş olamıyordu. Fakir hıristiyan âilelere bile ev dağıtılmıştı.
Papazlar, bu uzun tedkik ve teftişten sonra izin alıp Fâtih’in huzûruna çıktılar. Müşâhedelerini bir bir arz edip:
“–Bu millet ve devlet, böyle giderse kıyâmete kadar devam eder. Böyle bir ahlâk ve yaşayışa sahip olan insanların dîni, elbette hak dînidir..” dediler.
Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular.
Fâtih’in devrine âid olmak üzere daha sonraları da öyle hâdiseler cereyân etti ki, bunlar, adâlet târihinde eşi, emsâli olmayan vak’alardır. Bunlardan biri de şudur:
Fâtih, İstanbul’un fethinden sonra, vazîfesini emrinin hilâfına yapan bir hıristiyan mîmârın kolunu kestirmişti. İstanbul kadısı Hızır Bey, Fâtih’in en yakın arkadaşı ve dostu idi. Kendisini İstanbul kadılığına da Fâtih tâyin etmişti.
Eli kesilen hıristiyan mîmâr, Kadı Hızır Bey’e gidip Fâtih’i dâvâ etti. Fâtih’e hitap tarzı «es-Sultân ibnü’s-Sultân el-Gâzî Ebu’l-Feth MUHAMMED HAN-ı Sânî» iken kadı Hızır Bey, teb’anın herhangi bir insanına kullanılan hitâbla:
«Murâd oğlu Mehmed, şu sâatte mahkemeye gelin!» celbini gönderdi.
Fâtih, murâfaa (duruşma) günü mütevâzî bir ferd-i millet gibi âlâyişsiz bir sûrette mahkemeye gitti. Maznûn sandalyesine oturdu. Hızır Bey, yerini aldı. Ve muhâkeme başladı.
Mahkemelerde hâkim adâlet tevzî ettiği için oturur, diğerleri ayağa kalkarak, ayakta ifâde verirdi. Hızır Bey, Fâtih’i otururken görünce, O’na:
“–Suç murâfaası üzresin, ayağa kalk!” diye ihtâr etti.
Bu îkâz üzerine Fâtih, ifâde için ayağa kalktı. Kadı Hızır Bey, muhâkeme neticesinde Fâtih’i suçlu, hıristiyan mîmârı mazlûm buldu. Kısas âyetini okudu. Ve Fâtih’in kolunun aynı şekilde kesilmesine karar verdi.
Bütün dünyâyı dize getiren cihân pâdişâhı Fâtih, kararı sükûnet ve tevekkülle karşılayarak:
“–Hüküm şer’-i şerîfindir!..” dedi.
Hıristiyan mîmâr, bu ulvî adâlet sahnesinden fevkalâde duygulanarak gözyaşları içinde:
“–Hakkımdan vazgeçiyor, diyet kabul ediyorum!..” dedi.
İş, bu sûretle tatlıya bağlandıktan sonra Fâtih, Hızır Bey’e:
“–Benden değil de Allâh’dan korktuğun için seni tebrik ederim!..” dedi.
Kadı Hızır Bey de, oturduğu minderin altından bir topuz çıkardı:
“–Eğer verdiğim hükmü kabûl etmeseydin, bununla kafana vuracaktım.” dedi.
Fâtih de, buna cevaben kaftanının altında sakladığı kılıcı gösterdi ve:
“–Sen de eğer adâlet üzre hükmetmeseydin, bununla kafanı vuracaktım…” dedi.
Ayrıca Fâtih, şahsî malından hıristiyan mîmâra bir ev bağışladı. Bunun üzerine hıristiyan mîmâr:
“–Dünyâda böyle bir adâletin eşi yoktur. Ben artık bu andan itibâren müslümânım…” diyerek kelime-i şehâdet getirdi.
Fâtih, adâlete ve adâleti tevzî eden kadılara çok ehemmiyet verir, onların hakkı ve hukûku tenfîz etmesi için kendilerine dâimâ yardımcı olurdu.
Bu husustaki şu misâl çok ibretlidir:
Devrin ricâlinden Dâvûd Paşa, yaptığı bir haksızlıktan dolayı Edirne kadısına şikâyet edilmişti. Kadı efendi, Dâvûd Paşa’yı bu işten vazgeçmesi için önce îkâz etti. O’na alacağı cezâyı bildirdi. Aralarında bir münâkaşa çıktı. Bu münâkaşada ileri giden Dâvûd Paşa, kadı efendiye birkaç tokat attı. Bunu haber alan Fâtih:
“Adâletin hizmetkârı olan kadıyı döven kimse, dîni tahkîr etmiş ve harâb etmiş olur…” diyerek, Dâvûd Paşa’yı ağır şekilde cezâlandırdı.
Dâvûd Paşa, maddî ve mânevî ızdırâbından yataklara düştü. Nihâyet tevbe edip pişman oldu. Allâh’ın emirlerine bir daha karşı çıkmayacağına ve böyle bir kusûr etmeyeceğine dâir söz verdi. Bundan sonra Fâtih’le aralarında yeniden yakınlık peydâ olup vezirlik pâyesine kadar yükseldi. II. Bâyezîd zamanında ise, vezîr-i âzam oldu.
Bütün bunlar, Fâtih’in rûhî olgunluğunu gösterdiği gibi; «Halk, idârecilerinin üslûbu üzeredirler.» hadîs-i şerîfinde ifâde edilmiş olan gerçek üzere milletinin de, aynı liyâkati gösterdiğine delâlet eder. O’nun devri, bütünüyle İslâm’ın emânete, insana, mahlûkâta bakış tarzının hassas, ince ve en mükemmel örneğidir. Nesline ve bütün insanlığa bir istikâmet mîrâsıdır. Bugünün insanının da nice zamandır kaybetmiş olduğu ve bir türlü elde edemediği büyük bir haslettir.
Şimdi bize ne oldu ki; o hâlden bu hâle sürüklendik?!. Rûhî yapımız harâbeye döndü..
Bir mîrâsyedi hoyratlığının hazin âkıbetine uğradık!..
Bugünün hod-gâm, maddeye esîr olan merhamet mahrûmu insanına, acaba Fâtih’in maddî ve mânevî şahsiyeti ne mesaj vermektedir?..
Öz benliğimizi kaybettik!. Onu aramanın çırpınışları içinde bunalıyoruz…
Fâtih’i rü’yâmızda görsek; bize:
“–Maddî ve mânevî emânetimi ne yaptınız? İstanbul’dan sonra «kızılelma» olan Roma’ya da ulaşabildiniz mi? Ayasofya’m ne âlemde?” diye sorsa, acaba utançtan aynaları çatlatacak olan bu muhâsebe, bizim yüzümüzü kızartır mı?. Yoksa, vurdum-duymazlıkta ber-devâm mı oluruz?!. Herkes ayrı ayrı kendini yoklasın!..
Hünkâr’ın Ayasofya ile alâkalı bedduâsının hışmına mı uğradık? O’nun vasıyet-nâmesindeki şu bedduâyı hatırlamak, acaba bizi bir uyanış ve silkinişe kavuşturabilir mi:
“Benim bu câmîmi, câmîlikten çıkaranlar, Allâh’ın, meleklerin ve bütün müslümanların lânetine uğrasınlar!.. Onlar, hiçbir zaman hafiflemeyen bir azâb içinde bulunsunlar!.. Yüzlerine bakan ve kendilerine şefâat eden hiçbir kimse bulunmasın!..”
Bu bedduânın muhâtabı, elbette sadece Ayasofya’yı câmîlikten çıkaranlar değildir. Elinde imkân olduğu halde, burasının câmî olarak açılmasına yardımcı olmayanlar da bu bedduânın muhâtabıdırlar.
Şâir, bugünkü hazîn manzarayı ne içli olarak ifâde eder:
Mahvoldu hayâlim bu nasıl korkulu rü’yâ?
Şaşdım; neyi temsîl ediyorsun Ayasofya?!.
Ne mutlu, nice yıllardır aslından koparılmış olan milletimizi, tekrar ve yeniden Fâtih’in izlerine avdet ettirme yolunda himmet ve gayret sarf etmenin azim ve dirâyetine sahip olan genç mücâhidlere!..
Fâtih Sultan Mehmed Han’ın ömrü muazzam ideallerin gerçekleştirilmesi yolunda büyük gayretlerle geçmiştir. O, bizzat katıldığı 25 harbin yanında her türlü îmâr faâliyetlerinden ve ilmî gayretlerden de geri kalmamış, bu sahalarda da dâimâ en zirveyi yakalamıştır. Husûsiyle İstanbul’un îmârına ehemmiyet veren Fâtih, saray, câmîler, medreseler, imâretler, su kemerleri, çarşılar, vakıflar ile hamamlardan başka, şehrin çeşitli yerlerinde dörtbin dükkân yaptırarak vakfetmiştir. Büyük câmîlerin yanındaki medreseler hâricinde 24 medrese, 12 han, 40 çeşme ve Halkalı su te’sîsleri ile iki gemi tersanesi ve kışla, Fâtih devri eserlerindendir. Fâtih, bunlara ilâveten Bursa’da 37, Edirne’de 28, diğer şehirlerde de 60 câmî inşâ ettirmiştir.
O’nun en son seferi, kendisinin her zaman söylediği:
“–Nereye gittiğimi sakalımın bir kılı bile bilecek olsa, onu koparıp atardım!..” ifâdesi üzere herkesten gizli idi.
Üçyüzbin kişilik muhteşem bir ordu ile yola çıkmıştı. Ancak henüz yolun başındayken zehirlendi ve Gebze’de şehîden vefat eyledi. Daha evvel de ondört defa Venedikliler tarafından zehirlenmek istenmiş, fakat hepsi de bertaraf edilmişti. En sonuncu zehirlenme ise, takdîr-i ilâhî olarak farkedilemedi1 ve koca Sultan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in müjdesine ilâveten bir de şehâdet rütbesine nâil olarak şehîden Rabbine kavuştu.
Rahmetullâhi Aleyh!..
(1. Fâtihi zehirleyen Maesta Jakopo adlı yahûdî bir doktordur. Bu doktor, Yakup Paşa ünvanıyla saray doktorları arasındaydı.)
Fâtih’in vefâtı, bütün İslâm âleminde derin teessürlere sebep olurken hıristiyan âlemini son derece sevindirdi. Papa, bütün kilise çanlarını, bir ay müddetle çaldırttı. Zîrâ İstanbul’u fethedip hıristiyanlığın bir kanadını kendisine bağlayan Fâtih’in ikinci planı Roma’yı fethedip papayı da kendi emri altına almaktı ki, bu yolda ciddî adımlar atmıştı. Otranto’yu fethetmiş, İtalya’yı düzenli bir şekilde kıskaca almış ve tek hamle ile ele geçebilecek şartları oluşturmuştu. Diğer taraftan Fâtih’in kudret ve kuvvetini bilen diğer Avrupalı hıristiyan devletler, Osmanlı’yla harbe girmeyi gözlerine kestiremeyerek İtalya’yı -yardım taleplerine rağmen- yalnız bırakmak mecbûriyetinde kalmışlardı. Böylece hemen hemen bütün fetih şartları hazırlanmıştı. Bu bakımdan Fâtih’in son seferi Rodos üzerine idi şeklinde tahmînler yapılmıştır ki, İtalya’nın telaşı ve Sultan’ın her ne pahasına olursa olsun sefer üzereyken zehirlenmesi, bu fikri kuvvetlendirmektedir. Çünkü Venedik’in elinde bulunan Rodos’un fethi, İtalya’nın fethini bir kat daha kolaylaştıracaktı.
Fakat bu hamleyi tamamlamak, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in İstanbul fethiyle alâkalı müjdesine nâiliyyete ilâveten Roma’nın fethiyle alâkalı müjde-i Peygamberî’ye de nâil olabilmek iştiyâk ve arzusu ile dolu olan Fâtih Sultan Mehmed Han’a, ömrü kifâyet etmediği için nasîb olmadı. Ancak nasıl ki hadîs-i şerîf muktezâsı olarak İstanbul’un fethi gerçekleştiyse, Roma’nın fethi de bir mûcize-i Peygamberî olarak mü’minlere müyesser olup muhakkak gerçekleşecektir. Bu fetih de, diğerleri gibi sadece takdîr edilmiş olan vaktini beklemektedir…
Eğer Fâtih Sultan Mehmed Han, çıkmış olduğu son seferini tamamlayabilseydi, Avrupa haritası o günden baştanbaşa değişecekti. Belki de İslâm, Avrupa’nın son noktasına kadar yayılacaktı…
Yâ Rabb! Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in müjdesine nâil olmuş o büyük cihangir Fâtih Sultan Mehmed Han’ın rûhundaki ulvî hasletlerden, husûsiyle dîn gayretinden ve fetih hamlesinden şu son asırlarda sahipsiz kalan nesline de bir nasîb ihsân ve ikrâm eyleyip onlar eliyle İslâm’ı ve müslümanları yeniden azîz eyle!..
Âmîn!..