Hz. Muhammed (sav ) Hz. İbrahim’in Örnek Daveti ve Nemrut

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
HZ. İBRAHİM’İN ÖRNEK DAVETİ VE NEMRUT

HZ. İBRAHİM’İN ÖRNEK DAVETİ VE NEMRUT
HZ. İBRAHİM’İN ÖRNEK DAVETİ VE NEMRUT
Allah beni doğru yola iletmiş olmasına rağmen, benimle O’nun hakkında hâlâ tartışıyor musunuz? Bilinki ben Allah’tan başka ilâhlık yakıştırdığınız hiçbir şeyden korkmuyorum. Zira Rabbim olan Allah dilemedikçe, bana hiçbir kötülük dokunmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Artık düşünüp öğüt almayacak mısınız? Siz Allah’ın hakkında, hiçbir hüküm göndermediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden niçin korkayım? Şimdi biliyorsanız söyleyin bakalım, iki gruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır; Allah’ı bir olarak kabul edenler mi, yoksa putlara ilâhlık yakıştıranlar mı? [458] Kendini bilmeyenden başka kim İbrahim’in dininden yüz çevirir. Hakikat şu ki; Biz İbrahim’i seçtik, O ahirette de sahillerdendir. [459]

Hz. ibrahim, İslâm davetinin öncülerinden, liderlerinden ve tanıklarından birisidir. O’nun islâm daveti insanlık tarihinin dönüm noktalarından ve en önemli sayfalarından birisini oluşturmuştur. Allah O’nun söylediklerini, yaptıklarını ve yaşadıklarını- öncelikle ve özellikle son Resulü için, genelde ise tüm Müslümanlar için önemli bir örnek ve model olarak anlatmıştır. O, gerçeği kavrayış tarzıyla, arınmasıyla, teslimiyetiyle, davet yöntemiyle, sabrıyla, takvasıyla… esenlik yolcusu olma arzusunda ve kararlılığında olanların en özel örneklerinden birisi olmuştur. Putperestlerle ve özellikle de kendisini tanrılaştirmış Nemrut’la mücadelesi; islâm davetinin hangi çizgide ilerlemesi gerektiğini, davetin hangi aşamalarında ne tür engel ve zorluklar yaşanacağını, bu zorlukların nasıl aşılacağını gösteren önemli bir referanstır. Burada onun tevhid mücadelesinin sadece putlarla, putperestle ve özellikle de Nemrut’la ilgili kısmı ele alınacaktır. Çünkü O’nun davetinde önemli bir yer işgal eden bu konular putların icat edilmesindeki amacı gösteren, kendisim putlaştıranların kimlik ve kişiliklerini ortaya koyan ayrıcalıklı bir öneme sahiptir. Ayrıca, onun davet sürecini anlatan ayetler, risâletin Mekke dönemindeki olayların seyrine katkısıyla, Resulüllah’a verdiği mesajlarla, insanlara verdiği bilgilerle Özel bir öneme sahip olmuştur.

Hz. İbrahim’in Çağı Ve Toplumu

Hz. ibrahim’in yaşadığı dönem ve şehir konusunda farklı rivayetler mevcuttur. Ancak kesin bir şey varsa o da, Hz. İbrahim’in diğer peygamberlerin tamamına yakınında olduğu gibi şirk sapmasına uğramış putperest bir topluma elçi olarak gönderildiğidir. Bu toplumun ise Sümer’in şehir devletlerinden birisi olduğu kesindir. Mezopotamya’nın alt kesiminde yer alan Ur şehrinin Hz. ibrahim’in yaşadığı yer olma ihtimali ise konuyla ilgili rivayetler arasında en kuvvetlisidir. [460]
Sümerler putperesttiler. Çoğu putperest toplumda olduğu gibi, Sümerlerin putları da kendi aralarında hiyerarşik bir sıralamaya tabi tutulmuştu. En büyük put, ‘Ay Tanrısı’ Nanna idi (diğer ismi Sin’dir).[461] Onun Ur’un koruyucusu olduğuna inanılıyordu.

Ayrıca ‘Güneş’.ve ‘Yıldız’ tanrılarına da inanılmaktaydı. Kral ‘Baş tanrı’ ile aynı (özdeş) kabul ediliyordu. Bu nedenle de kralın buyrukları, tanrının buyrukları kabul ediliyordu. Kral bütün hayatı boyunca ‘Baş tanrı’ nm temsilcisi olup, onun adına toplumu yönetiyordu. Şehir merkezindeki büyük tapınakta bulunan büyük put ise ‘Baş tonn’nın vücudunu sembolize etmekteydi. Böylelikle ilginç tarzda bir teslis inancı oluşturulmuştu. ‘Baş tanrı’ya inanılıyor, bu tanrı şehir merkezindeki büyük putla sembolleşiyor; ancak o put konuşamadığı, bir fonksiyona sahip bulunmadığı için ‘Baş tanrı’ adma kral konuşuyor ve ‘Baş tanrı’ adına otoriteyi elinde bulunduruyordu. Yılda bir defa yapılan özel bir törenle de kralın, ‘Baş tann’yla irtibat kurmasına yardımcı olunuyordu.

Kral olan şahıs, krallığı nedeniyle ülkenin sahibi durumundaydı. ‘Baş tanrı’yı temsil ediyor olması ise otoritesini ve sahipliğini (Kur’anî ifadeyle nıelikliğini, rablığım) meşrulaştırıyor ve mutlaklaştırıyordu. Dolayısıyla her ne olursa olsun kralın otoritesine karşı çıkmak mümkün değildi. Çünkü böylesi bir durumda ‘Baş tanrı’ya karşı çıkılmış olunurdu. ‘Baş tanrı’yla irtibat kuran ve onun temsilcisi sıfatıyla faaliyette bulunan kralın en önemli faaliyet alanı ise, halkı tanrılara bağışla bulunmaya çağırmasıydı. Halk inandığı tanrılar adına, putların yanma istenen değerli eşyaları bırakır ve bunlar o putun hizmetçisi tarafından ‘koruma’ altına alınırdı. Kral, ‘Baş tanrı’yı temsil ettiği için, “Baş tanrı’nın vücudunu oluşturan büyük puta olan bütün bağışları kullanma hakkına sahipti. Bu durumun ekonomik açıdan pek önem ifade etmeyeceği düşünülmemelidir. Putlar adına yapılan bağışların oranı hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler mevcuttur. Lagaş’ta [462] bulunan bir tablette, ticarî gelirden ve tarım ürünlerinden ‘Baş tanrı’ya verilmesi gereken pay hakkında bilgi yer almaktadır.

Buna göre; gelir eşit olmayan tarzda üçe ayrılıyordu. Bu paydan en büyüğü ‘Baş tanrı’ya veriliyordu. Bu elbette ki ‘Baş tanrı’ adına krala giden bir paydı. Payın ikinci bölümü ise yürüttükleri ‘kutsal’ görev icabı putların hizmetkârı olan rahiplere veriliyordu. Geri kalan en küçük pay ise üretimde bulunan şahsın kendisinindi. Yine konuyla ilgili olarak tarihçi Heredot’un verdiği bir bilgi oldukça önemlidir. O, Babil kulesinin yedinci katını teşkil eden Marduk’un katında bulunan taht, iskemle ve masanın saf altından imal edildiğini ve bunların 800 talent olduğunu belirtmektedir. Talent bir ölçü birimi olup, bir talent 29,68 kg’dır. Bu durumda Marduk’un adına yapılmış olan taht, masa ve iskemlenin 23.700 kg ağırlıkta saf altından yapıldığı anlaşılmaktadır.[463]

Bir dinler tarihçisi, Sümer toplumları için, ekonomik faaliyetleri de kapsayacak tarzda ‘hayat mabedin etrafında çevrelenmişti [464] derken önemli bir özelliği belirtmişti. Öyleydi; çünkü insanlar kendi hayatlarını devam ettirmek için değil, verdikleri paylarla ‘tanrılarını’ memnun etmek için yaşıyorlardı. ‘Baş tanrı’yı temsilen Kral ve diğer küçük tanrıları temsilen de rahipler, tanrıların ‘nasıl hoşnut edileceklerini [465] halka bildiriyorlar ve ürünlerden paylarını alıyorlardı. Tanrılar’ ancak böylelikle üretmek zorunda kalmadan ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlardı. Halk ise bu hoşnutluğu elde edebilmek için sahip oldukları her şeylerini veriyorlardı. Kral bir yana küçük tanrıları temsil eden ‘rahipler dahi çok büyük gelirler elde etmişlerdi. [466]

Hz. İbrahim’in Çağrısı

Hz. İbrahim, bu putperest toplumda, şirki yok etmek, putları kırmak ve hakkı hakim kılmak için görevlendirilen bir peygamberdi. Putçuluğun yaygınlık kazandığı ve yönetimin açıkça putlarla kendisini meşrulaştırdığı bir toplumda ve yönetimde, hakkı hakim kılma gayretlerinin ne tür tepkilerle karşılaşacağını tahmin etmek zor değildir. Daha önemlisi, Hz. İbrahim putlar imal eden ve bu putları satarak gelir elde eden bir rahip-tüccarın oğluydu. Babası, imal ettiği putları satarak para kazanan ve kendi elleriyle yaptığı putlara tapan bir müşrikti.

Hz. İbrahim, risâlet görevi dahilinde, putların mahiyetini açıklamakla çok uğraştı. Putların inanılan fonksiyonlarının gerçek olmadığını, akılları işlemez, bilinçleri yok edilmiş, düşünceleri doğru işlemez kılınmış insanlara anlatmanın çabasını yürüttü. Bu nedenle, Hz. İbrahim’in kıssasını anlatan ayetlerde, Hz. İbrahim’in putların mahiyetini açıklama çabaları ağırlıklı bir konu olarak geçmektedir. O, önce bütün topluma hitap etti; ‘ İbrahim, bizden aldığı vahiy gereği, kavmine dönerek: ‘Allah’a kulluk edin ve O’nun gazabından sakının. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır!’ diye seslendi. Ve devamla ‘Siz Allah’ı bırakıp cansız putlara tapıyorsunuz ve böylece yalanlar uydurup durmaktasınız. Gerçek şu ki, sizin Allah’tan başka tapmakta olduklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler. Öyleyse rızkı Allah katında arayın, yalnızca O’na kulluk edin, O’na şükredin, çünkü sonunda yine O’na döndürüleceksiniz. Ve eğer beni yalanlarsanız bilin ki, simden önceki başka toplumlar da Allah’ın peygamberlerini yalanladılar. Elçiye düşen, sadece kendisine emanet edilen mesajı, apaçık bir şekilde iletmektir.[467] Putçuluğun önemli şahsiyetlerinden ve put ustalarından birisi olan babasına ise ayrıca hitap etti: ‘Ey babacığım! Duymaz, görmez, senden hiçbir şeyi gideremez şeylere niçin tapınıyorsun?

Ey babacığım! Sana gelmeyen bilgi bana geldi. Bana uy, seni doğru yola götüreyim. Ey babacığım! Gel şeytana kulluk etme. Şüphe yok ki, şeytan sınırsız rahmet sahibi olan Rahman’a baş kaldıran birisidir. Ey babacığım! Ben, senin başına O sınırsız rahmet sahibi Rahman’ın katından bir azap gelip çatmasından ve böylece şeytanın dostu olmandan korkarım.[468] Yanlışlarını gösteren, gerçeği sunan, hem akla ve hem de kalbe hitap edenbu çağrıya karşı babasının cevabı şöyle oldu: ‘Ey İbrahim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer bu tutumuna bir son vermezsen, seni mutlaka öldüresiye taşa tutarım. Haydi git, bir süre benden uzak dur.[469] Hz. Ibrahim’in bu sözlere karşılığı ise, davet sürecinin o aşamasına ve şirk sapmasına karşı hakkı ifade etme sorumluluğuna uygun bir cevap oldu: ‘Sana selâm olsun! Rabbimden seni bağışlamasını isteyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütujkârdır. Sizden ve sizin Allah’tan başka yalvarıp, yakardığınız şeylerden uzak duracak ve yalnızca Rabbime yalvaracağım. Böylece Rabbime yalvarmakla, sizin gibi bedbaht olmayacağım.[470] Hz. İbrahim’in bu ifadelere yansıyan karan, ‘müşriklerden ve onların Allah’ı bırakıpta tapındıkları şeylerden uzaklaşması [471] her şartta ve ortamda islâm ile şirkin, hak ile batılın, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün ayrılığının gerekli kıldığı bir durumdan başkası değildi. Bir müminin hiçbir şekilde ve hiçbir gerekçeyle müşriklerin yanında ve onların himayesinde zillet içerisinde olamayacağının ifadesiydi. Tevhid-küfür mücadelesinde müminlerin olmazsa olmaz konumlarını belirleyen evrensel ilkeydi.

Hz. İbrahim’in, davetin ilk aşamasındaki muhatapları çevresindeki insanlardı. Onlara, samimi olarak inandıkları şeyler konusunda büyük yanlışlıklar içerisinde olduklarını göstermeye çalıştı. ‘Dindar’ı oldukları dinlerinin saçmalıklarla dolu olduğunu anlattı. Putların cansız, herhangi bir fonksiyona sahip olmayan heykellerden başka bir şey olmadıklarını; insanın var olmasının, yaşamasının, sağlıklı olmasının nedeninin sadece Allah olduğunu açıkladı. Bu karşılaştırma ile de insanların neye kulluk etmeleri gerektiğini bildirdi: ‘Hani babasına ve kavmine ‘Siz neye kulluk ediyorsunuz?’ demişti. Demişlerdi ki; ‘Putlara tapıyoruz. Bunun için sürekli onların Önünde bel büküp, eğiliyoruz.’Dedi ki; ‘Çağırdığınız zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Ya da size bir yararı veya zararı dokunuyor mu? “Hayır! Biz atalarımızı böyle yaparken bulduk’ dediler. İbrahim de dedi ki; ‘Şimdi neye tapmakta olduklarınızı gördünüz mü? Hem siz ve hem de atalarınız neye tapıyorsunuz anlayın. İşte bunlar gerçekten benim düşmanımdır. Yalnızca alemlerin Rabb’i hariç; beni yaratan ve bana hidayet veren O’dur. Beni yediren ve içiren O’dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek olan O’dur, Din (Ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını ummakta olduğum da O’dur.[472]

Öfke Ve Sorgu

Kabul etmek gerekir ki, statükonun dışında ve hatta karşısında inanç ve görüşler dile getiren, bunu yaparken de her türlü müşrik tepki ve tehlikesine karşılık görünürde hiçbir yardımcısı olmayan birisi biraz garip, biraz acınacak bir halde görünür. Birçokları açısından böyle bir kişiyi ciddiye almak zordur. Bu nedenle Hz. Muhammed’in risâlet görevinin ilk günlerinde olduğu gibi, Hz. İbrahim de risâletinin ilk günlerinde ciddiye alınmadı. Bunun izlerini bir ayette buluyoruz: ‘Onlar; ‘Sen bize hakikat mı getirdin, yoksa sen şakacılardan mısın?’ dediler.[473]

Hz. İbrahim nüfusu yüzbinleri bulan bir şehirde, putları kabul etmeyen tek kişiydi. Herkesin özel putunun bulunduğu böylesi bir yerde, hemşehrileri O’nun kendisine görünmeyen, soyut bir bir put edindiği düşünmüş olabilirler. Fakat zamanla anladılar ki, Hz. ibrahim o toplumda hiç kimsenin sahibi olmadığı soyut bir put edinmemiş ti. Zira O, bütün putlara karşı olduğunu söylüyordu. Bütün putların hiçbir işe yaramayan şeyler olduğunu ilan ediyordu. İşte o zaman iş değişmeye başladı. Bütün putlara yönelik ifadelerin, şehrin en büyük putunu, dolayısıyla o putu temsil eden ‘Baş tanrı’yı ve temsilcisini hedef aldığı açıktı. Bunu kabul edemezlerdi. Zira o hepsinin putuydu; kralıydı.

Müşrikler, önceleri ciddiye almadıkları Hz. ibrahim’in aslında ciddiye alınması gerektiğini kısa süre sonra fark ettiler. Anladılar ki, problem, bir kişinin putları reddedişi değildi. Problem, toplumun inancının ve yaşantı tarzının merkezini oluşturan putu reddedişti. İş bununla da kalmamakta, bu putların meşruluklarım sağlayan en önemli dayanak konumundaki gelenek de reddedilmekteydi. Hatta putperest geleneğin dayanağı konumundaki tüm ataların tamamının yanlış iş yaptıkları ilan ediliyordu: ‘Onlar; ‘Atalarımızı bunlara ibadet ediyor bulduk’ dediler. İbrahim dedi ki; ‘Yemin olsun, siz ve atalarınız açık bir sapıklık içindesiniz.[474]

Müşrikler açısından problemin boyutu büyüktü. O sıralar ülkenin kralı olan Nemrut da olup bitenlerden haberdar olmuştu. Putların bir fonksiyona sahip olmadığının ilanının, kendi otoritesinin meşruluk dayanağını hedef aldığı ortadaydı. Zira o, ‘Baş tanrı’ olan “Ay Tanrısı’ Nanna’nın insanlar arasındaki tek temsilcisiydi. Nanna’yı temsil eden heykel reddedilince, Nanna da reddedilmiş olmaktaydı. Nanna reddedilince, Nemrut’un otoritesi reddedilmekte, iktidarı gayr-i meşru ilan edilmekteydi. Nemrut açısından bu büyük bir problemdi. Fakat acaba Hz. ibrahim aslında ‘Ay Tanrısı’ Nanna’nın bizzat kendisini değil de, varlığını sembolize eden heykeli reddediyor olamaz mıydı? Eğer böyle ise Nemrut açısından bir problem söz konusu değildi. Çünkü Nanna’nın varlığının kabulü, kendi otoritesinin de kabulü anlamına gelirdi. Ancak, durum düşünüldüğü gibi çıkmadı. Hz. İbrahim, Nanna’nm sadece heykelini değil, esasında Nanna’mn sözde varlığını ve sıfatlarını da reddediyor; tüm bunların hayal ürünü şeyler olduğunu ilan ediyordu; gidişatını hiçbir şekilde değiştirmeyeceğini de özellikle ifade ediyordu: ‘Gecenin karanlığı bastırdığı zaman, gökte bir yıldız gördü ve haykırdı: ‘Söyleyin, bu mu benim Rabbim?’ Ama yıldız kaybolunca ‘Ben kaybolup, batıp giden şeyleri sevmem dedi. Bir de ayın parlak bir şekilde doğmakta olduğunu görünce: ‘Peki söyleyin, bu mu benim Rabbim’ diye haykırdı.

Ama ay da batınca ‘Gerçekten eğer Rabbim beni doğruya iletmese, ben kesinlikle sapıklığa düşmüş kimselerden olurum’ dedi. Sonra güneşin doğduğunu görünce: ‘Bu mu benim Rabbim? Bu hepsinden de büyük’ diye haykırdı. Ama o da kaybolunca ‘Ey halkım! Ben sizin gibi, Allah’tan başka şeylere ilâhlık yakıştırmaktan uzağım. Bakın, ben gerçeklere uymayan her şeyden uzak durarak yüzümü ve özümü, gökleri ve yeri var eden Allah’a çevirmekteyim. Ve ben, O’ndan başkasına ilâhlık yakıştıranlardan değilim.’ Toplumu onunla tartışmaya girdi, bunun üzerine onlara: ‘Allah beni doğru yola iletmiş olmasına rağmen, benimle O’nun hakkında hâlâ tartışıyor musunuz? Bilin ki ben Allah’tan başka ilâhlık yakıştırdığınız hiçbir şeyden korkmuyorum. Zira Rabbim olan Allah dilemedikçe, bana hiçbir kötülük dokunmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Artık düşünüp Öğüt almayacak mısınız?’ Siz Allah’ın hakkında, hiçbir hüküm göndermediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden niçin korkayım? Şimdi biliyorsanız söyleyin bakalım, iki guruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır; Allah’ı bir olarak kabul edenler mi, yoksa putlara ilâhlık yakıştıranlar mı?.[475]

Bütün bunlar başta Nemrut olmak üzere, bireysel ve toplumsal hayatlarının temelini oluşturan ilkeleri putlarıyla meşrulaştıranlar için oldukça tehlikeli sözlerdi. Bu sözler bireysel ve toplumsal hayatın bütün ilke ve özelliklerini hedef almakta ve yanlış olarak nitelemekteydi. Dolayısıyla her iki taraf için de problem büyüyordu. Müşrik eşraf için problem büyüyordu; çünkü inanç, düşünce ve yaşantının her alanında sahip oldukları bütün şeyler yanlışlanıyor ve açıkça reddediliyordu. Hz. ibrahim için problem büyüyordu; çünkü başlarında ülkenin kralı olan Nemrut’un da bulunduğu, büyük bir topluluk öfke içerisinde karşısında yer alıyordu. Fakat Hz. İbrahim için söz konusu olan problem ve o problemin neden olduğu tehlike görünüşteydi. Zira O, alemlerin Rabb’i olan Allah’ın taraftarıydı. Allah’a dost olan [476] Allah’ın yardımını alan birisi ise zayıf, güçsüz değildi.

Hz. İbrahim çekinmeden, korkmadan görevine devam etti. İlâhî hakikatleri ilandan bir an olsun geri durmadı. Bir ara ‘Ay Tanrısı Nanna’yi ve diğer güneş, yıldız ‘tanrılarım’ reddettiği için, başına büyük bir bela gelmesini bekleyen halkın arasına karıştı ve puthanenin bulunduğu yere gitti. Amacı düşündüğü bir planı uygulamaya koymaktı; ‘Andolsun Allah’a, sizler arkanızı dönüp gittikten sonra, ben sizin putlarınıza muhakkak bir tuzak kuracağım [477] diyerek bir karar vermişti. Bunu yapabilmesi için halkın puthanenin yanından uzaklaşması gerekmekteydi. Çevresindeki insanlara ‘Sizler neye tapıyorsunuz? Birtakım uydurma yalanlar için mi Allah’tan başka ilâhlar ediniyorsunuz? Alemlerin Rabb’i hakkındaki düşünceniz nedir? [478] diye sordu. Bu soru müşrikler için Nanna’nın azabını çağırmakla eş anlamlıydı. Korktular, azabın gelmesinin çok yakın olduğunu düşündüler. Hz. ibrahim sorusunu takiben; ‘Sonra yıldıza bir göz attı. ‘Ben doğrusu hastayım’ dedi.[479] Müşrikler, ilahî azabın geliyor olmasından iyice emin oldular.

Nanna’mn azabının Hz. ibrahim’in üzerine inmekte olduğuna emindiler. O azap kendilerine de dokunmaması için, ‘arkalarını dönüp O’ndan kaçtılar. İbrahim de kimselerin bulunmadığı o günde, onların putlarına yaklaştı ve ‘Önünüze konulmuş bu güzelim yemeklerden niçin yemiyorsunuz? Neyiniz var ki, konuşmuyorsunuz?’ dedi. Sonra üzerlerine yürüyüp, tüm gücüyle vurup kırdı onları. [480] O, putların hepsini paramparça etti, yalnız kendisine başvursunlar diye, en büyük putu bıraktı.[481] Çok geçmeden halk yığın halinde toplanıp oraya geldi.[482] Onlar dönüp puthanede olanları görünce, ‘Bunları putlarımıza kim yaptı?’ diye sordular. ‘Onun haksızca iş yapan biri olduğunda kuşku yok!’ dediler. İçlerinden bazıları, ‘ibrahim denen bir gencin, o tanrıları diline doladığını İşitmiştik. Onu insanların gözü önüne getirin, mahkemesi ve cezalandırılması halk önünde olsun da, belki ona şahit olunca, ondan ibret alırlar’ dediler. İbrahim onların yanlarına getirilince, ‘Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?’ diye sordular. İbrahim, ‘Belki onu, putların büyükleri yapmıştır, konuşabiliyorsa ona sorun’ dedi. Bunun üzerine vicdanlarına dönüp, ‘Doğrusu asıl zalim olan, yaratılış gayesi dışında yaşamak suretiyle yoldan çıkan biziz!’ diyerek kendilerini suçlamış oldular. Ama çok geçmeden, yine eski düşünce tarzlarına döndüler ve İbrahim’e, ‘Bu putların konuşamadıklarını, kendin de pekala biliyorsun.’ dediler. İbrahim, ‘O halde’ dedi; ‘Allah’ı bırakıpta size hiçbir şekilde ne yaran, ne de zararı dokunmayan şeylere mi tapınıyorsunuz? Yuh olsun size de, Allah yerine tapınıp durduğunuz bütün bu nesnelere de! Hâlâ akletmeyecek misiniz?.[483]

Putların aşağılanıp, reddedilmesi; kırılması; putların sembolize ettiği başta ‘Ay Tanrısı Nanna olmak üzere bütün ‘tanrıların’ reddedilmesi ve bunlara bağlı olarak Kralın otoritesinin gayr-i meşru ilan edilmesi, Kral Nemrut ve adamları için önemli bir problemdi. Nemrut, Hz. İbrahim’le görüşmeye karar verdi. Eğer O’nu düşüncelerinden vazgeçirebilir veya tartışarak yanlışlığını ispatlayabilirse, kendisi ve saltanatı için söz konusu olan problemi çözerdi. Yoksa her geçen gün altındaki tahtının biraz daha sallandığını fark etmeye başlamıştı. Hz. İbrahim’in sözleri, otoritesinin dayanaklarını bir bir yıkıyordu. Hz. İbrahim, Nemrut’un huzuruna çıkarıldı. Nemrut, Hz. İbrahim’le tartışmaya girişti.[484] O, Hz. ibrahim’i hemen öldürüp, işi bitirmeyi düşünmedi. Düşündüyse de bu düşüncesini yararlı bulmadı. Çünkü böylesi bir durumda, Hz. İbrahim’in fikirlerinin bazıları tarafından benimsenmesinden korktu. Hz. ibrahim’i tartışmada yenecek olursa, bu durumda hiç kimsenin Hz. İbrahim’in taraftarı olmak istemeyeceğini hesapladı. Bu amaçla önce tartışmaya girdi. Fakat Hz. ibrahim’in iş olsun diye tartışmak niyeti yoktu. Tevhid’in ciddiyeti, ciddi olmayan tartışmalara konu olmaya engeldi. Hz. ibrahim durumu kısa sûrede sonuçlandırmak için halkın gözünde Baş tanrı’ Nanna’nın yeryüzündeki temsilcisi olan ve onun adına toplumu yöneten Nemrut’a hitaben, ‘Benim Rabb’im diriltir ve öldürür [485]dedi. Nemrut, bu söz karşısında cevabını hemen verdi: ‘Ben de öldürür ve diriltirim.[486] O bu sözüyle, istediğini öldürebileceğini, öldürmeye karar verdiklerini de serbest bırakıp öldürmekten vazgeçebileceği ve buna kimsenin karışamayacağını kastediyordu. Bu cevap tartışmayı izleyenler açısından ‘mantıklıydı. Böylelikle halk Nemrut’un sıfatlarının Hz. İbrahim’in Rabb’inin sıfatlarından aşağı olmadığını düşünmüş olmalıdır. Hz. İbrahim tartışmayı uzatmamak, kendi sözündeki kastolunan ile Nemrut’un kasdettiğinin çok farklı şeyler olduğunu açıklamak gibi uzun bir yolu seçmedi. Konuyu bir anda bitirmeye karar verdi: ‘Şüphe yok ki, Allah güneşi doğudan getirir, hadi sen de onu batıdan getir.[487] Nemrut şaşırdı, diyecek bir şey bulamadı; ‘afallayıp kaldı.[488] Hz. İbrahim’i öldürmekten başka çaresi olmadığını düşündü. Ama cezası o kadar ağır olmalıydı ki, O’nun yoluna uymaya niyetlenenlere korku salsın. Bir daha böylesi bir yola uyanlar bulunmasın.

Yakmayan Ateş

Ceza, ateşte yakarak öldürmek biçiminde belirlendi. Ateş hazırlandı ve Hz. İbrahim ateşe atıldı. Ancak, insanlar için tayin ettiği hayat tarzını içtenlikle kabul edip, gereklerini yerine getirenleri destekleyip korumayı üzerine bir hak kabul eden Allah, kendisine dost olduğu Hz. ibrahim’i yalnız ve yardımcısız bırakmadı. Tevhidin hak oluşunu, şirkin batıl oluşunu, zorbalığın çözümsüzlüğünü göstermek için ateşe emretti: ‘Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol.[489] Ve ateş ibrahim için serinlik, esenlik oldu; O’na hiçbir zarar vermedi.

Nemrut, Hz. ibrahim’i ateşte yakıp, yok ederek kendi otoritesini kurtarmayı amaçlamıştı. Fakat Hz. İbrahim’e vermeyi amaçladığı ceza ile otoritesi iyice sarsıldı. Ateş, ibrahim ve temsil ettiği dava için son değil, başlangıç oldu. Nemrut için ise sonun başlangıcı. Hakikatin gücü bir kez daha açığa çıktı. Ateşten sapasağlam çıkan Hz. ibrahim, verilen ilâhî bir talimat gereği [490] o bölgeyi terk etti ve bir başka yere göçtü. Çünkü İslâm daveti orada sonuna kadar devam ettirilmiş ve gerçek herkese ulaştırılmıştı. Artık peygamberlik görevini bu yeni ülkede yerine getirecekti. Yanında ise ileride peygamberlerden birisi olacak yeğeni Lût vardı; “Ve biz O’nu da, kardeşinin oğlu Lût’u da geçmiş ve gelecek bütün çağlar İçin kutlu kıldığımız ülkeye ulaştırdık.[491]

Bütün bu ayetler ve diğer bazıları, geçmişte yaşamış bir peygamberi ve O’nun müşrik toplumuyla mücadelesini anlatıyordu. Hz. İbrahim’in islâm daveti, Mekke’deki islâm davetinden, O’nun tevhid mücadelesi, Mekke’deki tevhid mücadelesinden binlerce yıl önce gerçekleşmişti. Ama Hz. İbrahim’in binlerce yıl önce gerçekleştirdiği davetin seyri ve konuları, kendisinden binlerce yıl sonraki islâm daveti için bir modeldi. Şahıslar, mekanlar ve zaman farklı olabilirdi ama, davetin senaryosu aynıydı. Dolayısıyla, M.Ö. 2000’li yıllarda Sümer kentlerinin birisinde Hz. ibrahim’in liderliğinde Nemrut ve adamlarına karşı gerçekleştirilen islâm daveti, bu davet için yürütülen çaba ve çalışmalar; M.S. 7. yüzyılın Mekke’sinde Hz. Muhammed’in Dâru’n Nedve üyelerine ve adamlarına karşı gerçekleştirdiği İslâm daveti, bu davet için yürüttüğü çaba ve çalışmaların birebir Örneğiydi; modeliydi. Ve bu nedenle, geçmişte yaşananları anlatan ayetler, esasen doğrudan Hz. Muhammed’e ve Mekke müşriklerine hitap ediyordu. Resulüllah, Hz. ibrahim’in şahsından ve davet sürecinden neler yapması gerektiğini, yapacağı şeylerin nelere yol açacağını ve karşılaştığı zorluklardan nasıl kurtulacağım öğreniyordu. Yine bu ayetlerle zorlukları takip eden başarıların, mükafatların müjdesi veriliyordu. Allah, gerekirse razı olduğu kulları için ateşi bile ‘serin ve esenlik’ kılardı. O halde Resulüllah veya diğer müminler, hiçbir şekilde gidişatlarını yalpalatmamalı, kendilerine Hz. ibrahim’i örnek alıp O’nun dediklerini demeliydiler, O’nun gibi dirençli olmalıydılar, davalarında O’nun gibi kararlılık sergilemeliydiler: ‘Kendini bilmeyenden başka kim İbrahim’in dininden yüz çevirir. Hakikat şu ki; Biz ibrahim’i seçtik, O ahirette de salihlerdendir.[492]

Mekke müşriklerine gelince, onların selefleri, Hz. İbrahim’in hakkı tebliğ için gönderildiği Nemrut ve onun müşrik, sapık, zorba adamlarıydı. Mekke’nin müşrik liderleri Nemrut ve adamlarıyla olan benzerliklerini inançlarıyla, sözleriyle, Resulûllah’a karşı tutum ve davranışlarıyla, İslâm davetine karşı yaptıklarıyla her fırsatta ortaya koymuşlardı ve halen de öyle davranmaya devam ediyorlardı. Nemrut zorbaydı, zalimdi, kötüydü; Mekke’nin müşrik liderleri de. Nemrut ve adamları halkı sömürüyordu; Mekke’nin müşrik liderleri de. Nemrut tüm yaptığı zorbalıklan, sömürüleri, haksızlıkları putlarla meşrulaştırıyordu; Mekke’nin müşrik liderleri de. isimler, mekânlar ve zaman farklı olabilirdi; fakat oyun ve hileler aynıydı. Nemrut’un sisteminde ve toplumunda zulüm ve baskı vardı, Mekke’de de; Nemrut’un egemen olduğu toplumda sömürü ve haksızlık vardı, Mekke’de de; Nemrut’un dini saçmaydı, akılsızlıktı, hakikate muhalifti; Mekke’nin dini de… Dolayısıyla, eğer Mekke müşrikleri şirklerinde inat edip Resulüllah’ı reddetmeye devam ederlerse, zorbalıklarını sürdürürlerse, Nemrut’un ve adamlarının akıbetini paylaşacaklarını bilmeliydiler. O akibet ki zelil, kötü ve horlanmış bir halde kalakalmaktı: ‘Onlar, İbrahim’e düzen kurmak istediler. Fakat biz onları hüsrana uğrattık.[493]

[458] Hz. İbrahim En’am suresi, 6:76-81
[459] Bakara suresi, 2:130

[460] M.Ö. 2000’li yılların en önemli Sümer şehirlerinden olan Ur ve halkı hakkında daha Önceleri de bazı bilgiler mevcuttu. Fakat 1922-1934 yılları arasında British Museum ile Pennsylvania Üniversitesinin ortaklaşa finanse ettiği ve Leonard Wolley başkanlığında yürütülen arkeolojik araştırmalar, Ur şehri hakkında daha çok ve somut bilgilere ulaşma imkânı sağlamıştır. Kazılar sonucunda ulaşılan bilgileri şöyle özetlemek mümkündür: Başta Babil ve Ur olmak üzere, dönemin hemen bütün Sümer şehir devletleri oldukça uzak ülkelere kadar ulaşan ticarî faaliyetlerle zengin olmuş insanları barındırıyordu. Halkın önemli bir kesimi zengindi. Kazılarda bulunan ve Afganistan’dan getirilen laciverttaşı ile Iran platosunun orta kesiminden gelen steatit, bu şehir tüccarlarının ticari faaliyet alanları hakkında önemli ipuçları vermektedir. Anadolu ve Mısır ise sürekli irtibat halinde bulundukları diğer bölgelerdi. Tüccarlarının oldukça kârlı ticarî faaliyetleri sonucunda Sümer kentleri büyüyüp, zenginleşmişlerdi. Bu zenginliğin mezarlara kadar yansımış olması muhtemeldir. Çünkü, kazılar sırasında şehrin mezarlığı tespit edildi. Açılan mezarlarda, şimdiye kadar başka yerde eşine rastlanmayan ‘inanılmaz miktarda’ altın, gümüş, bronz ve değerli taşlar bulundu. Ayrıca, Leonard Wolley’in kazılar sonucunda ulaştığı kanaate göre, Ur şehrinin nüfusu yarım milyona yakın tahmin edilmektedir ki, bu sayı o günün dünyası için şaşkınlık uyandıracak bir büyüklüğü ifade etmektedir. Ur ve Babil gibi bütün Sümer toplumları putperesttiler. Arkeolojik kazılar, söz konusu toplumların putperestliğiyle İlgili oldukça ayrıntılı bilgilere ulaşma imkânı sağlamıştır.

Kazılar sırasında bir kısmı oldukça korunmuş vaziyette evler bulundu. Evlerin iki katlı, geniş ve çok odalı inşa edilmiş olması zenginliğin en önemli kanıtlarından birisi olmakla birlikte, asıl önemli olan bir diğer önemli özellik ise, her evde bir odanın tapmak olarak ayrılmış olmasıdır. Tapmak odaların ev mensuplarından ölenlerin gömülmesine imkân sağlayacak kadar büyük olması da dikkat çeken özelliklerden bir diğeridir. Bu tapmaklar, putperestliğin o toplumdaki yaygınlığının yanı sıra, putların çokluğunun da en Önemli delili durumundadır. Ayrıca şehrin yollarının kenarında şahıslara ait çok sayıda özel tapınaklar bulunmuştur.

Bunlar, şehir merkezindeki büyük putla temsil edilen ‘Baş tanrı’ya oranla daha geri planda kalan ‘ikinci dereceden’ tanrılar için yapılmış binalardı. Bunlar, Ur şehrindeki halkın taptığı ve isimleri tabletlerde geçen 5000 civarındaki putun nerelerde saklandığını açıklayan önemli bilgilerdir. Leonard Wolley’den önce W.K. Loftus tarafından Ur’da, J.E. Taylor tarafından Tello’da yürütülen kazılar sırasında bulunan putlardan (heykellerden) bir kısmı, Paris Louvre müzesinin Eski Şark Eserleri bölümüne konuldu. Bu putlar, ‘Gudea Heykelleri’ ismiyle anılıyorlar.

[461] Nanna için Ur kentinin merkezinde oldukça görkemli bir bina inşa edilmişti. Basamaklı bir piramide benzeyen bu yüksek bina, tabanda 46×64 metre, tepede ise 12 metre genişfiğindeydi. Piramidin en üstünde Nanna için bir oda inşa edilmişti. Bu oda, Nanna’nm yatak odası kabuİ ediliyordu. Benzer bir bina ise komşu şehir Babil’de bulunuyordu. Bu bina ise ‘Babil Tanrısı kabul edilen Marduk isimli put için inşa edilmişti. 550×450 metrelik bir alanı kaplayan bu bina, 90 metre yüksekîiğindeydi. Birinci kat 33 metre, ikinci kat 18 metre, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı katlar 6’şar metre yüksekliğindeydi. Yedinci kat Marduk’m katı olup yüksekliği 15 metreydi. Damı altın kaplama ve mavi tuğlalarla süslü bu devasa yapı, bugünün şartlarında dahi insan hayalini zorlayacak bir mimari harika olduğuna göre, yapıldığı zaman ve şartlar düşünülürse binanın önemi daha iyi anlaşılır.

[462] Ur’a yaklaşık 50 km uzaklıkta bir Sümer şehri.
[463] Ceram, Tanrılar, Mezarlar, Bilginler, s. 326,327
[464] Herve, Dinler Tarihi, s. 126
[465] Mc Neill, Dünya Tarihi, s. 25
[466] Büyük Larausse, s.XXin/11953
[467] Ankebut, 29:16-18
[468] Meryem, 19:42-45
[469] Meryem, 19:46
[470] Meryem, 19:48
[471] Meryem, 19:48
[472] Şuara, 26:70-82
[473] Enbiya, 21:55
[474] Enbiya, 21:52
[475] En’am, 6:76-81
[476] Nisa, 4:125
[477] Enbiya, 21:57
[478] Saffât, 37:86,87
[479] Saffât 37:88,89
[480] Saffât, 37:90-93
[481] Enbiya, 21:58
[482] Saffât, 37:94
[483] Enbiya, 21:59-67
[484] Bakara, 2:258
[485] Bakara 2:258
[486] Bakara, 2:258
[487] Bakara, 2:258
[488] Bakara, 2:258
[489] Enbiya, 21:69
[490] Saffât, .37:99
[491] Enbiya, 21:79
[492] Bakara, 2:130
[493] Enbiya, 21:70
 
Üst Alt