I.İ > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
İSLAM HUKUKU AÇISINDAN AVRUPA TOPLULUĞU
Bağımsızlık ya da iç ve dış hâkimiyet esası devleti ve özellikle de Islâm Devletini başka şeylerden ayıran en önemli belirtidir Mekke'deki müslümanlar bir çekirdek devlet oluşturacak güce ulaştıktan sonra, onların başkalarının iradesine ve idaresine bağlı olarak yaşamalarına razı olunmamış, önce hicret etmeleri istenmiş, sonra da Medine'de sayıca azınlıkta olmalarına rağmen Kurucu Medine Anayasası'nin ihtiva ettiği maddeler gereği, insiyatifi onlar ellerine almışlardır Çünkü Kur'ân ifadesi ile: "Allah kâfirlere mü'minler üzerinde asla bir yol (velayet) yetkisi vermemiştir"(K Nisâ 4/141) "Izzet (güç ve onur) Allah (cc)'ındır, Rasulünündür ve mü'minlerindir"(K Münafikûn 63/8) "Ey iman edenler, Yahudi ve Hiristiyanları veliler (hakim ve dost) edinmeyin Onlar birbirlerinin velileridir"(K Mâide 5/51) "Mü'minler, mü'minleri bırakıpta kâfirleri veli (hakim ve idareci) edinmesin"(K Ali Imran 3/28) "Onların yanında izzet mi arıyorlar? Izzet bütünüyle Allah (cc)'ındır"( K Nisâ 4/139) "Sizin, Allah (cc)'ın dışında velileriniz (dost ve hakiminiz) yoktur Sonra (böyle bir şey ararsanız) yardım da göremezsiniz"(K Hûd 11/113) "Kim Allah (cc)'ı, O'nun Rasulünü ve mü'minleri veli (dost ve idareci) edinirse, (bilesiniz ki,) galip olacak olanlar şüphesiz Allah taraftarları (Hizbullah)'dir"(KMâide 5/56) "Ey iman edenler, dininizi alay ve oyun konusu yapan sizden önceki kitap verilenleri ve kâfirleri dostlar (veliler) edinmeyin ve eğer inanıyorsanız Allah (cc)'tan korkup sakının"(K Mâide 5/57) "Allah (cc)'a ve Ahiret gününe iman eden hiç bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, onlar, Allah (cc)'a ve Resulüne karşı başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsalar dahi"(K Mücadele 58/22) Özellikle bu ayet, mü'minlerin, Allah (cc)'a ve Rasulüne baş kaldıran Yahudi ve Hiristiyanlarla "Bir sevgi ve dostluk bağı" kuramayacağını açıkca ifade ediyor AT'nin esasını teşkil eden Roma anlaşmasının daha ilk başında yer alan ve topluluğu "communaute" yani, "Gerçekten sevenler arasındaki ortaklık" diye niteleyen ifade ile bu ayet yan yana düşünüldüğünde, naslarda "mefhum-u muhalefeti" kabul etmeyen Hanefilere göre bundan: "Müslümanlar böyle bir topluluğa girme gibi büyük bir cürmü işleyemezler", "mefhum-u muhalefeti" kabul eden Şafiîlere göre ise: "Böyle bir topluluga girenler müslüman olamazlar" gibi zorunlu bir sonuç çıkar
Bu kabil ayetler ve bu doğrultudaki hadis-i şerifler pek çoktur Bunlar bir Islâm ülkesinin iç ve dış hakimiyetine verilen önemi tevile yer bırakmayacak biçimde ortaya koyar Islâm bütün yaşama yetkisini Allah (cc)'a verir "Hüküm sadece Allah (cc)'a aittir"(K En'âm 6/57) Ve bu esas Kur'ân'da defalarca tekrarlanır
Islâm yarınki muhtemel bir savaşta müslümanların onlarla aynı safta savaşmasına dahi izin vermez Ubâde bin Sâmit'in andlaşmalı olduğu Yahudiler vardı Hendek harbinde Ubâde Resulüllah (sav)'a müracaat ederek onlardan yardım görebileceklerini söyledi de bunun üzerine: "Mü'minler mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler" ayet-i kerimesi nazil oldu Buna dayanarak Malikî hukukçular harpte kâfirlerden hiç bir surette yardım alınamayacağına kani olmuşlar, diğerleri (Cumhur) ise Resulüllah (sav)'ın Kaynûkâ Yahudilerinden yardım gördüğünü hesaba katarak, aynı şartlarda: Onlara ihtiyaç duyulması, onlara güvenilmesi ve müslümanların komutasında bulunmaları şartıyla kâfirlerden yardım görülebileceğini söylemişlerdir (bk Ibn Kesir, N/89; Kurtubî, IV/119) Bu, müslüman olmayan bir devlete karşı varsayılacak bir savaştaki durumdur Askeri birliğini de gerçekleştirmiş AT'nun bir Islâm milleti ile yapacağı varsayılan bir savaşta ise Müslüman, Yahudi ve Hiristiyanın safında kendi kardeşine vurmak zorunda kalacaktır ki, Islâm hukuku açısından bunun cevazını düşünmek bile mümkün değildir
Islâm Dini bütün bunları korumayı hedefler biçimde geldiğine göre, AT da bu organizasyonda müslüman, bu temel hak ve hürriyetlerini İslam'ın istediği biçimde korumaktan mahrum olacaktır Fonksiyonunu yitiren bir sistem yaşıyor olamayacağına göre ortalıkta makro düzeyde, ya da sistem olarak Islâm diye bir şey de kalmamış olacaktır
Ayrıca, Islâm hukukunun her sahası onun ‚öbür âlem' merkezli bir hukuk sistemi olduğunu açık-seçik gösterir Çünkü onun kaynağı ‚vahiy'dir Bu itibarla bir Islâm ülkesi vatandaşı olan bir müslümanın özel hayatını düzenleyen hukuk kuralları tamamen özgün ve ona has hukuk kuralları olacaktır Zira Islâm hukukunun gayesi, toplumun, hangi yolla sağlanırsa sağlansın, huzuru değildir Diğer bir deyişle Islâm; kötülüğü, onu dünya ölçüleriyle almamız halinde bile, yapamayacağı için yapmayan, başkalarının hukukuna hukukî müeyyidelerle saygı göstermek zorunda olduğu için saygı gösteren insanlardan oluşan bir toplum hedeflemez Aksine bunlar asıl hedef için birer vasıtadan ibarettir Bu yüzden onun kendi toplumunda evlenmesi, boşanması, miras taksimi, eşyadaki hakimiyet ve tasarrufları, mal itibar edip aldığı-sattığı şeyler ve alım-satımı, akidleri sahih, fasit ve batıl diye ayırışı, sosyal güvenlik hukuku, çalışma esasları, vatandaşlarının dârlar arası (Dâr-i Islâm, dâr-i harp, dar-i sulh) ilişkileri hep kendine has ve kendi insiyatifinde olan ve başka şekili kabul edilemeyecek hukuk normları ile tesbit edilmiştir Bu normların esasını nasslar teşkil eder ve "Mevrid-i nassta ictihada mesağ yoktur"
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İSLAM HUKUKUNA GÖRE KEFİL OLAN KİMSE KEFALETİ KARŞILIĞINDA ÜCRET İSTEYEBİLİR Mİ? Kefalet bir teberru ve iyilik akdidir Onun mukabılinde ücret almak ve vermek caiz değildir Ancak mekfuluanh olan kimse, kendiliğinden kefile herhangi bir hediye takdim ederse kefilin bunu almasında bir sakınca olmayıp, mes'ul olmaz Yalnız kendisine kefil olunacak kimse ücret vermediği takdirde kefil bulamayacak ve bu sebeple işi aksayacaksa parayla kefil tutmaktan dolayı mes'ul değildir, ancak kefil günahkar olur Nasıl ki haklı bir kimse rüşvet vermediği takdirde hakkı elinden alınacaksa bu durumda rüşvet verir Allah indinde mes'ul olmaz; ama onu alan kimse mes'ul olup Allah'ın lanetine müstehak olur (El-Fıkh'ul İslami ve Edilletuha)
_________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İSLAM HUKUKUNA GÖRE PARANIN DEĞİŞMESİ VE BUNUNLA İLGİLİ HÜKÜMLER

1- Çağımızdaki ekonomik problemlerin en başta gelenlerinden ve dünya devletlerinin çoğunda bireyi de toplumu da etkileyenlerinden birisi de, şüphesiz "enflasyon' meselesi ve beraberinde getirdiği, paranın satınalma gücüne büyük ve tehlikeli düzeydeki etkisidir Şöyle ki; enflasyon yüzünden satınalma gücü zayıflar, azalır ve sonuçta da bu; satım eşyası (mal), menfaatler ve hizmetler karşısında paranın değer kaybına yol açar Nitekim çoğu ülkenin ekonomik politikasi, o ülkeyi, parasının değerini, diğer ülkelerin parasına veya altına oranla düşürmek zorunda bırakır ve uygun oranda düşürür Bazan da bunun aksine, parasının değerini yükseltmek zorunda kalırve gerekli nispette yükseltirGünümüzde bazı ülkeler, belirli bir ekonomik politika gereği, sınırları dışında parasının geçerliliğini yasaklamıştır Netice olarak da başka herhangi bir ülkeye götürülmesine engel olmakta, eğer herhangi bir yolla çıkarılacak olursa, bu sefer de girmesini yasaklamaktadır Bazı ülkeler de, kendi sınırları dahilinde altınla, ya da kendi parasından başka bir parayla muameleyi yasaklamıştır Bu uygulama, aksine davranmak caiz olmayan ve aksi yönde yapılan her türlü ittifakın geçersiz sayılacağı, genel bir rejim olarak görülür Bazı devletler de zaman zaman geçerli paralarını iptal eder ve terim olarak "para" kabul ettiği bir başka parayla değiştirir vsIktisadı politikalar açısından durum budur Bireylerin muameleleri açısından ise; çoğu zaman kişi, acıdığı ve yardım etmek istediği için, belli bir meblağı, belirli bir zamana kadar bir başkasına verir Gaye, onun ihtiyacını gidermek ve sıkıntısını bertaraf etmektirÖdeme günü geldiğinde, borç veren görür ki, kendisine dönen meblağ, satınalma gücüne veya altına ve gümüşe, ya dâ, diğer paralara göre; ona karz olarak verdiğin, verdiği gündeki değerinden az, ya da çok fazladır, ya da çok azdır Isterse rakamda ve nicelikte ona eşit olmuş olsunYine çoğu zaman bir tüccar, bir eşyayı, üzerinde ANLATIK ları ileri bir zamanda vadeli olarak ödemek üzere, belli bir para ile satın alır Zaman gelip ödeme yaklaşınca, taraflardan herbiri, üzerinde nlaştık ları meblağın, satınalma gücü bakımından, ya da diğer paralara oranla kıymeti bakımından durumunun, akdi yaptıkları ve zimmete geçtiği andaki durumuyla değişiklik arzettiğine şahit olurYa da çoğu Islâm ülkelerinde âdet olduğu üzere koca, zevcesinin mehrinin bir kısmını, ya da tamamını zimmetinde borç olarak tutar ve ödeme günü ancak, ölüm, ya da ayrılma vakalarıyla gelmiş olur ki, buna "müeccel mehir" tabir edilir Ama bu müeccel mehir pozisyonlarının hemen hemen hepsinde, işin gerçeği şudur : Mehir olarak kabul edilen ve kocanın zimmetinde borç olarak kalan bu nakdin, verilmesi gerektiği gündeki değerinde, zimmette sabit olduğu gündeki değerine oranla fahiş farklılıklar ortaya çıkmıştırBunlar üzerinde duracağımız meselenin sadece bazı şekilleridir Bunun yanında sorunun sayılamayacak kadar kompleks yan meseleleri, tehlikeli sonuçları ve pek çok boyutları vardır ve değişik sahalarda bireyi, toplumu ve devleti ilgilendirmektedir Ancak konunun bizi burada ilgilendiren yönü sebebi ve kaynağı ne olursa olsun - para durumlarının değişmesi halinde, malî muamelelerle ilgili olan tarafı ve bunun zimmetlerdeki borçlara etkisidirBu yön, gerçekte ve haddi zatında -özellikle bu asırda- çok fazla önem kazanmış ve son derece tehlikeli bir hal almış ise de, ana ilkeleri ve temel prensipleri itibariyle müslümanların muamelelerinde ve fıkıhlarında, geçen bin yıldan daha fazla zamandan beri bilinmekte olan bir şeydir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İSLAM HUKUKUNA GÖRE VAKIF OLAN ŞEYİ HERHANGİ BİR SURETLE SATMAK VEYA SATIN ALMAK CAİZ MİDİR? İslam hukukuna göre herhangi bir yöne vakfedilmiş olan bir şeyi satmak ve satın almak caiz değildir Sünnet bunu yasakladığı gibi icma'-ı ümmet de bunu yasaklamıştır Bu hususta ihtilaf yoktur İbn Ümer (ra) şöyle diyor: Ömer (ra) (Ravinin babası) Hayber arazisinden kendisine bir tarla isabet etti Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e (sav) gidip tarla için kendisiyle istişarede bulunup dedi ki: Ey Allah'ın Resulü, Hayber arazisinden bana bir tarla düştü Şimdiye kadar ondan daha değerli bir şey elime geçmemiştir Hakkında ne buyurursunuz? Hz Peygamber (sav) buyurduki istersen onu haps –vakıf- edip tasadduk edersin Bunun üzerine hz Ömer (ra) satılmaması, hibe edilmemesi ve miras olarak kalmaması üzerine tasadduk etti Fakirlere, hürriyete kavuşmak maksadıyla efendileriyle mükatebe akdini yapmış kölelere, mücahidlere, yolda kalmış olan kimselere, misafirlere verilmek üzere vakıf etti Ona bakan kimsenin normal olarak ondan yemesinde beis yoktur Yalnız ondan mülk edinmez (Tirmizi)
Vakıf edilen malın satılması ve satın alınmasının caiz olmadığında ittifak vardır Ancak vakıf edilen maldan istifade edilemeyecek bir duruma gelirse –bir tarlanın şehrin ortasında kalması gibi- Hanefi ile Hanbeli mezheblerine göre daha iyisiyle değiştirilmesi caizdir Çünkü vakfın gayesi vakıf edilen yöne yardım sağlamaktır Faydası olmadığı halde onu tutup haps etmenin manası yoktur (İbn Abidin)
Hülasa Hanefi ile Hanbeli mezheplerinin ileriye sürdükleri mesele hariç İslam hukukuna göre vakıf edilen mal ne satılır, ne alınır Şayet herhangi bir sebebden dolayı birisinin elinde vakıf malı bulunsa mümkün ise onu esas sahibine iade etsin Mümkün değilse kirası ne kadar tutarsa vakıf edilmiş yöne versin veya harcasın
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ISLÂM HUKUKUNDA BORÇLULAR ÜÇ KISIMA AYRILIR Mâlî durumu iyi olup, borcunu ödemek istemeyenler; darda olup, ellerinde hiçbir malı olmayanlar; malı borcuna denk veya borcu daha fazla olanlar Bu somuncunun vadesi gelen borçları ödenemiyor ve mevcut mal varlığı da borcu karşılayamıyorsa iflâs problemi ortaya çıkar
Ebû Hanîfe'ye göre, borçlar mal varlığını aşsa bile, bir kimse borçları yüzünden hacr (kısıtlılık) altına alınamaz Çünkü aklı yerinde olduğu için tam ehliyetlidir ve başarılı bir işletme ile mal varlığını çoğaltması mümkündür Böylece onun tasarruf ve insanlık hürriyeti korunmuş olur Ancak bu durumda kendisine borçlarını, ödemesi emredilir Bunu yapmazsa, malını bizzat satıp borçlarını ödemesi için hapsedilir Hâkim, borçlunun malını satamaz Ancak, varsa paralarını ve borçların cinsinden olan mallarını alacaklılarına istihsân yoluyla verebilir Borçluyu hapsetmenin sebebi, borcun vadesinde ödenmemesi yüzünden alacaklıların zarara sokulması ve onlara haksızlık edilmesidir (el-Meydânî, el-Lübâb, II, 20; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l Islâmî ve Edilletüh, lV, 132)
Ebû Yûsuf, Imam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b Hanbel'e göre, vadesi gelen borcu, mal varlığını aşan borçlular, alacaklıların isteğiyle hâkim tarafından hacredilir Bu kimse iflâs etmiş sayılır Mâlikîler bu durumda hacr için mahkeme kararını da gerekli görmezler Hacirle, alacaklıların haklarına zarar verebilecek tasarruflar önlenmiş olur Alacaklılar icâzet vermedikçe vakıf, hibe, sadaka, velâyet ve başkasına yeni bir borç ikrarı gibi tasarruflar muteber olmaz Herhangi bir malı rayiç bedeliyle satmış olurlarsa, bedeli alacaklılara ait olur Bu satış rayiç bedelin altında bir fiyatla olmuşsa alacaklıların icazetine bağlıdır Alıcı da muhayyer olup, isterse bedeli tamamlar, dilerse akdi bozar (Ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, V, 101; AbdülKadir Şener, "Islâm Hukukunda Hacr", AÜIF Dergisi, c XXII, s 339) Bu gibi tasarruflarda borçlunun ehliyeti, mümeyyiz küçük gibi olur Alacaklılarına zarar verecek mâlî tasarrufları, onların icazetine bağlıdır Bu tasarruflar hibe, vakıf gibi teberru kabilinden olsun veya kıymetinden daha az bir bedelle satmak yahut kıymetinden çok bir fiyatla satın almak gibi, satış bedelinde müsamahayı kapsayan ıvazlı akitlerden olsun müsavidir
Hâkim, borcunu ödemeyen borçlunun mallarını satıp, bedelini alacaklılara bölüştürür Satışa, önce bozulacak mallardan başlanır Sonra telef olacaklar, daha sonra da gayri menkuller satılır Ancak borçlunun ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yiyecek, giyecek, mesken ve benzeri zaruri ihtiyacına ait şeyleri satamaz (Ibn Âbidîn, age, V, 103; Damad, Mecmau'l-Enhur, II, 443)
Ebû Hanîfe'ye göre, hâkim borçluyu 2-3 ay hapsettikten sonra, malı olduğuna dair belirti bulunmaz veya gerçekten yoksul olduğu ortaya çıkarsa, "Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa ona, genişleyene kadar mühlet verin" (el-Bakara, 2/280) ayeti uyarınca serbest bırakır Fakat alacaklılar, onu takip eder Yeniden ödeme gücüne kavuşursa, bunu aralarında paylaşırlar Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed'e göre ise, yoksul borçlular yeni mal kazandığı sâbit olana kadar takip edilmezler Çünkü yukarıdaki ayet onlara çalışıp kazanmak için bir mühlet vermeyi öngörmektedir (el-Meydânî, age, 21-23)
Ebû Hanîfe'nin borçlulara tanıdığı bu geniş hürriyet zamanla kötüye kullanılmış, borçlular mallarını alacaklılardan kaçırmak için muvazaalı olarak satış göstermiş, bir hayra veya çocuklarına vakfetmiş veya hibede bulunmuştur Işte bu durum karşısında müteahhirûn (sonraki) fakihler borcu servetini aşmış kimselerin hacr altında olmasalar bile, alacaklılar razı olmadıkça vakıf ve hibe gibi tasarruflarının nâfiz (yürürlükte) olmayacağına fetvâ vermişlerdir Kanunî ve II Selim devirlerinde şeyhülislamlık yapan Ebussuud Efendi, sultana arzettiği maruzatında bu hususu açıkça belirtmiştir (Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s 144)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İSLAM HUKUKUNDA RÜŞVET'İN DURUMU (İBN NÜCEYM) Bir müddet geçtikten sonra bile olsa HAK'kı zafere erdiren, doğruluğu gâlip getiren, yalancıları rezil eden, hakta adaleti yayan ve bâtıla götürenleri engelleyen Allah'a hamdolsun Peygamberlerin en şereflisine, onun ehl-i beytine, ashabına, hepsine salât ve selâm olsunImdi bu; rüşvet ve kısımları, bu meyanda kadı'nın (hâkimin) alması câiz olan ve olmayan, helâl olan ve haram olan rüşvet hakkında, rüşvetle hediye arasındaki fark ve rüşvet olarak alınan bir şeye sahip olunup olunamayacağı, ceza olarak uygulanan ta'zirin teşhir edilip edilemeyeceği hususlarında kısa bir risâledirGünümüzde bununla ilgili bir fetvâ hadisesi olup ta Hanefilerden birisi kadıya (Hâkime) verilen rüşvetin de emir'e (hükümet yöneticisine) verilen rüşvet gibi olduğunu zannederek, nakledilegelen nasların hilafına cevap vermesi üzerine, bizi sevenlerden bazılarının teşviki, beni bunu yazmaya sevketti Allah'tan, rızasına muvafık kılmasını dilerimRüşvet'in lugat ve istilahî olmak üzere iki mânâsı vardır Lugattaki manası, "cu'l", yani yerine savaşan gaziye, ya da işçiye verilen şey demektir Kâmus'ta: Rüşvet (sin ile) cu'l demektir Çoğulu "Rusan" ve "Risen" gelir "RASA" (Fiil olarak) cu'lu onaverdi "IRTESA" onu aldı ve "ISTERSA" istedi demektir, deniyor El-Misbâh'ta ise: "Rişvet" (kesre ile): Kendi lehine hükmetmesi, ya da istediğine ulaştırması için kişinin hâkime, ya da başkasına verdiği şeydir Çoğulu "Rişan" gelir Tıpkı "Sidratün"ün çoğulu "Sider" olduğu gibi Dammeli olarak "Rüşvet" şekli de kullanılır O takdirde çoğulu "Ruşan" gelir (KA-TE-LE) babından olarak, "Rasevtühü-Rasven", ona rüşvet verdim, demek olur "'Irtesâ" rüşvet aldı demektir Aslı "Rasâ-el-Ferhu" ifadesindendir ki, kuş annesinin kendisini yedirmesi için kafasını uzattı manasınadır, deniyor E1-Mu'rib'te de: "Rişve" ve "rüşvet", Cemileri er-Rusa; "Rasâhu" Yani ona rüşvet verdi "Irtesâ" ondan aldı, fiilindendir, denmekle iktifa ediliyorIstilahta ise, el-Misbâh'taki gibi tarif edilirSünnet'te ise rüşvetin haramlığı hükmüne delâlet eden bir çok hadîs-i şerif vardır Bu meyandaÜZGUM Allah'ın lâneti rüşvet verenin ve alanın üzerine olsun (Hükümde rüşvet verene ve alana Allah lânet eylesin) (Rüşvet verene de, alana da, aralarında rüşvet için aracılık yapana da Allah lânet eylesin) hadîs-i şeriflerini zikredebilirizRüşvetin kısımlarına, haram olanına ve haram olmayanına gelince : Kâdî Hân, fetvâlarının el-Kâdâ bahsinde der ki :"Rüşvet dört türlüdür Bir çesidi vardır ki, her iki taraf içinde haramdır Kadıyı (yani hâkimligi) rüşvet ile olsa, bu adam hâkim olamaz Bu durumda rüşvet, alana da, kadıya da haram olur Bu bir ikincisi, kendi lehine hüküm vermesi için hâkime rüşvet verse, bu rüşvet de her iki taraf için haramdır Hüküm ister bi-hakkın verilmiş olsun, ister olmasın, değişmezDiğer bir şekli: Malının ya da canınıntelef olacağı korkusuyla rüşvet verse, bu rüşvet alana haramdır ama, verenin vermesi haram değildir Yine malında gözü olana, malının bir kısmını rüşvet olarak verip; kalanını kurtaranın durumu da böyledirBir diğer şekli: Devlet idarecilerinin nezdinde işini takip etmesi için rüşvet verse, veren için vermesi helâldir ama, alan için alması haramdır Bu durumda verdiği rüşvetin alana da helâl olabilmesi için; veren, alanı, rüşvet vermek istediği miktarla, bir gün geceye kadar ücretle tutar Çünkü bu nevi icâre sahîhtir Sonra müste'cir (ücretle tutan) dilerse onu yaptıracağı bu işte, dilerse başka işte çalıştırır Bu, devlet idarecisi nezdinde işini takip etmesi için rüşveti önceden verirse böyledir Hiç rüşvet adı etmeden işini takip etmesini istese ve işi olduktan sonra rüşvet verse durum ne olur? Bunda ihtilâf vardır Alanın alması helâl olmaz diyenler varsa da, sahîh olan, helâl olur diyenlerin görüşüdür Zira, bu, bir nevi iyilik, mükâfaat ve ihsandır Aynen imâma ya da müezzine, şart koşmadan bir şey vermek gibidir Hâkimin rüşvet alması helâl olmadığı gibi, hâkim olmazdan önce kendisine hediye vermek âdeti olmayan yabancıdan hediye alması da câiz değildir Borç ve iare de hediye gibidirFıkıh kitaplarının vasiyyetler bölümünde fukaha; kişinin canını ve malını zûlümden kurtarmak için, kendi hakkında verdiğin rüşvet olmayacağını, başkasında olan malını çıkarabilmek için sarfettiğinin ise rüşvet olacağını söylerler elHulâsa adlı kitapta denir ki : Hâkim rüşvet alıp hüküm verse, ya da hüküm verdikten sonra rüşvet istese ve hâkimin oğlu veya onun için şehadeti kabul edilmeyecek birisi alsa, hüküm nâfiz olmaz Ancak tevbe eder ve aldığını geri verirse, verdiği hüküm sahîh olurel-Akdiye'de de şunlar vardır: Hediyeler üç türlüdür: Verene de alana da helâl olan: Mücerred sevgiden dolayı verilen hediyeler gibi Ikincisi, her iki tarafa da haram olan: Yaptığı zulümde, kendisine yardım için verilen hediye gibi Üçüncüsü, verene vermesi helâl olan : Zalime, zûlmünü def etrnek için verilen hediye gibi Bu alana haramdırBu hususta çıkış yolu şöyle dir : Işini gördüreceği adamı iki üç gün gibi bir zaman ücretle tutar Sonra -eğer yaptıracağı iş, meselâ bir mesaj götürmek gibi, ücret vermenin câiz olduğu bir iş ise- onu bu işte çalıştırır Ama çalıştıracağı süreyi tayin etmezlerse,bu câiz değil dirBütün bunlar şartlı olursa böyledir Ama hediye şartsız olarak verilse ve fakat alan, kendisine; devlet dairelerinde ona yardım etmesi için hediye verdiğini kesinlikle bilse, ulemâmız bunda bir beis olmadığı görüşündedirlerHer hangi bir ön şart olursa böyledir Ama hediye şartsız olarak verilse ve fakat alan, kendisine devlet dairelerinde ona yardım etmesi için hediye verdiği kesinlikle bilse, ulemâmiz bunda bir beis olmadığı görüşündedirlerHerhangi bir ön şart ve bekleyiş olmaksızın ihtiyacını giderse ve ondan sonra hediye verse, bunu kabul etmekte bir beis yoktur Bu hususta almanın hoş olmayacağına dair Ibn Mes'ûd'dan rivayet edilen haber, takvânın ileri derecesini bildirir Bu husus Bezzâziye'de de aynıdırHâkim bir tutanak yazsa veya bir taksim işini üzerine alsa ve bunları yaptığı için ecr-i misil istese hâkkıdır Ama küçük bir kızın nikâhına veli olsa, herhangi bir şey alması helâl değildir Zira kendisine vacip olan bir şeyi yapmıştır Vâcip olan bir şeyi yapma karşılığında ücret almak ise câiz değildir Yok eğer üzerine vacip olmayan bir şeyi yapsa ücret alması câiz olur
Fetevây-ı Kâdîhân'da el-Bakkâlî'den naklen şöyle bir şey vardır: Birisi bir bekâr kızın nikâhını (velisi olarak) akdettiğimde bir dinar alırım Dul ise yarım dinar alırım dediğinde, kızın başka velisi yoksa onun bunu alması helâl olmaz Ama bir başka velîsi varsa biraz önce zikrettiğimiz hükme binaen aldığı helâl olurYetimin malını satsa da bir şey alamaz Eğer alsa ve bey de de mezun olsa, alış verişi nâfiz değildir Fethu'1-Kadîr'deki ifadeye göre, rüşvet dört kısımdır Alana da verene de haram olanı vardır Kazâ ve imâret makamlarını elde etmek için verilen rüşvet bu kabildendir Bu şekilde iş başına gelen kadı olamaz Ikincisi, kadının hüküm vermek için rüşvet alması durumudur Bu da her iki taraf için haramdır Rüşvet alarak hüküm verdiği hâdisede hükmü nâfiz (geçerli) değildir Ister bi-hakkın, isterse bâtıl bir hüküm vermiş olsun, değişmez Eğer haklı bir hüküm vermişse o, zaten ona vâcipti Binaenaleyh, buna karşılık bir mal alması câiz olamaz Bâtıl bir hüküm verdiği takdirde ise, durum daha da açıktır Önceden rüşvet alıp hüküm vermesiyle, önce hüküm verip sonra rüşvet alması arasında da bir fark yokturÜçüncüsü, bir zararı def etmek, ya da bir menfaati celbetmek maksadıyla, devlet dairesinde bir işi halletmek için rüşvet almak halidir Bu, alana haramdır ama, verene haram değildirEl-Akdiye'de hediye kısımlara ayrılırken bu, hediyenin kısımlarından olarak gösterilmiştirDördüncüsü, malına ve canına karşı korkusu olduğu kimseye, bu korkusundan kurtulmak için verdiği şeydir Bu, veren için helâldir ama alan için haramdır Zira müslümandan zararı def etmek vâciptir Vâcibi yerine getirmek için mal almaksa câiz degîldir E1 Kunye'de mahzurlu olan şeyler babında şöyle denir :Zalimler, halkın ormanlardan odun yapmasına, kendilerine bir şeyler verilmeksizin müsaade etmiyorlarsa, o şeyi vermek de,almak da haramdır Zira verilen bu şey rüşvettirAynı yerde, âşıkların rüşvet olarak verdiklerinin de mülk edinilemeyeceği yazılıdır Bu sağlam nakillerle anlaşılmış oldu ki, kadı'ya (hâkime) verilen rüşvet, her iki taraf için de haramdır Ister hükümden önce olsun, ister sonra olsun, ister haklı bir hüküm vermesi istensin, ister bâtıl ile hükmetmesi istensin, hepsi eşittir Yine anlaşılmış oldu ki, hakime verilen hediye de rüşvet gibidir; dolayısıyla her iki taraf için de haramdır Meselâ bir adam, hâkime gelip bir miktar mal vererek, kendi lehine hükmettiği için verse, veren bir haram irtikâp etmiş olur Binaenaleyh, hâkim bunu kabul etmese ve onu tâzir ile cezalandırmak istese bu, şu fıkhî kaideden dolayı onun hakkıdır: "Belli bir had cezası olmayan bir masiyeti işleyene ta'zir vâcip olur" El-Bedâye'de kaydedildiğine göre, ta'zirin vâcip olmasının sebebi, şeriatte tayin edilmiş bir haddi bulunmayan bir cinayeti irtikâp etmesidir Bu cinayet ister Allah'ın hukukuna, isterse kul hukukuna karşı yapılmış olsun Vücûbunun şartı ise, sadece akıldır Binaenaleyh, belirli bir had cezası olmayan bir cinayeti irtikâp eden her akıllıya ta'zir uygulama salâhiyeti var mıdır? denirse, Câmi'ul-Fusûleyn ve daha başka yerlerdeki ifadeye dayanarak, evet vardır, deriz Aleyhine hüküm veren kadı'ya, "Rüşvet aldın!" derse, kadı'nın ona ta'zir uygulama yetkisi vardırTa'zir cezasıni teşhir ederek uygulamak da câizdir Çünkü bu da bir nevi ta'zirdir Imâm Eba Hanife'nin, yalancı şahidlik yapan için, "Sokaklarda, toplulukların huzurunda teşhir edilerek ta'zir edilir Başka cezası yoktur" sözü bunu gösterir Imâmeyn ise acıtacak şekilde dövülüp hapsedileceğini söylerler Fethu'l-Kadîr'de: "Imâm Azam'ın (Tâzir uygulamam) sözü, (Dövmem) manasında olmuş oluyor Neticede ta'zirinde ittifak vardır Şu kadar var ki, Imam ta'zir edilenin bu durumunu, sokaklarda teşhir ettirmekle iktifa etmiştir Bu da bazan gizlice dövülmesinden daha ağır bir ceza olur Imâmeyn ise, buna dövmeyi de ilâve etmişlerdir:" deniyor: Mesele, el-Inâye de ve başka kitaplarda da böylece izah edilmiştir Teşhirin bir nevi ta'zir olduğunu ifade etmişlerdir Binaenaleyh, kadı (hâkim), yalancı şahidi cezalandırmakta başkası için bir maslahat murad etse, bozguncuları men için ona ta'zir uygulama yetkisi vardı; Çünkü ta'zir, kadı'nın görüşüne bırakılmıştırŞöyle bir soru akla gelse: Acaba kadı'nın, ta'zirde yüzü karartma, ya da sakalının bir tarafını traş etme yetkisi var mıdır ? Çünkü bunlar "Müsle" (Uzvu keserek cezalandırma) kabilindendir Bu ise yasaklanan bir şeydir Evet yapabilir deriz Zira bunlar müsle cinsinden değildir Bunun ne olduğuna verilecek cevap, Hz Ömer'in şu fiiline verilecek cevabın tâ kendisidir: Ibnu Ebî Şeybe'nin kendi senediyle rivayet ettiğine göre, Hz Ömer (radıyallâhü anh) Şam diyarındaki valilerine, yalancı şahide kırk sopa vurulmasını, yüzünün karartılmasını, sarığının boynuna atılmasını, kafasının traş edilmesini ve hapsinin uzun tutulmasını yazmıştır Abdurrezzak da Musannefinde: Hz Ömer (radıyallâhü anh) yalancı şahidin yüzünün karartılmasını, sarığının boynuna atılmasını ve kabîleler arasında dolaştırılmasını emretti, diye rivayet eder Fethül-Kadîr'de bunun "müsle" olup olmadığı görüşü cevaplandırılırken deniliyor ki: "Müsle" ancak uzuvları, ya da bedendeki uzuv gibi şeyleri kesmekle olur ve devam eder Yıkamakla kaybolacak arazî şeyler "müsle" değildir Ulemadan bazıları da Hz Ömer'in bu yaptığı bir siyaset idi Binaenaleyh, hâkim bir maslahat görürse, bunu yapma yetkisine sahiptir, diye cevap vermişlerdir Fethul-Kadîr'de ise, buna karşı, "Hz Ömerin Şam diyarındaki valilerine yazması, bu görüşü reddeder" den-miştir Vurulacak sopanın kırka vardırılması, bunun siyaset olduğunun delilidir Zira ta'zir, hadler derecesine vardırılamaz, denmesinin de bir manası yoktur Zira bu, ihtilaflı bir meseledir Alimlerden bunu câiz görenler vardır Buna göre HzÖmer'in görüşünün de böyle olması câizdir Buradan anlaşılıyor ki, siyaset, şer'î bir nas vârid olmaksızın hâkimin, umumun maslahati için yaptığı şeydir Binaenaleyh, şayet hâkim, rüşvetin bu zamanda yaygın olduğunu göz önünde bulundurarak, bunu azaltmak maksadıyla, başın bu şekilde teşhir edilmesini umumun maslahatına uygun görürse, bunun için sevabı gerektiren bir iş yapmış olur Isterse şer'î bir nas bulunmasın Kaldı ki, yalan yere şahidlik yapanın durumu, buna asıl teskil eder Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah en iyisini bilir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İSLAM VE AVRUPA TOPLULUĞU:
Avrupa Topluluğu dış görünüşü itibariyle dinî esaslara dayanmayan (seküler) bazı devletlerin, iktisadî, hukukî, ileriye doğru askeri ve beşeri sahalarda güç birliği ve organizasyonu olarak görülüyor Din, kültür, örf ve âdet unsurları, en azından resmî düzeyde ve şimdilik öne çıkarılmıyor Ancak fertlerin lâik olamayacakları hesaba katılır ve bu organizasyonun aynı zamanda fertler arası ilişki oluşturacağı düşünülürse, Sâfi akademik bir değerlendirme ile bunun müslümanlar için kabul ve cevaz düzeyi ne olabilir? Işte biz; ayetler, hadisler ve onlara dayalı yorumlar ışığında bunu ortaya koymayı deneyecegiz
Fertlerde dini duyguların tamamen silinemeyeceğine göre, bu devletlerde yaşayan halkların birbirleriyle olan ilişkilerin dinüstü (seküler) bir açıdan değerlendireceklerini sanmak, insanın tabiatina zittir Idari mekanizmalardaki insanlar, farz-ı muhal, böyle bir iyi niyete kapılsalar dahi, tarihin hiç bir döneminde gerçekleşmeyen bu ideal bu gün de gerçekleşecek görülmüyor Çünkü·ne Müslümanlık ne de Yahudilik ve Hiristiyanlık karşı dine bu kadar taviz verebilir Öyleyse devlet düzeyinde olmasa dahi alt organizasyonlar ve fertler düzeyinde ideolojik çatısmanın olacağı ve bir tarafın hakimiyeti ve diğerini asimile çabaları, ya da parçalanma mukadder gibi görülüyor
İş biraz da kelle sayısına bağlı olunca Yahudi ve Hiristiyan kültürü açısından avantajli bir durum bulunduğu için, onlar kesin bir galibiyet beklentisi içerisinde buna göz yumuyor görülebilseler de, mes'elenin müslümanlar açısından hiç de öyle olduğu söylenemez Nitekim geçtiğimiz hafta bu söylediklerimizin en açık kanıtını en yetkili ağızlardan duymuş olduk Ve bu düşüncede olanların yanılmadıkları anlaşılmış oldu AT Komisyon Başkanı Jacques Delors (Jak Delör) Avrupa Konseyi Parlementerler Meclisinde (2691989 Salı) günü yaptığı ve topluluğun "Hiristiyan Birliği olduğunu" belirterek, genişlemeyi ve yeni üye alımını düşünmediklerini söylediği konuşmasına şunları ekledi:
"Kanaatime göre Roma anlaşması bir, "Avrupa Toplum Modeli" ortaya koymaktadır Bu, bildiğimiz gibi "müşterek değerler" ile ekonomik ve sosyal ilişkilerle ilgili geniş ölçülü bir kavramdır Bu kavram, insan ile toplum arasında bir denge sağlayan filozofinin eski temeline dayanmaktadır Tarihçi Ferdinand Braudel bu Avrupa'nin, "Hiristiyan dini ile akilci düşüncenin" birleşmesinden doğacağını söyler Böyle bir Avrupa'nın doğması, kıtada aynı kaderin paylaşılması, toplumsal devrim ve sosyal eşitlik anlayışına bağlıdır" (Günaydın, 26989)
Ertesi gün bir başyazarımız bu konuşmayı yorumlayan yazısında: "Müslüman! Türkiye, hiristiyanlaşıp Avrupa'nın ortak değerlerini kabul etmedikçe AT'a giremezsin" cümlesi bu güne dek bu kadar açık ifade edilmemişti" diye yazdı (Fehmi KORU, Zaman, 27989) Belki de bundan daha önemlisi, aynı yetkili tarafından "Bulgaristan'daki etnik ve müslüman azınlığın durumu" başlıklı rapor bu konuda açıkça Türkiye'yi suçluyor ve Bulgaristan'ın adeta masum olduğunu, içerisindeki etnik azınlıkların Türkiye tarafından kışkırtılması ile karşı karşıya bulunduğu iddiasını içeriyordu Ve parlamentodan, oy çokluğuyla kabul gördü Bunu da, kanaatimize göre Bulgar halkının temelde Hiristiyan olmasından, yani Haçlı zihniyetinden başka bir şeyle izah etmek mümkün gibi görülmüyor
Müslüman için Kur'ân, Allah (cc)'ın Kitabıdır ve doğruluğunda şüphe yoktur Kur'ân'ın daha ilk suresinde yer alan ve müslümanın günde on yedi ile kırk defa tekrarlaması istenen su ayet bile, onun müslüman olarak diğerleriyle bir arada bulunmasının mümkün olmadığını anlatmaya yeter: "Ya Rab, bizi gazap ettiklerinin (Yahudilerin) ve sapıkların (Hiristiyanların) yoluna sokma" (K Fâtiha (1) 7) Bu denli tekrarlanan bu cümlenin, hele anlamını bilerek söyleyen "Müslüman Adam"in ruh derinliklerinde imanın ötesinde oluşturacağı şartlı refleks bile buna mani olmaya yeter Allah (cc)'ın müslümandan bu ahitleşmeyi (misaki) her gün bu sayıda alması ile onun AT gibi bir organizasyona girmeyi kabullenmesi arasında açık ve net bir çeliski vardır
AT'na dahil digr bütün ülkelerin Hiristiyan ülkeler olmasına karşılık, yine bu ülkelerde çok etkili düzeyde ekonomik ve kültürel Yahudi gücünün mevcut olması, bizim onları Yahudi ve Hiristiyan diye nitelememize sebep teskil ediyor Hatta belli bir irka has görüldüğü için diğer milletlere "teblig" (misyonerlik) özelliği bulunmayan Yahudiliğin, "Allah tüm milletleri Yahudilere hizmet edecek merkepler olarak yaratmıştır" inancından hareketle, dini tebliğ yerine Siyonizm ülküsü için Masonluğu kullandığı ve bu yolla Hiristiyan devletlere dahi damgasını vurduğu inkâr edilemez Imdi, kendi kitabında; "iman edenlere en şiddetli düşman olanların, Yahudiler ve müşrikler olduğunu görürsün"(K Maide 5/82) beyanını okuyan "Müslüman Adam", buna inanacağına göre, onlarla beraber olması için ya onlann kendi dinlerini ve inançlarını terketmeleri, ya da kendisinin terketmesi gerekeceğini, birincinin hiç mümkün görünmediğine göre ki, bunun en güzel örneği beşyüz yıldan beri içimizde yaşayan azınlık Yahudilerdir- ikinci durumda da onların inancı gereği"onlara hizmet edecek merkep" durumuna düşeceğini bilir Ya da şu hadis-i şerifin sözünü ettiği günün geldiğini anlar: "Sizler, sizden önceki milletlerin yollarına adım adım, karış karış gireceksiniz Hatta onlar gidip bir keler deligine girseler siz de gireceksiniz "Yahudi ve Hiristiyanları mı demek istiyorsunuz?" diye sordular, ya kimi olacak? diye buyuruldu" (Buhari, Enbiyâ 50; Müslim, ilim 6)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İSLAMA HÜCUM EDEN BAZI GAZETELER KUPONLA KİTAP vBulletin ŞEYLER VERİYORLAR BUNLARI ALMAMIZDA BİR MAHZUR VAR MIDIR?
Meselenîn iki yönü vardır
1: Gazete kuponuyla herhangi bir şeye sahip olmak Filân şahıs gazetesini şu kadar gün para verip satın alanlara ayrıca falan eşyayı da vereceğini söyler ve bunu kuponla teşvik ederse, buna kimse bir şey demez, alınacak şey de helal olur Bunu verenin müslim, ya da gayr-i müslim olması da bir şey değiştirmez Hattâ o filân şahıs bunu her kupon getirene değil de getirenler arasında çekilecek kurrada çıkanlara vereceğini söylese de bunda bir mahzur olmaz Çünkü herkes verdiği para karşılığında gazetesini almıştır Kurradan çıkan tamamen karşılıksız çıkmıştır
2 Meselenin diğer yönü çok ince düşünmek (takvâ ya da verâ derecesinde)ve "kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın"(K Mâide (5) 2) âyetine uyarak bu tepkiyi dahi ibâdete çevirmektir Çünkü onlar kazandıkları her kuruşu Islâmı, yoketmek için kullanıyorlar Herhalde onlara karşı alınması gereken ilk tavır, gazetelerini almamak suretiyle, onların güçlerine güç katmamaktır Varsın aynı kitabı biraz daha pahalıya almış olsun
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İSLAM'A HİZMET ETMEK GAYESİYLE OKUDUĞUNU SÖYLEYEN BİR BAYAN BAŞÖRTÜSÜNÜ ÇIKARTARAK OKUYA BİLİR Mİ?
Bilindiği gibi Nur suresi'nin 31 Ve ahzab suresi'nin 33, 53 ve 59'uncu ayetlerinde kadınların örtünmeleri, vücutlarının zinet yerlerini yabancılara göstermemeleri emredilmektedir Bu konuda birço hadis vardır Ama bu hadisleri burada nakletmeye lüzum görmüyoruz
Kadının bütün vücudunun avret olup olmadığı husus da mezhepler arasında ihtilaflıdır Şafii ve Hanbeli mezheplerine göre kadının istisnasız tüm vücudu avret kabul edildiği halde Hanefi ve Malıki mezheplerinde eller ve yüzün fitne korkusu olmadığı takdirde avret olmadığı belirtilmiştir (Kitabu'l-Fıkh ala mezabili'l Erbaa, Sabuni, Tefsiru Ayat'il-Ahkam)
Tedavi gibi bazı zaruret hallerinde yabancı birisi bir kadının avret kabul edilen bir uzvuna zaruret miktarınca ve tedavinin gerektirdiği mahalli geçmemek şartıyla bakabılir (el-Merginanı, el-Hidaye) Allah Kur'an-ı Kerim'de kadınların vücutlarını örtmelerini emredip başkalarına gösdermelerini yasakladığına göre onların avret mahallerini yabancıların görebileceği şekilde açmaları haramdır Zaruret olmadıkça avret sayılan bir uzvun tamamını ya da bir kısmını açamazlar
Zaruret, yasak bir şeyi yapmadığı takdirde helakı veya helake yaklaşmayı gerekli kılan şeydir (Suyuti, el-Eşbah ven-Nezair) Ali Haydar Mecelle Şerhi'nde zarureti aynen şu şekilde tarif etmiştir: "Zaruret; memnu tenavül etmediği takdirde helakı müstelzim olan haldir" (Ali Haydar, Dürerü'l-hakkam şerhu Mecelletü'l-Ahkam)
Buna göre İslam'a hizmet etmek gayesiyle de olsa İslam'a taban tabana zıt düşen, kadının namahrem yerlerini ve avretini açmaya zorlayan okullarda okumanın zaruret kabul edilmesi mümkün değildir Ayrıca kadınların mutlaka bilmesi gereken şeyleri avretlerini açmayı gerektirmeyen okul ve kurslardan öğrenmeleri pekala mümkündür İslam hizmeti böyle bir yol ile ifa edilmez Ayrıca İslam tarihi hiçbir resmi tahsili olmadığı halde kendisini özel olarak yetiştirip İslam'a ve ilme hizmet eden kadınlarla doludur Şüphesiz kadınların avret açma ve ihtilat gibi İslam'ın yasakladığı şeyler olmazsa okutulmaları gerekli ve okumaları zaruridir, bunda büyük faydalar da vardır Ama bu haramı işlemeyi tecviz edemez Bilindiği gibi "Zararları gidermek maslahatları celb etmekten evladır" Diye meşhur bir fıkıh kaidesi vardır İslam'ın yasaklara gösterdiği itina emirlere gösterdiği itinadan daha büyüktür Hz Peygamber bir hadisinde:
"Ben size bir şey emrettiğim zaman ondan gücünüzün yettiği kadarı yapınız Bir şeyden nehyettiğim zaman da ondan kaçınız" buyurur
Bundan dolayı meşakkatıdefetmek için vacibi terk etmek caizdir, ama günahları, özellikle büyük günahları işlemekte müsamaha yoktur Bezzazı'nin ifadesine göre avret yerini örtecek bir şey bulamayan kimse nehir kenarında da olsa istincayı terk eder Çünkü yasak emre tercih edilir Kadına gusül gerekse ve erkeklerden gizlenecek bir yer bulamazsa guslü terkeder (İbnu Nüceym el_eşbah ve'n-Nezair)
Demek oluyor ki bir haramı işlememek için farz bile terkedilir O halde sadece umulan bir maslahat için nassların haram kıldığı bir şeyin işlenmesi tecviz edilemez Bize göre bu her okul için aynıdır Müslümanların kadınların başlarını açabilmeleri için İslam'ın hükümlerini zorlayacakları yerde, kadınların İslami kıyafetler içerisinde okuyabilmelerinin çarelerini araştırıp bu yolda gayret sarfetmeleri gerkir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İSLAM'A GÖRE KARABORSANIN HÜKMÜ NEDİR? İslam hukukuna göre piyasayı serbest bırakıp ona müdahale etmemek gerekir O, arz ve talebe göre kendi kendini ayarlayacaktır Bunun için Peygamber (sav)'in zamanında piyasa oynayıp fiyatlar anormal bir şekilde yükselince, Peygamber (sav)'in duruma müdahale etmesi istendi ise de müdahaleyi uygun görmeyerek şöyle buyurdu: "Fiyatları tesbit eden, darlığğı ve bolluğu veren ve rızıklandıran Allah'dır" (et-Termizi) Ancak suni pahalılık yaparak fiyatlarla oynayan olduğu ve amme maslahatı işe müdahale etmeyi gerektirirse, o zaman müdahale etmek narh koymak caizdir Buna muhalefet etmek de caiz değildir (el-Hidaye) Bunun ilçin karaborsa muameleleri ammeye zarar verdiğinden tasvip edilemez
 
Üst Alt