Hz. Muhammed (sav ) İlahi yardım

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
İLAHİ YARDIM

Tevekkül edene ALLAH (ac) yeter
Tevekkül edene ALLAH (ac) yeter
(Ey Muhammed!) Seninle beraber tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı gitmeyin. Allah, sizin yaptıklarınızı görmektedir. Zulmedenlere meyletmeyin. Eğer meylederseniz ateş size de dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur. Yoksa yardım göremezsiniz! [5]

Zor yıllardı; boykot yıllarıydı, iki yılı aşkın süredir, insanın tahammül gücünü aşan zorluklara, boykotun dayanılmaz sıkıntılarına başarıyla karşı koymuşlardı. Müminler, müşrik eşrafın, İslâm’ın mevcut Mekke sistemine ve inancına entegre olmasına yönelik isteklerine hiçbir şekilde iltifat etmemişler; vahyin bildirdiği ilâhî hakikatler neyi gerektiriyorsa öyle olmanın çabası yürütmüşlerdi. Resulüllah’ı destekledikleri için boykota dahil edilen Haşim oğullarının müşrik mensupları da, Resulüllah’ı Mekke yönetimine teslim etmedikçe boykotun mağduru olacaklarım bilmelerine rağmen, aile bağlarını çiğnemeye yanaşmamışlar, Resulüllah’a yönelik desteklerine ısrarla ve istekle devam etmişlerdi. Ancak zorluklar dayanılacak gibi değildi. Hele açlık, özellikle de çocukların açlığı tahammül gücünü aşmıştı. Başta Resulüllah olmak üzere tüm müminler, bu sıkıntıların ne zaman biteceğini, Allah’ın yardımının ne zaman kendilerine erişeceğini düşünmeye başlamışlardı. Ama durumu tersine çevirecek ilâhî bir yardımın belirtilerini göremiyorlardı. Allah’ın yardım edeceğine imanları tamdı, bu konuda en küçük kuşkulan yoktu; ama, acaba ne zaman? Sonraları vahyolunan bir ayet, müminlerin o zamanki durumunu şöyle anlatmıştır: ‘Hatırlayın ki, bir zaman siz yeryüzünde âciz tanınan az (bir toplum) idiniz; insanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz.[6]

Şartların her geçen gün daha da zorlaştığı, sıkıntıların dayanılmaz bir ağırlığa ulaştığı günlerin birisinde bir grup ayet vahyolundu. Allah’ın yardımını bekleyen müminler için, vahyolunan bu ayetlerde Allah’ın yardımının şartlarıyla ilgili bazı açıklamalarda bulunuluyor ve başta Resulüllah olmak üzere tüm müminlere, geçmişteki peygamberlerin davet sürecinde yaşananlardan sunulan örnekler eşliğinde bazı talimatlar veriliyordu. Müminler, vahyolunan Hûd sûresinin ayetleriyle, ilâhî yardımın değişmeyen şartlarını öğrendiler.

Söz konusu sûrenin ayetlerinin birisinde, müşriklerin bazı iddia ve istekleri nedeniyle Resulüllah’ın kalbinde yer bulan bir sıkıntıya değiniliyordu. Amaç, Re-sulüllah’ın duygu ve düşüncelerini açığa çıkarmak değil; kalbinden geçenlerin bilindiği ifade edilerek, Resulüllah’ın durumunu pekiştirmek ve gidişatını sağlamlaştırmaktı. Resulüllah’ın sıkıntısı müşriklerin bir tavrıyla ilgiliydi. Müşrikler, açlık, yoksulluk içerisinde hayatlarını zorla sürdüren müminlere ve Resulüllah’a bakıyor ve alaycı bir ifadeyle, bu yaşadıklarının Allah’ın insanlar arasından seçtiği bir kula yakışmadığını, eğer peygamber ise kendisinin insanların en zengini, en rahat yaşayanı olması gerektiğini iddia ediyorlardı. Bu iddialarının dolaylı ifadesinde ‘madem ki sen insanların en zengini ve rahat bir hayat süreni değilsin, öyle ise peygamberliğin bir yalandan ibaret suçlaması vardı. İşte bu Resulüllah’ı üzüyor, dayanılması zor sıkıntılara sevk ediyordu. Bazen öyle oluyor ki, alay edilmemek, aşağılanmamak için bazı ayetleri müşriklerin duymasını istemiyordu. Bu bazı ayetleri duydukları zaman müşriklerin şımarıklıklarının iyice artacağını biliyordu. Allah bu duruma değiniyor ve ilâhî görevinin gereğini, birçok defa yaptığı üzere, tekrar hatırlatıyordu: ‘Sen ancak bir uyarıcısın [7] diyordu. Bu, Resulüllah’a ilâhî görevinin gereğini en kısa ve her türlü yoruma kapalı şekilde ifade eden bir ilâhî uyarıydı. Ayrıca, görünüşteki bazı şeylerin aldatıcı olmaması gerektiği; iyi ekonomik şartlarda yaşayanların her zaman huzur ve saadeti elde edemeyecekleri veya zor şartlarda bulunanların da her zaman zor, olumsuz şartlarda yaşamayacakları açıklanıyordu:

‘Kim, yalnızca dünya hayatım ve ziynetini isterse, işlerinin karşılığı olarak ona istediğini tam olarak veririz ve orada onlar hiçbir zarara uğratılmazlar. îşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir; yapmakta oldukları şeyler zaten bâtıldır.[8] Bu, tüm müminler için önemli bir uyarıydı; geçici heveslerin peşinde gitmenin yanlışlığı ifade ediliyordu. O halde, yaşadıkları zor şartlar, müminlerin dirençlerini kırmamalıydı; sabretmeliler ve mevcut olumsuz şartların geçici olduğunu hatırlarından hiç çıkarmamalıydılar. Zira Allah şöyle diyordu: ‘Sabırlı ol, çünkü Allah güzel iş yapanların mükâfatını zayi etmez.[9]

Sûrenin tamamına yakım, geçmişte yaşanmış tevhid-küfür mücadelelerinin somut örnekleriyle ilgiliydi. Yaşanmış bu mücadelelerden hareketle tevhid-kûfûr mücadelesinin hiç değişmeyen özellikleri açıklanıyor, bunlardan hareketle, boykotun ağırlığını bütün şiddetiyle üzerinde hisseden müminlere, yaşadıkları sürecin nasıl devam edeceğinin ve nasıl sonuçlanacağının ipuçları veriliyordu. Sûrede, davetlerinden ve davetleri nedeniyle açığa çıkan problemlerin seyrinden bahsedilen peygamberler Hz. Nûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb idi. Bu peygamberlerin şahsında davetin daha başlangıcında yer alan ve hemen hiç değişmeyen bir özelliği, örneğin Hz. Nuh’un şahsında şöyle açıklanıyordu: ‘Andolsun, biz Nuh’u kavmine elçi olarak gönderdik. Onlara: ‘Ben, sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına ibadet etmeyin! Ben, size gelecek elem verici bir günün azabından korkuyorum’ dedi.[10] Hz. Hûd da uyarı ve davetini neredeyse Nûh’unki ile aynı ifadelerle dile getirmişti: ”Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. (Bu söz ve iddialarınızla) siz yalan uyduranlardan başkası değilsiniz.

Ey kavmim! Ben, peygamberliğimin gereklerine karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir, hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz? Ey kavmim! Rabbinizden bağış dileyin; sonra da O’na tövbe edin ki, üzerinize göğün bereketlerini bol bol indirsin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Günah işleyerek hakikatten yüz çevirmeyin. [11] Bu çağrının Hz. Salih’in ifadelerindeki karşılığı, ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı. Ve sizi orada yaşattı. O halde O’ndan mağfiret isteyin; sonra da O’na tövbe edin. Çünkü Rabbim (kullarına) çok yakındır, (kullarının dualarını) kabul edendir [12] olmasına karşılık, Hz\ Şuayb’m sözlerindeki karşılığının ise, ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin! Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Zira ben sizi hayır (ve bolluk) içinde görüyorum.

Ve ben, gerçekten sizin için kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum. Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın. Eğer mümin iseniz Allah’ın (helâlinden) bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır. Ben üzerinize bir bekçi değilim [13] olduğu bildiriliyordu. Bunlar da açıkça ifade ediyordu ki, hakikat elçilerinden hiçbiri insanları bizzat kişisel menfaatlerini artıracak şeylere davet etmemişlerdi; kendi kişisel ihtiraslarının veya isteklerinin gereğine göre davranmamışlardı. Her hakikat elçisi, sadece evrensel hakikatin bazı gereklerinden bahsetmiş ve insanları iyi, doğru, adil olmaya çağırmış; yanlış inançlardan ve yönelişlerden kurtarmanın çabasını yürütmüştü. Bu noktada Hz. Muhammed bir istisna değil, tarihin bu en köklü davasının, ilâhî çağrının sorumlularından birisiydi. Geçmişte yaşamış salih şahsiyetlerin Mekke toplumundaki temsilcisiydi.

Hûd süresiyle bütün hakikat önderlerinin insanlara aynı hakikati bazı farklı yönlerden ifade edip, bunlara göre yaşamaya davet ettikleri bildirilmişti. Onlar, davetlerinin konusuyla birbirlerinin aynısı, benzeriydiler. Fakat aynı zamanda muhatap oldukları tepkilerle de aynıydılar, benzerdiler. Örneğin, Hz. Nuh’un kavminden kimseler, toplumun ileri gelenleri, kendilerine sunulan ilâhî hakikati dikkate alıp, buna göre durumları hakkında bir değerlendirme yapmaları gerekirken, peygambere iman edenlerin toplumsal konumlarını dillerine dolamayı nankörlüklerinin, inkârlarının, şirklerinin gerekçesi kılmışlardı: ‘Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz [14] demişlerdi. Kavminin ileri gelenleri Hz. Hûd’un davetini İse ‘Ey Hüdl Sen bize açık bir mucize getirmedin, biz de senin sözünle ilâhlarımızı bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz.

‘Tanrılarımızdan biri seni jena çarpmış!’ demekten başka bir söz söylemeyiz! [15] diyerek reddedip, hakikate sırtlarım dönmüşlerdi. Aynen Hz. Salih’in kavminin ileri gelenlerinin yaptığı gibi: ‘Ey Salih! Sen bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin. Şimdi babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine kulluğa çağırdığın şeyden ciddi bir şüphe içindeyiz.[16] Hz. Şuayb’ın kavmindeki müşrik liderler ise ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını, yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın! [17] diyerek hakikate teslim olmakta ayak diremişler, yanlış gidişatlarını sürdürmenin temelsiz, sahte gerekçelerini uydurmuşlardı. Aynen Mekke eşrafının yaptığı gibi. Onlar da, kendilerine sunulan ve kabul edip gereklerine göre yaşamaya çağrıldıkları şeylerin niteliği hakkında düşünmek yerine, çok uçuk gerekçelerle, temelsiz iddialarla hakikate sırtlarım dönmemişler miydi? Hiçbir zaman ‘Senin söylediklerin ahlâka, adalete, iyiliğe aykırı şeyler’ veya ‘sen insanları kötü şeylere davet ediyorsun’ diyememişlerdi.

Hûd sûresi ile, farklı zamanlarda farklı toplumlara gelmiş, dilleri, ırkları, kültürleri farklı peygamberlerin tamamının da davetleriyle ve davetlerinin gördüğü tepkilerle aynı, benzer şartlara sahip oldukları açıklanmıştı. Ancak bu benzerlik burada bitmiyordu. Ayrıca, geçmişten örneklerle açıklanmıştı ki, hiçbir peygamber, davetinin gördüğü tepki nedeniyle gidişatı konusunda yalpalamamış, hakikati çarpıtmamış veya eksiltmemiş; ne söylemek gerekiyorsa onu söylemişti. Hz. Nûh bunun örneklerinden birisiydi. O, muhatap olduğu tepkiler karşısında, ‘Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından bildirilen açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız? Ey kavmim! Allah’ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, bilgisizce davranan bir topluluk olarak görüyorum.

Ey kavmim! Ben onları kovarsam, beni Allah’ın azabından kim kurtarır? Düşünmüyor musunuz? Ben size: ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum, gaybı da bilmeni. ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum, sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, ‘Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir’ diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olurum [18] demişti. Hz. Hûd da, Hz. Nuh’un dediği gibi, gördüğü tepkiler karşısında hakikati ifade etmiş, durumunda herhangi bir yalpalamaya, yanlışa meyletmeye kalkışmamıştı: ‘Ben durumumuza şahit tutuyorum; siz de şahit olun ki ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım. O’ndan başka taptıklarınızın hepsinden uzağım. Haydi hepiniz bana tuzak kurun; sonra da bana mühlet vermeyin! Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır. Eğer yüz çevirirseniz şüphesiz ki benimle size gönderileni size bildirdim. Rabbim dilerse sizden başka bir kavmi yerinize getirir de O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Çünkü benim Rabbim her şeyi gözetendir.[19] Bunlar, Resulüllah’ın Mekke’nin müşrik eşrafına karşı söylediği sözlerin, geçmişte bazı peygamberlerin de müşrik toplumlarına karşı ifade ettikleri şeyler olduğunu, bu nedenle Resulüllah’m sözlerinin temelsiz şeyler olmadığını ifade eden ayetlerdi.

Bu da gösteriyordu ki Resulüllah’ın müşriklerin teklif ve tehditlerine karşı direnç gösterirken, gidişatında yalpalamayıp vahyin gereğini yerine getirirken doğru davranmıştı. Bâtılın karşısında hakikati çarpıtmanın veya gizlemenin bir gerekçesi olamazdı. Üstelik bu konuda, Resulüllah sadece Hz. Nûh ve Hûd’un örnekliğine sahip değildi. Hz. Salih veya Şuayb da bu konunun diğer iki önemli temsilcisiydi. Hz. Salih kavminin eşrafı durumundaki müşriklere şunları demişti: ‘Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden veriİen apaçık bir delil üzerindeysem ve O bana kendinden bir rahmet (peygamberlik) vermişse, buna ne dersiniz? Bu durum karşısında O’na âsi olursam beni Allah’ın azabından kim korur? O zaman siz de bana ziyan vermekten fazla bir şey yapamazsınız.[20] Hz. Şuayb ise şunları demişti: ‘Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından verilmiş apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir n-Zik vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Eakat başarmam ancak Allah’ın yardımıyladır. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim. Ey kavmim! Sakın bana karşı düşmanlığınız, Nûh kavminin veya Hûd kavminin, yahut Salih kavminin başlarına gelenler gibi size de bir musibet getirmesin! Lût kavmi de sizden uzak değildir. Rabbinizden bağışlanma dileyin; sonra O’na tövbe edin. Muhakkak ki Rabbim çok merhametlidir, müminleri çok sever.[21]

Fakat ne var ki, Mekke müşrikleri hakikati bir türlü anlamadıkları, anlamak istemedikleri gibi, geçmişin müşrik liderleri de kendilerine sunulan hakikati anlama konusunda kör ve sağır olmayı bir erdem kabul etmişler; durumlarını düzeltmenin çabasını yürütmek yerine, hakikati susturmanın yollarını aramışlar, hakikatin elçilerini çeşitli biçimlerde susturmaya, korkutarak davasından vazgeçmeye çalışmışlardı. Bu konuda Hz. Nuh’un kavmindeki müşrik liderler önemli bir örnekti. Onlar Hz. Nuh’a karşı şunları demişlerdi: ‘Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin ve bize karşı mücadelede çok ileri gittin.[22] Hz. Şuayb’m kavminin müşrik liderleri ise zorbalıklarım olanca açıklığıyla ifade etmekte bir sakınca bulmamışlardı: “Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf görüyoruz. Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz Sen bizden üstün değilsin.[23]

O hakikat elçileri, o seçkin şahsiyetler, bütün bunlara rağmen tehditlere boyun egmemişlerdi. Tehditlere boyun eğmemekle kalmayıp, en güçsüz, çaresiz göründükler zamanlarda bile, Allah’a olan iman ve güvenleri nedeniyle, bizzat müşriklerin yüzüne eğer yanlış gidişatlarını değiş tirmezlerse, hakikatin taraftarı olmayı seçmezlerse asıl helak olacakların, perişan olacakların kendileri olacağını, müşriklerin her türlü zorbalığından hiçbir şekilde korkmadan, ürkmeden, çekinmeden ifade etmişlerdi. Hz. Nûh bu konuda önemli örneklerden birisiydi. O, insanlar arasındaki bütün yalnızlığına rağmen, arkalarına koca bir kitlenin desteğini almış müşrik liderlere şunları söylemişti: ‘Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız biz de sizinle alay edeceğiz! Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve sürekli bir azabın kimin başına ineceğini yakında bileceksiniz.[24] Hz. Şuayb ise yine benzer şekilde, muhatap olduğu ve daha da olacak görünen zorbalıklara, serseriliklere boyun eğmeden, dimdik bir duruşla davasını savunmuştu: ‘Ey kavmim! Size göre benim kabilem Allah’tan daha mı güçlü ve değerli ki, Allah’ın emirlerini arkanıza atıp unuttunuz da kavmimi dikkate aldınız! Şüphesiz ki Rahbim yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır. Ey kavmim! Elinizden geleni yapın.’ Ben de yapacağım! Kendisini rezil edecek azabın geleceği şahsın ve yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz! Bekleyin! Ben de sizinle beraber beklemekteyim.[25]

O halde, davetinin ilke ve konularıyla, gördüğü tepkilerle, kendinden önceki hakikat önderleriyle benzer durumda olan Hz. Muhammed de, Mekke eşrafının tehdit ve zorbalıklarına hiçbir şekilde boyun eğmemeli, onların alaylarından veya zorbalıklarından çekinerek hakikati gizleme veya duyurmamak için çaba sarf etmek gibi bir yanlışa meyletmemeliydi. Aynen Hz. Nuh’un, Hûd’un, Salih’in, Lût’un, Şuayb’m yaptığı gibi davasını temsilde ve ifade de hiçbir şekilde tavizkâr olmamalıydı. Yaşadığı şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun; yoksulluk, açlık, güçsüzlük her ne kadar varlıklarının ve hayatlarının bir unsuru haline gelirse gelsin, onurlu duruşundan, hakikati temsil gayretinden taviz vermemeli ve Hz. Şuayb’ın dediği gibi, gerektiğinde ‘Ey kavmim! Elinizden geleni yapın/ Ben de yapacağım! Kendisini rezil edecek azabın geleceği şahsın ve yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz! Bekleyin! Ben de sizinle beraber beklemekteyim [26] deme cesareti gösterebilmeliydi. İşte ancak böylelikle hakikat elçileri silsilesinin bir mensubu olabilir; ancak böylelikle seçilmesinin gereğini yerine getirmiş olabilirdi. Üstelik bu durum, Resulüllah’a ve diğer müminlere dolaylı bir şekilde değil, doğrudan bildirildi ve gereğini yapmak emredildi:

‘Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz- Bunda sana gerçeğin bilgisi, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir, iman etmeyenlere de ki: ‘Elinizden geleni yapın! Biz de gerekeni yapmaktayız! Bekleyin! Şüphesiz biz de beklemekteyiz!.[27] Bunu derken hiçbir şekilde korkmamalıydılar, çekinmemeliydiler, tereddüt etmemeliydiler. ‘Göklerin ve yerin sim yalnız Allah’a aittir. Her iş O’na döndürülür. Öyle ise O’na kulluk et ve O’na dayan! Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir.[28]

Eğer, Resulüllah, müşriklerin farklı biçimlerde açığa çıkan tepkileri nedeniyle yanlışa meyletmez; vahyi gizleme gibi bir yanlışlığı tercih etmez ve elçiliğinin gereğini önceki peygamberlerin anlatılan örnekliklerine uygun şekilde yerine getirirse, hem kendisi ve hem de diğer müminler bilmeliydiler ki, Allah’ın yardımı kendilerine muhakkak gelecek ve sonunda sevinen taraf kendileri olacak; üzülüp, perişan olan taraf İse müşrikler olacak. Aynen Hz. Nuh’un, Hûd’un, Salih’in, Lût’un, Şuayb’ın ve kendilerine iman etmiş müminlerin zorluk ve sıkıntılardan kurtarıldıkları gibi. Veya müşrik kavimlerinin başlarında gelenlerde olduğu gibi: ‘Emrimiz gelince, Salih’i ve onunla beraber iman edenleri, bizden bir rahmet olarak azaptan ve o günün zilletinden kurtardık. Şüphesiz Rabbin kuvvetlidir, her şeye galip gelendir. Zulmedenleri o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Sanki orada hiç oturmamışlardı. Biliniz: ki, Semûd kavmi gerçekten Rablerini inkâr ettiler. Yine bilesiniz ki, Semûd kavmi Allah’ın rahmetinden uzak kılındı.[29] Emrimiz gelince, Şuayb’ı ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık; zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Sanki orada hiç bannmamışlardı. Biliniz ki, Semûd kavmi Allah’ın rahmetinden uzak olduğu gibi Medyen kavmi de uzak oldu.[30]

Resulüllah’ın ilâhî enirin dışına çıkması veya ilâhî emrin gereğini yerine getirmede tereddüt içerisinde olması beklenemezdi. O, vahiyle kendisine bildirilenleri hep yapmış ve yapmaya da devam ediyordu. Ama insandı, insan olduğu için de, her insan da olduğu gibi, bazen acele ediyor, bir an önce istediği, arzuladığı şeyin gerçekleşmesini istiyordu, iki yıl süren işkenceler dönemini takiben, iki yılı aşkın sûredir devam eden ve en az işkenceler kadar ağır olan boykotun zorluklarının bir an önce bitmesini ve müminlerin rahata ermesini arzuluyordu. Açlıktan ölmek üzere olan çocukların ağlamalarının son bulmasını, mutlu olmalarını istiyordu. Artık müşriklerin zorbalıklarının son bulmasını, her türlü yanlışlığın, ahlâksızlığın, kötülüğün, zorbalığın taraftarı ve faili olan müşriklerin Kur’an’la, müminlerle alay etmelerinin sona ermesini istiyordu. Ama, yüce Allah, Hûd sûresi ile açıkladı ki kendi katında her şey bir hesaba göredir.

Sonunda zorbalıklar bitecek, müminler sıkıntılardan kurtulacak, müşrikler yaptıklarının karşılığım görecekler; ama tüm bunlardan önce müminlerin ve özellikle de Resulüllah’m üzerine düşenleri hiç eksiksiz yerine getirmesi gerekmektedir. O günün şartlarında Resulüllah’m neler yapması gerektiği ise bazı peygamberlerin şahsında, onların davet süresinden örnekler verilerek anlatıldı. Bu anlatılan örneklerde zorluklarla, alaylarla, hakaretlerle karşılaşan tek peygamberin kendisi olmadığı açıklandı. Tehdit ve işkencelere muhatap olan tek kitle Mekke’deki müminler değildi. Allah’a kul olmanın dışında bütün kullukları reddettikleri için müminlere her türlü zulmü reva görenler sadece Mekke’nin müşrikleri değildi. Önceki peygamberler ve müminler de büyük zorbalıklarla, ağır zorluklarla karşılaşmışlar ama direnmişler, doğru gidişatlarını hiçbir şekilde değiştirmemişler, hiçbir şekilde müşriklerin isteklerine iltifat etmemişler, hakkın temsilcisi olmaya titiz şekilde devam etmişler ve sonunda Allah’ın yardımıyla da karşılaşmışlardı. Hz. Nuh, hiç beklemediği bir şekilde müşriklerin zorbalık ve zulümlerinden kurtarılmış, bütün müşriklerin kökü kazınmıştı.

Hz. Hûd, Hz. Salih ve Hz. Şuayb ile bu salih şahsiyetlerin yanlarındaki müminler müşriklerin zorbalıklarından hiç beklemedikleri bir anda kurtarılmışlar ve müşrikler bir anda çöküp kalmışlar; helak olmuşlardı. Mekke’deki müminler şunu hiçbir zaman unutmamalıydılar: Allah için imkânsız yoktur; zorluk yoktur. Allah dilerse Mekke’nin zorba müşriklerini bir anda yok eder ve müminlerin bütün sıkıntılarını sona erdirir. Ama bunlardan önce müminler ’emredildikten gibi olmaya’ devam etmeleri gerekmektedir. Emredildikleri gibi olma konusunda kararlı ve dirençli olduklarını göstermeleri gerekmektedir. Bu ise Resulüllah’m şahsında açıkça bildirilip, gereğinin yerine getirmesi açıkça emredildi: ‘O halde seninle beraber tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşın gitmeyin. Allah, si^in yaptıklarınızı görmektedir. Zulmedenlere meyletmeyin. Eğer meylederseniz ateş size de dokunur.

Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Yoksa yardım göremezsiniz.[31]

Mensubu olunan şartlarda ’emredildiği gibi dosdoğru olmak’ ahlâkî açıdan dürüst olmayı emreden bir ayet değildi. Bu ayetle ‘ahlâklı olun’ emri verilmiyordu. Verilen emir, ‘içinde bulunduğunuz zor şartlarda, önceki peygamberlerin ve müminlerin anlatılan örneklerinde olduğu gibi, müşriklerin oyunlarına, aldatmalarına, yoldan çıkarıcı davetlerine, taviz isteklerine boyun eğmeyin; direnin’ anlamına gelen bir emirdi. Zaten sûrenin tamamı bununla ilgiliydi. Bu ise zordu. Ama mümin olmak, sorumlu olmak kolay değildi. Eğer mümin olmak ve ebedî saadete ulaşmak kolay olsaydı, en küçük zorlukta Allah’ın yardımı gelip her türlü zorluğu yok etseydi, herkes mümin olurdu, herkes ebedî saadetin mensubu olurdu. Mümin olmak, müşriklerin her türlü zorbalıklarına rağmen mümin olmanın sorumluluklarından taviz vermemeyi gerektirdiğinden, bir insan olarak ’emredildiği gibi dosdoğru olmak’ emri o anda mensubu oldukları zor şartlarda Resulüllah’a çok zor geldi. Bu nedenle ‘Hûd sûresi beni ihtiyarlattı [32] dedi. Çünkü, müşriklerin bazı davetlerine, isteklerine meyletmenin kesinlikle yasaklanmasının yanı sıra; sûresinin son ayetlerinde daha da önemli bir şey yapması emrediliyordu. Yıllardır yaşanan zor şartlar devam ederken, dayanılmaz yokluk ve zorluklar içerisindeyken, kararlı bir şekilde, hiçbir şekilde eğilip bükülmeden müşriklerin karşısına çıkıp, gidişatında hiçbir şekilde tavizkâr olmayacağını ilan etmesi isteniyordu: ‘îman etmeyenlere de ki: ‘Elinizden geleni yapın! Biz de (gerekeni) yapmaktayız! Bekleyin! Şüphesiz biz de beklemekteyiz!.[33]
[5] Hûd sûresi, 11:112,113
[6] Enjal, 8:26
[7] Hûd, 11:12
[8] Hûd, 11:15,16
[9] Hûd, 11:115
[10] Hûd, 11:25,26
[11] Hûd, 11:50-52
[12] Hûd, 11:61
[13] Hûd, 11:84-86
[14] Hüd, 11:27
[15] Hûd, 11:53,54
[16] Hûd, 11:62
[17] Hûd, 11:87
[18] Hûd, 11:28-31
[19] Hûd, 11:54-57
[20] Hûd, 11: 63
[21] Hûd, 11: 88-90
[22] Hûd, 11: 36
[23] Hûd, 11: 91
[24] Hûd, 11:38,39
[25] Hûd, 11, 92,93
[26] Hûd, 11, 92,93
[27] Hûd, 11: 121,122
[28] Hûd, 11:123
[29] Hûd, 11:66-68
[30] Hûd, 11:94,95
[31] Hûd, 11:112,113
[32] Tirmizî, Tefsir 56; Hakim, Müstedrek, U/343; Fahreddin Razı, Te/sîr-i Kebîr, XIII/136.
[33] Hûd, 11:121,122
 
Üst Alt