TEFSİR MEÂRİC Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
MEÂRİC SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

MEÂRİC Suresi 30. Ayet
MEÂRİC Suresi 30. Ayet
Meâric Sûresi Nuzül Sebebi

Mushaftaki sıralamada yetmişinci, iniş sırasına göre yetmiş dokuzuncu sûredir. Hâkka sûresinden sonra, Nebe’ sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 24. âyetinin Medine’de indiğine dair rivayet genel kabul görmemiştir (İbn Âşûr, XXIX, 152).

Meâric Sûresi Hakkında

Meâric sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 44 âyettir. İsmini, 3. ayette geçen ve “yükselme dereceleri, mertebeleri” mânasına gelen اَلْمَعَارِجُ (meâric) kelimesinden alır. Ayrıca سَاَلَ سَٓائِلٌ (Seele sâil) ve اَلْوَاقِعُ (Vâki) isimleriyle de anılır. Mushaf tertibine göre 70, iniş sırasına göre ise 79. sûredir.

Meâric Sûresi Konusu

Sûrede kıyâmet, yeniden diriliş, mahşer gününün dehşetli halleri, cennet ve cehennem tasvirleri yer alır. Cehennemden kurtulacak mü’minlerin, sahip olmaları lazım gelen meziyetlerin, güzel ahlâkın ana çizgileri belirlenir. Müşriklerin Peygamber (s.a.s.)’e olan itirazları değerlendirilerek uyarıcı cevaplar verilir.

Sure, kendilerine Kıyamet, Cennet, Cehennem hakkında haber verilip, uğrayacakları elîm azaba karşı uyarıldıklarında, buna inanmayıp, alaya alan Mekkeli müşrikleri ikaz etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s), onları ahiretteki azaptan sakındırmaya çalıştığında onlar; "Biz seni tekzip ediyoruz. Sana göre biz kıyamette cehennem azabına çarptırılacakmışız. Hadi o bizi korkuttuğun kıyamet gelsin de bir görelim" diyerek, Allah Teâlâ'nın vaadine karşı meydan okumakta idiler. Ayrıca onlar, Kur'an'ın hakikati karşısında bocalayıp duruyorlardı. Düşüncelerini cahiliyye yaşantısının pislikleri körelttiği için akılları bu gerçeği bir türlü idrak edemiyordu. Haber verilen azabın, eğer gerçekten varsa kendilerine getirilmesini istiyorlardı. Onların bu durumu, Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatılır: "Hani bir zaman onlar; "Ey Allah eğer bu (Kur'an-r Kerim), senin katından (indirilmiş) hakkın kendisi ise durma, bizim üzerimize gökten taş yağdır, yahud bize (daha) acıklı (ve helâk edici) bir azap getir" demişlerdi" (el-Enfâl, 8/32). Bunu diyenler; Ebu Cehil, Nadr İbn Haris ve onlara tabi olanlardı (el-Kurtûbi, el-Cami'li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1966, XVIII, 278-279).

Bu sure, Kur'an'ın Mekke'de karşılaştığı cahilî zihniyetin ve benzerlerinin beşer ruhunda bıraktığı tortuların yok edilmesi için ilâhî metot çerçevesinde yürütülen tedavinin safhalarından bir safhadır. Allah'ın azabını taleb eden bu insanlar, onun varlığına inanmamaktadırlar.

Bundan önceki el-Hâkka suresinde ahireti inkâr edenlerin durumu ve görecekleri cezalar, kıyamet gününün dehşet dolu tabloları gözler önüne serilerek işleniyor ve Kur'an'ın hak olduğu gerçeği kalplere yerleştirilmeye çalışılıyordu. Bu surede ise aynı inkârcıların, ahiret gününde karşılaşacakları azapların korkunçluğu anlatılarak ondan kurtulmanın yolu gösteriliyor. Bundan sonra gelen "Nuh" suresinde de inkârcı topluluğun yalnızca dünyada gördükleri korkunç azaptan bahsedilir. el-Hâkka, el-Meâric ve Nuh sureleri, birbirinin devamı niteliğinde olup, Bakara suresinin baş tarafında. "Ey Muhammed kâfirleri uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler. Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de perde vardır. Ve onlar için büyük bir azap vardır" (el-Bakara, 2/16-17) ayetlerinde işlenen konunun tafsili mahiyetindedirler.

Kâfirler için ahirette acıklı bir azap hazırlanmıştır. Bu azabı yalanlayan inkârcılar, böyle bir şeyin olabileceğini idrakten aciz oldukları için, eğer böyle bir şey varsa başımıza getirilsin dediler. Allah Teâlâ: "İsteyen biri, inecek azabı istedi. (O azap) kâfirler içindir ki, onu (onlardan) def edebilecek hiç (bir güç) yoktur. O, dereceler sahibi Allah'tandır" (1, 2, 3) ayetiyle o azâbı hemen isteyenlerin mutlaka vadedilen azaba çarptırılacaklarını ve bunu onlardan hiç kimsenin kaldıramayacağını açıklamaktadır. Bunun hemen arkasından kâfirlerin inkâr ederek inananlara yaptıkları zulümlere karşı sabır emrediliyor: "O halde sen (ya Muhammed) sabret" (5). Mümin, İslâmî gerçekleri tebliğ yolunda göreceği bedenî ve ruhî eziyetlere, işkencelere sabretmelidir. Çünkü, hiç de uzak olmayan bir zaman sonra korkunç azab müşrik zalimleri yakalayıverecektir.

Azabın hemen gelmesini isteyen inkârcılara ve öteki bütün kafirlere, azabın Allah tarafından takdir edilmiş olduğu ve çok yakında vuku bulacağı bildirilmektedir. Bu, onlar için kaçınılmaz bir sondur. Çünkü bunu gerçekleştirecek olan, çok yüce makam (dereceler)ın sahibi Allah Teâlâ'dır. Allah her şeye bir vakit takdir etmiştir. Onlar bu vakte kadar istedikleri gibi davranmakta devam etsinler. "Kâfirler kıyamet gününü uzak görüyorlar. Biz ise onu çok yakın görüyoruz" (6-7) ifadesi kıyameti inkâr edenlerin içinde bulundukları basiretsizliği açıklıyor. Çünkü onlar, her akıl sahibinin rahatça idrak edebileceği gerçekleri göremiyorlar.

Daha sonra, onların uzak görüp, Allah'ın yakın gördüğü, kıyamet gününün, kâfirleri dehşete düşürecek olan kıyamet sahneleri çiziliyor: "O gün gök, erimiş maden gibi olacaktır. Dağlar da atılmış renkli yün gibi olacaktır" (8-9). O günün korkunçluğu ruhları etki altına alacak ve bütün değer yargılarını alt üst edecektir. O gün ortaya çıkacak olan manzaranın dehşetine kapılmaları sonucu o inkârcılar, kendi nefislerinden başkasını düşünemeyeceklerdir: "O gün dost, dostunun halini sormaz. Ve yeryüzündeki her şeyi feda edip o günün azabından kurtulmak ister. Fakat bu asla olmaz... "(10,14). Çünkü o gün cehennem; "(Haktan) yüz çeviren ve (itaata) arkasını dönen kimseyi çağırır (kendisine çeker)" (17).

Daha sonra, insanın rûhî yapısını, imanlı ve imansız durumlardaki tavırlarını gösteren ayetler geliyor. Kâfirler ve azabı yalanlayanlar, yaradılışlarındaki sabırsızlık ve hırsın esiridirler. Bir zorlukla karşılaştıkları zaman ye'se düşer, feryad etmeye başlarlar. Bir iyilik gördükleri ve Allah tarafından mal ile sınandıklarında ise kaskatı kesilir, hiç kimseye faydası olmayan bir şekle girerler: "Gerçekten insan, sabırsız ve hırslı yaratılmıştır. Başına bir felâket geldiği zaman feryad eder. İyiliğe uğradığı zaman da çok cimrileşir" (19, 20, 21).

Sure, inkârcı kâfirlerin muhatap olacakları olayları bütün açıklığı ile ortaya koyduktan sonra, bu dehşet ve azap tablolarının bütünüyle dışında kalıp kurtuluşa erenlerin durumunu dile getirir: Ancak, namaz kılanlar müstesnadır. (Namaz kılan o kimseler) ki, onlar namazlarında devamlıdırlar. Onlar ki, mallarında belirli bir hak vardır. Hem dilenen, hem de iffetinden dilenemeyen için. Onlar ki hesap gününü tasdik ederler. Onlar ki Rablerinin azabından korkarlar. Çünkü Rablerinin azabından emin bulunulmaz" (22-28).

Namaz, dinin ayakta kalmasını sağlayan temel direklerden biridir. O imanın bir alâmeti olmakla beraber, kulu Allah'a bağlayan ve ruhunun o ilâhî kaynaktan beslenmesini sağlayan, Allah'ın rububiyetine boyun eğmenin samimi bir göstergesi olan bir ibadettir. Allah Teâlâ'nın, kurtuluşa erecek olanların hallerinden bahsederken, namazı en evvel zikretmesinin sebebi budur. Namaz, bütün iyiliklerin başıdır. Onu terketmekle kul, ruhunu besleyen ilâhî kaynaktan irtibatını kesmiş olur. Çünkü Allah Teâlâ, namazını devamlı kılanları özellikle vurgular. Öteki özellikler ondan sonra gelir. Devam eden ayetlerde, müminlerin gözetmesi gereken bir takım temel hudutlar belirtilir! İffetli olmak ve zinadan sakınmak gerektiği, aksi halde haddi aşıp surenin ilk bölümünde zikredilen topluluğa dahil olma tehlikesinin söz konusu olduğu vurgulanır.

O müminler, güvenilirdirler, yalan şahittik yapmazlar, namazlarını ise lâyıkıyla kılarlar. "... Evet, işte onlar, cennetlerde ağırlanacak kimselerdir" (35).

Surenin sonunda, inkârcıların neye güvenerek taşkınlık yaptıkları sorgulanır: "(Acaba) onlardan her biri (müminler gibi) naim cennetine girmeyi mi ümit eder" (38). Bunun cevabı hikmet doludur ve kesinlik ifade eder: "Hayır, (onların ümit ettikleri gibi cennete girmeleri söz konusu değildir) muhakkak ki bizler, onları bildikleri o (nutfe denen) şeyden yarattık"(39). Eğer onlar yaratılışlarındaki bu büyük mucizeye bakıp ibret almazlarsa cehennem azabından kurtulup cennete girmelerine imkân yoktur.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
MEÂRİC SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Birisi kalkıp gerçekleşeceği kesin olan bir azabın hemen gelmesini istedi.

2. Kâfirler için bir azap ki, geldiğinde onu önleyecek hiçbir güç yoktur.

3. Çünkü o, yükselme derecelerinin sahibi olan Allah’tandır.

4. Melekler ve Ruh, miktarı dünya senesiyle elli bin yıl uzunluğundaki bir günde O’na yükselirler.

5. Öyleyse sen, güzel bir şekilde sabret!

6. Doğrusu onlar, kıyâmeti ve cezayı uzak görüyorlar.

7. Ama biz onu gerçekleşmesi kesin ve pek yakın görüyoruz.


Resûlullah (s.a.s.)’in davetine inanmayan, onun, iman etmedikleri takdirde başlarına büyük bir azabın geleceği yönündeki ikazını da alay ve eğlenceyle karşılayan müşrikler, kendilerine va’dedilen o azabın bir an önce gelmesini istiyorlardı. Rivayete göre Nadr b. Hâris: “Ey Allah! Eğer bu Kur’an, senin katından gelen gerçek bir kitap ise, hiç durma hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem verici bir azap gönder” (Enfâl 8/32) demişti. Bunun üzerine bu âyetler indi. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXX, 107) Ebu Cehil’in “Haydi üzerimize göğü parça parça düşür!” (Şuarâ 26/187) demesi üzerine indiği de nakledilir.

Gerçek şu ki, gerek dünyevî gerek uhrevî olsun, Allah tarafından kâfirler için takdir edilen azap vakti geldiğinde mutlaka vuku bulacak ve buna kimse mâni olamayacaktır. Kâfirlerin onu acele istemesi yahut onu alaya almaları, ilâhî takdiri değiştirmez. Varlıklar ve hâdiseler hakkında ilâhî plan nasıl karara bağlanmışsa o şekilde vuku bulur. Bu bakımdan Cenâb-ı Hak zâtını ذُو الْمَعَارِجِ (zi’l-meâric) olarak vasfeder. Meâric, ma‘rec kelimesinin çoğulu olup “yükselme vasıtaları” demektir.

Bu kelimeye:

- Meleklerin yükseldikleri gökler,
- Allah’ın yaratıklarına lütfettiği nimetlerin mertebeleri,
- Cennetteki dereceler,
- Manevî ve ruhânî mertebeler, gibi mânalar verilir.

Bütün bunları yaratan, ikram ve ihsan eden Yüce Rabbimizdir. Dolayısıyla bu ifade, Cenâb-ı Hakk’ın en yüce ve en üstün varlık olduğunu bildirir. Onun huzuruna çıkmak için melekler ve Cebrâil, bizim saydığımız dünya yıllarına göre elli bin sene olan bir günde peş peşe derecelerle yükselirler. Allah Teâlâ zamandan ve mekandan münezzeh olduğu, ayrıca meleklerin yükseldiği derecelerin, merdivenlerin mâhiyetini bilemediğimiz için bu mevzûyu tam olarak anlamak bize kapalıdır. Bunu böyle bilir ve inanırız. Ancak “elli bin yıl” ifadesi, meleklerin gerekli tâlimatları alıp vazifelerini yapmak için ilâhî huzurda kat ettikleri mesâfelerin, derecelerin ne kadar çok ve ne kadar yüce olduğu hakkında insan tasavvuruna bir ufuk vermektedir. Bunun içindir ki, Peygamberimiz (s.a.s.)’e ve onun şahsında her mü’mine, Allah yolunda vazifesini tam yapıp güzel bir şekilde sabretmesi ve Rabbinin tecelli ettireceği neticeleri beklemesi tavsiye olunmaktadır. Kâfirler kıyâmeti uzak görüp inkâr etseler de, Allah Teâlâ’ya göre o, hemen şimdi olacakmış gibi yakındır. Bu ifade, kıyametin, kopması ne kadar kesin bir hadise olduğunu göstermeye kâfîdir.

Şimdi seyredin o günde meydana gelecek dehşetli manzaraları:

8. O gün gök erimiş maden gibi olur.

9. Dağlar da atılmış rengârenk yüne döner.


Kıyâmet öylesine dehşetlidir ki, onun tesiriyle gökler, içindeki yıldızlar ve gezegenler eritilmiş maden gibi olur. Renkten renge girer. Dağlar da kendi ağırlıklarını kaybedip havaya kaldırıldıkları, birbirine şiddetle çarpılıp toz duman oldukları zaman, tıpkı kabartılarak atılan rengârenk yünler gibi havada uçuşurlar. Çünkü “Dağlarda da toprağın rengine göre beyaz, kırmızı, daha farklı renklerde ve simsiyah yollar vardır” (Fâtır 36/27) âyetinin beyânıyla dağların renkleri çeşitlidir. Parçalanıp dağıldıkları zaman bu renkler ortaya çıkacaktır.

Mahşer yerinde toplanan insanların durumuna gelince:

10. Öyle ki, o günün dehşetinden dost dostun hâlini sormaz.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. Oysa onlar birbirlerine de gösterilirler. Fakat inkârcı suçlu ister ki, mümkün olsa da o günün azabından kurtulmak için fidye olarak verse oğullarını!

12. Eşini, kardeşini!

13. Kendisine kol kanat geren bütün sülâlesini!

14. Yeryüzünde kim varsa hepsini! Bunları verse de, sonra kurtarsa kendisini!


Mahşer yerinde akrabalar birbirlerini görecek ve tanıyacaklar. Fakat herkes kendi derdinde olacak. Bu sebeple hiçbirinin diğerinin halini sormaya mecâli olmayacak. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Çarpınca kulakları sağır eden o şiddetli çığlık geldiği zaman! O gün insan kaçar kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından! O gün onlardan her birinin başından aşkın bir işi, kendine yetecek bir derdi ve belâsı vardır.” (Abese 80/33-36)

Bunun da ötesinde, kıyametin dehşetini ve cehennem azabının şiddetini yakından görüp oraya atılacağını anlayan inkârcı suçlu, evlatlarını, hanımını, kardeşini, içinde yetiştiği ve başı sıkıştığı zaman kendisini kucaklayan, koruyup barındıran aşiretini, kabilesini, kavmini, hemşerilerini yani dünyada en sevdiği insanları bile fidye verip kendini kurtarmak ister.
Fakat ne çare ki bu temennisi boşa çıkacak ve kendini cehennemden kurtaramayacaktır:

15. Ama ne mümkün! O, alev alev yanar bir ateştir.

16. Uzuvları bedenden ayıran, derileri soyup çıkaran, yakıp kavuran bir ateş!

17. Çağırır kendisine, gerçeğe sırtını döneni ve Allah’a kulluktan yüz çevireni,

18. Mal toplayıp da kasalarda keselerde yığanı!


Cehennemin burada zikredilen ismi لَظٰى (lezâ)dır. Lezâ, alev alev yanan ateş demektir. Öyle ki içine atılanların üzerine saldırır, onları yakar kavurur; el, ayak, baş, kulak gibi uzuvları bedenlerden ayırır, onların derilerini soyar bırakır. Ancak “Âyetlerimizi inkâr edenleri pek yakında korkunç bir ateşe sokacağız. Onların derileri kızarıp kavruldukça, yerlerini başka derilerle değiştireceğiz ki, azabı hiç aralıksız tatmaya devam etsinler…” (Nisâ 4/56) âyetinin ifade ettiği gibi, azabın yenilenmesi için onların derileri yine eski hallerine çevrilir.

Burada insanların cehenneme atılmalarının iki mühim sebebine dikkat çekilir:

Birincisi; Peygamberin getirdiği hak dine, tevhid inancına sırtını dönmek ve Allah’a kulluktan yüz çevirmek.

İkincisi; haram helâl demeden mal biriktirmek, onu yığmak; muhtaçların o mallarda bulunan hakkını ödememek, servetinden fakirleri faydalandırmamak.

Bu kötü sıfatların temelinde yatan gerçek ise şudur:

19. Gerçekten insan, pek hırslı ve tez canlı yaratılmıştır.

20. Kendisine kötülük dokunduğunda sızlanır, feryat eder.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
21. Bir iyiliğe konunca da iyice cimrileşir, onu başkalarıyla paylaşmak istemez.

Dinî bir terbiye ve tezkiye görmemiş ham nefsin üç belirgin vasfı vardır:

هَلُوعٌ (helû‘): Mala ve menfaate karşı şiddetli hırs sahibi, haris; bunun yanında tez canlı, pek sabırsız, tahammülsüz ve mızıkçı. Zaten gelen iki vasıf da bunu izah eder:

جَزُوعٌ (cezû‘): Kendisine bir kötülük, mesela ağrı, sıkıntı, yoksulluk, hastalık gibi bir acı dokunduğu zaman kıvranır, sızlanır, feryad ü figân eder. Dayanamaz, başkalarından medet bekler.

مَنُوعٌ (menû‘): Kendisine bir iyilik ulaştığı zaman; mesela bir servete, bir sıhhate, bir makama konduğu zaman hırsından, kıskançlığından hiç kimseye bir şey vermek istemez. Ağladığı günü derhal unutur. Başı ağrıdığı zaman her şeyden ve herkesten medet uman o mızmız adam, bu kez biraz kuvvet bulunca kimseye bir lokma vermemek, iyiliğe engel olmak için sımsıkı bir afacan kesilir. Gerçek ve iyi olan her şeye sırtını çevirir. Eline geçeni toplayıp yığmaya, saklamaya çalışır. Bu yüzdendir ki, o çılgın ateş onu kendine çağırır.

Cimrilik ve pintilik hastalığına tutulmuş böyle zavallılara Resûlullah (s.a.s.) şöyle bir tedavi yolu tavsiye eder:

“Kesenin ağzını sıkma! Allah da sana sıkarak verir!” Bir başka rivayete göre de şöyle buyurur: “Malını Allah yolunda harca, sayıp durma, Allah da sana karşı nimetini sayıp esirger. Paranı çömlekte saklama, Allah da senden saklar.” (Buhârî, Zekât 21; Müslim, Zekât 88)

Ancak şu güzel vasıflara sahip olanlar, bu kötü sıfatlardan temizlenir ve kendilerini cehennemden korurlar. Cehennemden uzak tutulacak mü’minlerin sahip oldukları güzel vasıflarda ilk sırayı namaz ve namaza devam almaktadır:

22. Ancak namazı hakkiyle kılanlar böyle değildir.

23. Onlar namazlarında devamlıdırlar.


Onlar namazlarını hakkıyla kılar ve bunu edaya büyük bir sabır ve aşkla devam ederler. Terk, ihmal veya tembellik göstererek namazlarını kesintiye uğratmazlar. Namaz içindeki huşu, hudu ve Allah’a tâzim hallerini namazı bitirdikten sonra da sürdürürler. Allah’ın razı olduğu mü’min kişiliğinin oluşmasında namazın ne kadar ehemmiyetli olduğu anlaşılmaktadır. Bunun en güzel misallerinden birini Hz. Ömer göstermiştir. Misver b. Mahreme (r.a.) şöyle anlatır:

“Ömer b. Hattâb (r.a.) hançerlendiğinde zaman zaman baygınlık geçiriyordu. Bir keresinde yanına girdim, üstüne bir örtü örtmüşler, kendinden geçmiş vaziyette yatıyordu. Yanındakilere:

«–Durumu nasıl?» diye sordum.
«–Gördüğün gibi baygın» dediler.
«–Namaza çağırdınız mı? Eğer hayattaysa onu namazdan başka hiçbir şey korkutup uyandıramaz» dedim. Bunun üzerine:
«–Ey Mü’minlerin Emîri namaz! Namaz kılındı!» dediler. Hz. Ömer hemen ayıldı ve:

«–Öyle mi? Vallahi namazı terk edenin İslâm’dan nasîbi yoktur.» dedi. Kalktı ve yarasından kanlar akarak namazını kıldı.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 295; İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 35; Muvatta, Tahâret 51)

İbâdetler husûsundaki titizliğin en canlı misallerinden biri de Kafkasların şanlı mücâhidi Şeyh Şâmil’e âittir. O, 1829’daki Gimri savunmasında, birçok süngü, kılıç ve kurşun yarası almıştı. Göğsünden girip sırtından çıkan bir süngü ciğerini parçalamış, ayrıca kaburgaları ve sağ köprücük kemiği kırılmıştı. Cerrah olan kayınpederinin tedâvileri neticesinde altı aya yakın bir zamanda ancak kendine gelebildi. Yaralandığı günden itibâren 25 gün boyunca komada yatan bu genç mücâhid, yirmi beşinci günün sonunda kendine gelip gözlerini açınca, başucunda annesini buldu. Ona söylediği ilk sözü:
“–Anacığım! Namaz vakti geçti mi?” oldu. (İbrâhim Refik, Efsâne Soluklar, İstanbul, 2002, s. 78)
Namazın peşinden zekât ve infak gelmektedir:

24. Mallarında belirli bir pay vardır:

25. İstemekten başka çıkar yol bulamayan yoksullar ve iffetlerinden dolayı isteyemeyip de zengin sanılan, böylece yardımdan mahrum kalan fakirler için.


O mü’minler, kazandıkları mallarda fakirin, dilencinin ve ihtiyaçlının hakkı olduğunu bilirler ve onu verirler. Burada kastedilen hak, özellikle zekât ve miktarı belirlenmiş sadakalardır. Ayette zikredilen اَلسَّٓائِلُ (sâil), hakkını isteyen kimsedir; اَلْمَحْرُومُ (mahrum) ise, istemeyen, ihtiyacını dile getirmeyen dolayısıyla mahrum kalan kimsedir. Mallarda ihtiyaç sahiplerinin ve yoksulların hakkının olduğu düşüncesi, bir yandan Allah’ın lütfuna yönelik duyguyu, öte yandan insanlık bağlarının önemini yansıtır. Hırs ve cimriliğin boyunduruğundan kurtuluş da ancak bu sayede mümkündür. Bu duygu aynı zamanda bütün ümmetin dayanışması ve yardımlaşması için bir sosyal güvencedir. Mümin ruhun karakteristik özelliklerinden biri olarak bu tabloda çizilmesinin yanı sıra bu duygu, sûrede amaçlanan cimrilik ve mal hırsına yönelik tedavinin bir halkasını da oluşturur.

Bu konuda Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin güzel bir örnek davranışı şöyledir:

Kendisi anlatıyor:

“Herat’ta bulunuyordum. Birgün pazara gitmiştim. Bir kişi yanıma geldi ve:

«- Açım, beni Allah rızâsı için doyurur musun!..» dedi.

O an, hiçbir imkânım yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşhâneye girip aşçıya:

«- Şu sarığımı al. Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Ancak bunun mukâbilinde şu aç insanı doyurur musun?» dedim.

Aşçı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iâde etmek istedi. Bütün ısrarlarına rağmen kabul etmedim. Kendim de aç olduğum hâlde o fakîr doyuncaya kadar bekledim.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 651)

Hz. Mevlâna şu öğüdü verir:

“Yoksul kişi nasıl cömertliğe, iyiliğe muhtaç ise, cömertlik de, iyilik de yoksul kişiye muhtaçtır. Güzeller, nasıl tozsuz, passız, parlak ayna ararlarsa, cömertlik de yoksulları, zayıfları öyle aramaktadır. Güzellerin yüzleri ayna ile süslenir, güzelleşir. Ayna olmazsa güzellik meydana çıkmaz, iyiliğin, cömertliğin yüzü de yoksula bakmakla görülür. Mademki yoksul cömertliğin aynasıdır, sakın aynaya karşı gönül kırıcı sözler söyleyerek aynayı buğulandırma.” (Mevlânâ, Mesnevî, 2744-2748. beyitler)
Sıra hesap ve ceza gününü tasdikte:

26. Onlar, hesap ve ceza gününün gerçekliğine inanırlar.

27. Onlar, Rablerinin azabından çok korkar, tir tir titrerler.

28. Çünkü Rablerinin azabından kimse emin olamaz!


Bu sıfat, mümin ruhun karakteristik özelliklerine ilişkin temel bir çizgi çizmektedir. Çünkü hesaplaşma ve karşılık görme gününe inanmak, bununla ilgili uyarıları doğrulamak imanın bir boyutunu oluşturur. Âhirette hesaplaşmanın olacağına ilişkin uyarıyı doğrulayan birinin elinde bulunup hayatı, değerleri, amelleri ve olayları ölçen terazi, onu yalanlayan veya bu konuda şüphesi bulunan birinin elinde bulunup hayatı, değerleri, amelleri ve olayları ölçen teraziden farklıdır. Onlar, Rablerinin azabından çok korkarlar. Çünkü bu azabın başlarına gelmeyeceğinden emin olmaları mümkün değildir. Bu duygu, din gününü sadece doğrulamanın ötesinde bir derecedir. Bu noktada sürekli olarak kalbin bir an için kayıp azabı hak edeceği endişesiyle Allah’ın koruması umudu birlikte bulunur. Allah katında seçkin bir yere sahip bulunan, Allah’ın kendisini seçip gözettiğini bilen Peygamber Efendimiz sürekli Allah’ın azabından sakınır, hep azaba çarpılma endişesini taşırdı. Allah’ın lütfu ve merhameti olmadıkça amellerinin kendisini koruyamayacağını, cennete girmesine neden olamayacağını beyân ederdi. Şöyle buyururdu:

“Hiç kimseyi ameli cennete girdirmez.”
Seni de mi ey Allah'ın elçisi? diye sorulduğunda:

“Evet beni de. Ancak Rabbinin rahmeti ile beni kuşatması sayesinde cennete girebilirim” cevabını verirdi. (Buhârî, Merdâ 19)
Mü’minlerin en önemli şiarı son derece iffetli olmalarıdır:

29. Onlar iffet ve namuslarını titizlikle korurlar.

30. Ancak kendi eşleri ve sahip oldukları câriyeler hâriç. Bunlarla olan ilişkilerinden dolayı kınanmazlar.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Kim de bunun ötesine geçmeye yeltenirse, işte onlar sınırı aşanların tâ kendileridir.

32. O mü’minler, kendilerine verilen her türlü emâneti, vazîfeyi dikkatle gözetir ve verdikleri sözleri tastamam yerine getirirler.


İslâm’ın bu düsturları, insanlar arası ilişkilerin sıhhatli hale getirilmesi ve toplum düzeninin sağlanması açısından çok önemlidir. Doğru şâhitlik de böyledir:

33. Onlar, şâhitliklerini dosdoğru yaparlar.

Çünkü Yüce Allah birçok hakkın sahibini bulmasını şâhitlik görevinin yerine getirilmesine bağlamıştır. Bu bakımdan âyet-i kerîmelerde, şâhitlik yapmaktan kaçınmak yasaklanmış (Bakara 2/282), yargılanma esnasında şâhitliği gizlemek yasaklanmış (Bakara 2/283), özellikle de bir tarafa eğilim göstermeden ve gerçeği saptırmadan doğrunun yerini bulması için şâhitlik yapmak emredilmiştir:

“Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın ve yakın akrabanızın aleyhinde bile olsa, Allah için doğru dürüst şâhidlik yaparak, adâleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun! Hakkında şâhidlik yaptığınız kimse zengin de olsa fakir de olsa böyle davranın. Çünkü Allah, ikisine de sizden daha yakındır, hâllerini daha iyi bilir. Şu hâlde, sakın âdil davranmaktan yüz çevirip nefsin arzularına uymayın. Eğer dilinizi eğip büker, gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün ondan yüz çevirirseniz, başınıza geleceği siz düşünün! Zira Allah, yaptığınız her şeyden hakkıyla haberdârdır.” (Nisâ 4/135)

Burada şâhitliği doğru olarak yapmak, mümin ruhun karakteristik bir özelliği olarak sunulmuştur. Zira bu, kul hakları açısından gözetilmesi gereken bir emanettir.

Son olarak mü’min ruhun karakteristik özellikleri namazla başladığı gibi yine namazla bitmektedir.

34. Onlar, bütün şartları ve rükünleriyle birlikte namazlarını vaktinde kusursuz olarak kılar ve hiç geçirmezler.

35. İşte bu kutlu insanlar, cennetlerde ağırlanacaklardır.


34. âyette “namazı muhâfaza etme” ifadesi geçmektedir. Bu ifadeyi şöyle anlamak mümkündür: “Onlar, namazları vaktinde, farzını, sünnetini gözeterek, şekil ve ruhuna bağlı kalarak kılarlar. İhmal ederek veya tembellik göstererek namazlarını kaçırmazlar. Namazdan önce, namaz kılarken ve namazdan sonra yapılacak işlere özen göstererek en mükemmel bir şekilde olmasına dikkat ederler.”

Bu karakter özelliklerini taşıyan mü’minler neticede cennete gidecek ve orada büyük nimetlere nâil olacaklardır.

Allah’ı ve âhireti inkâr edenlere gelince:

36. Rasûlüm! O kâfirlere ne oluyor ki, inkâr ve alay etmek için gözlerini üzerine dikmiş, sana doğru koşuyorlar?

37. Sağında, solunda bölük bölük oluyorlar?

38. Yoksa onlardan her biri inanmadan nimetlerle dolu cennete girmeye mi hevesleniyor?

39. Asla! Boşuna heveslenmesin! Biz onları, çok iyi bildikleri o basit şeyden; bir nutfeden yarattık.


Rivayete göre müşrikler dağınık gruplar halinde sağdan soldan Resûlullah (s.a.s.)’in etrafını sarar, başına üşüşür, boyunlarını uzatırlardı. Onun müminlere cenneti müjdelemesini, inkârcıları da cehennem azabıyla korkutmasını işitince kendisiyle alay eder ve: “Muhammed’in dediği gibi bunlar cennete gireceklerse biz bunlardan daha önce gireriz!” derlerdi. (Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 158) İşte bu âyetler, onların bahsedilen davranışlardaki çelişkiye ve Peygamberimiz (s.a.s.)’i yalancılıkla suçladıkları halde cennete girmeyi istemelerinin ne kadar tutarsız olduğuna işaret eder. Onlar bu halleriyle asla cennete giremezler. Ayrıca onların, şu bildikleri şeyden, yani atılmış değersiz bir damla sudan, meniden ve nutfeden yaratılmış olmalarına işaret edilerek, gururlanacak bir şeyleri olmadığı hatırlatılır. Buna göre müşriklerin kendilerini üstün görüp fakir müminleri hakir görmelerinin bir mânası yoktur. Zâten insanlığını unutmuş bu tür bedbahtları çok korkunç bir âkibet beklemektedir:

40. Hayır! İş onların umdukları gibi değildir! Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki elbette bizim her şeye gücümüz yeter.

41. Onları yok edip yerlerine Allah’a inanıp kulluk yapacak daha hayırlı insanlar getirmeye de. Hiçbir kuvvet bizi dilediğimizi yapmaktan engelleyemez!

42. Şimdi onları kendi hallerine bırak da, tehdit edilegeldikleri güne kavuşuncaya kadar içinde bulundukları bâtılda yüzmeye, oynayıp eğlenmeye devam etsinler!


“Doğular ve bâtılar” tabiri, güneşin, senenin her günü başka bir açıdan ve yeryüzünde değişik kısımlarda doğup battığını ifade eder. Bu yüzden doğu ve batı tek olmayıp, birçok doğu ve batı vardır. Allah Teâlâ “Doğuların Rabbi ve bâtıların Rabbi” diyerek kendi üzerine yemin etmektedir. Bütün doğuların ve bâtıların Rabbi O olduğuna göre, bütün yeryüzü O’nun kudret ve hâkimiyeti altındadır. Hiç kimsenin O’ndan kurtulma imkânı yoktur. O ne zaman istese, kâfirleri helak eder ve yerlerine onlardan daha iyilerini yani emirlerini tutup yasaklarından kaçınacak sâlih kimseleri getirmeye kadirdir. Hiçbir kuvvet buna engel olamaz. Allah Teâlâ, insanları öldükten sonra dirilttiğinde onları dünyadaki yaratılışlarından daha sağlam olarak, ebedî hayata elverişli olabilecek şekilde yaratmaya da kadirdir. O’nun, insanları istediği gibi yeniden yaratıp diriltmesine de kimse karşı duramaz. Bu yüzdendir ki sura üflenmesiyle birlikte Allah Teâlâ’nın “Koşun!” emrini duyan bütün insanlarla birlikte o kâfirler de:

43. O gün kabirlerinden süratle çıkarlar; sanki belli bir hedefe varmak istercesine koşarlar.

44. Bu sırada korku ve kederden gözleri baygın düşmüş, kendilerini tepeden tırnağa zillet bürümüştür. İşte tehdit edilip durdukları gün, bugündür!


Kabirlerden çıkanların kendine doğru koştukları نُصُبٌ (nusub) iki mânaya gelir:

Birincisi; bundan maksat puttur. Müşrikler dünyada putlarına nasıl koşarak gidiyorlardı ise, o gün hesap meydanına da öyle süratle getirileceklerdir.

İkincisi; yarış yapan koşucular, nasıl dikilmiş nişanları hedef alarak birbirleriyle yarışarak koşarlarsa, bunlar da hesap yerine öylece hızla koşacaklardır.

Fakat dünyadaki Allah Resûlü (s.a.s.) ve mü’minlerle alay ettikleri zaman ki şımarıklık, neş’e ve sevinçleri olmayacaktır. Aksine korku ve kederden gözleri yere düşmüş, tepeden tırnağa kendilerini kaplayan zilletle kibirleri kırılmış, onurları yerle bir olmuş, utançlarından başlarını kaldıracak halleri kalmamış bir halde olacaklardır. Allah bizleri böyle feci âkıbetten muhafaza buyursun! Amin!

Allah Teâlâ’nın geleceğe ait görülecek işleri değiştirecek, istediğini istediği şekilde yapacak kudretini haber verip büyük bir tehditle son bulan Meâric sûresini, bu kudreti mazîde görülmüş bir örnekle izah ederek aynı davayı dile getiren Nûh sûresi takip edecektir.
 
Üst Alt