bedirhan.
Aktif Üyemiz
KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
9-TEVBE:
"Berâet" bu kelimenin asıl kök mânâsı, "Müfredat" ve "Basair"de açıklandığına göre herhangi bir çirkin şeyden kurtulmak ve uzaklaşmak demektir. Kadî Beydavî Bakara Sûresi'nde (âyet 54) âyetinin tefsirinde der ki; bu terkibin aslı bir şeyin kendisinden olmayan şeylerden arınıp saf hale gelmesi, halis olması mânâsınadır. "Hasta hastalığından, borçlu borcundan beri oldu." denildiği zaman kurtulmak anlamına söylenmiş olur. "Allah Âdem'i balçıktan berâe eyledi." denildiği zaman saflaştırmak şeklinde inşa etmek anlamına kullanılmış olur. Bu iki mânâ ile de kelime dilimizde kullanılmaktadır: Mesela "Berâat-i zimmet asıldır." denildiği zaman, başından itibaren inşa suretiyle olan hulus, yani halislik ve selamet mânâsı kastedilmiş olur. Cezada suçtan berâet etmek de böyledir. Lâkin borçtan berâet yine aynı anlama gelebildiği gibi, daha ziyade ibra veya arınma şeklinde olur ki, bu da tafassi denilen kurtulma yoludur. Hukuk terimi olarak kelimenin anlamı böyle olduğu gibi, bir de bundan alınarak kelimenin siyasette ve özellikle diplomaside kullanılan mânâsı vardır ki, âyette asıl gözetilmiş olan mânâ da budur. Nitekim Ebu Bekri Razi bunu açıklayarak "Ahkam-ı Kur'ân"da der ki; "Berâet, dostluk antlaşmasının kesilmesi, dokunulmazlığın kaldırılması ve sağlanmış olan eman (güvence)ın sona erdirilmesidir". Fahreddin Razî de tefsirinde der ki; "Beraetin mânâsı dokunulmazlığın kaldırılmasıdır". denilir ki, "Aramızda dokunulmazlık kesildi, aramızda ilişki kalmadı." demektir. İşte burada berâet herhangi bir çirkinlikten ve noksanlıktan salim olmak ve uzaklaşmak demek olan aslî mânâsını korumakla birlikte bilhassa siyaset hukuku ve milletler arası hukuk dilindeki ıstılahî anlamı geçerlidir: "Savaş çıkmasını gerektiren bir ilişki kesme" demektir. İşte böylece sûrenin ilk âyeti bir ültimatom ve ondan sonrası da bunun gerekçesi ve bu gerekçenin herkese duyurulması ve açıklanmasıdır. Şöyle ki:
Bu bir berâettir, yani bu öyle önemli ve kesin bir ilişki kesmedir, saldırmazlığın sona erdirilmesidir, öyle bir ültimatomdur ki, Allah'tan ve Resulü'nden o antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere.
Görülüyor ki, bu âyet, "falandan falana mektuptur" denilmesi gibi bir başlık üslubundadır. Fakat burada herhangi bir mektup veya sıradan bir yazının değil, muntazam bir resmî tebliğin, özellikle diplomasi edebiyatının üslubu, bir akit feshinin, bir ültimatom başlığının bütün gerekli unsurlarını içeren gayet açık bir yazışmanın örneği vardır. Bundan önce tebliğin mahiyeti, yani ne idüğü ortaya konmuş, ikinci olarak gönderen ve gönderme aracı, üçüncü olarak kime gönderildiği ve onların kimler olduğu, dördüncü olarak da ilgililer tamamıyla belirtilerek gayet veciz ve aynı zamanda açık ve etkili bir ifadeyle tarif edilmiş ve gösterilmiştir. Bununla kısaca şu anlatılmıştır ki, bu tebliğin sebebi şirk ve müslümanlarla önceden yapılmış olan antlaşmalardır. Demek oluyor ki, müslümanlarla önceden yapılmış antlaşması olmayanlara, esasen böyle bir ilişki kesme ihbarının yapılmasına lüzum yoktur. Ancak müslümanların ahitleşme yapmış oldukları müşriklere karşı doğrudan doğruya antlaşmayı bozmaksızın, işin başında antlaşmanın feshini ve ilişkisinin kesildiğini bildirmeleri lazım gelmiştir. Çünkü aşağıda sebepleri açıklanacağı üzere, Allah ve Resulü o ahitlerden beridirler. Bilindiği gibi, muahade ahitleşmek demektir. Ahit ise mutlak anlamda akit ve sözleşme demek ise de asıl mânâsı karşılıklı yemin ile yapılmış olan akit demektir. En kuvvetli ve en geçerli yemin ise Allah'a yapılan yemindir. Her müslümanın yapacağı yemin de böyle bir yemindir. Müşrikler ise müşrik oldukları için onların gözünde Allah'a yapılan bir yeminin hiçbir hükmü ve kıymeti yoktur. Bundan dolayı yaptıkları ahdin hakkına Allah için riayet etmezler, inançları gereği olarak herhangi bir şekilde ahitlerini bozmaktan kaçınmazlar. Ve böylesine menfaat üzerine kurulu bir ahit de zaten hakiki ve samimi bir ahit olmaz. Bununla beraber müslümanlar için, her kiminle olursa olsun bir ahit yapılmış ise onu sonradan karşı tarafa haber vermeden bozmaya kalkışmak zulüm ve hıyanet olur.
Bu haksızlığı yapmak da müslümana haram kılınmıştır. Böyle bir ahitten kurtulmak için üç yol vardır: Birincisi; ahit belli bir süreye bağlı olarak yapılmış ise o sürenin dolmasını beklemektir.
İkincisi; istenildiği zaman feshedilebileceği şartına bağlı olarak yapılmışsa, o şarta göre hareket etmektir.
Üçüncüsü; "Her hangi bir kavimden bir hıyanet endişe edersen, hemen ahidlerini reddettiğini düpedüz kendilerine bildir." (Enfâl, 8/58) âyeti gereğince karşı taraftan bir hıyanet tehlikesi belirmesi karşısında o sözleşmeyi yüzlerine çalmak (nebz) şekliyle yapılacak olan fesihtir ki, bu suretle aldatıp baskın etkisi yapılmamış ve açıktan açığa dürüstlük çerçevesinde davranılmış olacağından hıyanet edilmiş olmaz .Ve bu şekilde bu berâet bir önceki sûrede, Enfâl Sûresi'nde geçen "nebiz" emrinin ayrıntılı bir tatbikatı demektir ki, bu âyette böyle bir başlık altında bu hususlar kısaca yer aldıktan sonra, bu ültimatomun içeriği de şu âyette özetlenmiştir:
2- İmdi şu andan itibaren yeryüzünde dört ay daha seyahat ediniz, gezip dolaşınız.
"Seyahat", suyun akması gibi, kolayına geldiği şekilde yeryüzünde gezip dolaşmaktır, şehirlerden ve beldelerden uzaklara varıncaya kadar istediği yere gitmek ve seyr ü sefer etmektir. Bu suretle seyahat anlamı içinde serbestçe dolaşmak ve genişçe hareket etmek mânâsı vardır. Sonra alışılmış şartların dışına çıkılacağından seyahat sırasında yemek içmek konularında da bir nevi imsak ve perhiz gerekeceğinden, bir bakıma oruçlunun seyahat edene benzetilmesi de onun önemli bir hazırlığı icap ettirmesinden dolayıdır. Bu da geçim sıkıntısı olmamaya ve refaha bağlı bulunur. Bunun için "seyahat ediniz" sözünde "gidiniz veya seyr ü sefer ediniz" sözünden daha fazla bir genişlik ve müsaade mânâsı ve daha ziyade hazırlıklı bulunmak ihtarı vardır. Emir şeklinde yapılmış olan bu ihtar ve uyarıdan maksat, mutlaka seyahata çıkınız şeklinde bir emir değildir. Bu mutlak anlamda bir ibahadır ki, şöyle demek olur:
Ey bu haberin kendilerine eriştiği ahit yapmış olan müşrikler, birdenbire ve habersiz bir şekilde muâhedenizin feshiyle haksızlığa uğratılacağınızı sanmayın, şu andan itibaren size dört ay daha mühlet var. Bu süre içinde katil ve savaş gibi saldırılardan uzak olarak, dilediğiniz gibi, geniş geniş hazırlanmakta serbestsiniz ve hürsünüz. Ondan sonra ilişkilerimiz tamamen kesilmiş ve savaş durumu başlamış olacağından bu müddet içinde kendi can ve mal güvenliğinizi iyice düşününüz, her türlü ihtiyat tedbirini alınız, harp hazırlıkları yapmak, savunmaya hazırlanmak, kaçacak veya sığınacak bir yer bulmak gibi kendiniz için uygun görüp arzu edeceğiniz hususların yerine getirilmesi konularında gerek İslâm diyarında, gerek yeryüzünün başka bölgelerinde bir seyyah durumunda dilediğiniz gibi iyice hazırlanınız.
Bu suretle âyetten maksadın böylesine bir serbestliği bildirmek ve uyarıda bulunmak olduğu halde, bunun "dört ay daha seyahat edebilirsiniz" şeklinde bildirilmeyip de "seyahat ediniz" şeklinde bir emir kipiyle açıklanması iki nükteyi içine alır:
Birisi, bu seyahat ve hazırlığın onlardan istenen bir şey gibi olduğuna işarettir.
İkincisi; her ne yaparlarsa yapsınlar, her nereye giderlerse gitsinler, Allah'ın hükmüne mahkum bulunduklarını ifade etmektir. Hatta çok önemli olan bu husus ayrıca ve açıkça ortaya konularak buyuruluyor ki:
Dört ay daha seyahat ediniz ve bununla beraber şunu da biliniz ki, siz öyle seyahat ve hazırlıklarla Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz. O'ndan kaçıp kurtulacak değilsiniz. Ve şurası kesindir ki, Allah kâfirleri hor ve hakir bir hale getirecek ve perişan edecektir.
Bundan sonra eski itibarlı halinizi sürdürmenize imkân yoktur. Ya küfürden ve şirkten vazgeçip Allah'ın emrine boyun eğer, teslim olursunuz, ya da dünya ve ahirette perişan olursunuz.
Bu dört ayın Şevval'dan itibaren Muharrem sonuna kadar olan dört ay olduğu hakkında Zührî'den bir kavil varsa da, diğer tefsir âlimleri, bu tebliğin yapıldığı Zilhicce'nin onuncu gününden itibaren Rebîu'l-âhir'in onuna kadar geçen dört aylık süre olduğunu söylemişlerdir ki, doğrusu da budur. Zira Cessas'ın da hatırlattığı ve üzerinde durduğu şekilde raviler, bu sûrenin, Hz. Ebu Bekir'in hac emiri olarak Medine'den hareketinden sonra nazil olduğu konusunda ihtilaf etmemişlerdir. Şu da var ki, o sene henüz müşriklerin âdeti olan "nesî' " kalkmamış olduğundan Zilhicce'nin onu sayılan hac günü, gerçekte Zilka'de'nin onu demek olduğu için söz konusu dört ayın sonu da Rebîu'l-evvel ayının onuncu günü demek olduğu da, Ebu Hayyan'ın nakline göre Mücahid gibi bazı müfessirler tarafından zikredilmiştir. Şu halde Muharrem sonu sadece önceden antlaşması olmayan müşrikler hesabına göz önünde bulundurulmuş olabilir. Bunun da başlangıç tarihinin Şevval'in başından değil, yine âyetin ilan günü olan Zilhicce'nin onundan itibaren hesap edilmesi gerekir. Nitekim İbnü Abbas'dan böyle rivayet de bulunmaktadır.
3- Velhasıl bu, öylesine kesin bir berâettir ki, Hacc-ı ekber günü, Allah ve Resulü tarafından bütün insanlara bir ezan, bir duyurudur, yani mümin veya mümin olmayan, ahit yapmış ve yapmamış olan herkese bir ezan, her sınıf insanın kulağına sokulacak olan ve aşağıda bildirildiği şekilde bir ilan, bir ilamdır: ki Allah müşriklerden kesinlikle beridir, Resulü de, aynı şekilde müşriklerden beridir. Ve bunun içindir ki, Allah Resulü, bu sene müşriklerin de bulunabileceği hacda bulunmamıştır.
Burada o seneki haccın "ekber" diye vasıflandırılmasında bir kaç mânâ vardır.
1- Umreye "hacc-ı asgar" yani "küçük hac" denildiğinden ona göre asıl hac da büyük hac, yani "hacc-ı ekber" olmuş olur. Hudeybiye antlaşmasından sonra hicretin yedinci senesinde kaza Umresi yapılmış idi. (Bakara Sûresi'nde "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın." (Bakara 2/196) âyetinin tefsirine bakınız). Bu şekilde o gün "hacc-ı asgar" olmuş idi. Hicretin sekizinci senesinde Mekke fethi gerçekleşmiş ve İslâm'da ilk hac işte bu dokuzuncu sene başlamış idi. Şu halde bu mânâ ile bundan böyle "hacc-ı ekber" her sene yapılacak demektir. Çünkü bu anlamda "hacc-ı ekber" demek, asıl anlamıyla hac günü demektir.
2- Bir hac işini meydana getiren fiil ve hareketlerin en büyük kısmı, en esaslı menasiki demek olur ki, bu da her sene yapılan her hacda mevcuttur. Buradaki büyüklük, bir haccın diğer haclara veya diğer ibadetlere nisbetle büyüklüğü değil, aynı haccın kendi rükünleri arasındaki nisbet bakımındadır. Gerçi bu "zikr-i cüz irade-i kül" gibi bir mecazdır. Fakat bu mânânın âyetteki büyük hac gününü tayin bakımından özel bir değeri ve anlamı vardır.
3- Müslümanlarla müşriklerin toplandığı pek büyük bir topluluk ve İslâm diyarında ilk ve son kere olarak yapılan ve bu berâeti ilan etmekle fevkalade önem kazanan muhteşem ve azametli hac demek olur ki, bu ifadede, işte bu dokuzuncu senede ve Ebu Bekir'in emirliğinde yapılan haccı, mutlak anlamda ekber özelliğiyle tanıtmaya yönelik bir tahsis vardır. Yani bu suretle ve bu özellikte bir hac, ne bundan evvel olmuş, ne de olacaktır. Fakat haccın bu mânâ ile büyüklüğü biraz izaha muhtaç görülmüştür.
4- İslâm'ın şanını ve izzetini, şirkin de düşüklüğünü açıklayan hac demektir ki, bu mânâ o seneki hacca uygun düştüğü gibi, ertesi sene Hz. Peygamber'in yaptığı veda haccına da öncelikle uygun düşmektedir. Zira bu ilan ve beraetin asıl hükmü o zaman yerine getirilmiş ve "Bu gün size dininizi kemale erdirdim." (Mâide 5/3) âyetinin nüzulü ile İslâm'ın kemaliyle ilgili tecelli asıl o gün meydana gelmiş ve "Hac menasikini benden alıp öğrenin." hadisi şerifi uyarınca İslâmi anlamda hac asıl veda haccında gerçekleşmiştir.
Gerçekten de ilk olarak Hz. Ebu Bekir'in emirliğinde yapılan birinci hac, yukarıda açıklanan bazı özellikleriyle o zamana kadar görülmemiş bir hac ise de yine de büyüklüğü bir bakıma izafi bir büyüklük sayılır. Çünkü Hz. Peygamber'in bilfiil bulunmaması ve müşriklerin katılmış olması, çıplak tavaf ve "nesî" gibi bazı müşrik âdetlerinin henüz ortadan kaldırılmamış olması dolayısıyla "berâe"nin tam anlamıyla gerçekleşememesinden dolayı o hac birtakım noksanlıklar içermekteydi. Ve bütün bunlardan dolayı o haccın bütün değeri, ertesi sene yapılacak olan Hz. Peygamber'in de bulunduğu hacca bir başlangıç olmasındaydı. Hiç şüphe yok ki, bu saydığımız sebeplerden dolayı mutlak mânâda ekber olan hac, Hz. Peygamber'in haccıdır. Ve "İşte büyük hac günü budur" hadisi şerifi de bunda zahirdir. Bununla beraber âyetin yalnızca Peygamber'in haccına tahsisi de apaçık değildir. Zira veda haccında bu ilanın kendisi değil, hükmünün gerçekleşmiş olması söz konusudur. Âyette bahsedilen şey ise ilanın kendisidir. Bunun için "Taberi Tefsiri", İbnü Sîrin'in "Yevmu'l-haccıl-ekberden muradın, Resulullah'ın bulunduğu ve kendisiyle birlikte ümmetinden de birçoklarının katıldığı veda haccıdır." dediğini naklettikten sonra, demiştir ki; bu mânâ âyetteki "ezan" hükmünün gerçekleştiği büyük hac günüdür ki, o da Hz. Peygamber"in hac yaptığı senedir". Bu da dolaylı ve kapalı bir istidlale muhtaçtır.
Şu halde âyetteki "hacc-ı ekber" tabiri, yalnızca Ebu Bekir'in haccına münhasır olmayıp, Hz. Peygamber'in haccına da öncelikle delalet etmekte ise de bunu burada yalnızca Resul'ün haccına tahsis etmek de doğru değildir.
Şu halde gelelim "gün" meselesine: Yevm, gün demek olduğu gibi, genel olarak "vakit" mânâsına gelebilir. Buna göre "Hac günü", hac vakti, hac zamanı anlamına gelebilirse de âyetin zahirine göre, bunun hac zamanından bir gün olmasıdır. Üstelik öyle bir gün ki, dört aylık yasağın başlangıcını belirleyen bir gün olabilsin. Halbuki yukarıda verilen birinci, üçüncü ve dördüncü mânâlara göre, "hacc-ı ekber günü" demek, hacc-ı ekber vakti demekten fazla birşey ifade etmez. Bu ise seneye ve aya ihtimali olsa da çok çok Arefe gününden başlayarak Mina günlerinin sonuna kadar olan hac günlerinin içine alır. Nitekim bazı müfessirler bu görüşteler. İbnü Atıyye, tefsirinde demiştir ki, hadislerden anlaşıldığına göre Hz. Ali, bu âyetleri Arefe günü Hz. Ebu Bekir'in hac hutbesinden hemen sonra okumuş, fakat insanların hepsinin işitmediğini görmüş, bir kere de Bayram günü Mina'da okumuştur. Hatta Hz. Ebu Bekir, o gün Ebu Hureyre ve daha başkalarını Hz. Ali'ye yardımcı olmaları için görevlendirmiş, bunlar da Zülmecaz v.s. Arap çarşılarında bu işi takip etmişlerdir. Buna göre, Süfyan b. Uyeyne'nin de dediği gibi, bu günün hac günlerinin bütününe şâmil olması açıklık kazanıyor. Mücahid'in de hacc-ı ekber günü, bütün Mina günleridir, müşriklerin Zülmecaz, Ukaz ve Mecenne'de bulundukları sırada içlerinde "Bu seneden sonra müşrikler müslümanlarla birlikte hac yapamayacaklardır!" diye nida ettirilinceye kadar olan toplantı zamanlarıdır, dediği naklediliyor.
"Berâet" bu kelimenin asıl kök mânâsı, "Müfredat" ve "Basair"de açıklandığına göre herhangi bir çirkin şeyden kurtulmak ve uzaklaşmak demektir. Kadî Beydavî Bakara Sûresi'nde (âyet 54) âyetinin tefsirinde der ki; bu terkibin aslı bir şeyin kendisinden olmayan şeylerden arınıp saf hale gelmesi, halis olması mânâsınadır. "Hasta hastalığından, borçlu borcundan beri oldu." denildiği zaman kurtulmak anlamına söylenmiş olur. "Allah Âdem'i balçıktan berâe eyledi." denildiği zaman saflaştırmak şeklinde inşa etmek anlamına kullanılmış olur. Bu iki mânâ ile de kelime dilimizde kullanılmaktadır: Mesela "Berâat-i zimmet asıldır." denildiği zaman, başından itibaren inşa suretiyle olan hulus, yani halislik ve selamet mânâsı kastedilmiş olur. Cezada suçtan berâet etmek de böyledir. Lâkin borçtan berâet yine aynı anlama gelebildiği gibi, daha ziyade ibra veya arınma şeklinde olur ki, bu da tafassi denilen kurtulma yoludur. Hukuk terimi olarak kelimenin anlamı böyle olduğu gibi, bir de bundan alınarak kelimenin siyasette ve özellikle diplomaside kullanılan mânâsı vardır ki, âyette asıl gözetilmiş olan mânâ da budur. Nitekim Ebu Bekri Razi bunu açıklayarak "Ahkam-ı Kur'ân"da der ki; "Berâet, dostluk antlaşmasının kesilmesi, dokunulmazlığın kaldırılması ve sağlanmış olan eman (güvence)ın sona erdirilmesidir". Fahreddin Razî de tefsirinde der ki; "Beraetin mânâsı dokunulmazlığın kaldırılmasıdır". denilir ki, "Aramızda dokunulmazlık kesildi, aramızda ilişki kalmadı." demektir. İşte burada berâet herhangi bir çirkinlikten ve noksanlıktan salim olmak ve uzaklaşmak demek olan aslî mânâsını korumakla birlikte bilhassa siyaset hukuku ve milletler arası hukuk dilindeki ıstılahî anlamı geçerlidir: "Savaş çıkmasını gerektiren bir ilişki kesme" demektir. İşte böylece sûrenin ilk âyeti bir ültimatom ve ondan sonrası da bunun gerekçesi ve bu gerekçenin herkese duyurulması ve açıklanmasıdır. Şöyle ki:
Bu bir berâettir, yani bu öyle önemli ve kesin bir ilişki kesmedir, saldırmazlığın sona erdirilmesidir, öyle bir ültimatomdur ki, Allah'tan ve Resulü'nden o antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere.
Görülüyor ki, bu âyet, "falandan falana mektuptur" denilmesi gibi bir başlık üslubundadır. Fakat burada herhangi bir mektup veya sıradan bir yazının değil, muntazam bir resmî tebliğin, özellikle diplomasi edebiyatının üslubu, bir akit feshinin, bir ültimatom başlığının bütün gerekli unsurlarını içeren gayet açık bir yazışmanın örneği vardır. Bundan önce tebliğin mahiyeti, yani ne idüğü ortaya konmuş, ikinci olarak gönderen ve gönderme aracı, üçüncü olarak kime gönderildiği ve onların kimler olduğu, dördüncü olarak da ilgililer tamamıyla belirtilerek gayet veciz ve aynı zamanda açık ve etkili bir ifadeyle tarif edilmiş ve gösterilmiştir. Bununla kısaca şu anlatılmıştır ki, bu tebliğin sebebi şirk ve müslümanlarla önceden yapılmış olan antlaşmalardır. Demek oluyor ki, müslümanlarla önceden yapılmış antlaşması olmayanlara, esasen böyle bir ilişki kesme ihbarının yapılmasına lüzum yoktur. Ancak müslümanların ahitleşme yapmış oldukları müşriklere karşı doğrudan doğruya antlaşmayı bozmaksızın, işin başında antlaşmanın feshini ve ilişkisinin kesildiğini bildirmeleri lazım gelmiştir. Çünkü aşağıda sebepleri açıklanacağı üzere, Allah ve Resulü o ahitlerden beridirler. Bilindiği gibi, muahade ahitleşmek demektir. Ahit ise mutlak anlamda akit ve sözleşme demek ise de asıl mânâsı karşılıklı yemin ile yapılmış olan akit demektir. En kuvvetli ve en geçerli yemin ise Allah'a yapılan yemindir. Her müslümanın yapacağı yemin de böyle bir yemindir. Müşrikler ise müşrik oldukları için onların gözünde Allah'a yapılan bir yeminin hiçbir hükmü ve kıymeti yoktur. Bundan dolayı yaptıkları ahdin hakkına Allah için riayet etmezler, inançları gereği olarak herhangi bir şekilde ahitlerini bozmaktan kaçınmazlar. Ve böylesine menfaat üzerine kurulu bir ahit de zaten hakiki ve samimi bir ahit olmaz. Bununla beraber müslümanlar için, her kiminle olursa olsun bir ahit yapılmış ise onu sonradan karşı tarafa haber vermeden bozmaya kalkışmak zulüm ve hıyanet olur.
Bu haksızlığı yapmak da müslümana haram kılınmıştır. Böyle bir ahitten kurtulmak için üç yol vardır: Birincisi; ahit belli bir süreye bağlı olarak yapılmış ise o sürenin dolmasını beklemektir.
İkincisi; istenildiği zaman feshedilebileceği şartına bağlı olarak yapılmışsa, o şarta göre hareket etmektir.
Üçüncüsü; "Her hangi bir kavimden bir hıyanet endişe edersen, hemen ahidlerini reddettiğini düpedüz kendilerine bildir." (Enfâl, 8/58) âyeti gereğince karşı taraftan bir hıyanet tehlikesi belirmesi karşısında o sözleşmeyi yüzlerine çalmak (nebz) şekliyle yapılacak olan fesihtir ki, bu suretle aldatıp baskın etkisi yapılmamış ve açıktan açığa dürüstlük çerçevesinde davranılmış olacağından hıyanet edilmiş olmaz .Ve bu şekilde bu berâet bir önceki sûrede, Enfâl Sûresi'nde geçen "nebiz" emrinin ayrıntılı bir tatbikatı demektir ki, bu âyette böyle bir başlık altında bu hususlar kısaca yer aldıktan sonra, bu ültimatomun içeriği de şu âyette özetlenmiştir:
2- İmdi şu andan itibaren yeryüzünde dört ay daha seyahat ediniz, gezip dolaşınız.
"Seyahat", suyun akması gibi, kolayına geldiği şekilde yeryüzünde gezip dolaşmaktır, şehirlerden ve beldelerden uzaklara varıncaya kadar istediği yere gitmek ve seyr ü sefer etmektir. Bu suretle seyahat anlamı içinde serbestçe dolaşmak ve genişçe hareket etmek mânâsı vardır. Sonra alışılmış şartların dışına çıkılacağından seyahat sırasında yemek içmek konularında da bir nevi imsak ve perhiz gerekeceğinden, bir bakıma oruçlunun seyahat edene benzetilmesi de onun önemli bir hazırlığı icap ettirmesinden dolayıdır. Bu da geçim sıkıntısı olmamaya ve refaha bağlı bulunur. Bunun için "seyahat ediniz" sözünde "gidiniz veya seyr ü sefer ediniz" sözünden daha fazla bir genişlik ve müsaade mânâsı ve daha ziyade hazırlıklı bulunmak ihtarı vardır. Emir şeklinde yapılmış olan bu ihtar ve uyarıdan maksat, mutlaka seyahata çıkınız şeklinde bir emir değildir. Bu mutlak anlamda bir ibahadır ki, şöyle demek olur:
Ey bu haberin kendilerine eriştiği ahit yapmış olan müşrikler, birdenbire ve habersiz bir şekilde muâhedenizin feshiyle haksızlığa uğratılacağınızı sanmayın, şu andan itibaren size dört ay daha mühlet var. Bu süre içinde katil ve savaş gibi saldırılardan uzak olarak, dilediğiniz gibi, geniş geniş hazırlanmakta serbestsiniz ve hürsünüz. Ondan sonra ilişkilerimiz tamamen kesilmiş ve savaş durumu başlamış olacağından bu müddet içinde kendi can ve mal güvenliğinizi iyice düşününüz, her türlü ihtiyat tedbirini alınız, harp hazırlıkları yapmak, savunmaya hazırlanmak, kaçacak veya sığınacak bir yer bulmak gibi kendiniz için uygun görüp arzu edeceğiniz hususların yerine getirilmesi konularında gerek İslâm diyarında, gerek yeryüzünün başka bölgelerinde bir seyyah durumunda dilediğiniz gibi iyice hazırlanınız.
Bu suretle âyetten maksadın böylesine bir serbestliği bildirmek ve uyarıda bulunmak olduğu halde, bunun "dört ay daha seyahat edebilirsiniz" şeklinde bildirilmeyip de "seyahat ediniz" şeklinde bir emir kipiyle açıklanması iki nükteyi içine alır:
Birisi, bu seyahat ve hazırlığın onlardan istenen bir şey gibi olduğuna işarettir.
İkincisi; her ne yaparlarsa yapsınlar, her nereye giderlerse gitsinler, Allah'ın hükmüne mahkum bulunduklarını ifade etmektir. Hatta çok önemli olan bu husus ayrıca ve açıkça ortaya konularak buyuruluyor ki:
Dört ay daha seyahat ediniz ve bununla beraber şunu da biliniz ki, siz öyle seyahat ve hazırlıklarla Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz. O'ndan kaçıp kurtulacak değilsiniz. Ve şurası kesindir ki, Allah kâfirleri hor ve hakir bir hale getirecek ve perişan edecektir.
Bundan sonra eski itibarlı halinizi sürdürmenize imkân yoktur. Ya küfürden ve şirkten vazgeçip Allah'ın emrine boyun eğer, teslim olursunuz, ya da dünya ve ahirette perişan olursunuz.
Bu dört ayın Şevval'dan itibaren Muharrem sonuna kadar olan dört ay olduğu hakkında Zührî'den bir kavil varsa da, diğer tefsir âlimleri, bu tebliğin yapıldığı Zilhicce'nin onuncu gününden itibaren Rebîu'l-âhir'in onuna kadar geçen dört aylık süre olduğunu söylemişlerdir ki, doğrusu da budur. Zira Cessas'ın da hatırlattığı ve üzerinde durduğu şekilde raviler, bu sûrenin, Hz. Ebu Bekir'in hac emiri olarak Medine'den hareketinden sonra nazil olduğu konusunda ihtilaf etmemişlerdir. Şu da var ki, o sene henüz müşriklerin âdeti olan "nesî' " kalkmamış olduğundan Zilhicce'nin onu sayılan hac günü, gerçekte Zilka'de'nin onu demek olduğu için söz konusu dört ayın sonu da Rebîu'l-evvel ayının onuncu günü demek olduğu da, Ebu Hayyan'ın nakline göre Mücahid gibi bazı müfessirler tarafından zikredilmiştir. Şu halde Muharrem sonu sadece önceden antlaşması olmayan müşrikler hesabına göz önünde bulundurulmuş olabilir. Bunun da başlangıç tarihinin Şevval'in başından değil, yine âyetin ilan günü olan Zilhicce'nin onundan itibaren hesap edilmesi gerekir. Nitekim İbnü Abbas'dan böyle rivayet de bulunmaktadır.
3- Velhasıl bu, öylesine kesin bir berâettir ki, Hacc-ı ekber günü, Allah ve Resulü tarafından bütün insanlara bir ezan, bir duyurudur, yani mümin veya mümin olmayan, ahit yapmış ve yapmamış olan herkese bir ezan, her sınıf insanın kulağına sokulacak olan ve aşağıda bildirildiği şekilde bir ilan, bir ilamdır: ki Allah müşriklerden kesinlikle beridir, Resulü de, aynı şekilde müşriklerden beridir. Ve bunun içindir ki, Allah Resulü, bu sene müşriklerin de bulunabileceği hacda bulunmamıştır.
Burada o seneki haccın "ekber" diye vasıflandırılmasında bir kaç mânâ vardır.
1- Umreye "hacc-ı asgar" yani "küçük hac" denildiğinden ona göre asıl hac da büyük hac, yani "hacc-ı ekber" olmuş olur. Hudeybiye antlaşmasından sonra hicretin yedinci senesinde kaza Umresi yapılmış idi. (Bakara Sûresi'nde "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın." (Bakara 2/196) âyetinin tefsirine bakınız). Bu şekilde o gün "hacc-ı asgar" olmuş idi. Hicretin sekizinci senesinde Mekke fethi gerçekleşmiş ve İslâm'da ilk hac işte bu dokuzuncu sene başlamış idi. Şu halde bu mânâ ile bundan böyle "hacc-ı ekber" her sene yapılacak demektir. Çünkü bu anlamda "hacc-ı ekber" demek, asıl anlamıyla hac günü demektir.
2- Bir hac işini meydana getiren fiil ve hareketlerin en büyük kısmı, en esaslı menasiki demek olur ki, bu da her sene yapılan her hacda mevcuttur. Buradaki büyüklük, bir haccın diğer haclara veya diğer ibadetlere nisbetle büyüklüğü değil, aynı haccın kendi rükünleri arasındaki nisbet bakımındadır. Gerçi bu "zikr-i cüz irade-i kül" gibi bir mecazdır. Fakat bu mânânın âyetteki büyük hac gününü tayin bakımından özel bir değeri ve anlamı vardır.
3- Müslümanlarla müşriklerin toplandığı pek büyük bir topluluk ve İslâm diyarında ilk ve son kere olarak yapılan ve bu berâeti ilan etmekle fevkalade önem kazanan muhteşem ve azametli hac demek olur ki, bu ifadede, işte bu dokuzuncu senede ve Ebu Bekir'in emirliğinde yapılan haccı, mutlak anlamda ekber özelliğiyle tanıtmaya yönelik bir tahsis vardır. Yani bu suretle ve bu özellikte bir hac, ne bundan evvel olmuş, ne de olacaktır. Fakat haccın bu mânâ ile büyüklüğü biraz izaha muhtaç görülmüştür.
4- İslâm'ın şanını ve izzetini, şirkin de düşüklüğünü açıklayan hac demektir ki, bu mânâ o seneki hacca uygun düştüğü gibi, ertesi sene Hz. Peygamber'in yaptığı veda haccına da öncelikle uygun düşmektedir. Zira bu ilan ve beraetin asıl hükmü o zaman yerine getirilmiş ve "Bu gün size dininizi kemale erdirdim." (Mâide 5/3) âyetinin nüzulü ile İslâm'ın kemaliyle ilgili tecelli asıl o gün meydana gelmiş ve "Hac menasikini benden alıp öğrenin." hadisi şerifi uyarınca İslâmi anlamda hac asıl veda haccında gerçekleşmiştir.
Gerçekten de ilk olarak Hz. Ebu Bekir'in emirliğinde yapılan birinci hac, yukarıda açıklanan bazı özellikleriyle o zamana kadar görülmemiş bir hac ise de yine de büyüklüğü bir bakıma izafi bir büyüklük sayılır. Çünkü Hz. Peygamber'in bilfiil bulunmaması ve müşriklerin katılmış olması, çıplak tavaf ve "nesî" gibi bazı müşrik âdetlerinin henüz ortadan kaldırılmamış olması dolayısıyla "berâe"nin tam anlamıyla gerçekleşememesinden dolayı o hac birtakım noksanlıklar içermekteydi. Ve bütün bunlardan dolayı o haccın bütün değeri, ertesi sene yapılacak olan Hz. Peygamber'in de bulunduğu hacca bir başlangıç olmasındaydı. Hiç şüphe yok ki, bu saydığımız sebeplerden dolayı mutlak mânâda ekber olan hac, Hz. Peygamber'in haccıdır. Ve "İşte büyük hac günü budur" hadisi şerifi de bunda zahirdir. Bununla beraber âyetin yalnızca Peygamber'in haccına tahsisi de apaçık değildir. Zira veda haccında bu ilanın kendisi değil, hükmünün gerçekleşmiş olması söz konusudur. Âyette bahsedilen şey ise ilanın kendisidir. Bunun için "Taberi Tefsiri", İbnü Sîrin'in "Yevmu'l-haccıl-ekberden muradın, Resulullah'ın bulunduğu ve kendisiyle birlikte ümmetinden de birçoklarının katıldığı veda haccıdır." dediğini naklettikten sonra, demiştir ki; bu mânâ âyetteki "ezan" hükmünün gerçekleştiği büyük hac günüdür ki, o da Hz. Peygamber"in hac yaptığı senedir". Bu da dolaylı ve kapalı bir istidlale muhtaçtır.
Şu halde âyetteki "hacc-ı ekber" tabiri, yalnızca Ebu Bekir'in haccına münhasır olmayıp, Hz. Peygamber'in haccına da öncelikle delalet etmekte ise de bunu burada yalnızca Resul'ün haccına tahsis etmek de doğru değildir.
Şu halde gelelim "gün" meselesine: Yevm, gün demek olduğu gibi, genel olarak "vakit" mânâsına gelebilir. Buna göre "Hac günü", hac vakti, hac zamanı anlamına gelebilirse de âyetin zahirine göre, bunun hac zamanından bir gün olmasıdır. Üstelik öyle bir gün ki, dört aylık yasağın başlangıcını belirleyen bir gün olabilsin. Halbuki yukarıda verilen birinci, üçüncü ve dördüncü mânâlara göre, "hacc-ı ekber günü" demek, hacc-ı ekber vakti demekten fazla birşey ifade etmez. Bu ise seneye ve aya ihtimali olsa da çok çok Arefe gününden başlayarak Mina günlerinin sonuna kadar olan hac günlerinin içine alır. Nitekim bazı müfessirler bu görüşteler. İbnü Atıyye, tefsirinde demiştir ki, hadislerden anlaşıldığına göre Hz. Ali, bu âyetleri Arefe günü Hz. Ebu Bekir'in hac hutbesinden hemen sonra okumuş, fakat insanların hepsinin işitmediğini görmüş, bir kere de Bayram günü Mina'da okumuştur. Hatta Hz. Ebu Bekir, o gün Ebu Hureyre ve daha başkalarını Hz. Ali'ye yardımcı olmaları için görevlendirmiş, bunlar da Zülmecaz v.s. Arap çarşılarında bu işi takip etmişlerdir. Buna göre, Süfyan b. Uyeyne'nin de dediği gibi, bu günün hac günlerinin bütününe şâmil olması açıklık kazanıyor. Mücahid'in de hacc-ı ekber günü, bütün Mina günleridir, müşriklerin Zülmecaz, Ukaz ve Mecenne'de bulundukları sırada içlerinde "Bu seneden sonra müşrikler müslümanlarla birlikte hac yapamayacaklardır!" diye nida ettirilinceye kadar olan toplantı zamanlarıdır, dediği naklediliyor.
Moderatör tarafında düzenlendi: