nefsimutmainne
Aktif Üyemiz
Aşklara vâde biçilmez! Bir aşk
ya vardır ya da yoktur. Belli zaman aralıklarına gönül hapsedilebilir mi? Aklın mantıkla göğüs göğse mücadele edişini
alaya alarak seyreden aşk; tutacak. Kendini
takvimlerin belki de saatlerin tayin ettiği dilimlere esir edecek. Olmaz öyle şey! Aşkların baş aktörleri çekip gitse de dünya adlı bu sahneden
aşk kesintisiz bir şekilde
akmaya devam eder. Akacak bir nehri olmayanlarındır hakiki keder. Hâlâ akan kaç nehir var bilinmez. Leylâ-Mecnun
Kerem-Aslı
Yusuf-Züleyhâ
Ferhat-Şirin ve daha niceleri sevdânın mâverâlarından selam ederler
sevdâ korkağı veya yoksulu cânlara cânân iklimlerine ersinler diye. Ersinler ki; vuslat ummanına hiç hesapsız pınarlardan çağlayarak usul usul cân versinler diye.
Aşkı zaman ilminin dar penceresinden izâha yeltenmek
hissiyât cahili olmanın dik âlâsı olsa gerek… Çünkü! Aşk
bir gönüle
henüz zaman ve mekân tasavvuru melekesine haiz olmadığı bir demde verilmiştir. Öyle ki; yâr ile yârin bir oluşunun meyvesi muştular
Tûbâ ağacının gölgesinde büyüyen sarmaşığın kollarından derilmiştir… Yunusların şifâi tasvirlerinde bile yakalanabilecek bu sırrı
hâlâ madde planında öğütülmek nâmınâ çözmeyi arzulamayanlarla aşkı nasıl konuşabilirsiniz? Aşk yaşadıkça bizi kendimize getiren
bizde olup da bizden olmayan ne varsa bir kalemde bitiren bir hiss-i kerâmettir çok defa… İşte aşk ile boyanmış gökyüzünde uçan turnalarındır tek sefâ… Sefâdan cefâya yol alanlar
nehir olmanın tartışılmaz huzurunu kaybedenlerdir...
Aşk… Baştan ayağa Şark ile hem dem olmuştur… Garbın âfâkına tutunmak hevesindeki her aşk
terennüm edilmeden unutulan bir şarkı misâli
karanlığın nur tellerinde solmuştur… Yoksa Mozart’ın ya da Bach’ın bestelerinde ne diye inlesin ki kemanlar? Halbuki Şark musikisinde öyle mi? Itrî’nin dingin ve bir o kadar âhenk dolu duyuşlarının
mızrap marifetiyle kulaklardan gönüllere sirâyet edişinde aşkın hakikatinden başka ne vardır? Tanburî Cemil’in ellerinde yâr için dile gelen tellerin
yalnız sevdâ alfabesiyle konuştuğunu duymak için gönül vermiş olmak lüzumu yok mudur? Ya Neyzen Tevfik’in nefesiyle Hak diyârlardan esen rüzgârların sevdâ menşeli akşamlara
süzülen bir kuğu edasıyla inişine ne demeli? Aşkın anavatanında yaşamakta olduğunuzu unutmayınız…
Süleymaniye’yi hâyâl ederken
Mimar Sinan’ın yegâne kılavuzu
henüz küçük bir çocukken Erciyes’e gönül vermiş olmasından başka bir şey değildi! Ki; o aşkın önünde nice hendesî maniâlar
nice şekil kabul etmez mermerler hürmetle eğildi… Öylesine eğildi ki; Selimiye’nin nezâketi Edirne’ye ilelebet bir Erciyes silueti armağan etmeden gitmemeli diyerek
ömrün âsude günleri
eser vermek telaşıyla kalıp tutmuş örslerde nakkaş inceliğinde eğrildi… Ağırnas’tan Der Saadet’e uzanan şu kısacık yolda
bu aşkı tarife yetecek ne bir söz ne de bir göz bulabilirsiniz… Hem bugün dahi Sinan diyerek uçar Erciyes’te ak başlı kartallar… Aşkı ezberden hatmeden kuşların gözüyle bakın âleme…
Güvercinlerin gözleriyle farkına varabileceğiniz bir mevzudur aşkın bizatihi kendisi… Kızıl alevlerin güllere ilticâ ettiği mor akşamların hatırına açılır goncalar… Bülbülleri de bülbül eyleyen budur efendim! Sevdânın gönül saran saçlarıdır
aşka adanmışlığımın gölgesinde yâre ait oluşumu ilân eden kemendim…
Dağ başlarında bir başına kalmış bir ardıcın inatla yeşil kalmasının
her seher
güneşi karşılamaktan derin bir zevk almasının müsebbibidir aşk… Ardıcın gönlünde o Hûmâ kuşu olmasa neylesin sarp kayaların koynunda asırlarca? Yâri liyâkatle beklemenin tabii heykelidir ardıçlar… Hak’tandır… Her mahluk gibi… Hamurunda sabrın en kesifi mevcutsa da; sabrının sabra pes dedirtişi
sevdâsına sâdık kalışından; her soluğunu yârin hasretiyle alışındandır kuşkusuz!
Gece yarısına yorgun argın erişen saatlerde
Nedim’in mısralarına vakfediniz gözlerinizi… Nedim’in aşka aşıklığından bir nasip de sizin hissenize düşer mutlaka… Belki
bencileyin garip bir âşığın derin hicrânını bir nebze de olsa anlayabilirsiniz… Gözlerinize müsaade buyurunuz lütfen… Aşk kitabına talipseniz ağlayabilirsiniz… Hayır! Ağlamalısınız! Gözyaşından mahrum gözlerde
aşkın yıldırımları barınamaz… Hem göz
bu fani âlemin riyâ bulaşığından ağlamadıkça arınamaz!
Aşk bedel ister çok defâ… Bedeli bazen bir ömrü helâk etmektir
bazen için için yanarken kurşuni göklere doğru tütmektir… Aşk aslında aşktan ırak geçen her ânâ kin gütmektir… Böylelikle nefretin rahmani kafiyesiyle
sevmenin eşsiz lezzetine bir nefeste varılabilir…
Dikkat buyurun efendim! Aşk ile rengârenk bir şala bürünen
bezmiyle yerlerde sürünen gönül; sizin gönlünüz olmalı… Bu hususta hodbin olabilirsiniz… Aşkı gönlünde misafir etmeyi arzulamanın ayıp bir tarafı yoktur! Asıl ayıp; aşktan firar eden bir fikriyatla
beyhudeleştirdiğiniz ömrünüzün âhıdır… Aşk… Uykusuz bekleyişlerle içinize çektiğiniz sâbâ yelinin semahıdır…
Aşk deyince kelimeler yollara dökülür… Sükutun bedbin oluşunu bir kenara bırakır hece sarayının şehzadesi… Bakışların enginliğinde tarif arar her hâl… Ama yoktur… Bulunmaz… Buseler de kifâyet etmez söz gümüşünden işlenmiş
maun kokan arzulara…
Allah’a yakın olmanın tek yoludur aşk… O’na ermedikten sonra
yâri saracağınızı mı sanırsınız? Sakın ha! Çok… Ama çoook aldanırsınız… Yârinizi
hakiki Yârinizden dilemedikçe vuslat düşmez hissenize… Ben istedim yârimi O’ndan… Verdi çok şükür… Hadi! Sizde cânânınızı cân adadığınızdan istesenize…
Fuzuli dedem ne güzel söylemiş: “Her ne var ise aşk imiş alemde… İlm bir kıl-ü kâl imiş ancak…” Fazla söze ne hâcet! Aşk şuursuzluğu şuur terkibine sokan bir ilmin elinde tarif edilebilir… Şuurun sanatı şiire bırakalım sözümüzü… Ki; aşkın harareti zaptetsin zemheri ayazlarında emanet bırakmaya kıyamadığımız gözümüzü…
Sevdiceğim! Cânânım! Aşkın ile mestim yâr…
Senden gayrı ne varsa
alâkamı kestim yâr!
Senden uzak ellerde
hasretinle biçare
Her seher pencerene
rüzgâr olup estim yâr!
Neylerin elemiyle gezinirken âvâre
Geceleri kalbini çınlatan o sestim yâr!
Aşk bu ey peri… Bütün gemileri yaktım
gönlünün kıyılarında… Yegâne emelim vuslatındır… Ya sen ya hiç… Dönüşüm yok artık geri… Sensiz geçen her ân
gönlümün mahşeri..
Ey peri! Ey dil-güşâ… Aşkın yürüyen tarifiyim seninle… Sus! Saçlarını okşayan rüzgârı dinle… Sevdâmı anlatıyor yine.
Aşkı zaman ilminin dar penceresinden izâha yeltenmek
Aşk… Baştan ayağa Şark ile hem dem olmuştur… Garbın âfâkına tutunmak hevesindeki her aşk
Süleymaniye’yi hâyâl ederken
Güvercinlerin gözleriyle farkına varabileceğiniz bir mevzudur aşkın bizatihi kendisi… Kızıl alevlerin güllere ilticâ ettiği mor akşamların hatırına açılır goncalar… Bülbülleri de bülbül eyleyen budur efendim! Sevdânın gönül saran saçlarıdır
Dağ başlarında bir başına kalmış bir ardıcın inatla yeşil kalmasının
Gece yarısına yorgun argın erişen saatlerde
Aşk bedel ister çok defâ… Bedeli bazen bir ömrü helâk etmektir
Dikkat buyurun efendim! Aşk ile rengârenk bir şala bürünen
Aşk deyince kelimeler yollara dökülür… Sükutun bedbin oluşunu bir kenara bırakır hece sarayının şehzadesi… Bakışların enginliğinde tarif arar her hâl… Ama yoktur… Bulunmaz… Buseler de kifâyet etmez söz gümüşünden işlenmiş
Allah’a yakın olmanın tek yoludur aşk… O’na ermedikten sonra
Fuzuli dedem ne güzel söylemiş: “Her ne var ise aşk imiş alemde… İlm bir kıl-ü kâl imiş ancak…” Fazla söze ne hâcet! Aşk şuursuzluğu şuur terkibine sokan bir ilmin elinde tarif edilebilir… Şuurun sanatı şiire bırakalım sözümüzü… Ki; aşkın harareti zaptetsin zemheri ayazlarında emanet bırakmaya kıyamadığımız gözümüzü…
Sevdiceğim! Cânânım! Aşkın ile mestim yâr…
Senden gayrı ne varsa
Senden uzak ellerde
Her seher pencerene
Neylerin elemiyle gezinirken âvâre
Geceleri kalbini çınlatan o sestim yâr!
Aşk bu ey peri… Bütün gemileri yaktım
Ey peri! Ey dil-güşâ… Aşkın yürüyen tarifiyim seninle… Sus! Saçlarını okşayan rüzgârı dinle… Sevdâmı anlatıyor yine.